devam ediyor 5g önce güncellendi
Gi -Hun ile sevgili olmak
@tw2lice
Okuma
2
Oy
0
Takip
0
Yorum
0
Bölüm
1
Squid Game Gi-hun ile Sevgili Olmak - Part 1: Çaresiz Bir Teklif
Hayat, seni hiç bu kadar köşeye sıkıştırmamıştı. On yıllardır üzerine titrediğin kariyerin, bir telefon görüşmesiyle elinden alınmıştı. Kredi kartı borçları, hastaneden gelen icra uyarıları ve ev sahibinin her gün kapına dayanması... Nefes almak bile lüks gibi geliyordu. Her saniye, zihninde "nasıl kurtulacağım" sorusu yankılanıyordu. Belki de bu, kaderin sana hazırladığı son şaka olacaktı.
Metro istasyonunun soğuk bankında oturmuş, elindeki boş cüzdana bakarken, bir gölge başının üzerinde belirdi. Başını kaldırdığında, karşında duran adamı gördün. Üzerinde kusursuz bir takım elbise, saçları arkaya taranmış, yüzünde alaycı ama bir o kadar da nazik bir gülümseme. Elinde bir iskambil destesi ve bir kutu vardı. Sana doğru eğildi.
"Hanımefendi, size küçük bir oyun teklif etsem?" dedi, sesi pürüzsüzdü.
Kaşlarını çattın. "Ne oyunu?"
"Basit bir oyun, `Ddakji` adında," diye açıkladı. Elindeki mavi ve kırmızı renkli kağıt parçalarını gösterdi. "Benimkini yere atacağım, siz de kendi kağıdınızla benimkini çevirmeye çalışacaksınız. Eğer çevirirseniz, size 100.000 won ödeyeceğim. Eğer çeviremezseniz..." Eliyle hafifçe yanağını işaret etti. "Bir tokat yiyeceksiniz."
İçinden bir ses, "Saçmalık!" diye bağırdı. Ama diğer ses, "Neden olmasın? Kaybedecek neyin var ki?" diye fısıldıyordu. Parasızdın, umutsuzdun. Tokat yemek, belki de borçlarının yanında hiçbir şeydi.
"Pekala," dedin, şüpheyle.
İlk birkaç el, tahminde bulunduğun gibi geçti. O, kağıdı ustaca yere bırakıyor, sen ise tüm gücünle vurduğunda bile bir türlü çeviremiyordun. Yanakların kızarmış, gururun incinmişti. Ama her tokattan sonra, içindeki inatçı damar daha da belirginleşiyordu. Sanki bu oyun, hayatındaki tüm kayıpların sembolüydü ve şimdi kazanmak zorundaydın.
Sonunda, mucizevi bir şekilde, elindeki kağıt onunkinin tam altına denk geldi ve onu çevirmeyi başardın. Salesman`ın yüzündeki yapmacık gülümseme, kısa bir anlığına şaşkınlığa dönüştü. Elini cebine attı ve sana bir destenin içinde, taptaze banknotlar uzattı.
"Tebrikler," dedi. "İşte 100.000 won`unuz."
Parayı aldın, hala inanamıyordun. Bu kadar kolay mıydı? Salesman, bu kez sana daha farklı bir kartvizit uzattı. Üzerinde sadece bir telefon numarası ve üç basit şekil vardı: Bir üçgen, bir daire ve bir kare.
"Eğer bu deneyimden keyif aldıysanız ve daha büyük bir ödül kazanmak isterseniz, bu numarayı arayın," dedi, sesi seni sanki derin bir kuyuya çağırır gibiydi. "Ama unutmayın, bu basit bir oyun değil."
Kartı aldın, avcunda sıktın. Cebine attığında, sanki sıradan bir kağıt parçası değil, kaderini değiştirecek bir anahtar taşıyordun. Metro istasyonundan ayrılırken, zihnin binbir düşünceyle doluydu. Bir yanda "Sakın arama, bu işte bir iş var," diyen mantık sesin, diğer yanda ise "Belki de son şansın budur," diyen umutsuzluğun fısıltıları...
Birkaç gün sonra, telefonun ısrarla çalmaya başladığında kalbin hızlandı. Ekranda bilinmeyen bir numara. Derin bir nefes aldın ve "belki" diyerek aramayı yanıtladın. Metalik, bilgisayarlaşmış bir ses kulaklarını doldurdu.
"Hazır mısın?" dedi, hiçbir duygu barındırmayan bir tonda.
Cevap vermene fırsat bile bırakmadan devam etti: "Kapınızın önüne bir araç gönderdik, lütfen binin."
Hızla pencereye koştun. Kapının önünde siyah, lüks bir limuzin duruyordu. Dışı o kadar parlaktı ki neredeyse seni yansıtıyordu. İçin titreyerek kapıya doğru yürüdün. Bir an tereddüt ettin, zihnin sana geri dönmeni söylüyordu. Ama borçlar, umutsuzluk, o anın cazibesi... Geri dönüş yoktu.
Kapıyı açtın ve içeri adımını attın. İçerisi koyu renkli camlarla kaplıydı, dışarıyı tamamen bloke ediyordu. Yanında, senin gibi birkaç kişi daha vardı. Hepsinin yüzünde şaşkınlık, korku ve belki de az da olsa merak okunuyordu. Hiçbirimiz nereye gittiğimizi, bu esrarengiz davetin bizi nereye sürüklediğini bilmiyorduk. Ama ortak bir kaderimiz vardı: Hayatta kalma umudu ve borçlarımızın ağırlığı.
Uzun süren sessiz bir yolculuğun ardından, limuzin aniden durdu. Kapı usulca açıldı ve gözlerini kamaştıran parlak bir ışıkla karşılaştın. Gözlerini kısarak dışarıya baktığında, gördüğün manzara zihnini darmadağın etti. Devasa bir koğuştu burası, yüzlerce insan senin gibi yeşil eşofmanlar giymişti.
Sen de dışarı çıktın. Gelen bir görevli, koluna bir bileklik taktı. Üzerinde büyük, siyah bir numara yazıyordu: 455. İçinde tuhaf bir his oluştu. Artık [Adın] değildin. Sen, sadece bir numaraydın. Bu oyunun bir parçası, `455`. Herkes senin gibi etrafa şaşkınlıkla bakıyordu.
Gözlerini etrafta dolaştırırken, kalabalığın içinde tanıdık bir yüz gördün. Adam, elinde tuttuğu bir kartı inceliyordu. Yüzündeki ifade, derin bir keder ve belirsizlik karışımıydı. Onun bileğinde de bir numara vardı: 456. Bu adam... Gi-hun`du. Televizyonda gördüğün, o iyi kalpli, biraz saf ama yardımsever adam. Ona henüz Gi-hun diye hitap etmiyordun, sadece "456" olarak biliyordun.
Göz göze geldiniz. Onun yorgun ama bir o kadar da nazik bakışları, o koca koğuşun içinde sana küçük bir umut ışığı yaktı. Bu ölümcül oyunlarda, belki de yalnız değildin.
Birden, metalik bir ses koğuşta yankılandı: "Herkese iyi günler. Birinci oyunumuza başlıyoruz. Lütfen talimatlara uyunuz, aksi takdirde diskalifiye olacaksınız."
Kalabalık hareketlenmeye başladı. İnsanlar, robot gibi kapıya doğru ilerliyordu. Sen de istemsizce onlara katıldın, adım adım bilinmeyene doğru...