86. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 85. Bölüm

85. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

*********

2 ay sonra...

Takvimler mart ayının ortalarını gösteriyordu. Kar yağışı etkisini kaybetmiş, ufukta henüz yeni yeni görünen güneş, karşıdaki dağların tepesini kızıla çalan bir turuncuya boyamaya başlamıştı. Gökyüzü soluk mavi bir renge sahipti. Tepemizde bir bozkır kartalı kanatlarını açmış, havada asılı kalarak süzülürken dönüp duruyor, sabahın erken saatlerindeki bu sakinliğe eşlik ediyordu.

Haseke şehir merkezine 35 kilometre mesafede, batı - güneybatı yönünde Abdülaziz dağının eteklerinden geçen, Fırat Nehri'nin bir kolu olan Habur çayının yakınlarında mola vermiştik. Saatler önce günler süren bir çatışmadan çıkmış ve gece boyunca da, yalnızca birkaç dakikalığına sahur için bir şeyler atıştırmak dışında bir an olsun durmadan yürümüştük. Hayati olmayan yaralarımız vardı. Hem mental hem de fiziksel olarak yorgun ve bitkindik. Timin sıhhiyecisi Yusuf İzmirli'yle birlikte yaralarımıza bakarken hepimizin gözü bir boşluğa dalmış vaziyette öylece duruyorduk. Sadece Kadir Habur çayında abdest alırken namaz kılmaya hazırlanıyordu.

Mühimmat operasyonun en başından beri olduğu gibi hâlâ en büyük sorunumuzdu. Suriye'nin bu bölgesi bozkır iklimine sahip olduğu için oldukça sıcaktı ve bizi oruç tutarken zorluyordu. Etrafta tek bir ağaç gölgesi, bir kaya dibi ya da dağ oyuğu yoktu. Her yer alabildiğine açıklıktı. Mevsimden kaynaklı sararmış ıslak otlar, bodur ağaçlar, iç içe girmiş çalılıklar ova boyunca uzanıyordu.

Yamaçlarında bulunduğumuz Abdülaziz dağı PYD 'nin güvenlik kolu olan YPG'nin kontrolü altındaydı. En son girdiğimiz çatışmada örgütün köpekleri tarafından bölgeyi terk etmemiz, eğer etmezsek bu toprakların bize mezar olacağı konusunda tehdit edilmiştik. Bizden önce onlar mezara girmiş olsa da tehlike hâlâ geçmiş değildi. Asıl hedefimiz olan yapılanmayla aramızda 20 - 25 kilometrelik bir mesafe vardı. Cezire kantonunun içindeydik ve bu bölge PYD'nin Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Rojava tarafından yönetiliyordu. Bizi her an burada keklik gibi avlayabilirlerdi. Burada mola vermemiz oldukça tehlikeliydi ancak yolun bundan sonrasında ve vardığımız yerde bir daha mola verip dinlenmek gibi bir şansımız olmayacaktı. Tim komutanı olarak askerlerimi yaklaşık iki hafta boyunca aralıklarla süren bir çatışmadan çıktıktan sonra böyle bir mental ve fiziksel çöküşün içinde, biraz olsun dinlenmeden yola devam etmek için zorlayamazdım.

Aslında timi ve beni bu hâle getiren mesele tüm bu saydığım koşullar değildi. Gece yarısı ay ışığında çıktığımız çatışmadan sonra albay bizimle telsiz telefonu üzerinden iletişime geçmişti. Söylediğine göre hava şartları normale dönmesine karşın bölgeye hava desteği gönderemiyorlardı. Çünkü PYD'nin başındaki şerefsiz Tugay komutanlığına tehdit telefonu açmıştı. Türk askerlerinin bölgemizde olduğunu biliyoruz, demişti. Eğer askerlerinizi bölgemizden geri çekmezseniz bu sınır ihlalinin bedelini ağır ödersiniz.

Ortada teknik olarak bir sınır ihlali yoktu. Her ne kadar bu bölge Rojava yönetimi altında olsa da topraklar Suriye toprağıydı. Operasyon öncesinde tugay komutanlığı Suriye devletinden operasyon için gerekli olan bütün izinleri almıştı. PYD'nin Fiili Özerk yönetimini birkaç kanı bozuk avrupa devleti dışında kimse tanımıyordu. PYD ve YPG birçok ülkenin devlet kayıtlarında PKK'nın bir uzantısı, dolayısıyla da bir terör örgütü olarak geçiyordu ve resmî bir devlet olarak kabul görmüyordu. Hâl böyleyken ortada bir ihlal varsa bunu yıllardır bu şerefsizler Suriye halkına yapıyordu. Kendi kendilerine oynadıkları devletçilik oyununu kâleye almıyor oluşumuz zorlarına gitmiş olmalıydı.

Albay mühimmatın az olduğu, en başından beri gizli yürütülmesi planlanan operasyonun deşifre olduğu, her an pusuya düşüp esir alınma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz gibi gerekçelerle operasyonu sonlandırmamız emrini vermişti. PYD bölgenin hava sahasına girecek olan bir Türk savaş uçağını saniyesine vuracağını, fakat bizi yarı yoldan almak için gelecek olan bir helikoptere izin vereceğini söylemişti.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti teröristlerle asla anlaşmaya oturmazdı. Ancak ortada birilerine göre bariz bir gerçek vardı: hava desteği olmadan elimizdeki avuç kadar mühimmatla buradan sağ çıkamazdık. TKÖ temizlediğimiz bölgelere adamlarını gönderip geçtiğimiz yolları yeniden kontrol altına almaya başlamıştı, bu sebeple kara desteği de mümkün görünmüyordu. VASÖ' deki iç karışıklık da hâlâ devam ederken burada kapana kısalmıştık. Tek çıkış yolumuz bizi yarı yoldan alacak olan o helikopterdi.

Tim olarak bir iki tane başarısız olduğumuz operasyon olmuştu. Bu gibi radikal mesleklerde illa ki olur. Ama yolun sonu başarısızlığa çıksa da başarısızlık bile bir sonuçtur. Ve elinden geleni yaptıktan sonra bu sonucu göğüslemek sorun değildir. Fakat yarı yoldan dönmek sorundu. Bunu daha önce hiç tecrübe etmemiştik. Ömrümüz yettikçe de etmeyecektik. Bu yüzden albayın emrine itaat etmeyi en başından reddetmiştik. Yarı yoldan dönmek demek kaybetmek demekti. Henüz tam anlamıyla girmediğimiz bir savaşta elimizde hâlâ, biraz daha temkinli olursak üç beş gün kadar yetecek mühimmatımız varken geri dönmek esir alınmaktan daha onurlu bir davranış olmayacaktı bizim için. Aksine, utancımızdan başımızı yerden kaldırıp askeriyenin kapısından girerken, binanın önünde bütün ihtişamıyla salınan o Türk bayrağına bakamazdık. Geri dönmek yenilmek demekti. Biz yenilersek onlar zafer kazandıklarını sanacaklardı. Bu durumu bizi dünya basınına rezil etmek için bile kullanabilirlerdi. O kancıklara bu fırsatı vermek gibi bir niyetimiz yoktu. Eğer kurtuluş yoksa şehadet esastır. O helikopter bu düşman topraklarına bizi yarı yoldan almak için inmeyecekti.

Albay bu kararımıza fazlasıyla sinirlenmişti. Bir tek kendimizi değil, eğer pusuya düşüp esir alınırsak Türkiye Cumhuriyeti Devleti' nin onurunu da tehlikeye atıp zedelemiş olacaktık. Yaklaşık on dakikadır buradaydık. Gece boyunca saatlerce yürümüştük ve tek bir şerefsiz dahi karşımıza çıkmamıştı. Yönetimleri altında olan bir dağın yamacında, siper alınıp mevzilenecek tek bir nokta bile yokken kocaman bir bozkırın ortasında açıklıkta oturuyorduk. Az önce de dediğim gibi bizi burada keklik gibi avlayabilirlerdi. Fakat gelen giden yoktu. Büyük ihtimalle bizi asıl hedefimiz olan yapılanmada ya da o yapılanmaya giden yolda bekliyorlardı. Albay haklı olabilirdi. Muhtemelen bizi pusuya düşürüp esir almayı hedefliyorlardı. Ama bu yarı yoldan dönmemize, yenilgiyi kabul etmemize neden olabilecek kadar sağlam bir sebep değildi. Onlar bizi pusuya düşürmek istiyorsa, o zaman biz de o pusuya düşmezdik. Gerekirse göğüs göğüse bir mücadeleye girer, yine de sona ulaşmadan başarısızlığı kabul etmezdik. Bu devlet bizi bunun için eğitmişti.

Temiz ve serin havadan, yüzüme vuran rüzgarla birlikte içime derin bir nefes çektim. Başımı, soluk mavi rengi güneş dağların ardından yükseldikçe canlanan gökyüzüne doğru kaldırdım. Bir süredir tepemizde dolanıp duran bozkır kartalı gözüme ilişirken yutkundum. Timin üzerine atılan ölü toprağının sebebi komutanlarımızın bize güvenmiyor olmasıydı. O kadar güvenmiyorlardı ki yenilgiyi kabul etmemizi, karargaha sanki bir uzvumuz, bir parçamız geride kalmışcasına eksik bir şekilde dönmemizi emrediyorlardı. Bu emri reddetmek tek başıma verdiğim bir karar değildi, timle yaptığım istişareler sonucu, tek bir kişi dahi karşı çıkmadan aynı karar üzerinde mutabık kalmıştık. Fakat ben bazı konularda kendimle bir türlü, içimdeki tek bir zerrem dahi karşı çıkmadan tek bir karar üzerinde mutabık kalamıyordum.

Gözlerimi namaza duran Kadir'in kuru otların üzerine serdiği üniformasının gömleğinde gezdirdim. Aklım Hazan'daydı. O günün üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. Üzerimize atılan pimi çekilmemiş el bombası ve üzerindeki not yanımda duran taktik çantanın kenarlarındaki ceplerden birindeydi. Notu gönderenin kim olduğu muallâklığını bir yere kadar hâlâ koruyordu.

Bomba elime ulaşıp üzerindeki notu okuduktan sonra, yamacın tepesindeki kayanın ardında gördüğümüz herifin peşine düşmüştük. Fakat şerefsizleri telef eden ibnelerin dakikalar önce attığı roketatar mermisi sebebiyle bölgeye çığ düşmüştü. Canımızın derdine düşerken de herifi gözden kaybetmiştik.

O herifin notu gönderen kişi olmadığını biliyordum, ama notu gönderen her kimse onunla bağlantısı olduğu da kesindi. Dikkatimizi dağıtıp bombayı atan kişiyi görmemizi engellemişti. Büyük ihtimalle kayanın yanında duran ve bana notu ulaştıran bu iki itin şerefsizleri telef eden ibnelerle de bağlantısı vardı. Genel olarak bakıldığında bize yardım ediyormuş gibi görünseler de şundan da emindim ki notu gönderen ve şerefsizleri telef edenler aynı zamanda TKÖ ve diğer örgütlerle de bağlantılıydı. Aksi olsa ya biz bir şekilde onları tanırdık ya da onlar bizden biri olduklarını bir şekilde bize belli ederdi.

Kim oldukları, en azından notu yazanın kim olduğu hakkında bir fikrim vardı. Notun sonundaki A.T harfleri büyük ihtimalle bir isim ve soyismin baş harfleriydi. Muhtemelen de Ali Türkoğlu'na aitti. Bu tahminim doğru ya da yanlış olduğu sürece bir şeyleri açıklamıyor, aksine her şeyi daha sikik ve içinden çıkılmaz bir hâle getiriyordu.

Ali, binbaşı Kenan Karadağlı olayında Hazan'a askeriyedeki vatan haininin o olduğuna dair deliller ve belgeler yolladığından beri aklımı kurcalıyordu. Hazan sınır ötesine gittiğinde de ne tesadüftür ki, elimizdeki bilgilere göre Irak - Basra' da yaşayan herif birden Türkiye sınırında bitmişti. Ali iti genelde yakalanma korkusuyla Türkiye sınırında dolaşmazdı. Hazan'a yaklaşmaya çalıştığını anlayabiliyordum. Patlamadan, patlama olmadan önce bile illa ki haberi vardı. Hazan'a ve onca şehidimize olanların suçlularından biri de oydu. O canlı bombaların üzerine takılan bombaların çoğunu Ali imal ediyordu. Allah kahretsin ki Hazan'ın başına gelen her şeyin tek suçlusu o ecdadını siktiğim dallamaydı! O bu kalleşliği Hazan'a yapmamış olsaydı Hazan VASÖ'ye girmeyecekti, Ali'den intikam almak için kendine bu kadar acı çektirmeyecekti, sınır ötesine gitmeyecek, o bomba patlarken o gün orada olmayacaktı. O dokunmaya kıyamadığım kolu iki yerinden kırılmayacak, avuçlarıma alıp öptüğüm, ellerimde küçücük kalan, yürürken bile aklımı başımdan alan minik ayağı yanmayacak, beyin sarsıntısı geçirip solunum yetmezliği çektiği için iki hafta boyunca uyutulmayacak, uyandığında beni birkaç saatliğine de olsa unutmayacaktı.

" Hazan iyi, merak etme yüzbaşı."

Hazan iyi falan değildi. Eyvallah, yaşıyordu, nefes alıyordu...hâlâ hayatta ve benimdi. Ama ben yoktum. Hastaneye kaldırıldığında yanında yoktum, iki hafta boyunca uyutulurken elini tutamamıştım, uyandığında gördüğü ilk kişi olamamıştım. Ağrıma gidiyordu. O bu haldeyken ondan uzak olmak, sesini duyamamak, dahası ona kendimi duyuramamak ve böyle böyle koca bir ayın geçişi düşündükçe nefesimi kesiyor, mahvediyordu beni. Kafamın içinde, onlarca soru ve asla yapmayı geç, hayatın bir yerinde bizim için öyle bir ihtimalin olmasından dahi nefret duyacağım düşünceler cirit atıyordu.

Kimdim ben? Hazan'ın hayatında kimdim? Kocasıydım onun. Tek ailesi, her şeyiydim. Sevdiği adamdım. Bazen babasının yerine koyduğu, bazen canına okuduğu, onu sevip öpsün diye gözünün içine baktığı, şımarıp nazlandığı, bağırıp çağırdığı, kavga ettiği, bazen arkasını dönüp kapıyı çarpıp çıkıp gittiği, koynuna girdiği, öpüşüp seviştiği Fırat'ıydım onun. Ama bugün o beni bu kadar çok şeyin yerine koyarken yanında yoktum. Haftalardır bensizdi. Acı çekiyordu. Yaralıydı. Canı yanarken daha bir nazlı ve şımarık olurdu. İlaçlarını içmeyi unutur, gece uyurken çok dağınık yatar, sürekli hareket eder kendine zarar verirdi. Bana ihtiyacı vardı. Tamam, Sado'lar eminim ki yanındadır, ama benim bebeğim beni istiyordur yanında. Herkes benim gibi sevip bakamazdı ona. Nazını niyazını çekemez, şımarık ve asi hallerine anlayış gösteremezdi.

Tüm bunları düşünmek, Hazan şimdi nerede, ne hâlde diye kafayı yerken kimseye tek kelime edemeyip karımı soramamak çok zordu. Bir an önce ona kavuşmak isterken vatanımla sevdam arasında sıkışıp kalmıştım. Bir yanım Hazan'a kavuşup, o tatlı gül kokusunu içime çekebilmek için her şeyden vazgeçebilecekken diğer yanım görevimi hakkıyla yerine getirmeden yarı yoldan geri dönmeyi kendine yediremiyordu. Böyle bir ikilemde kalmak bile gücüme gidiyordu.

Bir yandan da burada Hazan için duruyordum aslında. Operasyonun bu kısmına kadar yerle bir ettiğimiz her yapılanmada, her taşın, kaldırdığımız her kayanın altında Aslı Kodan'ı aramıştık. Time kadının bir MİT mensubu olduğunu söylemiştim. VASÖ'den gelen bilgilere göre kadının üzerindeki GPS'in sinyali en son aylar önce bu bölgeden gelmişti. Şimdiye kadar bir iz bulamamıştık fakat büyük olasılıkla Aslı Kodan asıl hedefimiz olan yapılanmanın içinde bir yerlerdeydi. Eğer oradaysa inşallah yaşıyordur. Hazan o kadına çok fazla değer veriyordu ve ben ona elim boş dönmek istemiyordum.

Aklım buraya kadar mantıklı çalışabiliyordu. Fakat kafamın içinde cirit atan o nefret ettiğim düşünceler de ara ara zihnimi yoklayıp beni her geçen gün içine battığım bataklığın dibine doğru çekmeye devam ediyordu. Sürekli o günü, patlamayı, Hazan'a daha kötü bir şey olabilme ihtimalini düşünüp duruyordum. Yanında olamayışımı, ömrümüz boyunca daha kaç iyi ya da kötü anın içinde Hazan'ın yanında olamama ihtimalimle çarpıyor, sonra da parçalara bölünüyor ve eksiliyordum.

Bu VASÖ daha çok bela açacaktı Hazan'ın başına. Terör savcısı olmak zaten başlı başına tehlikeli bir işti. Askeriyedeki soruşturma kalkmıştı ve yeni bir pürüz çıkmazsa daha birçok sınır dışı operasyona gönderilecektim. Belki bazıları yıllar sürecekti. Hazan yine yaralar alacak ve ben yine yanında olamayacaktım. Belki bir gün, bir şekilde hamile kalacaktı. Hamileliğini bensiz geçirecek, o çocuğu bensiz doğurup, bensiz büyütecekti. İlk kez düşünmüyordum tüm bunları. Hazan'a yaklaşmaya cesaret edemediğim altı yılın neredeyse tamamında bu ve buna benzer sorularla boğuşmuştum. Hatta dönem dönem Hazan'dan vazgeçmek, onu unutmak konusunda çok kesin kararlar aldığım fakat en fazla bir hafta bu karara sadık kalabildiğim zamanlar olmuştu.

O gün İstanbul'a şirkette çıkan bir sorun için Ömer ağa tarafından gönderildiğimde annem, bir arkadaşımı göreceğim, bizi de götür oğlum, diyerek Bahar'la peşime takılmıştı. Ve ben yine Hazan'dan vazgeçmeye çalıştığım dönemlerden birindeydim. Yine de kendi kendime İstanbul'a gitmişken son bir kez daha görürüm, sesini duyarım, belki bir mucize olur kokusu burnuma dolar, gözleri öylesine bile olsa gözlerime değer diye hayaller kuruyordum. Belki Ömer ağanın beni İstanbul'a gönderişini bile bu yüzden çabucak kabul etmiştim. Annem arabada arkadaşımın adresi diye bana yıllardır yollarını aşındırıp ezbere bildiğim sokağı tarif edince bunun bir tesadüf olduğundan fazlasını düşünmemiştim. Ama sokağa giriş yapıp arabadan indiğimizde fırından çıkan Hazan, annemin sokaktaki üç beş insanın içinde adres sormak için onu seçişi, sadece onu uzaktan görmeye bile razıyken göz göze gelişimiz, beni muhatap alarak konuştuğu anlar, aynı evin içinde onunla nefes almak, Elif'i kucağına verirken elinin elime değişi, burnuma dolan kokusu beni birden kadere inandırmıştı. Yemek masasında annesiyle ablasının Hazan'a olan tavırlarını görünce sevdiğim kızı elinden tutup götürmek istemiştim. Gözleri dolup masadan kalktığında peşinden gidip ona sarılmak için deli olmuştum. Elif'i uyutmak için odasına götürdüğünde elimi yıkamak bahanesiyle lavaboya giderken aralık kapının önünde durmuş, o tatlı sesiyle söylediği ninniyi dinlemiş, süt beyazı boynuna yüzünü gömen Elif'i kıskanmıştım. Kim bilir nasıl güzel kokuyordur, diye düşünürken odaya dalıp boynuna gömülmemek için zor tutmuştum kendimi. Zorunlu doğu görevi için Şırnak'a geleceğini öğrendiğimde mesele kapanmıştı. Kader Hazan'ı alıp tam kucağıma atmış, al, demişti, çok istedin, bu kız bu saatten sonra senin. Apartmanın önünde vedalaşırken anneme ve Bahar'a sarıldığında arabaya geçmek yerine öylece durmuştum karşısında. Birkaç saatte o kadar çok mucize gerçekleşmişti ki gözümün önünde, içten içe bir şey olsun, o incecik kolları benim de boynuma dolansın diye beklerken fazla aç gözlüydüm. Hazan ise çekingen bir ifadeyle kaçak göçek gözlerime bakarken artık bana ait olduğunu bilmeyecek kadar masumdu.

Beni sevdiğini ilk kez, kaçırılan çocukları şerefsizlerin elinden alıp karargâha döndüğümüz gün askeriyenin helikopter pistinde saniyelik bir göz göze geldiğimizde anlamıştım. Helikopterden indiğimde beni görünce heyecanlanmıştı. O güzel gözleri yaralı mıyım diye merakla üzerimde gezinirken ışıl ışıl parlıyordu. Dudağının kenarında küçücük bir gülümseme gözüme çarptığında iyi oluşumdan mutlu olduğunu görmüştüm. O gün asansörde kendini geri çekmeseydi benden, aramıza mesafe koymasaydı dudaklarına kapanmak, bana güldüğü yerden onu öpmek için fırsat kolluyordum, ama Hazan bana o fırsatı vermemişti.

Oğuz'un nişanının olduğu gün eğer o Gökhan şerefsizi Hazan'ı dansa kaldırmaya yeltenmek gibi bir hata yapmamış olsaydı Hazan'a ona olan hislerimden bahsetmek istemiyordum. Daha sakin bir zamanda, daha güzel ve belki daha sevecen kelimeler kullanarak, Hazan gibi dünyalar güzeli, narin ve kırılgan bir kızın hak ettiği gibi onu üzüp incitmeden, ürkütüp korkutmadan konuşacaktım onunla. Ama öfkeme yenilmiştim ve gözümün önü kararmıştı. Kendime geldiğimde Hazan'ın boynunu öpücüklere boğuyor, incecik belini sımsıkı sarıyordum. Tapılası bir ayılma anıydı. Bana karşı koyacak gücü kalmadığında teslim oluşu kontrolü kaybetmeme neden olmuştu. Yıllardır imkansızım dediğim kız kollarımın arasında sakince duruyordu. Hayal ettiğimin ötesinde öyle muazzam kokuyordu ki kendimden geçmiştim. Ona sarılmak çok güzeldi. Yumuşacık teni yakınlarda bir yatak olsa beni çok yanlış yerlere sürüklerdi. Hazan beni nasıl durdurması gerektiğini bilmiyorken ona o an ne yaptığımı da anlamayacak kadar masumdu. Onu çok fazla öpüp kokladığımın farkındaydı ama ona duyduğum özlemi hissetmiyordu. Bu masumluk sonsuza kadar bana ait olsun istemiştim. Benim ona bağlandığım gibi bana bağlansın, beni çok sevsin istemiştim.

Sevmişti de. Ama bugün kafamın içindeki birbiriyle zıt düşüncelerin pozitif ve negatif atomlar gibi çarpışması sonucu zihnim allak bullak olmuşken, bu iyi mi yoksa kötü mü olmuştu, bilemiyordum. Hayatımızın en önemli ve özel olması gereken anlarında, nikah memurlarının dediği gibi, hastalıkta sağlıkta karımın yanında olamayacaksam benim onu çok sevişimin ne anlamı vardı ki? Ya da tüm bu anların içinde yanında olamayacak, onu yalnız bırakan ve bırakacak olan bir adamı sevip bağlanmanın Hazan'a ne gibi bir getirisi olacaktı? Ben bordo bereli bir askerdim. Bu ilişki her zaman üç kişilik olacaktı. Hazan, ben ve azrail. Tırnağı kırılsa nefesim kesilirdi, ama belki de bir gün onun en büyük acısı olacaktım. Bunu Hazan'a yapmaya hakkım var mıydı?

Yaşam denge işidir. Bir yerde acı varsa onu nötrleyecek bir başka şey de olmalıdır. Hazan benim içimde o dengeyi sağlayan kişiydi. Bunca yıl görüp yaşadığım, şahit olduğum bok çukurunun içinde bir gül bahçesiydi. Ne zaman pisliğe bulandığımı, kafayı sıyıracak raddeye geldiğimi hissetsem kendimi hep Hazan'ın yanında ya da onu görebileceğim bir yerde bulurdum. Hazan'ın ise hayatının dört bir yanı acı, bense o acılardan biriydim. Sürekli ağlayıp üzülmesine, iki seçenek arasında sıkışıp kalmasına neden olan, hâl ve hareketlerini, giydiği kıyafetleri kısıtlayan, sınırlar koyan, istemediği şeyleri yapmasını sağlayıp, istediği şeyleri yapmasına engel olan biriydim. Hazan bana defalarca sormuştu, benim neyimi seviyorsun diye. Ona dair her şeyi çok seviyordum, ama ben ona bir kere bile sormamıştım hayatının içine eden bir adamı neden seviyorsun, diye.

Elimin üzerinde yürüyüp gıdıklanmama neden olan karıncayı sağ elimin tersiyle itip yere düşürdüm. Oturduğum toprağın üzerindeki diğer karıncaların arasına karışıp ilerleyişini izledim. Doğayı severdim. Toprakla uğraşmak, ufak tefek marangozluk işleriyle ilgilenmek hoşuma giderdi. Şimdi ise başka zaman oturup uzun uzun izleyebileceğim, bu çok da göze hitap etmeyen manzaraya maruz kalmak içimi sıkıyordu. Hazan'ı istiyordum, her ne kadar kendimi onun sevgisine layık görmeyip ayrılığı ilk kez aklıma bir ihtimal olarak getirsem de onun kocası olarak hâlâ onu it gibi özleme hakkını kendimde görebiliyordum.

Onu o kadar çok özlemiştim ki ağır ateşli bir hastalık geçirdikten günler sonra kendine gelmiş bir hasta gibi bitap düşürmüştü bu özlem beni. Dudaklarını öpemeyen dudaklarım, suları çekilmiş bir denizden geriye kalan kumlar gibi soluktu. Kokusunu duyamayan burnumun direği sızım sızım sızlıyordu. Gözlerine değmeyen gözlerim paslanmış bir deniz feneri gibi sönmüş, kendi içimdeki geminin bile önünü ışıtamaz olmuştu. Tenine dokunamayan ellerimin parmakları uyuşuyor, nasırlı avuçlarıma her gece çöken karanlıkla birlikte göz pınarlarımdan yaşlar dökülüyordu.

Özlem böyle bir şeydi: önce derinden hisseder, ardından biraz alışır gibi olurdun. Ama sonra üzerine çöken bir karabasan gibi dilini lâl eder, vücudundaki bütün dermanı alır götürürdü. Ve özlemden deliren herkes tam da bu karabasanın verdiği sakinlik evresinde ipleri koparırdı. Şu sıralar sakindim ama biliyordum ki delirmeye de çok yakındım.

Aldığım nefes ciğerlerime ulaşmadı. Gözlerimi sıkıca yumup ellerimle yüzümü sıvazladım. İçimde harıl harıl yanan ateşle bir of çeksem karşıki dağlar yakılırdı ama ben de ayakta kalamazdım.

*********

Dakikalar somra Kadir namazını bitirip yanıma oturdu. Başını önüne eğip sessizce durduğunda parmağımdaki yüzükle oynuyordum. Kadir'in de kendi yüzük parmağındaki boşluğa baktığını gördüm. İki kız babasıydı Kadir. Eşi Gülseren hanımla geçen yaz boşanmışlardı. Arada bir Antalya'ya kızlarını görmeye gider, her defasında da başı önünde geri dönerdi. Henüz biri on, diğeri oniki yaşındaki kızları ona karşı gün geçtikçe yabancılaşıyordu. Gülseren hanımla severek evlenmiş olmalarına rağmen boşanmalarına yakın her telefon konuşmaları artık sadece Gülseren hanımın bağrışları ve Kadir'in sessizliğiyle son bulmaya başlamıştı. Kızlarının ikisinin de doğumu Kadir'in yokluğuna denk gelmişti. Aslında üç çocukları olacaktı ama Gülseren hanım birini televizyonda gördüğü haberde Kadir'i şehit düştü zannederken düşürmüştü. Babası iki yıl önce vefat etmişti. Annesi Şırnak'ta bir huzurevinde alzhemier tedavisi görüyordu.

Parmağımdaki yüzükle oynamayı bırakıp elimi Kadir'in omzuna koydum. Sertçe sıkıp omzunu sarsarken, "hayırdır Kadir?" dedim. " Sen de mi karartın enseyi?"

Başını önünden kaldırıp yüzüme baktı. Bocalamıştı.

"Yok...yok komutanım, olur mu? Bununda altından kalkacağız evelallah."

Gözlerimi timin üzerinde gezdirdim. Herkes başı önünde oturmaya devam ediyordu. Kadir bile söylediği şeyden emin değildi. Şimdiye kadar böyle sessiz sakin kalıp dinlemelerine izin vermiştim ancak sanki her geçen saniye daha da tükeniyorlardı. Bu hallerinin sebebinin albayın söylemleri olduğunu biliyordum. Operasyonun en başından beri her koşulda diri tutmayı başardığımız motivasyonları kaybolmuştu. Kim olduğumuzu unutmuş görünüyorlardı. Hatırlatmak icap ederdi.

Kadir'in omzundan destek alarak ayağa kalktım.

"Turan!!"

Herkesin başı hızla önünden kalkıp beni buldu.

"Kalk ayağa!!!"

Tim ayağa dikildi.

"Karşımda tek sıra halinde dizilin!!"

"Emredersiniz komutanım!!"

Kadir time doğru ilerleyip sıranın başına geçti. Birkaç adım ileriye atıp ellerimi arkamda bağladım. Hazan da arada yapardı bunu.

" Biz kimiz?!!"

"Bordo bereliler!!"

"Neden buradayız?!!"

" Vatanımıza hizmet etmek için!!"

"Bir biz mi varız bu vatana hizmet edecek?!!"

Sessiz kaldılar.

" Neden herhangi bir tim değil de biz buradayız?! "

Birbirlerine bakıp susmaya devam ettiler.

" Çünkü biz bordo bereliyiz! Şu an içinde bulunduğumuz tüm bu zorlu şartların mislini yaşayarak eğitildik! Eğer o eğitimlerde de böyle biraz zora gelince enseyi karartmış olsaydık bugün burada olamazdık! "

"Ama o eğitimlerde komutanlarımız bize güvenirdi komutanım," dedi İzmirli. "Başaracağımızı bilirlerdi. "

"Aynen öyle komutanım," diyen Emre'ydi. "Mesele içinde bulunduğumuz şartlar değil ki. Albayın söyledikleri."

"Hiçbirimiz burada terfi etmek için, devletten aldığımız parayla rahat bir yaşam sürmek için bulunmuyoruz komutanım. Bu bir meslek değil, davamız bizim. Hepimizin hayali şehadet. Şimdi nasıl, azrail çok yakınlarda diye ölümden bir korkumuz varmış gibi yarı yoldan geri dönmemiz emrini verirler?"

Ahmet'in sözleriyle içimi çektim.

"Haksız değiller," dedim. Yüzlerinde beliren şaşkınlık ifadesiyle sözlerime devam ettim. " Mühimmat az, örgütün yönetimi altında olan bir bölgedeyiz. Pusuya düşmek, dahası esir alınmak çok da uzak bir ihtimal değil. Bizler hedefi düşünür, ona odaklanırız. Ama üstlerimiz geriye kalan şartları da düşünmek durumundadır. Esir düşersek bu sadece bizim değil, devletimizin de onurunu lekeler. Biz burada şehit düşer şehadet şerbetini içeriz. Ama devletimiz başta olmak üzere koca bir ülke yasa boğulur. Şerefsizler inlerindeki televizyonlarından gülerek izlerler şehit oluşumuzu. Bu dağ başında bir biz varız ama geride temsil ettiğimiz bir devlet de var. Albay bize güvenmiyor değil, sadece bizim düşündüklerimizden fazlasını düşünüyor. Ve en mantıklı olan, en az zaiyata sebep olacak yolu seçmeye çalışıyor. Bizim üstlerimizi sorgulamak ya da onlara öfke duymak gibi bir hakkımız yok. Durumu kişiselleştirmeyin."

"Ne yani komutanım, geri mi döneceğiz?"

Başımı salladım.

"Evet, geri döneceğiz. "

Birkaç saniye sessiz kaldım. Böyle bir şey söylememi beklemiyorlardı. Bir süredir düşünüyordum ve bir karara varmıştım. Vardığım bu karar az önce kurduğum cümlelerle çelişiyor da olsa bu kararı time bildirecektim.

Onlara doğru bir iki adım daha ilerleyip durdum.

"Operasyon bir sonuca vardığında illaki geri döneceğiz. Burada kalacak halimiz yok."

Bir müddet söylediğim şeyi idrak etmeye çalışıp yarı yoldan dönmeyeceğimizi anladıklarında rahatladılar. Yüzlerindeki gülümsemeyi ve gözlerindeki ışıltıyı gördüm.

" Şimdiye kadar sıradan bir asker gibi savaştık. Şimdiden sonra bir bordo bereli gibi savaşacağız. Silahlarımızı değil, zekamızı kullanarak. "

"Bir planınız mı var komutanım?"

"Var Kadir. Kendinize geldiyseniz sizinle de paylaşacağım. Tamam mıyız tim?"

Hazır ola geçip karşımda çakı gibi dururken hep bir ağızdan, "emredersiniz komutanım," dediler. Gür sesleri bozkırın ortasında yankılandı.

"Rahat!!"

Time arkamı dönüp taktik çantadan bölgenin haritasını aldım. Yere oturup haritayı kuru otların üzerine serdim. Tim yanıma gelip otururken planı anlatmaya koyuldum.

********

Abdülaziz dağından 15 kilometre batıya, asıl hedefe doğru yürümüştük. Güneş tepemizde iyice yükselmişti. Elimdeki dedektörle ilerlediğimiz yolda mayın olup olmadığını kontrol ederken alnımda birikip şakaklarımdan süzülen ter damlalarını hissedebiliyordum. Sıcaktan boğazım kurumuş, susuzluktan dudaklarım çatlamıştı.

Yavaş yavaş arazi bozkır ikliminden çıkıp dağlık bir alana dönüşürken hedefe beş kilometre kalmıştı. Elimi havaya kaldırıp timi durdurdum.

"Noldu komutanım?"

"Hedefe son beş kilometre. Ayrılıyoruz," dedim. "Kadir emir - komuta sende. Keskin nişancılar seninle kalacak. İçeride işimize yaramazlar. İzmirli ve Yusuf da seninle. Ahmet, Emir, Dilek ve Emre benimle. Anlaşıldı mı?!"

"Emredersiniz komutanım!!"

"Komutanım."

"Söyle Kadir. "

"İçeriye ben girsem, siz dışarıda kalsanız daha uygun olmaz mı?"

"Kadir abi haklı komutanım. Bu dağlarda sizi tanımayan yoktur. İçeride deşifre olursanız..."

"Olursam b planına geçeceksiniz Yusuf. Şimdilik a planına sadık kalıyoruz. "

"Emredersiniz komutanım."

Dedektörü Kadir'e verdim. Birkaç adım gerileyip sırtımdaki taktik çantayı çıkardım. Timin benimle gelecek olan kısmı da çantalarını sırtlarından indirirken çantanın içinden, en son yerle bir ettiğimiz yapılanmada ölen şerefsizlerden bazılarının üzerinden çıkardığım kıyafetleri çıkarıp yere koydum. Yanlarından aldığım silahları da kıyafetlerin üzerine attım.

"Üstümüzü değişiyoruz. Çantaları size vereceğiz Kadir. Biraz bekleyin."

Herkes kendine uygun olan kıyafeti alıp bir kaya ya da ağacın ardına geçti. Üstümü değiştirirken parmağımdaki yüzük ve boynumdaki künyeyle madalyonu da çıkardım. Sırtımı arkamdaki ağacın geniş gövdesine yaslayıp yüzüğü öptüm. Hazan'a bunu asla parmağımdan çıkarmayacağımı söylemiştim. Ama şu an mecburdum. Yapılanmanın içine sızacaktık ve eğer olur da deşifre olursam üzerimde Hazan'a ait tek bir şey bulunsun istemiyordum. Özellikle de bu madalyon o şerefsizlerden birinin eline geçer de siktiğim gözleri karıma değerse Kadir'in b planına geçmesini beklemeden ortalığın amına koyardım.

İçime titrek bir nefes çekip iki aydır açmadığım madalyonun kapağını açtım. Bu Hazan'ı son görüşüm olabilirdi. Başparmağımı resminin üzerinde gezdirdim. Dudaklarındaki gülüşü, kısılan gözlerini sevdim. Minik burnunun ucuna dokundum, yanağını okşadım. Madalyonu dudaklarıma götürüp saçlarını öptüm. Küçücük kulağına doğru gözümden süzülen bir damla yaşla," çok seviyorum seni," diye fısıldadım. "Affet beni...yanında olamadığım, bir ihtimal belki geri dönemediğim için affet. "

Madalyonu kapatıp yanağıma doğru süzülen yaşı sildim. Burnumu çekip üniformamı alarak ağacın arkasından çıktım. Timin yanına gelip diğerleriyle birlikte üniformamı ve elimdekileri çantanın içine koydum. Teröristlerden günlerdir planladığım bu strateji için aldığım silahlardan birini alıp çantayla karargaha ait olan silahımı Kadir'e verdim. Diğerleri de üniforma ve silahlarını Kadir'in komutası altında olanlara verdikten sonra ayrıldık. Biz dağlık alandan ilerlerken Kadir'ler harita üzerinde belirlediğimiz, şerefsizlerin olma ihtimalinin en düşük olduğu güzergahtan devam etti. Yaklaşık bir saat sonra Haseke şehir merkezine 10 kilometre uzaklıkta, iki dağın arasına konuşlanmış dört katlı binanın avlusuna yerleştirilmiş olan büyük, beyaz çadırlar ve konteyner evlerden oluşan yapılanma görüş açımıza girmişti.

Yapılanmanın girişindeki alçak, sürgülü demir kapının önündeki şerefsizler bizi henüz görmemişken timi durdurdum. Tehlikenin tam göbeğindeydik. Eğer onlardan biri olduğumuza inanmazlarsa kendi ellerimizle infaz emrimizi imzalamış olur, devletimizin onuruna leke sürerdik.

"Tim hakkınızı helâl edin."

Kulağımın içindeki kulaklıktan önce Kadir'in sonra da diğerlerinin sesini duydum.

"Helal olsun komutanım. Siz de hakkınızı helâl edin."

"Helâl olsun. Yerlerinizi aldınız mı?"

"Aldık komutanım. Hedefin karşısındaki dağın tepesindeyiz. "

"Tamam. Harekete geçiyoruz."

Yapılanmayla aramızdaki dörtyüz metrelik mesafeyi kapatmaya başladığımızda şerefsizler bizi fark edip ellerindeki tüfekleri üzerimize doğrulttu.

"Tu ki ye?!!"

Ellerimi havaya kaldırıp kim olduğumuzu soran ite," agir neke!!" diyerek ateş etmemelerini söyledim.

" Biwest e!!"

İkazını umursamadan temkinli adımlarla yürümeye devam ettik.

" Em ji we ne!!"

"Biwest e!!!"

" Agir neke!! Em birîndar in!! Leşkerên Tirk li dû me ne!!"

Tekrar ateş etmemelerini ve yaralı olduğumuzu söyledikten sonra Türk askerlerinin peşimizde olduğunu söyleyişim dikkatlerini çekmişti. Birbirlerine bakıp yeniden bize döndüler.

"Li bendê bimîne!"

"Temam!!"

Beklememizi söyleyen ibne dört katlı binaya girdi. Diğer it elindeki tüfeği indirmeden öylece dururken biz de olduğumuz yerde adımlarımızı durdurduk. Binanın avlusunda bir grup şerefsiz bir aracın kasasından silah indiriyordu. Yapılanmanın her tarafı eli silahlı teröristlerle doluydu. Hepsinin gözleri de bizim üzerimizdeyken sadece avluda bile nereden baksan yirmi otuz kadar kancık sürüsü vardı. Binanın çatısındaki sniperlardan bahsetmiyordum bile. Bizi bekledikleri belliydi. Eğer buraya doğrudan taaruza geçerek gelmiş olsaydık elimizdeki mühimmatla bir saat bile zor dayanırdık.

"Komutanım Gazap," diyen Ahmet'le gözlerimi çatıdaki sniperlardan çekip binanın girişine baktım. Az önce içeriye giren it yanındaki Gazap şerefsiziyle binadan çıkmıştı.

"Zihar indir silahı!"

Üzerimize doğrultuğu tüfeği indiren ibne geri çekildi. Gazap kapıya gelip gözlerini üzerimizde gezdirdi.

"Kimsiniz?"

Kürtçe mi devam etmeliydim yoksa türkçe olarak mı karşılık vermeliydim bilemezken çatpat bir türkçeyle," biz Reco'nun adamları," dedim. "Türk askerleri mağarayı bastı. İki haftadır çatışmada. Dün gece çatışma son buldu. Biz de..."

"Kaçtınız?"

"Yok...kaçmak yok. Ma tiştekî wiha dibe?! Reco ji me re şand!"

Kulak içi kulaklıktan Yusuf'un, "oyuncu musun be mübarek, şu aksana bak," diyen sesini duydum. Kürt soylu olduğumu biliyorlardı. Bahsettiği şey sanırım çatpat konuştuğum türkçeden, sanki Gazap'ın kaçtığımızı söyleşine sinirlenmişim gibi kürtçeye geçmemdi.

Gazap yüzündeki sikik gülüşüyle ellerini havaya kaldırıp," sakin ol," dedi. "Kızacak ne var? Demek sizi Reco gönderdi? O nerededir?"

"Öldü."

Yüzündeki sırtışı silmeden başını sallayıp ellerini arkasında bağladı. Koca göbeği öne doğru çıkıp kendini belli ederken," demek öldü?" dedi. "Allah taksiratını affetsin. Ölüm bizim için, öyle değil?"

"Öyle."

"Şeytan diyor; mermiyi alnının ortasından çak onikiye," diyen Helin'le aynı şeyi düşünüyordum. Ama o bize sağ lâzımdı.

Ellerini arkasından çözüp," açın kapıyı," dedi. "İçeriye gelsinler."

"Komutanım biraz kolay olmadı mı? En azından Reco'nun ölü haliyle sizi buraya nasıl gönderdiğini sormaları gerekmez mi?"

Evet, biraz kolay olmuştu. Herifin bakışları da bir tuhaftı. Fatih Aydın'ın kardeşi olduğunu biliyordum. Belki o da benim kardeşinin düşmanı olduğumu biliyordu. Uzaklardan kulaklarıma dolan araç sesiyle gözlerimi Gazap'ın gözlerinden çekip kapıya doğru ilerledim. Büyük ihtimalle deşifre olmuştuk. Ama yine de üzerimize ateş açmak yerine bizi içeriye sokmayı göze almaları, en azından geriye deşifre olmadığımıza dair %20'lik bir pay bırakıyordu. Her ne olursa olsun planın işleyişi için içeriye girmek zorundaydık. Zaten buradan geri dönemezdik.

Ahmet, Emir, Dilek ve Emre'yle kapıdan geçip avluya girdik. Kapı ardımızdan kapanırken aracın sesi git gide yaklaşıyordu. Sesin geldiği yöne döndüğümde beyaz, eski model bir kamyonetin buraya doğru geldiğini görüp önüme döndüm. Gazap elini sırtıma koyup binanın kapısına yürürken " mülteciler," dedi. "Kimyasal silahlar için deney fareleri de diyebiliriz. Yorgun musunuz? Kim bilir kaç saattir yoldasınızdır? Kızlara söyleyeyim size bir sofra kursun."

"Şerefsizler!!"

"Bu işte kesin bir bityeniği var komutanım. B planı için hazırlanıyoruz. "

Cevap verecek durumda olmadığım için sessiz kaldım. Ben emir vermeden hiçbir şey yapmayacakları için bu sessizliğim herhangi bir operasyonel hataya ehemmiyet vermeyecekti. Kamyon iyice yaklaştığında Gazap durdu. Arkasını dönüp kapıya baktı. Biz de kapıya döndük. Araç bahçeye girdi. Silâh sevkiyatının yapıldığı kamyonun yanında durdu. Havaya yayılan egzoz kokusu burnuma dolarken birkaç it aracın kasasını açtı. İçeriden gelen ağlama sesleriyle dişlerimi sıktım. Kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu, yaşlı genç, ulan bebek demeden bir kasa insanı çekiştirerek, direnenlere silahla vurup tekmeleyerek aşağı indirdiler.


"Hayde hayde!!! Kes sesini!"

"Bihele! Ji kerema xwe ve?!"

"Komutanım emredin sıkayım şu herifin kafasına!"

"Gerrik, gerrik!"

Kamyondan kucağında bebeğiyle indirilen kadının ardından, bir deri bir kemik kalmış, elleri ayakları titreyen yaşlı bir adam indirildi. Adamın ayakta duracak gücü yokken sarsak adımlarla yürüyüşüne sinirlenen ibne tarafından yere itildi. Ağlayıp yakarmaları, acıyan canıyla kıvranmaları adamı yerden kaldırmamak için kendimle büyük bir mücadelenin içine girmeme neden oldu.

O sırada baştan aşağı kara çarşaf giymiş, sadece sürmeli gözleri açıkta olan bir kız araçtan atlayıp hafifçe aksayan ayağıyla, yere düşen adamı kolundan tutup onu yere iten şerefsize bağırdı.

'Hûn çi dikin?! Hêdi bigirin! Zilame pîr! Ma tu nabînî?! "

Gözlerim, kızın yüzündeki siyah peçeden açıkta kalan kehribar rengi sürmeli gözlerinde takılı kalırken sesi kulaklarımda çınladı. Saç diplerimden parmak uçlarıma kadar titredim. Vücudum kasılıp kaskatı kesildi. Dizlerimin bağı çözülürken boş bir çuval gibi yere yığılmamak için direndim. Yanlış duymuştum. Burada olamazdı. Özlemden kafayı yiyordum ve bu da delilik alametlerinden biriydi. Belki de şizofreninin eşiğindeydim.

"Dengê xwe birîn!" diyerek kızı kolundan tutup öne doğru iten herifle o eli kırıp bir tarafına sokmamak için, o kızın Hazan olmadığına kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ama kalbim aksi gibi o olduğunu biliyor, göğüs kafesime ringe çıkmış bir dövüşçünün rakibine attığı yumruklar misali art arda acımasız darbeler indiriyordu.

Kız yere düşmeden kolunu Gazap tuttu. Kendine doğru çekip gözlerine baktı. Siktiğim gözleriyle kızı baştan aşağı süzüp gevşek gevşek gülerken eli pençesine gitti. Kız başını hızla geri çekip peçesini tutarken gözleri saniyelik bir gözlerimi buldu. Hayır lan! Hayır amınakoyayım!

Yaşlı adam yerden kaldırılıp binadan içeriye sokulurken Gazap elini aşağı indirip," adın ne senin?" dedi. Hazan bir kez daha gözlerime baktı. Sertçe soludum.

"Heza," dedi. Heza, aşk, demekti. Gözlerimi sıkıca yummak üzereyken yutkundum. Ah Heza'm, ah!

"Heza," diyerek tekrarladı it herif. Biraz daha karımın kolunu tutmaya devam ederse burada böylece duramayacağımı bilen yanımla yumruklarımı sıktım. Gözlerimi Hazan'dan alamıyordum. İçim karıma doğru çekilirken güzelliği, o gözleri yüreğimi eritiyordu. Niye buradaydı? Yakalanmış gibi değildi. Bilerek mi gelmişti? Neden, Allah kahretsin lan neden?!

Gazap bana döndü.

"Heza," dedi. "Güzel parça." Dilini ağzının içinde gezdirdi. "İstersen yemekte sana eşlik etsin."

Dilimin ucunu ısırıp time döndüm. İtin yanında kurt olduğunu belli etmek olmazdı. Mecbur onlar gibi havlayacaktık artık. Dahası Hazan'ı burada başıboş bırakamazdım. Burada oluşundan da anlaşılacağı üzere başını belaya sokmaya, beni delirtmeye oldukça eğilimliydi.

"Tu çi dibêjî?"

Emir," mimkûn e," dedi. O da benim gibi Hazan'ı tanımış görünüyordu. Temennim yüzündeki peçenin açılmaması, timin Hazan'ın sesini bir yerlerden tanımaması yönündeydi.

Gazap Hazan'ı bana doğru sertçe itti. Minik elleriyle göğsüme tutunduğunda kollarını tuttum. Bütün bedenim elektirik akımına kapılmış gibi titretken içimde volkanlar patlıyor, akan sıcak lavlar midemi cayır cayır yakıyordu. Burnuma dolan kokusu narkoz yemişim gibi tüm algılarımı kapatırken işlerin Hazan'ın burada oluşuyla iyiden iyiye sikik bir hâl alacağının farkındaydım.

Göğsüme zar zor gelen boyuyla başını yerden kaldırıp gözlerime baktı. Beni gördüğüne şaşırmış gibi durmuyordu. Benim için mi gelmişti? Aslı için gelmiş olması daha olasıydı. Ulan peki nasıl sınırı geçmişti? O kamyonda mültecilerin arasında ne işi vardı? Onu buraya VASÖ mü yollamıştı? Tek başına mıydı? Timin onu görme ihtimalini ne yapacaktık? Bu bok çukurunda Hazan'ın başına bir şey gelmesine nasıl engel olacaktım? Kafayı yiyecektim anasını satayım!

"Çok mu beğendin Çawreş?"

Pis gülüşünün hakim olduğu yüzüne baktım.

"Hez kirin," diyerek beğendiğimi söyledim. Mülteciler feryat figan yanımızdan geçirilip binaya sokulurken Hazan'ı kırık olan sol koluna dikkat ederek daha sıkı tuttum. Hastaneden çıkalı henüz iki hafta olmuştu. Yanan sağ ayağı tam iyileşmemiş olmalı ki aksıyordu. Kırık olan kolunu koruyacak hiçbir şey yoktu üzerinde. Vücudu ellerimin arasında titriyordu. Bu hâli iyice canımı sıkarken günlerdir üstünde düşünüp, ince eleyip sık dokunduğum plan kafamın içinde altüst olmuştu.

İt herifin sırıtışı yüzünde büyüdü.

"Hele bir içeriye geçelim. Türk askerlerini nerede gördüğünüzü bana bir deyin hele, Reco sizi buraya ne diye gönderdi bir öğrenelim. Sonra sana bir oda ayarlarız, bakarsın keyfine."

Başımı salladım. Ecdadını siktiğim kendi karımı bana peşkeş çekiyordu. Aksi olma ihtimalini düşündüm. Ya ben burada olmasaydım ve Hazan...ulan parmağımdaki yüzüğünü, boynumdan çıkardığım madalyonun içindeki resmini bile kıskanırken şu hâle bak lan! Ne halt yiyecektim ben şimdi?

"Komutanım dikkat edin."

Edecektim. Etmek zorundaydım çünkü şu an ellerimin arasında canımdan öte bir can vardı. Gazap'ın yönlendirmesiyle binadan içeriye girerken Hazan'ı tek kolundan tuttum. Binanın iç cephesi de dış cephesi gibi yıkık döküktü. Kolonlar yıpranmış, kireçle boyanan duvarların sıvası dökülmüştü. Balık pazarındaymışız gibi kötü ve keskin bir koku havayı kalın bir tabaka gibi kaplamıştı. Midem ağzıma gelirken Hazan'ı iyice kendime çektim. Mülteciler yanımızdan geçirilip, tahminimce binanın altına gömülü bodrum katına inen merdivenlere doğru çığlık çığlığa sürüklenirken yan yana dizilmiş olan siyah kapılardan birinden içeriye girdik. Odanın ortasında üzerinde eski model bir bilgisayar ve haritalar serili bir masa bulunuyordu. Masanın arkasındaki duvarda bir Kürdistan bayrağı asılıydı. Binanın arka cephesinde kalan dağın gövdesine bakan pencerelerin önünde eski püskü tozlanmış minderler, zeminde ise aynı pislikten nasibini almış bir halı, köşede sönmek üzere olan bir soba vardı. Kötü koku burada da varlığını sürdürürken havada tozlar uçuşuyordu. Duvarlarda hafif bir rutubet vardı. Hazan'ın burada astım atağı geçirmesinden korkuyordum. İnşallah ilacı yanındadır.

"Geçin, oturun."

Minderlerden birine oturup elimdeki tüfeği yere bırakırken Hazan'ı da hemen yamacıma oturttum. Tim de yanımıza otururken Gazap masanın üzerindeki telsizi eline aldı. Dilşah dediği bir kızdan odasına sofra kurulmasını istedi. Hazan bana yavaşça sokulup aramızda olmayan mesafeyi kapatırken göz göze geldik. Gözlerini Gazap'a çevirip yeniden bana baktığında uzun kıvrımlı kirpiklerinin çevrelediği kocaman, sürmeli ateş parçası gözleri kısılıp parladı. Peçesinin altından yüzünü göremesem de gülümsediğini anlayabiliyordum. Gözleri içimi titretip yüreğimi tekletse de ona sert bir ifadeyle bakmaya devam ettim. Onu görmek, bana böyle yakın olması, kokusunu içime çekebilmek istediğim tek şeydi ama burada, bu hâlde değil. Bana böyle gülümsediğine göre korkmuyordu. Korksa bugün burada olmazdı. Ama ben it gibi korkuyordum. Bu pisliğin Hazan'ı yutmasından, onu koruyamamaktan, duygularımın mantığımın önüne geçip bana hatalar yaptırmasından köpek gibi korkuyordum.

Gözlerindeki parıltılar yok oldu. Başını önüne eğip öylece dururken Gazap bize doğru gelip minderlerden birine çöktü. Gözleri Hazan'la benim üzerimde gezinirken biraz öne gelip Hazan'ı görmesine engel olmaya çalıştım.

"Çawreş istersen kızı odaya çıkartsınlar, yemeğini yiyince yanına gidersin. "

Oruç tutuyorduk, tutmasak bile bu şerefsizlerin elinin değdiği tek bir lokmayı, bir damla suyu bile ağzımıza sürmezdik. Canım pahasına da olsa Hazan'ı yanımdan ayırmamak için her şeyi yapacaktım. Odaya çıkma meselesine de karşı durmuyordum çünkü Hazan'la baş başa kalıp konuşmamız gerekiyordu. Burada oluşu yenilir yutulur şey değildi. Bana hesap vermek zorundaydı. Ama Allah nasip eder de sağ salim eve dönebilirsek asıl hesabı bana o zaman verecekti.

"Gerek yok."

Tim bana onlara göre öylesine biri olan bu kızı neden yanımda tuttuğuma dair sorgulayıcı gözlerle bakarken kulaklıktan Yusuf'un sesi duyuldu.

"Komutanım bırakın kızı. Size ayak bağı olacak."

Gazap gözlerimin içine bakıp imalı imalı güldü.

"Demek kızı gözünün önünden ayıramayacak kadar beğendin?"

"Beğendim. "

Göğsüne kadar inen kırlaşmaya yüz tutmuş sakallarını sıvazlayıp, "güzel," dedi. "Reco'nun canına kıymet verip kapıma yolladığı adamları memun etmek boynumun borcudur. Hele de bakalım Reco sizi neden buraya gönderdi?"

Bakışlarındaki sinsi ifadeyi fark etmemek mümkün değildi. Beni tanıyor gibi görünüyordu. Buraya bunu göze alarak gelmiştim. Hazan olmasa hâlâ göze almaya devam edebilirdim. Planın temelinde Gazap'la baş başa kaldığımız ilk an Gazap'ı etkisiz hâle getirmek vardı. Önce şahı ortadan kaldırıp sonrasında kaleleri, atları, vezirleri, filleri ve piyonları yok edecektik. Aksi olma ihtimaline karşın da elbette ki bir plânımıız mevcuttu. Gazap bize gerçekten güvenirse yapılanma içinde teftişe çıkıp örgüt hakkında daha fazla bilgiye ulaşabilirdik. Gazap bize güvenmemişti. Bu ilk planı uygulamamızı gerektirirdi, fakat ne ilk ne de ikinci planın handikapları arasında Hazan'ın beklenmeyen varlığı yoktu. Hazan'ı emniyete alabileceğim üçüncü bir plana ihtiyacım vardı, ama elimizde halihazırda iki tane plan varken neden üçüncü bir plan kurduğumuzu time açıklayamazdım. Şimdilik Gazap bize güvenmiş gibi davranmak en oluruydu.

Cevap vermek için hazırlanırken masanın üzerindeki telefon çaldı. Gazap ayağa kalkıp masanın arkasına geçti. Telefonu alıp odadan çıktığında Ahmet ve timin geri kalanı bana döndü. Ahmet konuşmaya yeltenirken Hazan üzerimden ileriye doğru atılıp eliyle Ahmet'in ağzını kapattı. Başını olumsuzca sallarken konuşmamasını istiyordu.

Saçlarını örten çarşaftan burnuma dolan kokusu bir yana o küçücük elinin Ahmet'in...ağzının üzerinde olması sinirlerimi gererken belinden tutup yanıma geri oturttum. Gözleri gözlerimi buldu. Kaşlarımı çatıp, ne oluyor, anlamında göz kırptım. İşaret parmağını peçesinin üzerinden dudaklarına götürüp, sus, işareti yaptı. Dudak okuma eğitimi olduğu konusunda emin olduğumdan dudaklarımı kımıldatarak, "böcek mi var?" diye sordum. Başını salladı. Nasıl anladığını sorgularken eğer Hazan burada olmasaydı şimdiye kadar deşifre olmamışsak bile şu an olacağımız kesindi. Yine de deşifre olmayı Hazan'ın burada olmasına tercih edeceğimi biliyordum. Timin ondan şüphelendiğini, kim olduğunu anlamaya çalıştığını ve benim bu kara çarşaflara sarılmış, gözlerine sürme çekmiş kızın, ki gözleri daha bir belirgin ve iri görünürken bakmaya doyamıyordum, kim olduğunu bilip bilmediğimi anlamaya çalıştığının bilincindeydim. Evli bir adamken neden bu kızı bu kadar sahiplendiğim de onlar için ayrı bir meseleydi.

Kucağına koyduğu minik ellerini, kolunu, ayaklarını, o güzel gözlerini, her bir zerresini öpüp koklamak için deli olurken time döndüm. Dudaklarımı hareketlendirerek odada böcek olduğunu ve sessiz olmalarını söyledim. Gözleri Hazan'ı buldu. Mülteci bir kızın koca odadaki böceği oturduğu yerden nasıl fark ettiğini sorguladıklarına emindim. Ben de aynı şeyi merak ediyordum fakat o kız benim karımdı, ve ben bunu biliyordum.

Gazap içeriye girdi. Ardından da birinin elinde ahşap bir yer sofrası, diğerinin elinde üzeri yemeklerle dolu beyaz bir tepsi olan iki kadın geldi. Gazap minderin üzerine oturup kadınlara bir el işareti yaparken, "çabuk olun," dedi. Kadınlardan biri sofrayı önümüze koyup köşedeki sobanın yanına gitti. Önündeki demir kovadan odun ve sobanın kapağını açmak için ucu kancalı bir demir alıp ateşe odun attı. Diğer kadın da sofranın üzerine tepsiyi bıraktığında ikisi birlikte odadan çıkıp kapıyı kapattı.

"Çawreş, Reco'nun sizi buraya neden gönderdiğini anlatıyordun, yarım kaldı. Devam et hele."

Herifin sürekli bana kürtçe, kara göz, diyip durması sinirlerimi bozarken, "biz TKÖ'nün adamları," dedim. "Buradaki adamların çoğundan daha değerli. Bizim ölmememiz gerek."

"Ne yani Çawreş Reco sizin canınızı kendi canından daha mı üstün tuttu? Kim olursan ol, eğer bir ölüysen sadece bir cesetsindir. TKÖ'de çok var sizin gibilerden. " Birkaç saniye sessiz kalıp pis pis sırıttı. "Dürüst ol, göt korkusuna kaçtınız, değil mi? "

"Hayır, kaçmak yok, dedim sana. Biz Reco'ya çok sadık. Onun sözü bizim için TKÖ'den daha üstün. Bizi diğerlerinden farklı kılan bildiğimiz sırdır."

Yüzündeki alaycı ifade yok oldu. Dikkatini çekmiştim. Belki de deşifre olmamıştık, çatışmadan kaçan köpekleri olduğumuzu sandığı içindi o sinsi ve alaycı tavırları. İyi bir oyuncu da olabilirdi. Ya da az önce odadan çıkışı, gelen telefon hepsi tamamen kolpaydı. O gidince bir şeyler konuşup böcek üzerinden kendimizi ele vereceğimizi düşünmüştü. Beklediği şey olmadığı için bize güven duyuyordu. Basit ve saçma bir ihtimaldi. Bu ihtimallerin hiçbirinden emin değildim. Temkinli olmakta fayda vardı.

"Ne sırrı?"

"Neden söyleyeyim?"

"Çünkü buraya bunu söylemek için gönderildin."

"Hayır, Reco ölmeden evvel bunu söylemek için görevlendirildim, ama Reco artık yok, görev de yok."

"Az önce Reco'yu TKÖ'den daha üstün gördüğünü söyledin, şimdi de ona ihanet mi ediyorsun?"

"Doğru, dedim. Ama benim için hem Reco hem de TKÖ'den daha önemli ve üstün bir şey var."

"Nedir?"

"Ben ve adamlarımın can güvenliği. Reco öldü. TKÖ 'de bizden çok var. Arkamızı kollamak zorunda."

"Pazarlık istiyorsun, öyle mi?"

Başımı sallarken," öyle," dedim.

"Ne istiyorsun? Sadece can güvenliği mi?"

"Bildiğim sır çok önemli. Reco'dan sonra bilen tek kişiyim. Bu sırrın peşine illaki birileri düşecek. Beni öldürmek isteyecekler. Can güvenliği önemli. Şimdilik tek istediğim adamlarım ve benim için bu yapılanmanın içinde barınacak bir yer ve güvenlik. Eğer bize yardım edersen sırrı sana söylerim. Bütün örgütü elinde kukla bir oynatırsın."

Ortada sır falan yoktu. Ama çok sıkışırsak söyleyecek bir yalanımız vardı. Sakallarını sıvazlayıp düşünceli bir ifadeyle gözlerime baktı.

"Sırrı şimdi söylemeyeceksin anlaşılan."

"Söylemeyeceğim, sana güvenebilmem lazım. "

"Tamam Çawreş, öyle olsun. Yemeğinizi yeyin hayde."

İnanıp inanmadığını anlamak güçtü. Yüzü ciddi ve düşünceli bir haldeydi. Bu gibi koalisyon örgütlerinde ortak bir amaç olsa da bir gövdenin tek başı olmak isteyen yedi yılan gibi her zaman sırlar, düşmanlıklar, haset ve kuyu kazan birileri olurdu. Reco'nun ölümünden etkilenmemiş gibi görünse de operasyon dosyasındaki bilgiler arasında Reco'yla Gazap'ın birbirlerinin arkasını kolladığı yazılıydı. Eğer Reco'nun adamları olduğumuza inanmışsa ortada bir sır olduğuna da inanmış demekti. Bundan nasıl emin olacağımızı zaman gösterecekti.

Time bakıp, "gerek yok, aç değil. Çok yorgun sadece. Yatacak bir yer olsa iyi olur," dedim.

"O kadar yol yürüyüp acıkmadınız mı?"

"Yorgunuz, belki biraz dinlenince yeriz."

Güldü. Hazan'a bakıp, "ben anladım senin derdini," dedi. "Odanız hazır. Ama idareli kullan Çawreş, güzel parça. Bize de kalsın."

Lan!!! Ulan!!! Sinirden sol gözüm seğirirken dişlerimi birbirine geçirdim. Yere bıraktığım silahı alıp oturduğum yerden ayağa fırladım. İstediğim tek şey ağzını yüzünü dağıtıp eline vermek, Hazan'a değen o gözlerini oyup yuvalarına et yiyen örümcekler doldurmak olsa da yutkunup Hazan'ı kolundan tutarak ayağa kaldırdım. Çırpınmıyordu. Şu durumda korkup çırpınması, bağırıp çağırması gerekiyordu. Bu hâli dikkat çekebilirdi. Yine de sesini kimsenin duymasını istemiyordum ve bu suskunluğu işime geliyordu.

Gazap bana kaşlarını çatarak bakarken, "bayağı acelecisin," dedi. Boğazına yapışmamak için kendimi son anda dizginledim. Böyle konuşmaya devam ederse ölümünün elimdeki silahın namlusunda saklandığından bir haberdi. Tim ayağa kalkarken sessiz kaldım. Ağzımı açarsam öfkemi kontrol edemeyeceğimi hissediyordum.

"İkinci kata çıkın. Orada kızlar size yardımcı olur."

Ahmet benim yerime konuşup,"sağol başkan," dedi. Odadan çıktık. Beton merdivenleri çıkıp ikinci kata ulaştık. Merdivenlerin başında bekleyen kadın bize üç farklı oda gösterdi. Emir'le Dilek bir odaya, Ahmet'le Emre'de bir başka odaya ikişerli olarak dağıldı. Hazan'la ben de içinde sadece, üzerinde dağınık, kirli, beyaz çarşafların bulunduğu çift kişilik bir yatak ve bir sandalye dışında hiçbir şey olmayan bir odaya girdik. Kapı arkamızdan kapandığında kulağımdaki kulaklığı devredışı bırakıp Hazan'ın gözlerine kilitlendim. İçimden birçok şey geçiyordu. Sarılmak, öpmek, bağırıp çağırmak, hesap sormak...çok öfkeliydim. Ama ona sarılmak için şu an her şeyimi feda edecek kadar da hasret doluydum. Ve şu an ona sarılmak için çok fazla bir şey feda etmeme lüzum yokken kendime bu eziyeti daha fazla çektirmemeye karar verdim. Sarılırken de kızabilirdim.

Elimdeki silahı yatağın üzerine atıp kollarımı vakit kaybetmeden beline sardım. Hazan'ı kendime çekip yüzümü çarşafın üzerinden boynuna gömdüm. Gözlerimi kapatıp kokusunu içime çektim. Boynuma sarıldı.

"Fırat..."

Sesi beynimi uyuştururken içim titredi. Olduğum yere çöküp ağlayacak raddeye gelirken kendimi aciz hissettim. Bu hayatta Hazan'ın adımı söyleyişinin bana hissettirdiklerinin yerini hiçbir şey alamazdı. Saçının tek bir telinin bile telafisi olmazdı. Ben gerçekten sadece Hazan var diye kendime tahammül edebiliyordum. Bu kız bende her şeyden önce geliyordu, kendi benliğimden bile.

"Ne işin var burada? Niye geldin?"

"Seni çok özledim. "

Derin bir nefes alıp yüz yüze gelmemizi sağladım. Gözlerine bakmak yetmezken peçesini açtım. Sabah uyanıp perdeyi açtığınızda yüzünüze vuran güneşin gözlerinizi kamaştırması misali güzelliği gözlerimi alırken dudaklarına kapanmak için can atıyordum. Fakat niyetliydim. O dudaklar haramdı bana. Kendimi ödüllendirmek için yanağını öpüp, burnumu tenine sürttüm.

"Hazan...niye geldin? Bu hâlde niye geldin? Hasretinden yeterince kafayı yemiyormuşum gibi bir de böyle mi aklımı başımdan almak istedin? Niye geldin?"

Küçük elleri yüzümü avuçlarının arasına alıp sakallarımın arasında parmaklarını gezdirirken tozuma pisliğime dokunmasından rahatsız oldum. Yakışmıyordu. Ne bu bok çukurunun içine ne de benim gibi toz toprak kokan bir adamın kolları arasına yakışmıyordu. O bir prenses, bense bir köleydim. Nasıl kaçıp gelmişti buraya? Sado, Hazan buraya gelmek için yola çıkarken neredeydi? Of ulan of!

Sakallarımın üzerinden yanağımı öptü.

"Sana geldim," dedi. Başka bir şey vardı. Aklımı bulandırmaya çalışıyordu. Kanmayacaktım.

Boynunu koklarken," yalan söyleme bana," dedim. "Delirtme beni. Hastaneden çıkalı daha iki hafta oldu. Her yerin yara bere içinde. Of Hazan...of. Derdin ne senin?"

"Sensin..."

"Hazan kızdırıyorsun beni. Derdin bensem burada değil, evde olman gerekirdi. Buraya gelirken beni umursamadığın belli. Aslı için mi geldin?"

Ellerimi sırtında gezdirip sımsıkı sararken iyice zayıfladığını fark ettim. Bu daha da öfkelenmeme neden oldu. Bir insan hiç mi kendini düşünüp umursamazdı? Madem derdi bendim en azından benim için kendine iyi bakamaz mıydı? Tahammül sınırlarımı çok zorluyordu. Büyük bir ikilemin içindeydim. Ne içimdeki hasret öfkemi hakkıyla dışa vurmama izin veriyordu, ne de öfkem içimdeki hasretin esiri olmama müsade ediyordu. Aldığım nefesten tutta, her bir hücrem özlemden titrerken eğer şu an evimizde olsaydık Hazan'ı benden bıkıp usanana kadar öpüp koklar, koynumdan çıkarmazdım. Sulu sulu olan gözlerim belki başka bir yerde ağlamamak için bu kadar direnmezdi. Uzun süre annesiz kalmış bir çocuğun kırılganlığı vardı içimde. Her an yenik düşmeye meyilliydi yüreğim. Huzursuzdum. Hazan en büyük zaafımdı. Ve ben çoktan yenildiğim bir savaşın içindeydim.

Elleri saçlarımı severken boynumu öptü.

"Otursak olur mu?" dedi. "Öyle konuşalım. "

Sesi hâlâ rüyadaymışım, hayal görüyormuşum gibi hissettirirken başımı boynundan kaldırıp yanaklarına doğru süzülen yaşlarla ışıl ışıl parlayan gözlerine baktım. Kollarını boynumdan çözüp ellerini göğsüme koyarken yükseldiği parmak uçlarından inip yere bastı. Bana göre çok kısaydı, boyuma ulaşmak için parmak uçlarında yükselmesi gerekiyordu. Elimden geldiğince aşağı eğilmiştim fakat belli ki ayağı acımıştı.

"Ayağın mı acıdı?"

Gözlerini yerde gezdirirken,"hayır," dedi. Yalan söylüyordu. Biliyordu canının yanmasının beni daha fazla kızdıracağını. Kollarımın arasından çıkıp yatağa doğru ilerlerken sertçe soluyup aramızdaki mesafenin açılmasına izin vermeden belinden ve bacaklarının altından kollarımı geçirip kucağıma aldım. O yatağa oturamazdı. Sandalyeye oturup Hazan'ı bacaklarımın üzerine yerleştirdim. Elimi yanağına koyup titreyen parmaklarımla yumuşacık tenindeki yaşları silerken alnını öptüm. Başını omzuma koydu. Yüzündeki elim yanan sağ ayağını bulurken botunun üzerinden bileğini okşadım.

"Çok mu acıyor?"

Bana iyice sokulup, "acımıyor," dedi. Yalan söylüyordu yine ama gerçeği duymaya dayanamayacağımı, acısını dindirmek için elimden hiçbir şey gelmemesi gerçeğiyle yüzleşecek kadar acizliğimi kabullenecek halde olmadığımı bildiğimden bu yalana kanmak istedim. Kolumu beline sarıp burnunun ucunu öperken yaralarını görmek istesem de şu hâlde kaldıramayacağımı bildiğimden,"niye geldin buraya?" diye sordum. "Nasıl geldin, nasıl geçtin sınırı? "

"Uzun hikaye," dedi. " Ama burada olmak zorundaydım. "

Kolları boynuma sarılı, başı omzumdayken yutkundum.

"Bu bir cevap değil, neden...Hazan neden burdasın? VASÖ mü yolladı? Tek başına mı geldin? Kafayı yiyeceğim! Senin olman gereken bir yer mi burası? Ya denk gelmeseydik, ya yanıma alamasaydım seni? Hazan..." Sesim sinirden titrerken duraksadım. Boynunda derin bir nefes alıp devam ettim. "Yaralısın, ölümden döndün haftalar önce, çok zayıflamışsın...tüm bunlar olmasa bile senin ne işin var burada? Senin garezin mi var bana? Niye yapıyorsun bunu kendine? Aklım yerinde değil Hazan, bir şey söyle?"

Sürekli dönüp dolaşıp aynı soruyu sorarken gerçekten aklım yerinde değildi. Başını omzumdan kaldırıp gözlerime baktı. Yüzümü ellerinin arasına alıp alnını burnuma dayadı.

" VASÖ'nün haberi yok burada olduğumuzdan. İşler çok karıştı. O örgütte kimseye güvenemem artık. Aslı'nın infaz emrini verdi 97. üst. Emir'le Anıl'ı operasyonun en başından beri Aslı'yı öldürmek için görevlendirmişler. Yaren Aslı'nın burada olduğunu söyledi. Ama kendisi kara listeye alındığı için gelemedi. Aslı'yı kaderine terk edemem. Burada sizden önce olmam gerekiyordu ama ajanları benimle gelmeye ikna etmem biraz uzun sürdü."

Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülürken gözlerime bakıp, "Fırat...Aslı'yı öldürmelerine izin vermeyelim, nolur?" dedi. "Emir'i uzak tut Aslı'dan. Onu sizden önce bulmama izin ver, lütfen."

Dudaklarından kopan hıçkırıkla kollarımın arasında sarsılıp kasılırken sanki biri ucu kor bir demiri göğsümde söndürmüş gibi içim acıdı. Hazan'ı göğsüme çekip sıkıca sararken gözlerimi yumdum. Hazan'ın bu hallerine dayanamıyordum artık. Ne istiyorlardı lan küçücük kızdan? Niye sürekli sırtından vurmaya çalışıyorlardı? Aslı denilen kadınla dertleri neydi? Ulan madem bir dertleri vardı böyle kaçak göçek oynamak yerine kartlarını açıp öyle ne halt yiyeceklerde yesinlerdi? Bize Aslı Kodan'ı kurtarma emrini verirken belli ki dertleri kadının ölümünü sessizce halletmekti. Bu siktiğimin örgütünde tek bir tane şerefli namuslu adam olmadığı en başından belliydi. 97. üst mü her ne haltsa yaptıkları anlaşma karşılığında Hazan'dan hisselerini alıp yanındaymış gibi görünüp gizliden gizliden diğerleriyle aynı suyu saman altından yürütmeye devam etmişti. Cihan'ın bile bu işin içinde olup olmadığını bilemezdik. Tüm bunlar benim suçumdu. Hazan'ı en başından yanıma almalıydım. Öfkeli, sikik herifin tekiydim, Hazan'a kök söktürürdüm belki ama günün sonunda onu arkasından vuracak son insan olurdum. Pamuklara sarardım onu, yorgun bir melek olmak yerine şımarık bir prenses olurdu. Ne kadar bağırıp çağırsam, kalbini kırsam da günün sonunda kulu kölesi olurdum.

Hazan tarafından değer görüp sevilmenin ne demek olduğunu, annesinin ve dedesi olacak o itin ona yaptığı her şeye rağmen hâlâ onlara bunca yıl nasıl sevgi beslediğini şimdi daha iyi anlayabiliyordum. O kadın için bu yaralı, yorgun ve güçsüz düşmüş haliyle, VASÖ'yü karşısına alıp bu pisliğin içine, gram korku duymadan gelmişti. Sevdiği insanlar söz konusu olduğunda sınırı yoktu. Başına gelebilecekleri, göreceği zararları biraz olsun umursamıyordu. Ama bu işin sonu iyi değildi. VASÖ burada olduğunu muhakkak biliyordur. Yine başına belalar açılacaktı. Belli ki bu sefer yanında olacak bir 97. üstte yoktu. Hazan'ı bu örgütten kurtarmanın bir yolunu bulmalıydım. Bu iş böyle yürümezdi. Artık öfkelenmeye bile gücümün kalmadığını fark ettim. Hep azla yetinmeyi bilen, hiçbir şeyin fazlasında gözü olmayan insanların elindekilere göz dikerdi kader. Hazan'ı alıp zamanın bile bizi bulamayacağı bir yere gitmek istiyordum. İkimizinde birbirimizden başka bir dünyası olmasın istiyordum. Bazı şeyler beni bile yoruyordu artık.

Çarşafın üzerinden saçlarını öpüp sırtını sıvazlarken gözlerimi açtım.

"Şşş ağlama, tamam. Bakacağız bir çaresine ağlama."

Boynumun altına kıvrılıp," çok yoruldum ama," dedi. "Ne istiyorlar Aslı'dan? Niye hiçbir şey yoluna girmiyor?"

Bilmiyordum, hiçbir sik bilmiyordum anasını satayım! Emin olduğum tek bir şey vardı, dertleri Aslı Kodan değil, Hazan'dı. O kadının bildiği bir şeyler vardı ve VASÖ o şey her neyse Hazan'ın bilmesini istemiyordu. Bu yüzden de kadını ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Belki de Yaren denilen kadın da bu sırdan haberdardı, kara listede olmasının sebebi de buydu. Ve ben bu sırrın Mehmet Türkoğlu'yla ilgili olduğunu düşünüyordum, çünkü Yaren Kodan o mağarada Hazan'a babasının yanan aracın içinde ölmediğini söylemişti. Nasıl öldüğünü söylemek içinse Aslı'yı kurtarmasını istemişti. Hazan'ın sesindeki ve küçücük bedenindeki yorgunluğu hissederken benim de dermanım kesiliyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum.

"Hazan...ağlama. Astımın tutacak şimdi."

Bu pisliğin, tozun içinde şimdiye kadar tutmaması mucizeydi.

"Tutsun," dedi. Sesi titriyordu. "Bir sürü insan şehit oldu, hiçbirini kurtaramadım. Kaç ailenin yüreği yandı, kaç çocuk babasız annesiz kaldı. Canlı bombayı vaktinde tespit edemedim. Her şeyi mahvettim. Ya Aslı'yı da kurtaramazsam şimdi?"

"Hazan..."

Başını göğsümden kaldırıp gözlerime baktı.

"Fırat...ölmesin...kimse ölmesin artık."

Başını tutup göğsüme çektim. Böyle ağlamaya devam ederse ben ölecektim. Canlı bomba olayı yüzünden kendini suçluyordu. Kim bilir ben yanında yokken nasıl yalnız hissetmişti? Benden başka konuşacak, böyle kollarında ağlayacak kimsesi yoktu, dahası o tüm bunları yaşarken ben de yoktum. Ne fiziksel ne de ruhsal olarak benden iyi kimse bakamazdı ona, bakamamışlardı da. Kime kızacağımı bilmiyordum. Bu suçluluk duygusunu, acizliği, bu utancı kaldıramıyordum.

Yanağını peş peşe öpüp kokusunu içime çektim.

"Tamam, ölmeyecek kimse. Ağlama, ateşin yükseliyor Hazan, yakma canımı. "

Islak dudaklarıyla boynumu öptü. Yüzünü tenime sürtüp, " çok özledim seni," dedi. " Rüyamda hep seni gördüm. Geceleri tişörtünü giyip uyudum, ceketine sarıldım, vücudumu senin şampuanınla yıkadım ama asla senin gibi kokamadım. Sen yanındaymışsın gibi olmadı. Ben çok seviyorum seni. Aslı'yı alıp evimize dönelim, olur mu?"

Tenime vuran sıcak nefesi, dudakları, ağladığı için tarazlı ve çocuksu bir tınıya sahip olan kısık sesi aklımı bulandırıyordu. Beni bu kadar sevip özlemesi bir yandan gururumu okşarken bir yandan da Hazan'a verdiğim acı için kendimden nefret ediyordum. Boynunu öpüp,"döneceğiz," dedim. "Ağlama yeter ki, tamam?"

Burnunu çekip yanağımı öptü.

"Tamam, ağlamayacağım."

"Afferin sana."

Kaybedecek fazla vakit yoktu. Bir an önce harekete geçmemiz lâzımdı. Boynundan ayrılıp gözlerine baktım.

"Ahmet'le konuşmam lazım, sessiz ol, tamam?"

Başını salladı. Kulak içi kulaklığı açıp,"Ahmet," dedim.

"Emredin komutanım. "

"En kısa zamanda harekete geçmemiz gerekiyor. Binada kaç kişi var öğrenmemiz lazım. Etrafı teftişe çık. Dikkatli ol."

"Tamam komutanım. "

"Komutanım?"

"Söyle Yusuf."

"Kızla ne yaptınız komutanım?"

Sesindeki tınıdan güldüğünü anlayabiliyordum.

"Yengemiz duymasın komutanım," diyen Emre'ydi.

"Tim kaynama."

"Emredersiniz komutanım!"

Kulaklığı tekrar kapatıp gözlerini bir an olsun yüzümden ayırmayan Hazan'a döndüm. Göğsümdeki sol elini tutup avucunda iyileşmeye yüz tutmuş kesiğe bakıp öptüm. Tüm bu mezbelenin içinde bile avucu gül bahçesi gibi kokuyordu. Boynuma sarılı olan diğer kolundan destek alıp kucağımda yükseldi. Şakağımı öpüp eski yerini alırken beni böyle öpmesinden rahatsızdım. Her yerim toz toprak, kir içindeydi. Terim üzerimde kurumuştu. Üstümde şerefsizin birinin kıyafetleri vardı. İki aydır temizlik namına yapabildiğimiz tek şey fırsat buldukça diş fırçalamak ve tırnak kesmekti. Şu an temiz değildim, kötü kokuyor olmalıydım ve Hazan'a bir virüs ya da mikrop bulaştırabilirdim. Zaten iyice zayıf düşmüştü. Bağışıklığının iyi durumda olmadığını solgun yüzünden ve kollarımın arasındaki bitkin bedeninden anlayabiliyordum.

Sıkıntıyla içimi çekip elini göğsüme bıraktım. Hazan yanağımı öpmek için yeltenirken başımı geri çektim. Kucağımdaydı. Kollarımın arasından çıkmasına izin verecek kadar cesur değildim. Hâl böyleyken beni öpmesine izin vermemek, ki az önce defalarca kez vermiştim, ne işe yarardı bilmiyordum ama o gül kurusu narin dudaklar bana şimdiden sonra değmemeliydi.

Beni öpmesine izin vermemek derin bir suçluluk duygusunun vücudumu sarmasına neden oldu. Pişman olmak bana bu yaptığımın aksini yaptırmayacak olsa da pişmandım. Dudaklarının değmesine izin vermediğim tenim karıncalanırken sakallarım yüzüme bir iğne gibi batıyordu. Yüzümde, muhtemelen kırgın bir ifadeyle gezinen gözleri beni sıcak sıcak terletirken timin geri kalanının tepesinde olduğunu bildiğim kurak dağa bakan pencereden gözlerimi ayırmadım. Göğsümdeki eli yanağımı bulup parmakları sakallarımın arasında dolanırken yutkundum.

"Fırat," dedi. "Fırat'ım noldu?"

Naif, sakin ve tatlı sesi kulaklarımdan ruhuma taze bir bahar yeli gibi vurdu. Her şeyi, ama özellikle de sesi beni benden ediyordu. Kendime olan öfkem yüzünden ona yavrum, bebeğim, kurban olduğum, canımın içi, Hazan'ım, karım bile diyemezken, onca gün hasretiyle yanıp içimde onun için doğru kişi olup olmadığımın mukayesesini yaparken Hazan'a duyduğum sevginin bencil yanıyla yüzleşiyor, ondan ayrılamayacağımı biliyordum. Şu saatten sonra Hazan da benden ayrılmazdı. Bu iki aylık ayrılık korktuğumun aksine Hazan'ı bana daha fazla bağlamıştı.

Bir süre sessiz kaldığımda göğsüme sokulup içime girmek ister gibi kendini bana bastırırken canını yakmadan sıkı sıkı sarıldım ona. Dudaklarımı alnına dayayıp öylece durdum.

"Fırat noldu?"

"Bir şey yok."

"Seni öpmeme izin vermedin, nasıl bir şey yok?"

"Sağlığın için."

"Ne?"

"Toz toprak içindeyim Hazan. Ne olur ne olmaz. "

Göğsümden ayrılıp çatılan kaşlarıyla gözlerime baktı.

"Saçmalama, kocamsın sen benim. Ben tozuna toprağına kurban olurum senin."

Cümlesini bitirir bitirmez yanağımı peş peşe öpüp tenimi kokladı. Boynuma sıkıca sarılırken boynunu öptüm. Hazan'ın tozumu toprağımı yadırgamayacağını biliyordum, mesele sağlığıydı. Ama onu burada kendimden uzak tutamayacağımın da bilincindeydim. En kısa sürede buradan kurtulmaya bakacaktık artık.

"Asıl ben sana kurban olurum. "

*********

Yatağın üzerine oturmuş elimdeki yarı otomatik tüfeğin şarjöründeki mermileri kontrol ederken gözlerim sandalyede oturan Hazan'ın üzerindeydi.

"Odada böcek olduğunu nasıl anladın?"

"Üzerimde alıcı var."

Gözlerine bakarken sessiz kaldım. VASÖ'nün tasarladığı aletlerden biri olmalıydı, bahsettiği alıcının bizim kullandığımız alıcılar gibi basit ve manuel bir sistemle çalışmadığını anlayabiliyordum.

Şarjörü tüfeğe geri takarken, "kamyona binerken üzerini aramadılar mı?" dedim.

"Aramadılar, çünkü kamyondakiler bizden."

Kaşlarım çatıldı. Tüfeğin dipçiğini yere dayayıp namlusunu tutarken,"hepsi mi?" diye sordum.

Başını salladı.

"Aslında o kamyonun kasasında biz değil başkaları olacaktı. Ama biz kamyonun önünü kesip örgütün adamlarını öldürdük. Mültecileri güvenli bir yere yerleştirip buraya geldik. "

"Mültecileri taşıyan kamyonu hasbelkader bulmadınız herhalde?"

"Yaren yardım etti. O nereden biliyordu bilmiyorum. "

"Kaç kişisiniz, sadece kamyondakiler mi?"

"Hayır, örgütün içine sızanlar da var," duraksadı. Gözlerini gözlerimden kaçırıp elleriyle oynarken yutkundu.

"Noldu?"

"Şey..."

"Ney?"

Şu utangaç ve çekingen hallerini bile özlemiştim lan.

"Ya - Yağız da burada."

Alt dudağını ısırıp vereceğim tepkiyi ölçmeye çalışırken o herifin adını ağzına alması bir yana onu bu plana dahil edecek kadar ona güvenmesi canımı sıkmıştı. Yine de ters bir tepki vermemeye karar verdim. Mesele iş meselesiydi. Hazan'ın gözü benden başkasını görmezdi. Onun için bu dünyadaki tek erkek bendim. Kocasıydım onun. Bunca zaman ben hayatına girene kadar bir...başkası olacak olsa...olurdu zaten. Bir yerden sonra ben olmasına izin vermemiştim ama Hazan istese yine olurdu.

"Çekik'te burada mı?"

"Hayır, yok."

Şaşırmıştım. Genelde VASÖ'den habersiz iş çevirirken birlikte hareket ederlerdi. Aralarında yaşanan son olaydan sonra Hazan'ın ona güven duyma konusunda tereddüt ettiğini düşündüm. Çekik Hazan'ı Ali üzerinden örgütle iş tutmakla itham etmişti. Hemen sonra vazgeçtim bu düşünceden. VASÖ'ye ait olan otelde yapılan oylamada, üstlerle ilgili önemli belgelerin bulunduğu dosyayı Çekik'e emanet ederken hiç de ona güvenmek konusunda tereddütleri varmış gibi durmuyordu. Hazan herhangi birine kin veya nefret besleyebilecek biri değildi. Dedesine, hatta Ali'ye bile sadece öfke duyuyordu. Doğasında her şeye merhamet duymak, özür dileyen herkesi affetmek vardı. Ben neysem o tam aksiydi işte. Ve belki de tam da bu yüzden onu bu kadar çok seviyordum, yaşadığı onca şeye rağmen tertemiz ve masum kalabildiği için. Ben kalamamıştım.

"Silahın var mı yanında?"

Ahmet binayı teftiş etmişti. Şerefsizlerin sayısı yüze yakındı. Yavaş yavaş sessizce temizleyerek ilerleyecektik. Etrafta güvenlik kameraları vardı. Kameraların bağlı olduğu bilgisayar Gazap'ın odasındaydı. Ne kadar güvenebilirdik bilmiyordum ama Gazap'ı etkisiz hâle getirme görevi Dilek'teydi. Kadın olduğu için daha kolay dikkatini dağıtabileceğini söyleyerek bu işe kendisi gönüllü olmuştu. Odadan çıkmam gerekiyordu. Hazan'ı burada tek başına bırakmak zorundaydım. Birilerinin gelme ihtimaline karşın kendini korumak için yanında bir şey olmalıydı.

"Var."

"Göster. "

Bıçak falansa olmazdı. Silah olması lazımdı. Eğer yoksa tüfeği yanında bırakacaktım. Ayağa kalkıp üzerindeki çarşafın eteğini yukarıya sıyırdı. İncecik bacaklarını saran siyah pantolonuna takılı aparattaki tabancayı gösterdi.

"Tamam mı?" dedi hafif bıkkın bir sesle.

Oturduğum yerden kalkıp, "tamam, " dedim. "Ben geri gelene kadar bu odadan çıkmıyorsun."

Eteğini bırakıp, "Fırat..." dediğinde sözünü kestim.

"Hazan ne diyorsam o. Ben gelene kadar buradasın."

"Ama Aslı?"

"Bakacağım bir çaresine. Seni riske atamam, tamam?"

Gözlerimden kaçırıp durduğu gözleri hiç güven vermiyordu.

"Hazan!"

Aramızdaki mesafeyi kapatıp kollarını belime sararak göğsüme sokulurken," tamam," dedi. "Ama söz verdin bana, Aslı'ya bir şey olmasına izin vermeyeceksin."

Sarılıp alnını öptüm.

"Vermeyeceğim, ne ona ne de sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim. Söz. "

"Bordo sözü mü?"

"Bordo sözü."

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

  
  

    

  

Bölüm : 26.03.2025 15:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...