devam ediyor 2g önce güncellendi Aşk ın yolculuğu
		
				
					Aşk ın yolculuğu
					@iclal.ckci
					
							 Okuma
0
 
							 Oy
0
 
							 Takip
0
 
							 Yorum
0
 
							 Bölüm
0
 
							
					 					
					
				
		Bölüm 1
Anne ve babasının sevgi dolu evinde doğan küçük Zümrüt, mutlu bir ailenin renkli gözlü, sarışın kızıydı.
İlkokul yıllarında başarılı, çalışkan ve hayalperest bir öğrenciydi.
Ortaokul macerası da takdire şayandı — arkadaşları tarafından sevilir, öğretmenleri tarafından övülürdü.
Zümrüt, ortaokuldan mezun olduğunda büyük bir başarı elde etti.
Özel bir lisede yüzde elli burs kazandığını öğrendiğinde sevinçten yerinde duramıyordu.
Bu başarı, sadece onun değil, ailesinin de gurur kaynağıydı.
Ailesi, Zümrüt’e bu mutluluğu paylaşmak için küçük bir sürpriz hazırlamıştı: yeni bir telefon.
Zümrüt hediyeyi eline alınca gözleri parladı.
Hem burs kazanmanın gururu, hem de ailesinin sevgisini hissetmenin mutluluğu iç içe geçmişti.
Annesi ve babası onun sevinçle parlayan gözlerine baktı.
Babası gülümseyerek, “Kızım, gel buraya,” dedi.
Zümrüt koşarak yanlarına geldi.
“Geliyorum, babacığım,” dedi heyecanla.
Babası duygulu bir ses tonuyla konuştu:
“Zümrüt… Sen bize büyük bir gurur ve sevinç yaşattın.
Biz bu hayatta her istediğini sana veremedik, ama sen bizim en büyük isteğimizi yerine getirdin.
Senin kadar azimli, başarılı ve kalbi güzel bir kıza sahip olduğumuz için çok mutluyuz.
Ve bu sefer, biz sana gerçekten özel bir şey vermek istiyoruz…”
Ama o yıllarda, hayatın ona neler hazırladığını bilemezdi.
Çünkü Zümrüt’ün asıl hikâyesi, kalbin en karmaşık döneminde, lise yıllarında başlayacaktı.
Ve o hikâye, aşkın sadece mutluluk değil, aynı zamanda bir sınav olduğunu öğretecekti ona.
Aşk yakar kalbi, kavurur insanı.
Kavuşmak, her aşkın hikâyesi değildir.
Babası, Zümrüt’e yeni aldığı telefonu uzattı. Zümrüt’ün gözleri parladı; sevinçle anne ve babasının boynuna sarıldı. Artık sabırla okulun başlayacağı günü bekliyordu.
Uzun bir yaz tatili çabucak geçti ve nihayet okul günü gelip çattı. Zümrüt’ün tüm hazırlıkları tamamlanmıştı, artık hazırdı.
Babası normal bir işte çalışıyordu, fakat Zümrüt’ün kazandığı okul oldukça zengin bir okuldu. Zümrüt, orada başına neler geleceğini bilmiyordu.
Okulun ilk günü annesi, Zümrüt’ün yanında oldu ve onu okula bıraktı. Kapıdan geçerken, “Canım kızım, senin başarılı bir öğrenci olacağını biliyoruz. Biz anne ve baban olarak her zaman senin yanında olacağız,” dedi. Zümrüt’e sımsıkı sarıldı ve ardından okuldan ayrıldı.
Zümrüt sınıfına girdiğinde herkesin yüzünde tanımadığı bir hava vardı.
Sınıftaki çocukların çoğu zengin ailelerin evlatlarıydı. Markalı çantalar, pahalı kalemler, süslenmiş saçlar… Zümrüt, sade haliyle aralarında hemen dikkat çekti.
Bir süre sonra içlerinden biri, Pelin adında bir kız, alaycı bir gülümsemeyle sordu:
— Senin baban ne iş yapıyor Zümrüt?
Zümrüt biraz çekinerek, “Memur,” diye yanıtladı.
Pelin dudaklarını büküp küçümser bir ses tonuyla,
— Hımm… demek fakirsiniz yani, dedi.
Arkasından Elif isimli bir kız fısıldadı:
— Aman, bitli falandır, yanına oturmayalım!
Sınıfta bir anda sessizlik oldu. Zümrüt’ün kalbi sıkıştı. Boğazına bir şeyler düğümlendi ama ağlamadı.
O gün, daha ilk günden, derin bir yalnızlığın içine düştü.
Arkadaş zorbalığı onu derinden yaralamıştı.
Nereden bilebilirdi Zümrüt, her şeyin böyle olacağını?
O gün eve mutsuz bir şekilde döndü. Belki de hayatının ilk sınavıyla karşılaşıyordu.
Başarılıydı, ama yalnızlık onu derinden üzmüştü.
Hayatın, hayallerindeki gibi olmadığını o gün fark etti.
Akşam boyunca odasından çıkmadı. Sessizdi.
Annesi ve babası, Zümrüt’ün üzgünlüğünü fark etmişti.
Ama Zümrüt’ün yaşadığı akran zorbalığı, küçük kalbinde büyük bir iz bırakmıştı.
Bir süre sonra annesine, titrek ve kırgın bir sesle sordu:
— Anneciğim, benim babam neden zengin değil?
Annesi bir an sustu, sonra derin bir nefes alarak yumuşak bir sesle yanıtladı:
— Kızım, bazen bazı zorlukları para çözemez. Para mutluluğun sembolü değildir.
Zümrüt başını eğdi.
— Ama anne, herkesin babası lüks masa başı işlerde çalışıyor, kimisi holding sahibi… Biz neden değiliz?
Annesi gülümseyerek kızının saçlarını okşadı:
— Kim bilir o çocukların evlerinde ne hayatlar var, Zümrüt. Dışarıdan güzel görünen her şey, içeride gerçekten mutlu değildir.
Bu sözler Zümrüt’ün yüreğine dokundu.
Annesinin sıcak sesi, içindeki karanlığı biraz olsun dağıttı.
Yüzüne küçük bir tebessüm yerleşti.
O an, konuşmanın bile iyileştirici bir gücü olduğunu fark etti.
Ertesi gün Zümrüt okula gittiğinde, okulun en zengin çocuğu Ahmet gelmemişti.
Ancak ikinci gün sınıfa girdiğinde Ahmet de oradaydı.
Ahmet, uzun boylu, esmer ve oldukça yakışıklı bir çocuktu.
Okulun en dikkat çeken öğrencisiydi.
Pelin, Ahmet’e çoktan âşık olmuştu.
Ama o gün Ahmet’in gözleri başka birine, Zümrüt’e takıldı.
Sessiz, sade ama derin bir güzelliği vardı Zümrüt’ün.
Ahmet, onu gördüğü an içinden bir şeylerin değiştiğini hissetti.
Pelin bu bakışları fark etti.
O anda içinde kıskançlık kıvılcımı yandı…
Ve kısa sürede o kıvılcım, tehlikeli bir ateşe dönüştü.
Sınıf sadece sekiz kişiydi.
Pelin’in sözü geçiyordu; herkes onun tarafındaydı.
O günden sonra sınıfın havası değişti.
Zümrüt’ü basit görenler, Pelin’in yanında durdu.
Artık Zümrüt ağır bir psikolojik zorbalık ve dışlanmışlıkla karşı karşıyaydı.
Fakat bu karanlığın içinde bir tek kişi vardı ki, onun yanında durmayı seçmişti: Ahmet.
Ahmet, Pelin’e değil; ilk gördüğü gün kalbini çalan o sessiz kıza, Zümrüt’e tutulmuştu.
Teneffüs zili çaldı.
Pelin masasında oturuyordu; Ahmet yanına yaklaştı, kulağına sessizce fısıldadı:
— Saçların çok güzel kokuyor… Bu güzellik umarım sadece benim gözlerime aittir.
O an Zümrüt başını çevirdi, Ahmet’le göz göze geldi.
Kalbi hızla çarpmaya başladı.
Pelin ise yandan bu sahneyi izliyordu. İçinde bir ateş vardı… kıskançlık ateşi.
O ateş her geçen an büyüyordu.
Teneffüs boyunca Ahmet ve Zümrüt uzun uzun sohbet ettiler.
Ahmet basketbol oynamak için dışarı çıktığında, Pelin, Elif ve Kaya sınıfta yan yana oturuyordu.
Kaya kantine gitmek için dışarı çıktı.
O sırada Elif eline aldığı su şişesini Zümrüt’ün başından aşağı döktü.
— Kurutursun, üzülme! Fakirsin ya, as ipe, orada kurur, dedi alayla.
Zümrüt sessiz kaldı.
Terbiyesini bozmadı ama gözleri doldu.
Yerinden kalktı, ağlamamak için kendini zor tutarak okulun tuvaletine yöneldi.
Koridorda ilerlerken Pelin’in sesi arkasından geldi:
— Önüne baksana Zümrüt!
Bir anda dengesini kaybetti, yere düştü. Dizi kanamıştı.
Tuvaletlerin oraya yaklaşırken Ahmet onu gördü.
Zümrüt’ün üstü başı ıslak, dizi yaralıydı.
Ahmet hızla yanına koştu.
— Ne oldu sana? diye sordu endişeyle.
Zümrüt gözlerini kaçırarak cevapladı:
— Bir şeyim yok… sakarlığıma geldi, düştüm. Üzerime de su döküldü.
Ahmet gülümsedi.
— Güzelliğin kadar sakarsın galiba… Her güzelin bir kusuru olur, dedi.
Sonra elini uzattı.
— Hadi gel, pansuman yapalım.
Revire doğru birlikte yürüdüler.
Ahmet onun yarasını dikkatlice temizledi, dizine pansuman yaptı.
O an, Zümrüt’ün kalbinde tarifsiz bir sıcaklık doğdu.
Ama farkında değillerdi…
Kapının ardında Pelin onları izliyordu.
Gözlerindeki kıskançlık büyüyordu.
O kıskançlık artık sessiz bir öfkeye, tehlikeli bir intikama dönüşmüştü.
Her şey, yavaş yavaş, karanlık bir yöne sürükleniyordu…
Pelin, revirin kapısından hızla uzaklaştı.
İçinde kıskançlık, öfke ve kırılmış gurur birbirine karışmıştı.
Koridorda yankılanan adımları, içinde büyüyen fırtınanın sessiz yankısı gibiydi.
Bu sırada Ahmet ve Zümrüt sınıfa doğru yürüyordu.
Zümrüt’ü iyi bir karşılama beklemiyordu, ama yanında Ahmet vardı — bu bile ona biraz cesaret veriyordu.
Sınıf kapısından içeri girdiklerinde sessizlik oldu.
Sonra Elif, Kaya ve Pelin alaycı bir şekilde yaklaştı.
Pelin dudaklarını bükerek, küçümseyici bir ses tonuyla konuştu:
— Sınıfımızın varoşu geldi!
Tüm sınıf kahkahaya boğuldu.
Zümrüt’ün yüzü kızardı; kalbi sanki göğsünde sıkıştı.
Kaya alaya devam etti:
— Mahalle güzeli! Söylesene, sen hangi varoş semtinde yaşıyorsun?
Sözler, Zümrüt’ün kalbine hançer gibi saplanmıştı.
Tam o anda Ahmet öne çıktı, sesi sertleşti:
— Utanmıyor musunuz siz?
Pelin bozuldu, gözlerini devirdi:
— Yalan mı söylüyoruz yani?
— Sen de mi yakışıyorsun bu kıza?
Ahmet’in yüzü ciddileşti, sesi kararlıydı:
— Sana mı soracağım? Birine değer vermek için izin mi alacağım?
O söz…
Zümrüt’ün kalbinde yankılandı.
O an fark etti — Ahmet, kalbini çalmıştı.
Ahmet ve Zümrüt yan yana oturdular.
Zümrüt’ün dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi.
— Teşekkür ederim… ama istersen benim yüzümden kimseyle kötü olma, dedi.
Ahmet gülümsedi.
— Neden senin yüzünden olsun? Sen kötü bir şey yapmadın ki, dedi.
Sınıfta sessizlik hâkimdi.
Ama o sessizliğin ardında, Pelin’in kalbinde büyüyen karanlık bir intikam duygusu vardı.
Ve kimse bilmiyordu — o intikam, çok yakında herkesin hayatını değiştirecekti…
Zümrüt ile Ahmet’in arasındaki bağ artık herkesin dilindeydi.
Okulun koridorlarında, kantinde, hatta bahçede bile onların adı fısıltı gibi dolaşıyordu.
Masallardaki aşklara benzetiliyordu bu sevda…
Ama her masal gibi, bu da kıskançlıkla gölgelenmeye başlamıştı.
Pelin, Ahmet’in gözlerindeki sevgiyi fark ettiğinde içi yanmıştı.
Onu böyle seven birini hiç görmemişti — ve o sevginin kendisine ait olmamasına dayanamıyordu.
Ahmet’i düşünmeden edemiyor, her geçen gün biraz daha takıntılı bir hâle geliyordu.
Zümrüt’e bakarken içinde büyüyen öfke, bir gün taşmak zorundaydı.
O gün, soyunma odasında Zümrüt yalnızdı.
Pelin, yanında Elif’le birlikte içeri girdi.
Kapı kapandığında hava ağırlaştı.
Pelin’in sesi buz gibiydi:
“Senin gibi biri Ahmet’e nasıl layık olabilir ki?”
Zümrüt geri çekildi, ama duvar artık arkasındaydı.
Pelin itmeye başladı, Elif de katıldı.
Zümrüt dengesini kaybetti, başı sertçe dolaba çarptı.
Bir an sessizlik…
Sonra yere düşerken çıkan o yankı.
Pelin’le Elif panik içinde birbirlerine baktılar.
“Ne yaptık biz?” dedi Elif titreyen sesiyle.
Pelin’in eli kapıya uzandı.
“Kimse bilmemeli.”
Zümrüt’ü sürükleyip duş alanına kilitlediler.
Kapı kapanırken içeride yankılanan sessizlik, dışarıda kalplerinin gürültüsüne karıştı.
Akşam saatleri yaklaştığında Ahmet’in içini bir huzursuzluk kapladı.
Zümrüt’ü bütün gün görmemişti.
Telefonuna mesaj attı, cevap gelmedi.
Koridorlara, bahçeye, hatta kütüphaneye kadar her yere baktı ama yoktu.
Kalbi sıkıştı.
Bir şeylerin ters gittiğini hissediyordu.
Panikle okul müdürünün odasına girdi.
“Zümrüt yok, saatlerdir haber alamıyorum!” dedi nefesi kesilerek.
Müdür hemen harekete geçti.
Görevlilere talimat verdi, okulun her köşesi arandı.
Ama Zümrüt hiçbir yerde yoktu.
Sonunda ailesine haber verildi.
Anne ve baba telaş içinde okula geldiğinde, herkesin yüzünde korku okunuyordu.
Okulun güvenlik kameralarına bakıldı.
Kayıtlarda Zümrüt’ün soyunma odasına girdiği görülüyordu…
Fakat birkaç dakika sonra görüntü birden kesiliyordu.
Kayıtların o kısmı silinmişti.
Okul müdürü, Ahmet ve Zümrüt’ün ailesi birlikte soyunma odasına gittiler.
Kapı açıldığında içerisi sessizdi, ama hava ağır ve nemliydi.
Ahmet’in bakışları bir noktada takılı kaldı — kilitli duş alanına.
“Orayı açın!” diye haykırdı müdür.
Görevliler aceleyle kapıyı kırdı.
Ve o an…
Zümrüt yerde baygın yatıyordu.
Saçlarının arasından ince bir kan sızıntısı akıyordu.
Ahmet dizlerinin üzerine çöktü, gözyaşları yanaklarına karıştı.
“Zümrüt! Lütfen aç gözlerini…”
Annesi feryat etti:
“Kızım!”
Babası ve müdür donakaldı.
Okulun o sessiz koridorlarını, Zümrüt’ün annesinin çığlığı doldurdu
O gün okulun bahçesine ambulans sirenlerinin sesi karıştı.
Öğrenciler pencerelere koştu, herkesin kalbi ağzındaydı.
Zümrüt bilincini yitirmişti.
Ahmet ambulansın kapısına kadar koştu ama içeri alınmadı.
Kapılar kapandığında, kalbinin bir parçası da o ambulansla birlikte gitmişti.
Hastanede günler geçtikçe umut ile korku arasında ince bir çizgi oluştu.
Zümrüt üç hafta boyunca yoğun bakımda kaldı.
Ne sesi çıktı, ne de gözlerini açtı.
Her sabah annesi başucuna gelip onun elini tuttu,
“Uyan kızım…” diye fısıldadı.
Üçüncü haftanın sonunda, bir sabah o ince parmaklar hafifçe kıpırdadı.
Hemşire koştu, doktorlar geldi.
Zümrüt’ün göz kapakları titredi — sonunda açıldı.
Ailesi gözyaşlarına boğuldu.
Ama sevinçlerinin içinde derin bir sarsıntı vardı.
Bu olaydan sonra kimseye güvenemediler.
Kızlarını korumak istiyorlardı.
Zümrüt’ün yanına okuldan hiçbir arkadaşının gelmesine izin verilmedi.
Ne Ahmet, ne başkası.
Kapı hep kapalı kaldı.
Ve sonunda karar verildi:
Zümrüt’ün okulu değişecekti.
Yeni bir başlangıç…
Ama o başlangıcın içinde, eski yaraların izleri kalacaktı.
Zümrüt artık kendine gelmişti.
Ama aynaya baktığında, gördüğü yüz artık eskisi gibi değildi.
O, aynı Zümrüt değildi.
Zümrüt, hastane odasında gözlerini araladığında, etraf beyaz bir sessizliğe bürünmüştü.
Tavanın soğuk ışığı gözlerini yakıyordu.
Bir süre nerede olduğunu hatırlayamadı.
Sonra başının ağrısı, o anların silik görüntüleriyle birlikte geri geldi.
Dudakları çatlamıştı, sesi neredeyse bir fısıltıydı.
Ama o tek kelime odadaki havayı delip geçti:
“Ahmet…”
Annesi dondu kaldı.
Babasının gözleri yere kaydı.
Birbirlerine sessizce baktılar.
O an anladılar ki, kızlarının kalbinde hâlâ aynı isim yankılanıyordu.
“Dinlen kızım,” dedi annesi titrek bir sesle, gözyaşlarını saklayarak.
Zümrüt’ün parmakları yavaşça battaniyeyi kavradı.
“Ahmet… gelmedi mi?” diye sordu zorlukla.
Annesi derin bir nefes aldı.
Bir an duraksadı, sonra sessizce yalan söyledi:
“Hayır… Ahmet hiç gelmedi.”
Zümrüt’ün gözlerinden yaş süzülürken kalbi bir kez daha kırıldı.
Oysa Ahmet günlerce kapı önünde beklemişti,
ama ailesi onu içeri bile almamıştı.
O andan sonra Zümrüt’ün içinde bir şey sessizce değişti.
Aşkı hâlâ kalbinde yaşıyordu,
ama o aşk artık saf bir sevda değil —
yarası hiç kapanmayacak bir hatıraydı.
Ahmet için zaman durmuş gibiydi.
Zümrüt’ün gidişinden sonra okul sessizleşmiş, koridorlar anlamını yitirmişti.
Her köşe, her sınıf kapısı ona Zümrüt’ü hatırlatıyordu.
Bir süre sonra konuşmaz, gülmez, derse bile doğru dürüst katılmaz oldu.
Geceleri defterine yalnızca bir kelime yazıyordu: “Zümrüt.”
Onu görememenin acısı, kalbinde her geçen gün daha da büyüdü.
Ahmet derin bir sessizliğe gömüldü — o sessizlik zamanla depresyona dönüştü.
Kimseye anlatamadı içindekileri.
Ne öğretmenleri, ne ailesi anlayabildi.
O sadece Zümrüt’ün bir gün geri döneceğine inanıyordu.
O sırada, Zümrüt’ün ailesi kızlarını korumak için bir karar aldı.
Yaşadıkları şehrin karmaşasından, acı hatıralardan uzak bir yere taşındılar.
Küçük, sessiz bir kasabada, deniz kıyısında bir adada yeni bir okul buldular.
“Burası kızımız için daha iyi olacak,” demişti babası.
Zümrüt ise yeni okulunda sessizdi.
Sınıf arkadaşlarıyla konuşmuyor, ders aralarında deniz kenarına gidip dalgaları izliyordu.
Her dalga gelişinde, zihninde tek bir isim yankılanıyordu: Ahmet.
Aradan aylar geçti.
Zümrüt, hayatına devam ediyor gibi görünüyordu ama kalbi hâlâ aynı yerdeydi.
Ahmet’in gülüşü, sesi, hatta gözlerinin rengi bile hafızasında canlıydı.
Ne kadar uzak olsalar da, onu unutmamıştı.
Zaman akıyordu… ama kalpler hâlâ birbirini çağırıyordu.
Aylar geçti…
Günler birbirini kovaladı.
Derken aylar yıllara dönüştü.
Zaman, Zümrüt’ün kalbindeki yaraları yavaşça kabuk bağlattı ama izlerini silemedi.
O artık küçük bir kız değildi.
Liseden başarıyla mezun oldu, ailesinin desteğiyle hukuk fakültesine girdi.
Yıllar süren emek, sabır ve yalnızlık dolu günlerin ardından diplomasını eline aldı.
Artık Zümrüt, kendi ayakları üzerinde duran genç bir kadındı.
Bir avukat…
Hayat karşısında dimdik durmayı öğrenmişti.
Ama bazı duygular, zamana yenilmezdi.
Her başarı, her alkış, içinde sessiz bir boşluk bırakıyordu.
O boşlukta hâlâ Ahmet’in adı yankılanıyordu.
Ahmet ise, farkında olmadan aynı yolu yürüyordu.
O da hukuk fakültesini seçmişti.
Belki kaderin bir oyunu, belki de kalbin gizli bir yönlendirmesiydi bu.
Yıllar boyunca o da çok değişmişti.
Zümrüt’ü unutmaya çalışmış, ama başaramamıştı.
Bazen kütüphanede bir kitap açarken,
bazen bir duruşmada bir genç kadının sesi yankılandığında,
kalbinde aynı his uyanıyordu — “O mu?”
Farkında olmadan, kader onları yavaşça  yaklaştırıyordu.
Zümrüt, artık kendi ofisini açmış genç bir avukattı.
Küçük ama zarif bir ofis…
Penceresinden görünen deniz, ona hem huzur hem de geçmişi hatırlatıyordu.
Artık güçlüydü; artık kimseye muhtaç değildi.
Bir gün yeni bir dava aldı — sıradan bir ticaret davasıydı görünüşte.
Müvekkili ona dosyayı uzatırken,
“Karşı tarafın avukatı da oldukça iyi biridir,” demişti.
Zümrüt sadece gülümsemişti.
O artık kimden korkabilirdi ki?
Ama kader, yine kendi sessiz oyununu oynamak üzereydi.
Mahkeme günü gelip çattı.
Zümrüt sabah erkenden adliyeye gitti, belgelerini düzenledi.
Salonun kapısından içeri girdiğinde, içi tuhaf bir huzursuzlukla doldu.
Sanki kalbi bir an durdu, nefesi sıkıştı.
Ve o an…
Gözleri karşı tarafa takıldı.
Ahmet.
Yıllar… Onca yıl sonra, yeniden oradaydı.
Gözleri hâlâ aynıydı — derin, sessiz, tanıdık.
Ahmet de onu görür görmez donakaldı.
Elindeki evrak yere düşecek kadar şaşırmıştı.
Bir an boyunca zaman akmadı.
Sadece ikisi vardı.
Geçmişin gölgesi, bugünün sessizliğinde yeniden canlandı.
Sonra hâkim salona girdi.
Zümrüt derin bir nefes aldı, dosyasını eline sıkıca kavradı.
Ahmet başını öne eğdi, kendini toparlamaya çalıştı.
Ve kaderin cilvesiyle, iki eski âşık…
Şimdi aynı davanın iki zıt tarafında,
birbirlerinin gözlerine bakarak savunma yapıyorlardı.
Zümrüt derin bir nefes aldı, ayağa kalktı ve salona hakim bir sessizlik yayıldı.
“Sayın hâkim,” dedi kararlı bir sesle,
“Müvekkilim yıllarca şiddet görüp susturulmuştur. Kızı ise tacize uğramıştır.
Müvekkilimin kızı ağır bir depresyon süreci atlatmıştır.
Henüz 15 yaşında, yaşı küçük olmasına rağmen korkutulmuş, sindirilmiştir.
Annesi 35 yaşında olup yıllarca susturulmuştur.
Bir annenin şiddet görmesi, bir çocuğun defalarca tacize maruz kalması…
Bu durum hem anne hem de kız açısından ağır psikolojik baskı oluşturmuştur.
Bu yaşananlar, sıradan bir tartışma ya da geçici bir öfke değildir.
Temaslı şiddet, baskı ve korku zinciriyle örülmüş bir hayatın sonucudur.
Bu nedenle, bu eylemlerin kabul edilebilir bir tarafı yoktur.
Müvekkilimin kızına yapılanların ve müvekkilime uygulanan şiddetin en ağır şekilde yargılanmasını talep ediyoruz.”
Zümrüt sözlerini bitirdiğinde, salondaki hava değişmişti.
Artık kimse gözlerini kaçırmıyor, herkes sessizce o annenin ve kızının acısını hissediyordu.
Ahmet derin bir nefes aldı, mahkeme salonundaki sessizliği bozarak konuşmaya başladı:
“Sayın hâkim, müvekkilim yaptıklarından dolayı büyük bir pişmanlık içindedir.
Vicdan azabını her gün, her an yaşamaktadır.
Hatalarının farkına varmış ve kendini düzeltmek için çaba göstermektedir.
Gerekirse tedavi almaya da hazırdır.
Bu olay, onun için büyük bir ders olmuştur.
Bu nedenle, iyi hal indirimi uygulanmasını, en az ceza ile yargılanmasını ve mümkünse beraat kararının verilmesini talep ediyoruz.”
Ahmet sözlerini tamamladığında salonda bir uğultu oluştu.
Herkes farklı düşüncelere dalmıştı.
Kimisi bu sözlere inanmak istiyor, kimisi ise geçmişin gölgesinden sıyrılamıyordu.
⸻
Hâkim kararını açıklarken salonda nefesler tutuldu.
Elindeki dosyayı kapattı, gözlüğünü çıkardı ve yavaşça konuşmaya başladı:
“Mahkeme, dosyada yer alan tüm delilleri, tanık ifadelerini ve taraf beyanlarını değerlendirmiştir.
Görülen o ki, müvekkil tarafı uzun yıllar süren fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmıştır.
Bu durum, hem kendisinde hem de reşit olmayan kızında derin izler bırakmıştır.
Bu tür olaylarda, sadece failin pişmanlığı değil, mağdurun yaşadığı yıkım da dikkate alınmalıdır.
Sanığın pişmanlığı ve tedaviye istekli olması olumlu bir husus olarak değerlendirilmiş,
ancak işlenen suçun ağırlığı göz önüne alındığında beraat talebi reddedilmiştir.
Sanığın, iyi hal indirimi uygulanarak 5 yıl hapis cezasına hükmedilmesine,
ayrıca zorunlu psikolojik tedaviye tabi tutulmasına karar verilmiştir.”
Hâkim tok bir sesle “Karar verilmiştir” dediğinde salonda derin bir sessizlik oluştu.
Zümrüt başını öne eğdi; içinde bir nebze adaletin sesi vardı.
Ahmet gözlerini yere dikti, dudaklarını ısırdı…
O an herkes biliyordu ki bu dava, sadece bir yargı değil, bir vicdan hesaplaşmasıydı.
_____ 
Hâkim kararını açıklarken salonda nefesler tutuldu.
Elindeki dosyayı kapattı, gözlüğünü çıkardı ve yavaşça konuşmaya başladı:
“Mahkeme, dosyada yer alan tüm delilleri, tanık ifadelerini ve taraf beyanlarını değerlendirmiştir.
Görülen o ki, müvekkil tarafı uzun yıllar süren fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmıştır.
Bu durum, hem kendisinde hem de reşit olmayan kızında derin izler bırakmıştır.
Bu tür olaylarda, sadece failin pişmanlığı değil, mağdurun yaşadığı yıkım da dikkate alınmalıdır.
Sanığın pişmanlığı ve tedaviye istekli olması olumlu bir husus olarak değerlendirilmiş,
ancak işlenen suçun ağırlığı göz önüne alındığında beraat talebi reddedilmiştir.
Sanığın, iyi hal indirimi uygulanarak 5 yıl hapis cezasına hükmedilmesine,
ayrıca zorunlu psikolojik tedaviye tabi tutulmasına karar verilmiştir.”
Hâkim tok bir sesle “Karar verilmiştir” dediğinde salonda derin bir sessizlik oluştu.
Zümrüt başını öne eğdi; içinde bir nebze adaletin sesi vardı.
Ahmet gözlerini yere dikti, dudaklarını ısırdı…
O an herkes biliyordu ki bu dava, sadece bir yargı değil, bir vicdan hesaplaşmasıydı.
Mahkeme salonunun ağır kapısı yavaşça açıldı, Zümrüt derin bir nefes aldı ve dışarı adım attı.
Yılların yükü omuzlarından kalkmamıştı ama en azından artık bir karar verilmişti.
Adalet, gecikse de konuşmuştu.
Tam merdivenlere yönelmişti ki, arkasından tanıdık bir ses yankılandı:
“Zümrüt!”
Ahmet’in sesi titrek ama kararlıydı.
Zümrüt durdu, başını yavaşça çevirdi.
Göz göze geldiler.
Ahmet’in bakışlarında pişmanlık, yorgunluk ve bir nebze umut vardı.
Zümrüt arkasını döndü, yüzünde ne bir gülümseme ne de şaşkınlık vardı.
Sesi sert, soğuk ve ölçülüydü:
“Efendim?”
Ahmet bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi.
Onu en son gördüğünde hastane koridorlarında bitkin, yorgun ama güçlüydü.
Zümrüt’ün o gün oraya uğradığından habersizdi.
“Uzun zaman oldu,” dedi Ahmet, kelimeleri zorla toparlayarak.
Zümrüt başını hafifçe eğdi, bakışlarını kaçırmadan konuştu:
“Evet, küçük bir kızdım o zaman… ama artık büyüdüm.”
Sesinde ne nefret vardı ne de sevgi; sadece geçmişin ağırlığını taşımayan bir kararlılık.
Ahmet onun gözlerinde tanımadığı bir soğukkanlılık gördü.
Bir zamanlar korkan, susan o kadın gitmişti.
Yerine, yaşadıklarından güç alan bir Zümrüt vardı artık.
Ahmet başını eğdi,
“Ben sadece özür dilemek istedim…”
diye fısıldadı.
Zümrüt bir an durdu, sonra sert bir ifadeyle karşılık verdi:
“Bazı özürler geç kalınca anlamını yitirir, Ahmet.”
Sonra adımlarını hızlandırdı, binadan çıkarken ardında sadece yankısı kaldı.
Zümrüt kapıdan çıkar çıkmaz derin bir nefes aldı.
Soğuk hava yüzüne vurdu, ama içindeki yangını söndüremedi.
Gözleri dolmuştu; bastırmaya çalışsa da birkaç damla yanaklarından süzüldü.
Kalbi sıkıştı, nefesi daraldı.
Yüreğini ağır bir yük kaplamıştı.
Bir yanıyla hâlâ seviyordu Ahmet’i…
Ama diğer yanı, yaşadıklarını, susturulduğu günleri, o acı dolu sessizlikleri unutamıyordu.
“Nasıl olur da bir insan hem sever hem de bu kadar nefret edebilir?”
diye geçirdi içinden.
Adımları ağırlaştı, her adımda kalbinden bir parça kopuyordu sanki.
Aşkı da öfkesi de aynı yüreğe sığmıyor, biri diğerine çarpıp yankılanıyordu içinde.
Bir an durdu, geriye dönüp mahkeme binasına baktı.
“Bitti,” dedi kendi kendine.
Ama içten içe biliyordu; biten dava değil, bir dönemin kendisiydi.
Zümrüt, o dava sonrası ofisine gitti.
Bilgisayarını açtı ve Sezen Aksu’nun “Git” şarkısını çalmaya başladı.
Eline kahvesini aldı; pencereden dışarı bakarken yüzüne hüzünlü bir ifade yerleşti.
Zümrüt, ne kadar nefret doluysa, bir o kadar da hâlâ aşıktı.
Geçmişte tek isteği, Ahmet’in hastaneye gelmesiydi.
Fakat anne ve babasının yalanları yüzünden Ahmet’in onu umursamadığını, gelmek istemediğini sanmıştı.
Şimdi, Sezen Aksu’nun sesi ofiste yankılanırken, eski anılar birer birer aklına geliyordu.
Kalbinin en derin köşelerinde bastırdığı hisler yeniden uyanmıştı.
Zümrüt, uzun bir süre düşündükten sonra eve geçti.
O gece anne ve babası evde değildi; aile dostlarını ziyarete gitmişlerdi.
Ev sessizdi, duvarlardaki her gölge Zümrüt’ün içindeki karmaşayı yansıtıyordu.
Bütün gece, Ahmet’le karşılaşmasını anne ve babasına nasıl anlatacağını düşündü.
Onlara gerçeği söylemek istiyordu ama kelimeler boğazında düğümleniyordu.
Hem kırgındı hem de kararsız…
Ne yapacağını, nereden başlayacağını bilemiyordu.
Zümrüt o gece beklerken uyuya kaldı.
Rüyasında anne ve babasını gördü; ona el sallıyorlardı.
Babası, “Biz gidiyoruz kızım,” dedi.
Annesi ise gülümseyerek, “Seni seviyoruz, biricik kızım,” diye fısıldadı.
Zümrüt, kan ter içinde rüyadan uyandı. İçini tarif edemediği bir sıkıntı kaplamıştı.
Mutfaktan bir bardak su alıp içti.
Tam o sırada, telefonun acı bir şekilde çaldığını duydu.
Ekranda tanımadığı bir numara vardı.
Titreyen elleriyle telefonu açtı.
Arayan bir polisti.
“Zümrüt Hanım,” dedi ses, “anneniz ve babanız bir trafik kazası sonucu… vefat etti.”
O an, Zümrüt’ün gözlerinin önünden çocukluğu geçti.
Anne ve babasının elini tuttuğu o eski günler bir film şeridi gibi zihninden akıp gitti.
Boğazından bir çığlık koptu.
Ne yapacağını bilemiyordu…
Kendini bir anda hastanede buldu.
Anne ve babasının cansız bedenlerini görünce dizlerinin bağı çözüldü.
Acıyla ağladı, sessizce, savunmasızca.
Hayat ona bir tokat daha atmıştı.
Ve belki de artık, gerçekten tek başınaydı.
O gün cenaze kaldırıldı.
Kalabalık yavaş yavaş dağılırken, Zümrüt mezarlıkta tek başına kaldı.
Herkes gitmişti ama o hâlâ toprağın başında ağlıyordu.
Yağmur hafifçe çiselemeye başlamıştı; gözyaşlarıyla karışıyordu toprağın kokusu.
Bir iki saat sonra güçlükle ayağa kalktı ve ofisine geçti.
Bilgisayarını açtı, “Bana Bir Masal Anlat Baba” şarkısını açtı.
Şarkının her kelimesi, yüreğindeki yarayı biraz daha derinleştiriyordu.
Zümrüt hıçkıra hıçkıra ağladı, sonra bitkin bir şekilde masasına yaslanıp uyuya kaldı.
Sabah olduğunda, ofisin kapı zili çaldı.
Zümrüt yorgun gözlerle kapıya yöneldi.
Kapıyı açtığında karşısında Ahmet vardı.
Bir an nefesi kesildi.
Ne heyecandı bu, ne öfke…
İçinde tanımlayamadığı bir duygu kabardı.
Bir refleksle kapıyı kapattı.
Sırtını kapıya dayadı, gözlerini kapattı.
Kalbinden bir ses yükseldi:
“Neden şimdi geldin, Ahmet?”