&&
Fırat yanımdan ayrıldıktan dakikalar sonra odanın kapısını yavaşça açıp aralıktan koridoru kolaçan ettim. Merdivenlerin başında bekleyen kadın dışında kimse yoktu. Koridoru boydan boya gören güvenlik kameralarını saymazsak tabii. Kapıyı kapatıp kulağımdaki kulaklığı devreye soktum.
"Yağız?"
"Nerdesin?"
"İkinci kattaki odalardan birindeyim."
"İyi misin?"
"İyiyim. Dinle. Fırat ve timi burada. Aslı'yı kurtarmak için Fırat'tan yardım istedim. Sanırım harekete geçmek için hazırlanıyorlar. Onlara yardım edin. Kim olduğunuzu da belli edin ki çatışma çıkarsa sizi vurmasınlar. Ben Aslı'yı arayacağım. "
"Tek başına hareket etme. Bekle yanına geleyim."
"Hayır, her yerde güvenlik kamerası var. Etraf çok ıssız. Dikkat çekeriz. "
"Sence çekmedik mi?"
"Ne demek bu?"
"Bence çoktan ifşa olduk. Gazap aptal bir adam değil. "
"Tanıyormuş gibi konuştun. "
Birkaç saniyeliğine içime çoktandır ekilen şüphe tohumlarını sulayan kısa bir sessizlik oldu. Yağız da dahil Kim Chin' i tenzih ederek söylemeliydim ki buraya benimle birlikte gelen hiç kimseye güvenmiyordum. Bu yüzden Fırat'tan yardım istemiştim. O da bir VASÖ ajanıydı fakat söz konusu bensem benim dışımda kimsenin sözüne ya da emirlerine itaat etmeyeceğini biliyordum. Anıl'la Emir'i bir tek o durdurabilirdi. Yağız her ne kadar o gün beni bombanın yarattığı tahribattan korumak için kendi canını tehlikeye atmış olsa da bu ona güvenmemi sağlamamıştı. Sırtında oluşan derin yanıklar kendimi suçlu hissetmeme neden olmak dışında benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ona sadece gözümde pek de bir değeri olmayan hayatımı borçluydum. Bir insan birinin güvenini kazanmak için ortaya canından daha değerli ne koyabilir ki, sorusu bu noktada sorulabilirdi, Yağız'ın ona duyacağım güvene ihtiyacı yoktu. Gözlemlerime göre umursamaz biriydi. Ukala olmasına karşın bencil bir karakteri yoktu. İki hafta önce Cihan abiyle aynı yetimhanede büyüdüğünü öğrenmiştim. VASÖ'ye katılana kadar bir sokak serserisinden başka bir şey değildi. Bazı iş adamlarının şirketlerinin ve bazı özel bankaların veri tabanlarına sızarak küçük miktarlarda para çaldığını, hayatını böyle kazandığını da onun hakkında yaptığım kısa bir araştırmayla öğrenmiştim. VASÖ'ye ceza evindeyken alınmıştı. Bilgisayar kullanmak ve hackerlık konusunda en az Kim Chin kadar yetenekliydi. Ortada ondan şüphelenmeme sebep olacak elle tutulur hiçbir şey yoktu. Sadece birkaç küçük an vardı. İçimden bir ses ona güvenmemem gerektiğini söylüyordu. Ve bunca yıl tecrübelerim bana bir şey öğretmişse o sese güvenmeliydim.
"Kimseyi tanıdığım yok. Gözlemlerime dayanarak konşuyorum. Yardıma ihtiyacın olursa haber ver, gelirim."
Bağlantı sona erdiğinde Yağız üzerine sonra düşünmeye karar verip kapının kolunu tuttum. Fırat'a söz verdiğim gibi burada böylece duramayacağımı ona söz verirken dahi biliyordum. Aslı'yı herkesten önce bulmalıydım. VASÖ'nün benden saklamaya çalıştığı şey her neyse öğrenmeliydim. Bu düğüm çözmeliydi artık.
Sol kolumdaki kırık sızlarken kapıyı açtım. Merdivenlerin başındaki kadına, "hûn dikarin binêrin?" diyerek seslendim. Kadın bana dönüp, "ne var?" dedi.
"Bir şey sormak istiyordum, gelir misin?"
Alayla kıvrılan dudaklarıyla yanıma gelip kapının eşiğinde durdu.
"Söyle. "
Ne soracağımı bilemezken yutkundum. Onu içeriye girmeye ikna etmem lazımdı.
"Şey...az önce bu odadan çıkan adam nereye gitti?"
"Başkanın yanına indi. Niye sordun?"
"Odada...akrep var da. Ben korktum...acaba..."
"Varsa var. Ne yapayım? Geç içeri."
Arkasını dönüp giderken kolunu tuttum.
"Lütfen..." derken kolunu hızla elimden çekip yüzüme tokat attı. Başım sağıma doğru düşerken kulağımdaki çınlamayı ve yanan yanağımı yok sayıp gözlerine baktım.
"Bana dokunma cüretini nerden buluyorsun," derken sesi öfke doluydu. "Sana içeriye geçmeni söyledim!"
"Ama..."
"Aması maması yok! İçeriye geçip otur. Şanslıysan akrep seni sokar da ölürsün. Değilsen birkaç güne burada ölmekten beter olursun zaten. "
Sert ve kaba yüz hatlarına sahip olan bu kadının gözlerinde sözlerine yansıyan derin bir keder hissettim. Bana ölmekten beter olacağımı söylerken o bunu çoktan tatmış gibiydi. Binaya girdiğim andan itibaren gördüğüm her kadının gözlerinde olan o dopdolu boşluk bu kadının gözlerinde de mevcuttu. Bu leş gibi kokan yıkık dökük harabenin içinde güzel olan hiçbir şeye yer olmadığı belliydi. Duvarlar bunca insanın varlığına rağmen ıssız ve nahoş bir görüntüye sahipti. Kocaman bomboş bir ovanın ortasında amaçsızca duran bu bina içinde dünyanın en önemli meşgaleleri dönse bile yaşanmaya değer bir yer değildi. Hiçbir kadın burada yaşamak, belki de sadece var olmak dahi istemezdi. Gözlerindeki çaresizlik ise onlar için başka bir yaşamın mevcut olmadığını bildiklerini gösteriyordu. Bense onlara yanıldıklarını göstermek istiyordum. Niyetim Aslı'yla birlikte onları da kurtarmaktı.
Kadın yeniden arkasını dönüp giderken tekrar kolunu tutup onu içeriye çektim. Çarşafın altındaki pantolonumun cebinden içerisinde anestezik bir madde olan ketamin bulunan şırıngayı çıkardım. Kadın öfkeyle yüzüme bakıp saldırıya geçmek için hazırlanırken benden fazlasıyla uzun ve kalıplı olan bu kadınla mücadeleye girecek gücüm olmadığını biliyordum. Kolumdaki kırık olmasa denenebilirdi ama şu hâlde yeterince mecbur kalmadığım sürece kimseyle dövüşmeyecektim. Kadını sertçe geriye doğru itip başını duvara vurmasını sağladım. Başının arkasına aldığı darbeyle sertçe yere düştüğünde merdivenlerden gelen ayak sesleriyle kapıyı kapattım.
"Sen...sen napıyorsun?"
Kadının kafatasından akan kan duvara bulaşmıştı. Gözleri yuvalarında geriye doğru kayıp bilincinin kapanmak üzere olduğunu gösterirken yanına çöktüm. Üzerindeki siyah çarşafın kolunu sıyırıp şırınganın havasını boşaltım.
"Bırak...bırak beni. Başkan bunu yanına koymaz."
İğneyi kolundaki damara sapladım. Çırpınıp bana karşı koymaya çalıştı. Göz refleksleri iyi durumdaydı. Sadece başının arkasına aldığı darbe yüzünden sersemlemişti. Ketaminin etkisiyle de saniyeler içinde tamamen kendinden geçti. Üzerini arayıp belinde dört adet anahtarın olduğu çelik bir halka buldum. Kilitli kapılar ve arkaları...Aslı'nın olabileceği yerlerdi. Anahtarları alıp doğruldum. Son bir kez kadının nabzını kontrol edip odadan çıkmak için koridoru dinledim. Herhangi bir ses yoktu. Güvenlik kameraları benim için büyük bir tehlike arz etse de bu tehlikeyi göz ardı etmek zorundaydım. Fırat'ın söylediği üzre Dilek'in Gazap denilen adamı etkisiz hâle getirip güvenlik kameralarını devredışı bırakacağını biliyordum. Dilek'e güvenip güvenmediğim konusu ise hâlâ muallâklığını koruyordu.
Son bir ay içerisinde Dilek'in Kenan Karadağlı'yla işbirliği yaptığını kanıtlayacak belgeler bulmuştum. 97. üsten Kenan Karadağlı'yla iletişime geçmek için izin istemiştim. O da her ne kadar Aslı konusunda beni sırtımdan vurmuş olsa da Kenan Karadağlı'yla görüntülü konuşmama müsade etmişti. Kenan Karadağlı sebebini bilmediğim bir şekilde bana karşı oldukça açık konuşmuş, lafı evirip çevirmeden ne sorduysam olduğu gibi cevap vermişti. Yüzündeki yara bereden, gözlerindeki yorgunluk ve delüzyon belirtilerinden VASÖ tarafından ağır bir fiziksel ve psikolojik şiddete maruz bırakıldığı belliydi. Her şeye rağmen engel olamadığım bir şekilde o haline üzülmüş ve bunu fark ettiğim an kendime kızmıştım. Düşmana merhamet edilmezdi ve ben bunu her seferinde unutacak kadar aptaldım.
Elde ettiğim belgeleri Kenan Karadağlı'nın ifadesi ve yönlendirmeleri doğrultusunda bulmuştum. Oğuz bu belgeleri görünce Kenan Karadağlı'nın beni nişan günü vuran kişi olduğunu öğrenmişti. Dilek'in bu işle bir alakası olabileceğini fark ettiğinde bana her şeyi anlatmıştı. Oğuz, Dilek'in Kenan Karadağlı'yla bir işbirliği içerisinde olduğunu en başından beri biliyordu. Söylediğine göre Kenan Karadağlı Dilek'in Fırat' a karşı hisleri olduğunu öğrenmiş, Dilek'e bu durumu Fırat' a ve Oğuz' a anlatıp onu Şırnak'tan sürdüreceğini söyleyerek şantaj yapmıştı. Dilek Fırat'a karşı olan hisleri gün yüzüne çıkmasın diye bu şantaja boyun eğmişti. Olayın en başında Dilek, bu durumdan rahatsız olduğunu söyleyip, olan biten her şeyi Oğuz'la paylaşırken Fırat'ın bana karşı hisleri olduğunu fark ettikten sonra değişmişti.
Beni vuran kişinin Kenan Karadağlı olduğu ortaya çıktığında Oğuz hapisteydi ve bu durumdan haberdar olamamıştı. VASÖ binbaşıyı tutuklandıktan hemen sonra alıp Ankara'ya götürdüğü için suç ortaklığı şüphesiyle karşı karşıya gelmeleri de mümkün olmamıştı. Oğuz kim tarafından vurulduğumu öğrendiğinde Dilek'in bu işte parmağı olabileceği ihtimali aklına geldiği an delirmişti. Haftalar sonra bana ilk kez sarılmış, defalarca özür dilemişti. Televizyonda patlamayı duyduğunda benim için nasıl korktuğunu anlatmıştı. Yanıma gelebilmek için gardiyanla ve cezaevi müdürüyle tartışmıştı fakat buna izin verilmemişti. Olup biten her şeye rağmen Oğuz'la barıştığım için mutluydum. Bu son birkaç aydır hayatımda iyi olan tek şeydi. Yine de Dilek'le konuşmadan gerçekleri tamamen öğrenemeyecektim. Hikayedeki eksikleri tamamlayabilecek tek kişi oydu.
Derin bir nefes alıp elimdeki şırıngayı geride iz bırakmamak için, anahtarlarla birlikte cebime sokup peçemi kapattım. Kapıyı yavaşça açıp koridora adım attığım an alt kattan ve binanın dışından gelen çatışma sesleriyle odaya geri girip kapıyı kapattım. Saniyeler içerisinde üst kattan gelen ayak sesleri koridordan yükselen ayak seslerine karışırken kulağımdaki kulaklığı açtım.
"Yağız?"
"Söyle. "
Silah seslerinden kendimi bile zor duyuyordum. Buna rağmen sesimi yükselterek konuşmaya devam ettim.
"Noluyor?"
"Çatışma çıktı. "
"İyi misiniz?"
"Yüzbaşıyı soruyorsan iyi. Bizi soruyorsan çatıdaki keskin nişancıların hedefindeyiz. Göz açtırmıyorlar. "
"Tamam, keskin nişancılar bende. Kim Chin'den haber var mı?"
"Yarım saate tepemizde olur. Dikkatli ol."
"Siz de dikkatli olun. "
Bağlantıyı sonlandırıp ayak seslerinin uzaklaşmasını bekledim. Kim Chin bizi buradan almak için VASÖ'nün helikopterlerinden birini kaçırmak üzere dün bir bahaneyle Ankara'ya gitmişti. Buradan çıkmak için tek yol elbette bir helikopter değildi. Bunu yapmaya mecbur da değildik. Fakat helikopter daha hızlı ve pratik bir yol olmasının yanı sıra VASÖ'nün damarına basmak için de çok iyi bir yöntemdi. 97. üste olmasa bile 96. üste ulaşmamızı sağlardı. Benim istediğim de buydu: 96. üstü ayağıma getirmek. VASÖ'nün özel yapım helikopterini kaçırmak, VASÖ'den izinsiz Bahar'a, son anda boşanmalarına engel olmak için Harun'un bir VASÖ ajanı olduğunu ifşa edişim, Aslı'nın ölümüne engel olmak için emrimdeki ajanların neredeyse yarısını tehlikenin göbeğine sürükleyişim umarım yıllar sonra bizi yeniden 96. üst Baron'la yüz yüze getirirdi. Çünkü VASÖ'ye göre hata yaptığımın farkındaydım ve kendimi korumak için elimde tuttuğum kartlar ancak rakibim 96. üst olursa işime yarardı. Aksi halde idam sehpasını görmesem bile karanlık bir koğuşa yıllarımı ve Fırat'ı feda etmek zorunda kalacaktım. Bu sefer büyük oynuyordum, bu yüzden risk de büyüktü.
Ayak sesleri kesildiğinde çatışma sesleri eşliğinde temkinli bir şekilde odadan çıkıp koridora geçtim. Kapıyı çekip hızla üst kata çıkan merdivenleri tırmandım. Dördüncü kata ulaştığımda çatının kapısına çıkan dört basamaklı merdiveni aşıp siyah, çelik bir kapıya ulaştım. Kapıyı hafifçe açıp gün ışığı gözlerime vururken çatının duvarlarına yaslanıp ellerindeki sniper tüfeklerini ateşleyen, kare şeklindeki çatının dört bir tarafına dağılmış, siyah giyimli dört kişiyi gördüm. Arkaları kapıya dönüktü. Araladığım kapıdan biraz uzaklaşıp bacağımdaki aparata takılı olan silahımı aldım. Emniyet kilidini yavaşça indirip aralık kapıdan içeriye süzüldüm. Çatışma sesleri burada daha net bir şekilde duyulurken silahı en köşedeki adamın başına doğrultup nişan aldım. Hiç beklemeden tetiği çekip adamı vurdum. Diğer ikisini de ne olduğunu anlamlarına fırsat vermeden öldürmüş olsam da geriye kalan dördüncü adam elindeki tüfeği bana doğrultmuş vaziyette karşımda dikiliyordu.
Tepemizde masmavi, güneşli bir gökyüzü vardı. Buradan bakınca yeşilin, sarının ve kahverenginin birbirine müthiş bir ahenk ve uyum içerisinde karıştığı ovalar ve dağlar gözler önüne seriliyordu. Gökyüzünde kuşlar uçuşurken yeryüzünde küçük çaplı bir savaş vardı. Keşke yeryüzündeki bütün savaşlar bu kadar küçük olabilseydi. Yavaş yavaş kendi ellerimizle yok ettiğimiz barışın artık bir gün çat kapı geri gelmeyeceğini hepimiz çok iyi biliyor olmalıyız. Bir şeyleri en başından yanlış yapılırken durdurmazsan minareyi diktikten sonra bu bir kilisedir diyemezsin. Yanlış en başından yapılmıştı. Bugün burada ölsem bile, Yaren'in dediği gibi tek sorun bensem dahi doğrunun benim öldüğüm yerden yeniden doğma şansı yoktu. Bensiz ya da benimle herkes bu yanlışla ve bu manasız savaşla yaşamak zorundaydı.
"Kimsin?"
Adama doğrulttuğum silahın kabzasını sıkıca kavrayıp ona doğru birkaç adım attım.
"Dost olmadığım belli değil mi?"
"Peçeni indir!"
"Neden?"
"İndir peçeni!"
"Tamam, seni mi kıracağım. "
Peçemi indirip yüzümü gösterdim. Birazdan nasıl olsa ölecekti, yüzümü görmesi sorun değildi.
"Oldu mu?"
Üzerime gelip gözlerimin içine bakarken elindeki tüfeğin namlusunu alnıma dayadı.
"At silahını. "
"Atamam."
Namluyla başımı geriye doğru itip, "sana at silahını, dedim," dedi. "Hemen at silahını. "
Gözlerinin içine baktım. Onu benden güçlü kılan elindeki tüfeğin alnıma dayalı olmasıydı. Önce tüfeği elinden almanın bir yolunu bulmalıydım. Bunu yapabilmek için elimdeki silahı bırakmam daha iyi olabilirdi, ama aynı zamanda bu beni daha savunmasız kılardı. Sol kolum kırıktı ve kol askısıyla sargıyı saatler önce çıkardığım için sızlayıp dururken canımı yakıyordu. Ayağımdaki yanıklar ara ara varlıklarını belli etseler de iyi durumdalardı. Fakat vücudum genel olarak güçsüz bir dönemdeydi. Bu adamla silahsız dövüşmeyi gözüm kesmiyordu. Yenilirdim ve bu hiç iyi olmazdı. Yine de aklıma başka bir seçenek gelmiyordu. Aslı'yı bulmalıydım, daha fazla vakit kaybedemezdim.
Elimdeki silahı indirip yere attım. Zafer kazanmış bir edayla güldü. Bir adım geri çekilip namluyu alnımdan birkaç santim uzaklaştırdı.
"Yürü."
"Nereye?"
"Yürü!!"
Ellerimi havaya kaldırıp," tamam," dedim. "Kızma."
Arkamı dönüp kapıya doğru yürüdüm. Tüfeğin namlusu sırtımdaydı. Bir iki adım daha atıp hızla arkama döndüm. Tüfeğin namlusunu iki elimle kavrayıp tutarken bacak arasına tekme attım. Adam tetiği çekmeye fırsat bulamadan tüfeği bırakıp elleri bacak arasına giderken acıyla inledi. Tüfeğin dipçiğini başına vurdum. Yere düştü. Yerdeki silahımı alıp tüfeği çatıdan aşağı attım. Adama geri döndüğümde birden yerden avucuna aldığı tozları yüzüme fırlattı. Toz taneleri gözüme girerken geriye doğru sendeledim. Ellerim gözlerime gitti. Etrafı bulanık görürken gözlerim acıyordu. Adam birden üzerime atıldığında sırtım çatının etrafını çevreleyen duvara çarptı.
"Ah!"
Dudaklarımdan dökülen iniltiyle boşluğumdan yararlanarak elimdeki silahı alan adam silahı başıma dayadı. Gözlerimi kırpıştırdım. Toz taneleri gözlerime batıyordu. Adam şakağından akan kanla tetiğe bastı. Fakat VASÖ yapımı silahın tetiğinde parmak izi okuyan bir sistem vardı, silah benim parmak izimi okumadığı sürece ateş etmezdi. Adam afallarken güldüm.
"Tutukluk yaptı herhalde. Bir de ben deniyeyim istersen. "
"Kes sesini," diyen adam silahın kabzasıyla başıma vurdu. Saçlarımın arasında açılan yaradan sızan kanı hissederken acıyla küçük bir çığlık atıp dizlerimin üzerine yere çöktüm. Adam elindeki silahı yere atıp az önce vurduğum keskin nişancılardan birinin tüfeğini almak üzere o tarafa doğru koştu. Etrafı bulanık görüyordum. Yine de yerdeki silahı sürünerek alıp adama nişan aldım. Silahı iki kez ateşleyip adamı vurdum. Cansız bedeni yere yığılırken kırık olan kolumu tuttum. Bir süre gözlerimdeki acının geçmesini bekledim. Bir yandan da Aslı'nın nerede olabileceğini düşünüyordum. Büyük ihtimalle mülteci sandıkları ajanları götürdükleri mahzenlerin olduğu bodrum katındaydı. Çöktüğüm yerden doğrulup çatıdan çıktım. Temkinli bir şekilde merdivenleri inip ikinci kata geldiğimde iyice yavaşladım. Zemin kata inmem gerekiyordu ve birilerine yakalanmam an meselesiydi. Peçemi kapatıp sırtımı duvara dayayarak merdivenleri inmeye başladım. Silah sesleri kulakları sağır edecek türdendi. Zemin kata son on basamak kala durdum. Koridor boyunca yerde uzanan cesetler ve kıvranıp inleyen yaralı insanlar vardı. Bazıları kadın, bazıları erkekti. Sağ olanlar pencerelerde ve kapının girişinde siper alarak birilerine ateş ediyordu. Fırat'ların dışarıda olduğunu düşündüm. Bizimkilerin nerede olduğunu kestirmekse benim için bile zordu. Çoğunun yüzünü bile bilmiyordum.
Kalan son basamakları da inip kimseye görünmeden bodruma inen merdivenlere yöneldim. Binanın geneline hakim olan mide bulandırıcı koku burada daha yoğundu. Başıma aldığım darbe yüzünden adımlarım birbirine dolansa da durmadım. Yosun tutmuş, yer yer zift gibi siyah, yapışkan bir şeyin parmaklarıma bulaştığı duvara tutunup karanlık bir hapishane koridorunu andıran, lağım çukuru gibi kokan bodruma ulaştım. Korku filmlerinden fırlamış bir sahnenin ön gösterimi gibi dışarıdan gelen silah sesleri yosunlar tarafından esir alınmış duvarlara çarpıp ürkütücü ve kötü niyetli bir yaratığın böğürmelerini andıran sesler çıkartırken yerde yatan cansız bedenler gördüm. Bunlar ajanları bodruma indiren teröristlerdi. Kilitli kapıların ardından gelen yardım çığlıkları kulaklarımda yankılandı. Üzerimdeki anahtarlar bu kapıları muhakkak açardı fakat yüzlerce sivili dışarıdaki çatışmanın ortasına salmak şu hâlde pek akıl kârı değildi. Önce Aslı'yı bulmalıydım.
Koridoru, karanlığa alışan, etrafı bulanık görüp acıyan gözlerimle inceleyip yürümeye başladım. Demir kapıların üzerinde hapishane koğuşlarındaki gibi küçük, parmaklıklı pencereler vardı. Her pencereden ya kirli, yara bere içinde bir el görünmez bir umudu yakalamaya çalışır gibi uzanıyor ya da yine eller gibi kir pas, kan ter içinde karanlık bir yüze ait olan çaresiz, korku dolu gözler bir kurtuluş ışığı arıyordu. Bir bebeğin ağlayışı kulaklarımda çınlarken kendimi 1900'lü yılların ortalarında Yahudi soykırımının yaşandığı Nazi Almanyasında herhangi bir sokakta gibi hissetmiştim. Bu his boğazıma bir yumru gibi otururken tutunduğum duvara iyice yaslandım. Tarihten nefret ediyordum. Tıpkı acının, savaşların, çaresizliğin, kötülüğün ve adaletsizliğin her sokak başında, her devlet binasında, her ülkede, ezilmekten ve fakirleşmekten korkan her insan zihninde kol gezindiği bugünden, yarından ve gelecekten nefret ettiğim gibi insanları yozlaştıran, aydın zihinleri kanlı ellerden önce sürgüne gönderen, insanlardan önce hayvanları idam sehpasına sürükleyen, barışı ancak bir başka savaş ve katliamla elde edebileceğini sanan canilerin otorite sahibi olduğu bu dünyadan nefret ediyordum. Ne için yaşadığınızı sordunuz mu hiç kendinize? Yeryüzünde gerçekten mutluluk diye bir şey olup olmadığını sorguladınız mı? Tarihin ve insanlığın kanlı elleriyle bu topraklar üzerine kazıdığı korkunç kehanetlerden fazlası mümkün mü bizim için? Bir gün bir şeyler değişecek mi sahi? Bu bir fetret dönemi mi? Anlık hazlardan, sahip olma istencinden, asla doymayan gözlerden, ev, araba, lüks ve hiçbir zaman huzuru satın alamayacak paradan daha ulvî şeyler olabileceği aklınıza geldi mi? Tüm bu soruların cevabı bende de yoktu. En onurlu davranışların bile onursuzlaştırıldığı, ahlaksızlığın bütün erdemlerin üzerinde tepindiği koca bir insanlık tarihinin en fecaat zamanlarından geçerken her zaman iyiyle birlikte kötünün de adı tarihe kazınır. Arada tarihi okuyanlar için genelde çok büyük farklar yoktur. Daha kötü olan ekseriyetle daha çok sevilir ve elzem bulunur. Kötülüğün ve pisliğin bir cazibesi olduğu doğrudur belki de. Hatta bu dünyada kötü olmak iyi olmaktan daha akıllıcadır. Nitekim ben yine de istemezdim. Böyle bir pisliğin kralı olmak, zaten baştan sona sefil ve zavallı insan ırkını çaresizliğe sürükleyen yine bir başka sefil ve zavallı olmak istemezdim. Varsın tarih işine geleni yazsın.
"Alîkarîya min bike!"
"Saeadani!"
"Yardım et!"
"Maňa kömek et!"
Farklı dillerden, farklı seslerden fakat aynı duygularla kulaklarıma dolan yardım çığlıkları beni sebepsizce korkuturken nefesimi tuttum. Dizlerimin bağının çözüldüğünü hissediyordum. Yere yığılmamak için direndim. Duvardan ayrılıp kapılara doğru adımladım.
"Sakin olun, çıkartacağım sizi buradan. Ama önce bana yardım etmeniz gerek. Eder misiniz?"
Gözlerime bakan adam, "kurtar bizi buradan," dedi. "Ne istersen yaparız. "
"Tamam, kurtaracağız. Türk askerleri burada. Dışarıdaki çatışma son bulduğunda sizi çıkartacağım." Adamın gözleri Türk askerlerini duyunca parlarken duraksayıp cebimden Aslı'nın fotoğrafını çıkardım. "Bu kadını gördünüz mü?"
Adam fotoğrafa dikkatle bakıp, "gördüm" dedi.
"Nerede?"
Eliyle koridorun sonundaki kapıyı gösterdi.
"Orada tutuyorlar. Ama..."
"Ama ne?"
"Günlerdir odaya kimse girmiyor. Ne ses var ne de seda. Ölmüş olabilir. "
Fotoğrafı aşağı indirip cebime soktum. Ölmemesini diledim. Buraya kadar gelmiş, sona yaklaşmışken Aslı'nın ölüsüyle karşılaşmaya cesaretim yoktu. İçime bir mezar daha kazamaz, benim yüzümden ölmüş birini daha kaldıramazdım. VASÖ ölse bilirdi. Buraya Aslı'yı infaz etmesi için Emir'le Anıl'ı göndermezdi. Eğer ölseydi Yaren de bilirdi. Derin bir nefes alıp yutkundum. Teşekkür edip koridorun sonundaki kapıya doğru ilerledim. Kalbim ağzımda atıyordu. Midem korku dolu bir heyecanla kasılıp dururken bulanıyordu. Ağrıyıp sızlayan kolumu tutup sıvazladım. Başımdaki sersemlik içimdeki korkuyla dağılırken cebimden anahtarları çıkardım.
Kapıya ulaşıp anahtarları teker teker denedim. Üçüncü anahtar kapıyı açtı. Kapıdan yükselen metalik sesle birlikte kapıyı araladım. Burnuma keskin bir kan kokusu doldu. Ellerim titrerken kapıyı sonuna kadar açtım. Zifiri karanlık bir odaydı. Sadece tavandaki bir pencereden içeriye vuran ışık huzmesiyle aydınlanıyordu. Köşede kıvırcık saçları yüzüne ve çıplak omuzlarına dağılan baştan aşağı çırılçıplak bir kadın cenin pozisyonunda yere uzanmış, beton zeminin üzerinde yatıyordu.
Dışarıdaki çatışma sesleri kulaklarımdan silinirken sadece bu kadının nefeslerine odaklandım. Gözlerimi alacağı tek bir solukla hareketlenmesini beklediğim uzun ve alabildiğine çelimsiz olan bedenine diktim. Kapıyı çekip yavaşça ona doğru adımladım. Yaklaştıkça çıplaklığı daha utanç verici, hayli zamandır güneş görmeyen beyaz tenindeki derin ve kurtlaşmış yaralar daha can yakıcı bir hâl aldı. Ruhum ateşe atılmış bir iblis gibi acıyla kıvranıp çığlıklar atarken içimde derin bir ızdırap baş gösterdi. Boynundan bir zincirle duvara bağlandığını gördüm. Sırtındaki kırbaç izleri dikkatimi çekti. Tenindeki çürükler ve morluklar, üzerinde olmayan kıyafetleri tecavüze...defalarca kez tecavüze uğradığını gösteriyordu. Geç kaldığımı biliyordum. Ama geç de olsa gelişimin bu kadar anlamsızlaşacağını tahmin etmemiştim.
Başımdaki ve üzerimdeki çarşafı çıkarıp silahı yere bırakarak dizlerimin üzerine yanına çöktüm. Kucağımda topladığım çarşaflara sımsıkı sarılıp elimi saçlarına koydum. Usul usul sevip, "Aslı," dedim titreyen sesimle. Gözümden süzülen yaşlar içimdeki güçlü olma istencine karşıydı. "Aslı...uyan, lütfen."
Saçlarını yüzünden geri çektim. Teninde yara bere, çürük ve morluk olmayan tek bir nokta yoktu. Boynuna asılı zincir neredeyse tamamen etine gömülmüştü. Bazı yaraların acısını hissetmek için sizin bedeninize açılmasına lüzum yoktur. O zincir benim boynuma da bağlıydı. Bunca yaraya rağmen nasıl uyuyabiliyordu? Öldüğünü düşünmeyi reddeden yanımın masum bir sorusuydu bu.
Yerde sürünerek ona biraz daha yaklaştım. Yüzümü yüzüne yaklaştırıp gözlerimi kapatarak nefesini dinledim. Şu an duymayı dilediğim tek şeydi Aslı'nın nefesi. Fakat aniden koluma sarılan elle nefesinden fazlasını hissettim. Gözlerimi açıp kolumu tutan ele baktım. Uzun, ince parmaklı elleri vardı Aslı'nın. Ancak o elde içimi yakan başka bir şey gördüm. Tırnakları sökülmüştü. Elinin üzerinde kabuk bağlamış iltihaplı yaralar vardı. Titrek bir nefesi içime çekerek gözlerimi yüzüne çevirdim. Yorgun ve bitkin bakan zeytin yeşili gözleri, yüzündeki kirin, pasın, is ve yaraların içinde bir mücevher gibi parlıyordu.
"Aslı..."
Kolumu tutan eli sıkılaşırken göz kapakları ağır ağır kapanıp açıldı. Dudakları belli belirsiz gülümsemek için titreşti.
"Yine..." yutkunup duraksadı. "Rüya mısın?" Derinlerden gelen sesi hırıltılıydı. Harfleri yuvarlayarak konuşuyordu. Dudakları kuruyup çatlamış, mosmor bir hâl almıştı. Dişlerinin de tırnakları gibi söküldüğünü fark ettim. Sırtımdakileri geçtim de kalbimin üzerine kaç darbe daha yiyecektim, bilmiyordum.
"Değilim. Geldim...çok geç kaldım, özür dilerim ama geldim, buradayım." Alnımı alnına dayadım. Saçlarını severken, "bitti," dedim. Ama emin değildim, sadece bitmesini istiyordum. "Geçti hepsi. Korkma, tamam mı?"
"Yapmadım...kimseye tek kelime etmedim...Hazan."
Tenini yüzündeki yaralara dikkat ederek içim titreye titreye sevdim.
"Şşş, biliyorum. Sen benim tanıdığım en güçlü kadınsın. "
"Güveniyor musun...bana?"
"Kimseye güvenmediğim kadar."
Kesik nefeslerinin arasına göğsünden yükselen ıslıklar karışırken gözlerini kapattı.
"Canın yanıyor mu?"
"Hissetmiyorum."
Buna sevinmiştim. Çünkü sadece bakarken bile onun hissedebileceği acının binde biri olmasa da etimden et kopuyordu. Ondan geriye kalan acıyı ben çekiyordum, onun hissetmiyor olması güzeldi.
"Yanımda morfin ve sakinleştirici bir şeyler var. İster misin?"
"Hayır, sadece...sadece örtünmek...ve su içmek istiyorum."
Alt dudağımı ısırıp ağzımdan kaçacak olan hıçkırığı bastırdım. Alnımı alnından ayırıp, "gel," dedim. "Örtelim seni."
Gözlerini açmadan başını sallayıp doğrulmaya çalıştı. Kırılacak narin bir eşya gibi kollarını tutup yardım ettim. Yarı oturur bir pozisyona geldiğinde gözlerim göğüslerine kaydı. Göğüs uçları kopmuştu. Mideme sert bir yumruk yemiş gibi olduğum yere düştüm. Her yeri çürüklerle ve morluklarla doluydu. Ayak tırnaklarının da söküldüğünü gördüm. Elimi yumruk yapıp Aslı'ya fark ettirmeden yere vurdum. Yerdeki küçük taşlara tırnaklarımı geçirip bir gün en az onun kadar canımın yanmasını diledim.
Bir zamanlar kaslı, kuvettli ve sağlıklı olan bedeni şimdi bir deri ve kemikten ibaretti. Hâlâ yaşıyordu fakat ölen ruhunun çürümesi her bir zerresine nüfuz etmişti. Bu hâli benim yüzümdendi. Çok geç kalmıştım. Fırat haklıydı. Bedeni hayatta kalsa ruhu hayatta kalmaz, demişti, haklıydı.
Başını duvara yasladı. Elleri kurumuş kan lekeleriyle dolu çıplak bacaklarının üzerindeydi. Savunmasızdı. Karnında tekmelenmekten olsa gerek yine çürükler ve morluklar varlıklarını gösteriyordu. Göğsümün daralıp ruhumun sıkıştığını hissettim. Duvarlar üzerime üzerime gelirken pantolonumun cebinden astım spreyini çıkardım. Üç kez ağzıma sıkıp cebime geri koydum. Yüzümdeki yaşları silip dizlerimin üzerinde doğruldum. Yerdeki çarşafı alıp başından geçirdim. Kollarını sokup giydirdikten sonra diğer çarşafı başına örtüp peçesini kapattım. Suyu ise nereden bulacağımı bilmiyordum.
Aslı üzerine giydirdiğim çarşafa sımsıkı sarılıp tırnakları sökülmüş ayaklarını içine çekti. Başını dizlerinin üzerine bırakıp öylece durdu. Savaş meydanına desteğe giden bir askerin bütün silah arkadaşlarının şehit düştüğünü görmesi gibi garip bir sonun hüznü sarmıştı içimi. Yenilmiştim ve bitmişti. Aslı'yı bu saatten sonra nasıl toparlardım ki, ya da o toparlanmak ister miydi?
Tam göğsümün ortasında yakıcı bir öfkenin büyüdüğünü hissediyordum. Birilerinden, bir şeylerden hırsımı almalıydım. Aslı'yı bu hâle düşüren, onu burada kaderine terk eden herkes bunun bedelini ödemeliydi. Bir kez olsun bunu gerçekten hak edenlerin canı yanmalıydı.
"Asena?"
Kulağımın içindeki kulaklıktan Yağız'ın sesini duydum. Ama cevap vermedim. Cebimden içinde sakinleştirici bulunan şırıngayı çıkardım. Havasını boşaltıp çarşafın üzerinden Aslı'nın koluna sapladım. İrkildi. Başını kaldırıp bana baktı.
"Biraz uyu. Uyandığında her şey düzelecek."
Gözleri kapanırken yere devrildi. Son anda tutup sert bir düşüş yaşamasına engel oldum.
"Asena! Duyuyor musun beni?! Cevap ver!!"
Aslı'yı yavaşça yere bıraktım. Şırıngayı cebime geri sokup, "bağırma kulağımın dibinde," dedim.
"Nerdesin?"
"Aslı'nın yanındayım. "
"İyi mi?"
"Dalga mı geçiyorsun?"
"Hayır, soruyorum."
"Değil, iyi falan değil. Çok geç kaldım."
"Üzgünüm. "
"Ben de."
"Çatışma neredeyse bitmek üzere. Yüzbaşı üst kata seni aramaya çıktı. Net konum bildir. Yanına geleyim. "
"Bodrumdayım. Koridorun sonundaki kapı. "
"Tamam."
Bağlantı sona erdi. Tepemdeki pencereden vuran ışıkla Aslı'nın boynundaki zincirin kilidini açmak için anahtarları cebimden çıkarıp teker teker denedim. Ama hiçbiri açmadı. Belki Yağız ya da Fırat geldiğinde bir yolunu bulurlardı. Çarşafı ayak bileklerine doğru çekip onu iyice örttüm. Bundan sonra ona hiç kimse el süremeyecekti.
O sırada arkamdan kapının açılma sesini duydum. Önce Yağız'ın geldiğini düşünsem de çatışma hâlâ sürerken bu kadar çabuk gelebilmesine ihtimal vermedim. Yavaşça yerdeki silahımı alıp arkama döndüm. Karşımda Emir vardı. Elindeki silahı Aslı'ya doğrulmuştu. Arkasındaki kapıyı gözlerini benden çekmeden kapattı. Üzerime doğru gelip birkaç adım uzağımda durduğunda yerden kalkıp Aslı'yı arkama alarak karşısına dikildim. Elindeki silah şu an beni hedef alıyordu. Koyu bir tonu olan mavi gözlerine bakıp elimdeki silahı ona doğrultmadan sakin bir sesle, "indir o silahı," dedim.
"Yapamam. 97. üstten kesin emir aldım. Çekil. "
"Sence bunu yapar mıyım? Ne sanıyorsun, gözümün önünde onu öldürmene izin mi vereceğim?!"
"Versen iyi olur. Sana zarar vermek istemiyorum. "
Ona doğru birkaç adım atıp hafifçe gülümsedim.
"Çok iyisin. Ama üzgünüm, eğer o silahı indirmezsen ben sana zarar vermekten çekinmem. Hazır sana silah doğrultmamışken ve bu kadar şanslıyken girdiğin o kapıdan şimdi çıkıp git."
"Ben sen değilim. Canım pahasına da olsa bana verilen emri yerine getiririm. Son kez söylüyorum, çekil. "
"Peki," diyerek birkaç adım geriledim. Elimdeki silahı yere atıp ayağımla vurarak odanın diğer köşesine gitmesini sağladım. Ardından hızla Emir'in elindeki silaha bir tekme savurdum. Silâh elinden düşüp beton zeminde kayarak duvarın dibine gitti. Emir'in gözleri önce silahı sonra tekrar beni buldu. Başını sağa sola sallayıp, "beni buna mecbur bırakma, " dedi. "Seninle dövüşmem. "
Ardından silahı almak için duvarın dibine ilerledi.
Peşinden giderken, "ben de seninle dövüşmeye meraklı değilim," dedim. Silaha ulaşamadan omuzlarından tutup geriye doğru çektim. Sertçe diğer duvara savurup sırtını duvara çarpmasına neden oldum. Gözleri, acıyla çatılan kaşlarıyla birlikte beni buldu. "Ama bizi buna sen mecbur bıraktın. "
Acıyan kolumu umursamadan üzerine gidip çenesine elimin kırıldığını düşünecek kadar sert bir yumruk attım. Dudağı patladı. Ağzına kan dolarken yakasından tutup duvardan ayırdım. Tuttuğum yakasından onu sarsıp, "karşılık ver," dedim. "Madem görevin bu kadar önemli, savaş benimle. Hadi!"
Ağzındaki kanı yere tükürdü. Ellerini havaya kaldırıp, "seninle dövüşmem Asena," dedi. "Üstüme el kaldırmam."
Sinirle histerik bir şekilde güldüm.
"Öyle mi? Buraya üstünü öldürmeye geldiğini unuttun herhalde?"
"Aynı şey değil. "
"Farkı ne lan?!! O da üstün ben de!! Bana saygı duyarken onu öldürmek istiyorsun! Bu yarın öbür gün köpekliğini yaptığın o şeref yoksunu insanlardan alacağın tek bir emirle beni de öldürebileceğin anlamına gelir! O zaman durma! Karşılık ver!! Galip gelirsen beni de çıkarmış olursun aradan! Belki bu sayede terfi edersin! Altından apoletler takarlar sana! Başını okşayıp ödül maması verirler lan belki!! Değmez mi?!! Hadi! Hadisene lan!"
İçimde git gide büyüyen öfkeyle tuttuğum yakalarından onu yeniden duvara fırlattım. Yüzünü duvara çarpıp geri geri sendeleyerek yere düştü. Ona doğru ilerleyip yüzüne bir tekme indirdim. Kırılma sesiyle acıyla inleyip burnunu tuttu. Avucuna dolan kan parmaklarının arasından sızarken, "karşılık ver," dedim tekrar. "Seni burada öldürmemi istemiyorsan karşı koy bana."
Elini burnundan çekip dudaklarının üzerinden çenesine doğru akan kanla, "vermeyeceğim," dedi. "Kimi savunduğunun farkında mısın Asena?! Bu kadın VASÖ'ye ihanet etti!!"
"Kanıtla," diye bağırıp karnına tekme attım. " VASÖ'nün yalanlarıyla değil, kendi aklınla kanıtla lan!"
Karnına yediği ikinci tekmeyle kollarını karnına sarıp yere uzandı.
"Hepiniz çok meraklısınız ezbere konuşmaya! Kaçınızın kendi fikri, kendi zikri var lan!! Sen biliyor musun Aslı ne halde?! Neler yapmışlar ona, biliyor musun?!!"
"Bilmiyorum...umrumda da değil. "
Söylediği son şeyle bozguna uğradım. Nasıl umrunda olmazdı? Aslı'nın her yeri yara bere içindeydi. Defalarca tecavüze uğramıştı. Göğüs uçları kopmuştu. Tırnakları ve dişleri sökülmüş, aç susuz bırakılmış, kırbaçlanmıştı. Dayak yemiş, tekmelenmiş, çırılçıplak soyulup boynundan bir zincirle duvara bağlanmıştı. Nasıl umrunda olmazdı? Nasıl bir insanın yaralarına karşı bu kadar duyarsız olabilirdi? Afalladım. Birkaç adım geriye sendeleyip başımı ellerimin arasına aldım.
"Umrunda değil?" dedim teyit etmek için.
"Değil," dedi. "Vatana ihanet eden kim olursa olsun benim gözümde dışarıdaki şerefsizlerden hiçbir farkı yoktur. Bu kadın bizi TKÖ'ye ifşa etti. Kendine gel Asena! Hepimizi bir bataklığa sürüklüyorsun! Burada olmaman gerekiyordu. "
"Peki Aslı'nın içinde olduğu bataklık? Hiç mi önemi yok? Ne yapmış olursa olsun..."
"Dedim ya umrumda değil. Bu kadın senin dışında kimsenin umrunda değil, çünkü gerçekleri görmemek için bir tek sen bu kadar direniyorsun. "
Gözlerimi kapatıp ona arkamı döndüm. Kendi çıkarları için herkesi yalanlarıyla kandırıyorlardı. Aslı masumdu. Benim yüzümden buradaydı. Bedeni de ruhu da güçsüz düşmüştü. Savunmasızdı. Hiç mi vicdanları yoktu? Yeniden ona döndüğümde yerde olmadığını gördüm. Duvarın dibindeki silahı almıştı. Hızla kendi silahımı alıp ona doğrultum. O ise Aslı'yı hedef aldı.
"Yapma," dedim. "Bana kendini öldürtme Emir."
"Yapamayacağını ikimizde biliyoruz. Kusura bakma. "
Elimdeki silahı ateşleyip mermi başının üç parmak üstünden karşıdaki duvara saplanırken, "o kadar emin olma," dedim. İrkilmişti. Gözleri yüzümü buldu.
"Eğer beni öldürürsen ne olacağını biliyorsun."
"Aslı'ya dokunursan sen de ne olacağını biliyorsun. "
"Mecburum!"
"Değilsin! İndir o silahı!"
"VASÖ'yü tanımıyormuş gibi konuşma! Bu işi bitirmezsem ceza alırım! İşin içinde dört büyük üst var, ne ceza alacağımı tahmin bile edemem!"
"Korurum seni."
Güldü alayla.
"Sen önce bu yaptığından sonra kendini koru. "
"Hazan!"
"Asena!"
Yağız'la Fırat'ın sesi aynı anda kulaklarıma dolarken gözlerim ne zaman açıldığını bile fark etmediğim kapıyı buldu. Yağız'la Fırat kapının eşiğinde durmuş bize bakıyordu. Fazla oyalanmadan hemen Emir'e döndüm.
"Son kez uyarıyorum, indir o silahı!"
"Yapamam, " derken elindeki silahın emniyet kilidini indirdi. İşaret parmağını tetiğe yerleştirdiğinde Fırat, "asker indir o silahı!" dedi.
Yağız da yapmamasını söylerken Emir kararlılıkla silahı Aslı'nın başına doğrulttu.
"Kusura bakmayın komutanım. Yapmak zorundayım. "
Ve saniyeler içinde iki el silah sesi duyuldu. Kurşunlardan biri benim diğeri Emir'in silahından çıkmıştı. Emir sağ koluna saplanan kurşunla yere düşerken Aslı'nın yanına diz çöktüm.
"Aslı!"
Ellerimle vücudunu yokladım. Fırat yanıma geldi. Histerik bir şekilde Aslı'nın adını sayıklıyordum. Bedenim baştan aşağı titriyordu.
Fırat, "şşş bir şey yok," derken beni kollarının arasına aldı. " Kurşun duvara saplandı, sakin ol."
Gözlerim duvarı buldu. Aslı'nın başının iki parmak üstündeki duvarda kurşun deliğini gördüm. Az kalsın ölecekti. Tam buldum derken yine kaybedecektim ve bunun telafisi mümkün olmayacaktı. İçimdeki öfkenin bir balon gibi söndüğünü hissettim. Bunda Fırat'ın yanımda oluşunun da etkisi vardı. Yağız da buradaydı. Şimdi tek başıma savaşmak zorunda değildim. Yağız'ın Emir'i dışarıya çıkarırken ki seslerini duyarken sırtımı Fırat'ın göğsüne dayayıp gözlerimi kapattım. Fırat saçlarımı kokumu içine çekerek öpüp kırık olan kolumu okşadı. Hafif dokunuşu canımı yakmasa da kolum çok sızlıyordu. Doktor kırığın iyileşmesinin iki aydan fazla süreceğini, bu süre zarfında ağırlık kaldırmamamı ve kolumu zorlamamamı söylemişti. O olayın üzerinden yalnızca bir ay geçmişken doktorun talimatlarına bugün hiçbir şekilde uymamıştım.
"İyi misin?"
"Hıhı."
"Kolun?"
"İyi."
"Yalan söylüyorsun."
"Evet, çıkalım buradan. "
Sertçe soludu.
"Çatıdaki itleri sen mi vurdun?"
"Hıhı."
"Odadaki kadın?"
"Ben yaptım. "
"Emir'in yüzü?"
"Hak etti. "
"Az önce ki silah sesi neydi?"
"Duvara sıktım."
Yanağımı öptü.
"Sana odada kalmanı söylemiştim."
"Odada kalsaydım Aslı şu an ölmüş olacaktı."
"Durumu nasıl?"
Omzumun üzerinden ona döndüm. Dudakları yanağımda olduğu için dudak dudağa gelmiştik. Gözleri gözlerimde gezinirken,"iyi değil," dedim. "Fırat...boynundan zincirle bağlamışlar, açamadım. Yardım eder misin?"
Gözlerime sevecen bir ifadeyle bakarken alnımı öpüp, "ederim," dedi. Sesi, yaralı, küçük bir kız çocuğuyla konuşuyormuş gibi naifti. Cebimden anahtarları çıkarıp ona uzattım.
"Bunlar sanırım mültecilerin kilitli olduğu odaların kapısının anahtarları. Sende dursun."
Anahtarları alırken, "nereden buldun bunları," dedi.
"Bayıltığım kadının üzerinden çıktı."
Sıkıntıyla içini çekti. Gözlerime kızgın bir şekilde baksa da bir şey söylemedi. Ne kadar yorgun ve üzgün olduğumun farkındaydı. Burası tartışmak için uygun bir yer değildi. Ki ortada tartışılacak bir şey de yoktu. Bazı şeyleri yapmak zorundaydım sadece.
*********
Kim Chin'in ardından karargâh Fırat'ları alması için bir helikopter göndermişti. Güvenli bölgeden aynı anda havalanmış olsak da Fırat'lar karargaha bizden önce varmıştı. Bu süreçte tim yüzümü görmüştü. Onlara durumu sonra açıklayacağımı ve ben durumu açıklayana kadar bu konu hakkında tek kelime etmemelerini söylemiştim. Emir'den sonra Anıl da Aslı'yı öldürmeye kalkışmıştı. Fırat engel olmasaydı şu an kucağımda Aslı'nın cesedini taşıyor olacaktım. Gazap sağ bir şekilde ele geçirilmiş, yapılanmanın içindeki bütün önemli evraklar toplanmıştı. Mülteciler, gerektiği gibi ülkelerine geri gönderilmek üzere Suriye devletine teslim edilmişti. Yapılanma askeri helikopterden gönderilen bir SİHA'yla havadan imha edilmişti. Her şey yolundaydı fakat aklımı kurcalayan bir soru vardı; örgüte ait olan bir bölgede yarım saatten fazla süren bir çatışmaya neden destek gönderilmemişti? İsteseler bizi oraya gömebileceklerken neden gelmemişlerdi? Arka planda neler dönüyordu? TKÖ'nün planı neydi? Tüm bunlar üzerine düşünülmesi ve hatta çoğaltılması gereken sorulardı. Ama benim şu an tek odak noktam Aslı'ydı.
Saat akşam üstü 16.20'yi gösterirken Şırnak'ta güneş batmaya yüz tutmuştu. Karargâha ait helikopter pistinin üzerindeydik. İniş için askeri helikopterin pistten çekilmesini bekliyorduk. İçinde koltuk olmayan helikopterde yerde otururken Aslı kucağımda uzanıyordu. Git gide uyuşan sol kolumu hissetmek için az önce Aslı'ya su içirdiğim şişeyi sıkıyordum. Pencereden dışarıya bakan Yağız, "bittik," dedi.
Şişedeki gözlerimi ona çevirdim.
"Noldu?"
"96. üst ve adamları pisteler. Özgürlüğümüzle vedalaşsak iyi olur."
Bu iyi haberdi. Bilinçli olarak 96. üstü ayağımıza getirecek hatalar yapmıştım, burada olmasını beklemiyordum diyemezdim ama bir kere şanssızlık yakanıza yapıştı mı kontrolü elde tutmak zorlaşırdı. Bütün ajanların tedirgin gözleri beni bulurken, "sakin olun," dedim. "Söz verdiğim gibi, sizi bu işin içine ben soktum, ben çıkartacağım."
Helikopteri kullanan Kim Chin askeri helikopterin havalanmasıyla birlikte inişe geçti. Oturduğumuz yerde belimize bağlı olan kemerler sayesinde dengede dururken Aslı'ya daha sıkı sarıldım. Dakikalar içinde piste iniş yaptık. Kapı açıldığında pervanelerin patırtısı kulaklarımızı sağır ederken Aslı'yı kucağıma alıp ayağa kalktım. Vücudu hastalıklı ve ölü bir beden gibi zayıf fakat oldukça ağırdı. Yine de üzerindeki çarşafın altındaki çıplak bedenine kimsenin elinin değmesini istemediğimden onu bir başkasının taşımasına şimdiye kadar izin vermemiştim, bu saatten sonra da vermeyecektim.
Kolumdaki kırık Aslı'nın ağırlığıyla iyice sızlayıp acırken diğer ajanların ardından arkamdan gelen Yağız'la birlikte merdivenleri indim. Gazap az önce polislere teslim edilmişti. Pistin ortasına dizilmiş olan Turan timinin yanında albay ve Tarık Güngör' le Cihan abi de vardı. Diğer yanda 96. üst Baron ve takım takravat giyinmiş olan on fiyakalı koruması göz dolduruyordu. Aramızda iki metreye yakın bir mesafe kala adımlarımı durdurdum. Ajanlar arkama dizilirken helikopteri durduran Kim Chin de yanıma gelmişti. Fırat başta olmak üzere herkesin gözü üzerimde gezinirken Aslı'nın ağırlığını hafifletmek için bacaklarımı omuz genişliğinde açıp yükün bütün vücuduma ve ayaklarıma dağılmasını sağladım. Pek bir işe yaradığı söylenemezdi. Aslı 1. 80 boyunda benden fazlasıyla uzun ve şu hâlde bile yapılı ve ağır bir kadındı.
96. üst mafyatik adamları andıran korumlarından ayrılıp bize doğru gelirken Kim Chin, "geliyor gelmekte olan," dedi. Yağız derince içini çekerken sırtımda ajanlardan yayılan gerginliği hissedebiliyordum. Bu beni de geriyordu. Cihan abinin endişeli bakışlarıyla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Fırat ise her zaman sebepsiz ya da sebepli bir öfkenin hakim olduğu yüzüyle her an yanıma gelecekmiş gibiydi.
Baron gelip tam karşımda durdu. Ellili yaşlarının başında, uzun ve heybetli bir adamdı. Kırlaşmaya yüz tutmuş gür saç ve sakallarıyla görkemliydi. Annesinin ingiliz olduğu biliniyordu. Bir cevher gibi parlayan mavi gözlerini ondan almıştı. Babası bir MİT ajanıydı ve 1950'li yıllarda Almanya' da bir görev esnasında yanarak şehit olmuştu. Annesinin ise nerede olduğu bilinmiyordu. Onun hakkındaki gerçekleri bilmesem saygı ve merhamet duyulacak bir geçmişi olduğunu söyleyebilirdim fakat geçmişiniz sizi bir yere kadar inşaa ederdi, sonrası sizin seçimlerinize kalmıştı. VASÖ'de vatanını seven ahlaklı biri gibi görünmesi onun öyle biri olduğunu göstermezdi.
"Uzun zaman oldu."
"Öyle."
Ellerini arkasında bağladı. Yüzünde ciddi ve keskin bir ifade vardı.
"Bir gün karşı karşıya geleceğimizi biliyordum, ama böyle olmasını beklemezdim. Yaptığın hataların yığınından oluşan dağ bana kadar ulaştı. "
Sessiz kalıp gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Birkaç saniye süren bir sessizlik oldu. Ardından ilk konuşan o oldu.
" Dört büyük üstten insiyatif alıp geldim buraya. Her şeyi, yaptığın bütün hataları yok saymaya hazırız Asena. Tek bir şartımız var. Yerine getir, bu konu burada kapansın."
Aslı'yı isteyeceklerdi. VASÖ büyük balığı yakalayamayacaksa oltayı denize atmazdı. Bana basit bir şey karşılığında insiyatif tanıyacaklarını sanmıyordum. Yine de, "ne istiyorsunuz," diye sordum.
"Kodan'ı bize ver, yaptığın bütün hataların üzerini çizelim. "
"Kendi hatalarınızın üzerini çizdiğiniz gibi mi?"
Bıkkınca içini çekti.
"Mesele senin hataların. Yeterince göz yumduk. Eğer Kodan'ı bize vermezsen tutuklanacaksın. Şahsım ve bütün üstler adına söylemeliyim ki bunu yapmak istemiyoruz. Bizi buna mecbur bırakma. "
"Aslı'yı size vermeyeceğim. Boşuna benimle pazarlığa oturmaya kalkışmayın."
Gözleri öfkeyle parladı.
" Pazarlık reddedecek durumda mısın? Bundan başka bir çıkış yolun yok. İyi düşün Asena."
" Bundan başka bir çıkış yolum olmadığını nereden çıkardınız? Hiçbir kurt arkasını sağlama almadan savaş meydanına çıkmaz. VASÖ bana bunca yıl bir şey öğrettiyse o da budur."
Kaşları çatıldı. Neyden bahsettiğimi anlamaya çalışıyordu.
"Kim Chin," dedim. Ne demek istediğimi anlayıp, "tamam," dedi. Cebinden küçük, siyah bir flash bellek çıkarıp 96. üstte uzattı. Üst belleği alıp sert bir sesle, "ne bu," diye sordu.
"Açıp bakın," dedim.
Cebinden VASÖ yapımı telefonunu çıkarıp flash belleği sarj yerinden telefona taktı. Belleğin içindeki belgeleri inceleyip videoları sessizde izlerken yüzünün anbean öfkeden kıpkırmızı olduğunu gördüm. Belleğin içinde VASÖ'nün devletten habersiz yürüttüğü bazı soruşturmaların ve operasyonların kayıtları vardı. Devlete sunulan belgelerde yapılan oynamalar kalem kalem yazıyordu. Ve 96. üst için en önemlisi belleğin içindeki videolardı. Ahlak söz konusu olduğunda erki elinde tutan insanların çoğunda bir sallantı görülürdü. Yıllar önce taciz ettiği ajanlardan birini taciz ederken ki görüntüleri gözlerinin önündeydi. O dönem bu durumu fark ettiğimde gerekli mercilerle konuşmuş olsam da olayı kanıtlayamamıştım. Taciz ettiği kız ise konuşmamıştı. VASÖ binasında güvenlik kameralarının görmediği bazı kör noktalar vardı. Bu olaylar o kör noktalarda yaşanmıştı. Bu görüntüleri ise ben çekmiştim. Elimdeki görüntülerle birlikte kızla konuşmuş olmama rağmen bir sebepten görüntüleri üstlere göstermemi istememişti. Elimden telefonu alıp görüntüleri silmişti. VASÖ'nün tasarladığı bu telefonlardan görüntüler ve belgeler asla tam anlamıyla silinmezdi. Kim Chin küçük bir taramayla üç yıl öncesine ait olan bu görüntüleri bulmuştu. O zamanlar o kıza saygı duyduğum için bu durumu gündeme getirmemiştim. Dahası kendi uğradığım tacizleri bile kendi içimde bastırıp yok sayarken tam olarak ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Yaşım küçüktü ve doğru düzgün düşünemediğimden eğer kız gündeme gelmesini istemiyorsa susmalıyım diye düşünmüştüm. Nitekim bu olaydan aylar sonra kız VASÖ'den defalarca kez ayrılmak isteyip bunu yapamadığında intihar etmişti. VASÖ bu olayın da birçok olay gibi üzerini örtüp kenara çekildi. Tabii o zamanlar kanıt olmadığı için sustuklarını düşünmüştüm fakat bu düşüncem de, o dönemdeki bütün düşüncelerim gibi saçma ve anlamsızdı. VASÖ istese her şey için kanıt bulur, yoksa yaratırdı. Sadece görmezden gelmek işlerine gelmişti. Ben de suçluydum ama yine de her şey birkaç hafta içinde yoluna girdiğinde geç kalmış adaleti bir şekilde yerine getirecektim. Fakat ortada o kadar çok adaletsizlik vardı ki hangi biriyle savaşacağımı bilmiyordum. Şu an tek istediğim Aslı'yı ve başlarını belaya soktuğum ajanları güvence altına almaktı.
96. üst flash belleği telefondan çıkarıp yere attı. Sivri burun ayakkabısının topuk kısmıyla belleği ezip parçalarken gözlerimin içine bakıp, "bununla hiçbir şey yapamazsın," dedi. "VASÖ tüm bu olanları zaten biliyor. Kimi kime şikayet edeceksin?"
Ayağının altında ezdiği belleğin parçalarına bakıp, "eğer hoşunuza gittiyse bir tane daha verelim," dedim.
Gözleri ateş saçarken devam ettim.
"Bu ülkede devlet diye bir şey var sayın Baron. Kendi küçük dünyanızda her şeyi siz yönetiyorsunuz sanmanız acınası. Eğer benim ve burada olan ya da burada olmayan tek bir ajanın kılına dahi zarar gelirse, ki buna Emir ve Anıl da dahil, kendinizi ana haber bültenlerinde bulursunuz. Belki de çok önceden yapılması gerekeni yapar dağıtırım bu örgüttü. Ve sanmayın ki elimdeki deliller bu kadar. Bunlar sadece kısa bir ön gösterimdi. Siz de bilirsiniz eğer VASÖ'yü yok edebilecek biri varsa o benim. Ben de yeni fark ettim ama öyleyim. Bunca zaman bana neden bu kadar müsamaha gösterdiğinizi anlamam biraz uzun sürdü. Geç olsun güç olmasın demişler."
Yüzünden bariz bir tedirginliğin gölgesi gelip geçti. Üzerime doğru birkaç adım atıp gözlerimin içine bir şeyleri anlamak istercesine baktı. Sol kolumdaki acı git gide artarken kaslarımın titrediğini hissediyordum. Vücudum acının verdiği stresten dolayı terleyip ısınıyordu. Şu an bir yerlerde tek başıma ya da Fırat'la birlikte olsam çığlık çığlığa ağlayacağımı biliyordum. Gözlerimin içi cayır cayır yanarken Fırat da bu durumun farkındaydı fakat o mezbelenin içinde Aslı'yı kucağına alıp taşımak istediğinde ve hayır dememe rağmen ısrar ettiğinde ona asla hak etmediği kadar sert bir tepki verdiğim için yanıma gelip gelmeme konusunda tereddütlüydü. Gelmesini istemiyordum. Çünkü Aslı'yı kimseye vermezdim. Gücüm tükenip yere yığılsam bile ona ve bedenine kimse dokunamazdı.
96. üst ellerini arkasından çözüp, "numaralarına kanacak kadar toy değilim," dedi. "Zeki biri olduğun doğru Asena, ama ben de kolay lokma değilimdir."
"Ne numarası? Belgeleri ve videoyu gördünüz. "
"Dahasından bahsediyorum. Dahası yok, yalan söylüyorsun. "
"Peki, deneyip görelim o zaman."
Üzerimdeki kısa balistik yeleğin yakasını tutup beni kendine doğru çekti. Burun buruna gelmiştik. Arkamdaki ajanlar ve Fırat müdahele etmek için hareketlenirken, "durun, " dedim. "Kimse müdehale etmeyecek!"
Fırat hâlâ buraya doğru sert adımlarla gelmeye devam ederken, "çek lan o elini!!" diye bağırdı.
Sesimi yükselterek, "yüzbaşım savcınız olarak emrediyorum, olduğunuz yerde kalın, " dedim. Bu sırada neyse ki Cihan abi de Fırat'ı tutmuş, Tarık Güngör ve Emir'le Anıl da müdahale etmişti. 96. üst diğerlerine benzemezdi. Dokunulmazlığı vardı ve diğer üstler gibi bir şeylere anlayış gösterme konusunda pek iyi değildi. Fırat Cihan abiyle kısa bir tartışmanın ardından durulurken 96. üst, "diğer delilleri göster," dedi. Onu bu kadar tedirgin eden şeyin ne olduğunu düşündüm. Taciz görüntüleri dışında bir şeyler olduğu kesindi.
"Kartları açık oynuyoruz sayın Baron, ama o kadar da değil. Açıklarınızın hepsini gösterirsem kapatmaya fırsatınız olur. Bu benim işime gelmez."
Alayla güldü.
"Kodu bulmuş olamazsın, değil mi?"
Ne kodundan bahsettiğini düşünürken yüzümü ifadesiz tuttum. Paçalarının tutuşmasına sebep olacak kadar neyin koduydu bu? O kod her neyse bulmuş olduğumu düşünmeleri, koddan falan haberim olmadığını bilmelerinden daha çok işime gelecek gibi duruyordu.
"Kim bilir," dedim. Belirsizlik en iyisiydi.
96. üst öfke ve nefret karışımı bir ifadeyle gözlerime kilitlenirken korumalarından biri yanımıza geldi. Elindeki telefonu 96. üste uzattı.
"Efendim 98. üst arıyor. "
Adam yakamı tuttuğu gibi sertçe bırakıp telefonu alarak yanımdan uzaklaştı. Birkaç adım geriye sendelerken Yağız'la Kim Chin kollarımdan tutmuştu.
" İyi misin?"
"İyiyim."
"Savcı bana ver artık şu kadını. Kolunu çok fazla zorluyorsun. "
"Sorun yok, iyi böyle. "
"Titriyorsun," dedi Yağız.
Fırat buraya doğru gelirken, "farkındayım, ambulans çağırın," dedim. "Birazdan çıkacağız buradan."
Fırat yanımıza ulaştı. Kara gözleri alev alev yanıyordu . Burun kanatları sertçe alıp verdiği nefeslerle açılıp kapanırken, "bırak artık şu kadını, " dedi. "Ver bana, içeri revire götüreyim."
"Hay ağzını öpeyim enişte, " dedi Kim Chin.
Fırat ona ters bir ifadeyle bakıp, "höst lan," dedi. Dudaklarımdan küçük bir kıkırtı döküldü. Fırat bana dönüp kollarını uzattı.
"Ver."
Gülüşümü yok edip, "hayır," dedim.
Bu inadımın hoşuna gitmediğini belli eden gözleri, öfkesini bastırmak için sıktığı dişleriyle batmak üzere olan güneşin son ışınları tapılası esmer tenine vururken kalbim birden çok hızlı atmaya başladı. Onca şeyin içinde onu ne kadar çok özlediğimi unutan yanım yeniden onsuz geçirdiğim günleri hatırıma getirdiğinde midem burkuldu. Üzerindeki üniforması, yüzündeki küçük çizik ve yaralar sevdiğim adama ayrı bir hava katmıştı. Sanki iki ayda biraz daha büyüyüp iyice yakışıklı bir hâl almıştı. Kavuşmuştuk. Bir sonraki ayrılığa kadar beraberdik ama bu kavuşma hiç olmamıştı. Böyle hayal etmemiştim. Yine de önemli olan bir arada olmaktı.
"Tamam, bana vermek istemiyorsan Helin alsın. Olur mu?"
Ne sebeple Aslı'yı onlara vermek istemediğimi anlıyordu. Helin Fırat'ın bu sözü üzerine hemen yanımıza gelip kollarını uzatarak, "verin bana savcım," dedi. "Ambulans gelene kadar revirde kalsın."
Fırat'a baktım.
"Ver," dedi. "Titriyorsun, düşüp kalacaksın şimdi. Söz dinle."
Aslı'nın omzumdaki başına baktım. Gözleri kapalı, sakin sakin alıp verdiği soluklarla uyuyordu. Çok savunmasız görünüyordu. Bu hâli benim yüzümdendi. Bunca zaman onu tek başına bırakmıştım. Onca acıyı çekerken onu kurtaramamıştım. Geç kalmıştım ve ruhu ölmüştü. Evet, titriyordum, canım yanıyordu ama Aslı'nın çektiklerinin yanında bu neydi ki? Dayanabilirdim. Dayanmalıydım. Revire kendim götürecektim onu. Ambulansa henüz haber verilmemişti ve buraya gelmesi bir saatti bulurdu. Aslı'yı daha sıkı tuttum.
"Hayır, ben götürürüm revire."
"Hazan!"
"Bağırma bana."
O sırada 96. üst yanımıza gelip karşıma geçti. Yüzüme beni öldürmek ister gibi bakarken tehditkâr bir şekilde başını sallayıp, "tamam," dedi tükürürcesine. "98. üstün emrine istinaden bu yaptığına da tamam. Ama bu iş burada bitmedi Asena. Haber kanallarına sahip çık. "
"Çıkarım, sözünüzde durduğunuz sürece ben de sözümde dururum. "
Yüzüme son kez bütün kinini kusarcasına bakıp adamlarını alarak helikoptere bindi. Pervanelerden yayılan gürültüyle havalanan helikopteri gözden kaybolana kadar izledim. Bu iş burada bitmedi, derken durmayacaklarını söylüyordu. Belki bana ya da ajanlara bir şey yapmazlardı ama Aslı tehlikedeydi. Belki de Aslı'nın bildiği ve benim bilmemi istemedikleri o şey 96. üstün bahsettiği koddu. Bu kadar önemli olan ne vardı o kodun içinde? Aslı o dağın başında bu kodu nasıl öğrenmişti? Her şey yine kafamın içinde karmakarışık bir hâl alırken en azından cevabı kucağımda tutuyordum. Şimdi tek yapmam gereken onu hayatta tutmaktı. Birkaç ay önce kurt sürüsündeyken bugün kurtlar sofradındaydık. Ve hayatta kalmak güçtü. Artık ben de Aslı'yla birlikte hedefteydim. Saklamaya çalıştıkları sırrı bilen ikinci kişiydim. Şarjöre bir kurşun daha koymaları gerekiyordu.
********
Aslı'nın kalp atışlarının sakin ritimlerinin duyulduğu monitörün sesi odanın içini dolduruyordu. Uykuyla uyanıklık arasında oldukça rahat bir pozisyonda uzandığım koltukta gözlerim kapalı hareketsizce duruyordum. Hastaneye saatler önce gelmiştik. Aslı'nın yaraları tedavi edildikten ve müşahede odasından normal odaya alınışının ardından Fırat'ın artık cinnet noktasına varan öfkesiyle birlikte ben de kolumdaki kırığa ve başımdaki yaraya baktırmıştım. Kırık olan kemikler bir parça yerinden oynamıştı. Kolum baştan aşağı mosmor olmuştu. Kırığı sarıp boyun askısına alıp vücuduma ağrı kesici ve kas gevşetici enjekte etmişlerdi. Başımdaki yaraya da pansuman yapmışlardı. Fırat acım dinene kadar yanımda kalmış, sonra da duş alıp üstünü başını değiştirmek için eve gitmişti.
İlaçların verdiği rahatlamayla iyice mayışmıştım. Uykuya yenik düşmek üzereyken kendime sürekli uyumamam gerektiğini hatırlatıp duruyordum. Doktorlar uzunca bir süre uyanmayacağını söylese de Aslı'nın uyanmasını beklemek istiyordum. Her an, her şey olabilirdi. VASÖ Aslı'yı öldürmesi için birini tutabilir, onu burada zehirlemeye kalkışabilirdi. Uyumamalıydım. Aslı'nın yanına Cihan abiyi bile yaklaştırmamışken Aslı'yı koruması için kendimden başka kimseye güvenemezdim.
Kirpiklerimi yavaşca araladım. Odanın içi karanlıktı. Monitörün ekran ışığı ve kapının altından sızan ışık dışında hiçbir aydınlatıcı etken yoktu. Biraz doğrulabilsem uzandığım koltuğun yanındaki ayaklı abajuru yakardım, fakat değil doğrulmak kılımı kıpırdatacak halim bile yoktu. Zar zor açtığım gözlerim geri kapanırken yüzüme vuran ışıkla gözlerimi geri araladım. Kapı açılmıştı. İçeriye uzun boylu, cüsseli, iri yarı bir adam girmişti. Kokusunu tanımasam başımı koyduğum yastığın altındaki silahı elime alabilirdim ama bu koku iki aydır hasretinden prangalar eskittiğim kocama aitti. Yüzümde oluşan huzurlu bir tebessümle gözlerimi kapattım. Fırat geldiğine göre uyuyabilirdim. O varsa Aslı'ya kimse dokunamazdı.
Yüzüme vuran ışık kaybolduğunda kapıyı kapattığını anladım. Kokusunu daha yoğun duyup dışarıdan getirdiği soğuğu tenimde hissedip ürperdiğimde yanımdan geçiyordu. Kulaklarıma dolan poşet hışırtısı beraberinde yemek kokusu getirirken kısa bir klik sesinin ardından oda aydınlandı. Baş ucumdaki abajuru yakmıştı. Gözlerimi açtım. Işıktan rahatsız olduğumu belli eden birkaç mırıltı çıkardığımda Fırat bana tepeden bakıyordu.
"Kapat ışığı, uyumak istiyorum. "
Elindeki poşetleri yere bırakıp koltuğun yanına çöktü. Ellerini iki yanıma koyup beni kıskacına alırken yüzümü izledi. Alnına dökülen asi saç tutamları, ışığın etkisiyle gölgesi göz altlarına düşen uzun, kıvrımlı kirpikleri, bir erkeğe göre oldukça biçimli olan hokka burnu, etli ve dolgun şarap kırmızısı dudakları, kemikli çene yapısı ve esmer teniyle heykel gibi karşımda duruyordu. Sakallarını kesmişti. O hali de fazlasıyla yakışıklı ve nefes kesici olsa da bu Fırat daha tanıdıktı. Gözlerim kalın ve güçlü boynuna kaydı. Adem elması ağzımı sulandırırken geniş bağrını saran beyaz tişörtünün üzerine giydiği, siyah pantolonuyla uyum içerisinde olan deri ceketiyle kanım kaynıyordu ona. Göğsümde başlayan yangın mideme atlayıp bütün vücudumu etkisi altına alırken kocamla daha yakın olmak istiyordum. Tenini özlemiştim. İki aydır sıcaklığına hasrettim. Şu an evimizde, onun bu koca gövdesinin altında yatağımızda olmayı, kocamı içimde hissetmeyi o kadar çok istiyordum ki bu isteğin hemen gerçekleşemeyecek olması canımı yakıyordu. Birden böyle düşündüğüm için kendimden nefret ettim. Aslı ne haldeydi ve ben neler düşünüyordum.
Kaşlarım kendime duyduğum kızgınlıkla çatıldı. Fırat üzerime eğilip alnımı öptüğünde olan biten hiçbir şeyde onun suçu olmadığını hatırlattım kendime, diğer türlü kendime duyduğum kızgınlığın hırsını ondan çıkaracaktım. Fırat bunu hak etmiyordu. Göğsümde duran ellerim gayriihtiyari bir şekilde deri ceketinin yakalarına tutundu. Fırat dudaklarını tenimden ayırmadan burnumun ucunu öperken, "çabuk döndün," dedim.
Burnumla dudağımın arasını öperken, "iki aydır ayrıyız," dedi. "Yetmez mi bu kadar?"
Kastettiğim o değildi. Eve gideli yarım saat anca olmuştu ve hemen geri dönüşü şaşırtmıştı beni. Üstelik yanımdan ayrılırken ben ve inadım yüzünden barut gibiydi. Bu kadar kısa zamanda nasıl sakinleşebilmişti?
"Yeter," dedim. "Çok özledim seni."
Dudaklarını dudaklarıma sürterek küçük küçük öperken yakasındaki ellerimi yüzüne çıkardım. Yüzünü kendime doğru çekip öpücükleri derinleştirirken ağzımı dolduran alt dudağını büyük bir açlıkla ısırarak içime çektim. Kendimi Aslı yatakta o halde yatarken bu an için berbat hissetsem de Fırat'a ve içimdeki özleme karşı koyamıyordum. Fırat iyice üzerime eğilip beni aynı açlıkla sertçe öptü. Bir elimi yumuşacık saçlarının arasına daldırıp sevdim. Diğer elimle pürüzlü tenini okşarken dudaklarımı öpmekten daha çok yiyip vakumlayan kocamdan kurtarmak için başımı Aslı'dan tarafa çevirdim. Her an uyanıp bana Fırat'la bu halimizin hesabını sorup kızacakmış gibi hissediyordum. O onlarca şerefsiz tarafından tecavüze uğramışken ben burada bir adamla öpüşüyordum. Görse tiksinirdi belki benden.
Fırat alt dudağımı öpüp çenemi ısırıp emdi. Ellerimi göğsüne koydum. Dudakları boynumu bulup talan ederken gözlerimi Aslı'dan almadan,"dur," dedim. Dinlemedi. Tenimde derin derin nefesler alırken öpüp emmeleri cinsel bir arzudan fazlasıydı. Çok özlemişti beni ve bu özlemi dindirmek isterken canımı yakıyordu. Ona da kıyamıyordum ama Aslı'ya bunu yapamazdım.
"Fırat...Fırat'ım dur sevgilim, lütfen."
Öpücükleri duruldu. Kollarını belime sarıp yüzünü boynuma bıraktı. Bir müddet öylece durduğunda saçlarını sevdim. Başımı başına yaslayıp dört bir yanımı saran kokusunu içime çektim. Şu an evimizde olmak ve bana dokunmak istediğini biliyordum. Ben de içimde bir yerlerde bu isteğin esiriydim. Ama hiçbir zaman, Fırat'ın yaptığı gibi ona duyduğum sevgiyi hayatımın merkezine koyamayacaktım. Fırat'ı çok seviyordum ama bazı şeyler ona duyduğum sevgiden öteydi. Aslı'yı korumak zorunda oluşum bir yana VASÖ'yle aramda kendi ellerimle başlattığım savaş git gide çetin bir hâl alıyordu. VASÖ içindeki köstebeği bir türlü bulamamıştı. Kendi içinde yaşadığı çatırdamaların sesi ajanların kulağına gitmesin diye Ankara'daki ana üst binasını abluka altına almışlardı. İmha ettikleri koda ajanların ulaşımı engellenmişti. 30 milyonu aşkın ajanın bilgisayarı taranırken ana sistemde bariz bir güvenlik açığı vardı. Kim Chin'in tasarladığı ghost hacker aplikasyonuyla sisteme vpn adresimizi ve bağlantı kodumuzu gizleyerek girip flash belleğin içindeki bilgileri, tabiri caizse VASÖ'den çalmıştık. Bu durum VASÖ'ye köstebeğin ben olduğumu düşündürebilirdi, fakat bir köstebeğin en başta yapması gereken şeyi yapmıyor, kendimi gizlemiyordum. Kim Chin belirli aralıklarla sisteme girmeye devam edip işimize yarayacak olan bilgileri çekmeyi sürdürüyordu. VASÖ bir yerde elimizdeki bilgilere nereden ulaştığımızı anlayacak ve kırılan güvenlik duvarını yeniden oluşturacaktı. Dört büyük üst arasındaki iletişimi sağlayan koda ise, en son oylamanın yapıldığı gün sızmış olsam da bir daha girememiştim. Sonrasında Kim Chin denemiş fakat yine olmamıştı. Büyük ihtimalle bilişim bölümünün başındaki A.K tarafından yeni bir kod oluşturulmuş olmalıydı. Kim Chin A.K'nin yazdığı herhangi bir kodu kırmanın onu aştığını söylüyordu. Yine de ondan denemeye devam etmesini istemiştim. VASÖ'nün ne kadar açığını yakalarsak elimiz o kadar güçlenirdi.
Cihan abi Şırnak Adalet Sarayı başsavcısının patlamada şehit düşmesi üzerine İstanbul Adalet Sarayı'dan ayrılıp şehit olan başsavcının yerine Şırnak'a atanmıştı. Bu atamanın onun isteği doğrultusunda gerçekleştiğini biliyordum. Daha yakın oluşumuz aramızın daha iyi olmasını sağlamamıştı. Bugün askeriyenin revirinde ambulansı beklerken hata yaptığımı söylemişti. Öfkem ve hırslarım yüzünden gerçeği göremediğimi, VASÖ'nün böyle yapmaya devam edersem bir gün ansızın tek bir kurşunla işimi bitireceğini, dağıtmaktan bahsettiğim şeyin bir karınca yuvası değil, koskoca bir örgüt olduğunu yüzüme karşı bağırıp çağırmıştı. Aslı'nın durumunuysa bir kez olsun sormamış, gözlerini ona değdirmemişti bile. Sadece uğruna bu kadar şeyi göze aldığım "bu kadının" buna değmediğini söylemişti. Ona defolup gitmesini söylerken askeriyenin önceden 96. üst geleceği için boşaltılması işime gelmişti. Çünkü Cihan abiyle aramızda yaşanan tartışma Turan timi ve albayın, hatta Fırat'ın bile görmesini istemeyeceğim şiddetteydi. En son Cihan abiye, "siktir git lan buradan! Abim falan değilsin sen benim, " diyerek bağırdığımı hatırlıyordum. Ancak öfkem gözümü kör ettiğinde küfür ederdim. Esasen bundan hoşlanmıyordum. Her zaman küfür etmenin bana yakışmadığını düşünürdüm. Taksicilik yaptığım zamanlardan kalma bir alışkanlıktı. Cihan abi arkasını dönüp gittiğinde önce Fırat'la, ardından da tim ve albayla göz göze geldiğimde yerin dibine girmiştim. Yakıcı bir utanç dalgası bütün vücudumu ahşap kolonlara dolanan bir ateş gibi sarmıştı. Utancımdan ağlayacak hâle gelirken Fırat elimi tutup beni revire sokup kapıyı kapatmasa çakılıp kaldığım yerden asla kendi irademle kımıldayamazdım. Hareket etmediği sürece fark edilmeyeceğini sanan küçük bir hayvan gibi orada öylece kalırdım.
Çok gergindim. Acaba Cihan abi ya da diğerleri haklı olabilir mi diye ara ara düşünmüyor değildim. Ama öyleyseler bile yaptığı hata her neyse bunu Aslı'nın ağzından duymak istiyordum. Cihan abinin sürekli Aslı'yı suçlayıp ona hakaret etmesini kaldıramıyordum, çünkü Aslı'ya söz hakkı doğuyordu ve o konuşacak halde değildi. İçimden bir ses ona haksızlık yaptıklarını söylüyordu. Dahası VASÖ'nün kendi elleriyle koyduğu kurallar vardı. Suçu her ne olursa olsun herkesin son bir kez kendini savunma hakkı vardı ve elinden alınamazdı. Aslı'ya bu hak bir kez olsun verilmemişti.
Kenan Karadağlı'nın yardımıyla Dilek hakkında bulduğum delilleri iki gün önce Tarık Güngör'le paylaşmıştım. Oğuz'un davası onda olduğu için bunu yapmak zorundaydım. Aslı için elimdeki bütün davaları Tarık Güngör'e devredip bunca yıl kullanmadığım izinlerimden birini kullanıp adliyeden bir aylık izin almıştım. Tarık Güngör'de bugün askeriyeye Gazap için gelmiş, gitmeden önce de bana benimle konuşmak istediğini, müsait olursam yarın Dilek davasıyla ilgili konuşmamız gereken şeyler olduğunu herkesin içinde şifreli bir şekilde söylemişti. Yarın onunla hastanede buluşacaktım.
Zihnimde onlarca mesele cirit atarken Fırat'ın boynuma vuran sıcacık nefesi eşliğinde mayışıyordum. Gözlerim kapanmıştı. Bedenim uykuya teslim olmak için hiçbir engel göremiyorken gevşedi. Hafifçe kımıldayıp daha rahat ettiğim bir pozisyon aldım. Her şeye rağmen Fırat ve Aslı yanımdayken belki bu gece huzurla uyuyabilirdim.
Boynumdaki dudaklar hareketlenip çene kemiğimi öptü. Ardından yüzümde gezinen bir çift göz hissettim. Fırat dudaklarımı öpüp derin bir nefes alırken, "uyuma," dedi. "Yiyecek bir şeyler aldım sana. Üzerini değiştirmek istersin diye kıyafet getirdim. Hadi."
"Ama ben..."
"Sakın bana aç değilim falan deme Hazan. Zor sakinleştim zaten, yine tutturma şu inadını. "
Gözlerimi açıp çatılan kaşlarına baktım. 0'dan 100'e saniyesinde çıkan bir araba gibi her an yüzüme öfkesinin egzozunun dumanını püskürtmeye hazırdı. Tamam, belki ben de fazla mızmızdım ama böyle yaptığında beni hiç özlememiş gibi hissediyordum. Kim bilir ona sürekli karşı gelip kafa tuttuğumda o nasıl hissediyordu? Geldiğinden beri ailesinden kimsenin yanına uğramamıştı. Bir tek hastanenin girişinde Bahar'la karşılaştığımızda onunla sarılmıştı. Duş almak için eve gittiğinde bile fazla oyalanmadan hemen yanıma gelmişti. Zaten çok seviyordu beni, neden daha fazlasını istiyor, en ufak bir şeyde beni sevmediğini düşünmeye meyil ediyordum ki? Bu bencillikti.
"Tamam," dedim. Sağ elimden destek alıp doğrulurken belimdeki kollarını çözüp üzerimden çekildi. Kıyafetlerimi değiştirmeyi yemek yemekten daha çok istesem de bunu ona söylemedim. İki aydır o dağlarda doğru düzgün uyuyup dinlenmediğine, vücudundaki yaraların yüzünde gördüklerimden fazlası olduğuna emindim. Buna rağmen eve gidip uyuyup dinlenmek yerine benim yanımda olmayı, bu rahatsız hastane odasında Aslı'nın başında, sırf ben buradayım diye nöbet tutmayı seçmişti. Ona zahmet vermek istemiyordum. Burada olmak zorunda değildi. Eve gidebilirdi. Ailesiyle hasret gidermeliydi. Yemekten sonra bunu onunla konuşacaktım. Acaba o bir şeyler yemiş miydi?
Fırat köşedeki küçük masayı önümüze getirdi. Yemeklerin olduğu poşeti alıp yanıma otururken ona yer açtım. Poşeti masanın üzerine bırakıp ceketini çıkardı. Poşetten iki kase, üzeri streç filmle kaplı tavuk çorbası çıkardı. Kuru fasulye - pilav, fındık lahmacun, urfa dürüm, ciğer, acılı ezme, biber turşusu, salata ve yoğurt da masadaki yerlerini alınca şaşkınlıkla büyüyen gözlerimle tüm bunları nasıl yiyeceğimizi düşündüm. Kokuları çok iştah açıcıydı ama iki kişi yenmezdi.
" Fırat."
Poşetten suları ve ekmekleri çıkarırken, "hı?" dedi.
"Bunlar...çok fazla değil mi? Bahar'ı da mı çağırsak?"
Çorbaların ağzını açmaya başladı.
"Çağıralım, ama sana aldığım her şeyi yiyeceksin, tamam?"
Gözlerim yakışıklı yüzünde, beyaz tişörtünün sardığı geniş sırtında, kaslı ve damarlı kollarında gezinirken yutkundum. Durup durup ona çekildiğimi hissediyordum. Uzun zamandır susuz kalmış bur insanın şırıl şırıl akan bir şelaleye bir sebepten karşı koymaya çalışması misali, ondan uzak kaldıkça boğazım kuruyor, ciğerlerim yanıyor, dudaklarım sızlıyordu. Diğer yandan ise Fırat'ın üzerindeki sebebini bilmediğim gerginlik beni de geriyordu. Elektirik direğinden düşmüş bir kablo gibi etrafa görünmez mavi kıvılcımlar saçıyordu. Bu yüzden, tabii bir parçada Aslı'nın varlığı nedeniyle ona istediğim gibi yaklaşamıyordum. Az önce sarılırken iyiydik. Ama birden yemek yemeye itiraz edeceğimi anlayınca gerilmişti. Zor sakinleştiğini söylemişti ama suyuna gitsem de hiç sakinleşmiş gibi durmuyordu. Aslı yüzünden mi kızgındı acaba? Şu an benimle evde olmak varken burada olmaktan mı hoşlanmıyordu? Başına iş mi açmıştım? Aslı ve ben yük mü oluyorduk ona?
"Hazan?"
Daldığım boşluktan ayrılıp ona baktım.
"Efendim?"
"Noldu, daldın."
Gülümseyip, "bir şey yok, " dedim. "İyiyim."
Gözleri gülüşümde gezinirken kolunu belime sarıp, askıdaki koluma dikkat ederek beni kendine çekti. Ellerim geniş omuzlarına tuttundu. Dudağımın kenarını öpüp dudaklarını tenimden ayırmadan, "her ne düşünüyorsan sil aklından," dedi. "Gerginim, kızgınım da sana, ama düşündüğün şey her neyse sebep o değil." Yüzünü boynuma gömüp derin bir nefes aldı. "Tartışmak istemiyorum seninle. Sakince duralım böyle, yemeğini ye. Kafanda kurup durma. Çok seviyorum seni, tamam?"
Yüzümü omzuna gömdüm.
"Ama sen gergin olunca ben de geriliyorum. En son böyle öfkeni içinde tuttuğunda kavga etmiştik, az kalsın ayrılıyorduk. En azından neden kızgın olduğunu söyleyemez misin?"
Sıkıntıyla içini çekti.
"Hangi birini sayayım Hazan?"
"Her biri için özür dilerim o zaman. "
Başını boynumdan kaldırıp önce yanağımı sonra da dudaklarımı öptü. Belimdeki eli bulunduğu yeri siyah bodymin ince kumaşının üzerinden okşarken dudaklarını dudaklarımdan ayırmadı. Sesim üzgün ve kırgın çıkmıştı. Öyleydim de zaten. Benim yaptığım herhangi bir şeyin Fırat'ı kızdırmama ihtimali yoktu. Sürekli onu rahatsız edecek şeyler yapıyordum. Bile isteye yapmıyor, onu kızdırınca bundan kötü kalpli bir cadı gibi zevk almıyordum tabii ama Fırat'ın hiçbir beklentisini yerine getiremiyormuş gibi hissettikçe onun bu hâli kalbimi kırıyordu. Her geçen gün, her şey daha da kötüye gidiyordu ve ben bunun bir sonu yokmuş gibi hissediyordum. Fırat biz bize olalım istiyordu. Sürekli başıma iş açıp durmamdan, VASÖ'yle ters düşmemden, o da dahil kimsenin sözünü dinlemememden nefret ediyordu. Belki dünyayı ben kurtarmayacaktım, insanlık tarihinin en başından beri terazisi şaşan bu dünyaya adaleti ben dağıtmayacaktım, bir denizyıldızını hava kararmadan suya atmayı başarsam bile onlarcası kıyıda kalacaktı, milyarlarca insan içinde ben de bir insandım sadece, savaşımın hiçbir anlamı yoktu belki, boşa kürek çekiyordum, bu akıntı beni hiçbir yere götürmezdi, ama yine de günün sonunda ne için yaşar ki insan? Ben doğru bildiğim yolda ölmek için yaşıyordum, Fırat'ın ise tek doğrusu bendim ve o, tek bir doğruyu korumak için bütün yanlışlara göz yummaya hazırdı. Kızmıyordum ona. Kızamazdım. Baş başayken söz dinlemiyorum diye esip gürlese de başkalarının karşısında hep yanımda oluyordu. Onu kızdırsam da en azından beni anlıyor, tartışmayalım diye susuyordu. O da benim gibi nefret ediyordu adaletsizlikten, ama benden daha gerçekçiydi. Dünyanın bütün hallerini görmüş, bütün bilmecelerini çözmüş, her şeyden alabildiğine nefret etmiş, sadece kendi işine bakmayı öğrenmiş ve bu hayatta görüp de şaşırabileceği hiçbir şey kalmamıştı sanki. Ben yolu yürüyordum ama o sonu çoktan biliyor gibiydi.
Dudaklarımızı ayırdı. Alnımı öpüp ceketinin cebinden telefonu çıkardı. Bana uzatıp kolunu belimden çekti. Telefonu alıp Bahar'ı aradım. İkinci çalışta açıldı.
"Efendim abi?"
"Benim Bahar."
"Hazan...bir şey mi oldu?"
Sesimin fazla durgun çıkmasına engel olamamıştım. Neşem yoktu, çünkü Fırat'ın neşesi yoktu. Gözlerim Aslı'nın yaralı yüzünde gezinirken, "bir şey yok," dedim. "Fırat bir sürü yemek almış da birlikte yiyelim diye aramıştım. Hastanede misin?"
"Hastanedeyim, geliyorum. "
"Tamam."
Telefonu kapatıp Fırat'a uzattım. Telefonu alıp ceketinin üzerine atarken gözleri üzerimdeydi. Botlarımın olmadığı ayaklarımı altımda toplayıp masadan uzaklaşarak geri çekildim. Saçlarım önüme dökülürken dolan gözlerimi fark etmemesini umdum. Sağ elimi askının üzerinden sol koluma koyup öylesine okşarken gözlerimi kapattım. Uykum vardı.
Fırat'ın sert ve bıkkın bir şekilde alıp verdiği nefes kulaklarıma doldu.
"Hazan yapma şunu!"
Gözlerimi açıp ona döndüm.
"Neyi?"
"Biliyorsun sen neyi olduğunu. Gel şuraya. "
Kolumu tutup beni yanına çekerken karşı koymayıp ona yaklaştım. Bana sımsıkı sarılıp benim yaptığım gibi sol kolumu okşarken, "acıyor mu?" dedi. Başımı olumsuzca sallayıp göğsüne sokuldum. Saçlarımı öpüp kokladı.
"Asma yüzünü," dedi.
"Kızma o zaman sen de bana. Hiç özlememiş gibi uzak durma. Ben yapamıyorum böyle."
"Ben mi özlememiş gibi uzak duruyorum senden?"
Sesindeki tını beni tedirgin ederken ona daha fazla sokuldum.
"Durmuyor musun?"
"Az önce seni öpmemi sen istemedin Hazan. Her sana yaklaştığımda geri çekiyorsun kendini. O kadının hâli yüzünden böyle yaptığının farkındayım. Seni rahatsız etmemek için uğraşıyorum. Ama yine de yaranamıyorum ki sana. Ne istiyorsun? Hı? Alıp altıma seni burada..."
Hızla parmağımı dudaklarının üzerine koyup, "sus," dedim telaşla.
Elmi tutup parmağımı öpüp emdi. Avcumu açıp içini öptü. Elimi yanağına koyup teninde gezdirirken gözleri yarı açık, yarı kapalı bir hâl aldı. Alnını alnıma dayayıp, "nasıl özledim seni, bilmiyorsun," dedi. "Nasıl kafayı yedim hasretinden haberin yok. Ömrümden ömür gitti Hazan. Evde olsaydık durur muyum böyle sanıyorsun? Seni kendimden bıktırana kadar çıkartır mıyım o yataktan? İyi değilim, cayır cayır yanıyorum sana. Bu konuda üzerime gelme benim. Öyle özlemedin, istemedin, sevmedin deme bana. Basma damarıma."
Ne halde olduğunu kasılan bedeninden hissediyordum. Beni özlediğini de biliyordum. Bahsettiğim şey bana kızgın olduğu için benden uzak durmasıydı. Ama şimdi iyiydi, bu yakınlığı sevmiştim. Çenesini öptüm. Aslında dudaklarını öpmek istiyordum ama uzanacak gücü kendimde bir an bulamamış, erinmiştim.
"Burada olduğumuz için kızgın mısın bana? Yani evde olmak varken hiç mecbur olmadığın hâlde burada benimle Aslı'nın yanında beklemeyi seçtin. Eğer eve gitmek istersen gidebilirsin. Burada kalmak zorunda değilsin Fırat. "
Alnını alnımdan ayırıp çatık kaşlarıyla öylece gözlerime baktı. Bakışlarındaki kırgınlığa benzeye tuhaf ifade midemin kasılmasına neden olurken sırtımdan soğuk bir esinti geçti.
"Hiç duymuyorsun, görmüyorsun beni di mi Hazan? " dedi birden.
"Fırat ne alakası var? Niye kızdın ki şimdi? Ben sadece..."
"Sen sadece beni kendine yabancı görüyorsun. Ne düşünüyorum ben? Hı? Ne geçiyor benim aklımdan? Sana göre ben, evde olmak vardı şimdi diyorum içimden, bir de bu kadın çıktı başımıza diyorum, şimdi kalkıp gitmek de olmaz mecbur kalacağız burada diyorum, di mi? Senin için değil, zorunda hissettiğim için buradayım ben sana göre. Ne yapacağım? Seni burada bir başına bırakıp siktir olup gitsem şu kapıdan daha mı mutlu olacaksın? Her koyun kendi bacağından asılır diyip seni bir başına bırakıp gitsem burada daha çok mu seveceksin beni? Ya da ben seni bırakıp gidince rahat rahat uyuyup dinlenebilecek miyim o evde? "
"Fırat..."
"Mesele ev mi? Uyuyup dinlenmek mi mesele? Mesele zorunda olmak mı? Tamam, söylediğin şeyde bu kadar kızıp tepki gösterecek bir şey yok belki ama ağrıma gidiyor, beni hâlâ kendine yabancı görmen, yaşadığımız onca şeye rağmen bir şeyleri aşamıyor olmamız ağrıma gidiyor. Kızgınlığımın altında yatan sebebi burada oluşumuz sanman çıldırtıyor beni. Hele de senden ayrı koskoca iki ay geçirdikten, sessizlikten kafayı yedikten sonra dinlenmeyi senin yanında olmaya tercih edeceğimi düşünmen delirtiyor. Çok basit görüyorsun beni, ama ben o kadar basit sevmiyorum seni. "
"Fırat...ben..." derken açılan kapıyla sustum. Zaten ne diyeceğimi de bilmiyordum. Evet, fazla tepki veriyordu belki ama haklı olduğu noktalar da vardı. Burada olduğu için kızgın olduğunu düşünmüştüm. Tercih etmek gibi değil ama evde dinlenmek ister sanmıştım. Ne bileyim aklıma geldiği gibi konuşmuştum işte. Ama Fırat ağzımdan çıkanlara çok fazla anlam yüklüyordu.
"Oooo ziyafet sofrası kurulmuş buraya. Ayh dürüm çok güzel koktu."
Fırat'ın yanından uzaklaşıp koltuğun köşesine kaydım. Fırat'la aramıza açılan boşluğa Bahar'ı çağırdım. Bahar Fırat'ın önünden geçip yanıma oturdu. Karnı hafifçe şişmişti. Bebeği neredeyse dört aylık olmuştu. Öne doğru eğilip üç dürümden birini aldı. O an Fırat'ın Bahar'ı da hesaba katarak yemek aldığını fark ettim. Bu ona karşı içimi sıcacık ederken aramıza mesafe açtığım için şimdiden pişman olmuştum.
Fırat önümdeki çorbanın içine bir kaşık koyup, "iç çorbanı," dedi. İtiraz etmeden kaşığı elime alıp çorbayı içmeye başladım. Keşke Aslı da bizimle birlikte yiyebilseydi. Onunla sohbet etmeyi o kadar çok özlemiştim ki. Umarım en kısa zamanda iyileşir ve suçsuz olduğu ortaya çıkardı. Bir kez olsun kazanmak istiyordum. Bir kez olsun gerçekten bir işe yaradığımı hissetmek istiyordum. Bir şeyleri yoluna koyabilmek istiyordum. Belki sonra Fırat'ın koynunda huzurlu bir uykuya dalmam mümkün olurdu. Tabii o da beni koynunda isterse. Şu an istemediğinden emindim.
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
109.2k Okunma |
6.32k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |