devam ediyor 5g önce güncellendi
Kalbimizin Yolu
@mervegun
Okuma
131
Oy
20
Takip
6
Yorum
60
Bölüm
10
📘 Kalbimizin Yolu 🌸
ÇİĞDEM
Telefonum titredi.
Ekrana baktım: Hakan`dan mesaj.
"Hayatım ben çok yorgunum, erken yatıyorum bu akşam. Merak etme beni. Sana da iyi eğlenceler."
Of… Yine mi?
Aynı Hakan işte. Tavuk gibi dokuz olmadan uyur.
İki yıldır sevgiliyiz. Seviyor muyum, galiba. İyi çocuk. Önemli olan da bu değil mi zaten...
İyi, temiz işinde gücünde işte daha ne isterim ki?
Eee niyeti de belli ciddi, hatta ona kalsa çoktan evlenmiştik bile.
Ama ben hâlâ “İşte bu! Ben bu adamla evlenirim, bir ömür paylaşırım,” diyemiyordum.
İçime sinmeyen şeyler var ama çözemiyorum o eksikliği.
Belki de… o adam yüzünden?
Bir ay önceydi.
Sürekli gittiğim kafede, küçük bir talihsizlik yaşamıştım .
Talihsizlik mi, tesadüf mü… adı her neyse, içimde bıraktığı hisler çok garipti. Ve anlamsızca aklımı bulandırmıştı.
Ciddi bir şey yaşanmadı elbette. Ufak bir yakınlıklık, kısa bir göz göze gelme. Yani basit şeyler insanın bunlarla da feleği de şaşmaz ya, değil mi ama???
Bir Ay Önce,
Kafede saatlerdir oturuyordum. Üç sınav kâğıdı daha kalmıştı. Elim, kırmızı kalemi tutmaktan yorulmuş, gözlerim satırları seçmekte zorlanmaya başlamıştı.
İkinci dönemin ilk edebiyat sınavını geçen pazartesi yapmıştık. Test olsa neysede, klasik yazılıları okumak çok yoruyordu.
Kahvem çoktan soğumuştu ama yine de elim gidiyordu fincana. Alışkanlık işte.
Zümrüt Kafe’deydik...
Nostaljik bir sığınak gibiydi burası. Seviyordum atmosferini. Sessiz, sade ve garip bir şekilde huzurlu. Sanki burada hayat, daha az yoruyordu insanı.
Öğle saatlerinde gelen arkadaşlarım çoktan kalkmıştı.
“Çiğdem sen kalıyor musun?” dediler.
Ben de başımı kaldırmadan,
“Hıhı, biraz daha var,” dedim.
Ve sonra yalnızlık yayıldı masaya — ama sevdiğim türden bir yalnızlıktı bu. Kimse konuşmuyor, sadece ben ve kâğıtlar…
Son kâğıdı bitirip toparlanmak üzereydim ki…
Elimdeki kalem yere düştü.
Bir iç çekip eğildim almak için. O sırada fazla eğilmekten gerilen eteğimden o lanetli ses geldi:
"Cırttt!"
Gözlerim büyüdü. Kalem yeri boylamıştı ama benim derdim artık o değildi. Eteğimin arka dikişi açılmıştı.
Küçük çaplı bir felaketti bu!
Üstelik kafe insan doluydu. Birkaç masa ötede oturanlar vardı ve ben, yerin dibine girme eşiğinde, söylenmeye başladım:
“Hay... lânet şey! Harika. Yani gerçekten bravo Çiğdem. Bir bu eksikti zaten. Ne halt edeceğim ben şimdi, offf!”
Ben kendi kendime söylenirken yerden doğrulamadım bile utançtan.
Ama o sırada biri yaklaştı arkadan ve direkt eğildi.
"Sakin ol, hallediyorum" dedi.
Elindeki ceketi hafifçe belime doladı.
Ceketin kollarını arkamdan sarılarak önümden bağladı. Sonra elini uzatıp kalkmama yardım etti. Dokunuşuyla içim ısındı, ama yüzüm daha da yandı.
O kadar yakındık ki… ferah kokusu içime doldu. Yeni duş almış gibiydi.
Döndüm ve gözlerine baka kaldım.
Bir eli hâlâ belimdeydi, diğeri ise avuçlarımdaydı.
Kimdi bu adam? Ne kadar da uzundu… Başımı bayağı bir kaldırmak zorunda kalmıştım bakabilmek için.
Ne diyeceğimi bilemedim. Bir süre öylece bakakaldım.
Zaman durmuş gibiydi; kalbimse adeta yerinden fırlayacak gibiydi.
“Bence bugünlük yeterince çalıştınız, öğretmenim,” dedi.
Sesi yumuşaktı… ama içinde saklı bir tebessüm, hafif bir oyunbazlık vardı.
Sanki bana değil de, içimdeki küçük, paniklemiş hâlime hitap ediyordu.
Yüreğimde davullar çalmaya başladı, duyuyor musunuz?
Midemdeki kelebekler halay başlatmış da olabilir!
Heyecan, panik, utanç, telaş… adı her neyse, hepsi bir aradaydı.
Ve evet, galiba biraz da midem bulanmaya başlamıştı.
Nefes, evet… nefes almam lazım!
Nasıl yapıyorduk biz onu?
Ah evet… önce aldığını ver, yavaşça...
Sonra yeniden hava al içeri, mümkünse burundan.
Ama işte, benim gibi ağzı bir karış açık şekilde adama bakan biriyseyseniz,
nefes de ister istemez ağızdan girer, akıl da yerinden çıkardı.
Ve sonra…
İçimde bir yere çarpan o ses, dudaklarımı zar zor oynattım:
“Teşekkür ederim…” dedim, neredeyse fısıltıyla.
O da hafifçe gülümsedi, gözlerinde bir parıltı vardı.
“Rica ederim,” dedi.
Ve elini belimden çekti.
Oh çok şükür!
Etkisinden çıkmam için açtığı alana şükrettim. Aklımı toplamamı saglayacak bir boşluk sağladı en azından.
Ama kalbim?
Onu hâlâ o ellerin orada olduğunu sanıyor olabilirdi.
Sonra aklıma eteğim geldi. Sinirle sevdiğim eteğe baktım, sonra yine ona:
“Bu etek benim favorimdi ama... Off, nasıl bir şansım var!” diye söylendim.
Omuz silkti, hiç önemsememiş gibi.
“Yani bakış açımızı değiştirirsek… hoş bir anı da olabilir,” dedi, gülerek.
Güzel gülüyordu. Güzel gülen adamlardandı.
Tehlike canlarını da duydunuz mu?
İşte orada kaldım. Yeniden donakaldım. Ne desem eksik olacaktı.
Bir anda cebimde kırmızı kalemler, üzerimde yırtık etek, belimde bir ceket…
Ve içinde bilmediğim bir sıcaklık vardı.
Tanımadığım biriyle bu kadar yakın olmak.
Ve ilk kez... bu kadar savunmasız hissetmeme rağmen, güvende gibiydim.
Tam o anda yüzüme bir gerçek çarptı:
"Kendine gel kızım. Senin bir sevgilin var."