&&&
Gün akşama dönmüştü. Karla kaplı dağlık arazide, küçük bir yapılanmanın bulunduğu mağaranın etrafında konuşlanmıştık. Düşman unsurlarla sıcak temas halindeydik. Karşılıklı sıkılan mermiler ve atılan bombalarla içinde bulunduğumuz çatışma yaklaşık bir saattir sürüyordu.
Habur sınır kapısından Zaho'ya geçiş yaptıktan sonrası cehennem hattıydı. Şerefsizler sanki bizi bekliyormuşcasına üzerimize ateş açmıştı. Bazen saatler bazen de günler süren çatışmaların ardından Duhok'a geçiş yapmıştık. Tim komutanı olarak insiyatif almış, albay ve tugay komutanının kağıt üstünde yaptığı plana sadık kalmayarak, timi Habur'dan Duhok'a geçirmek yerine önce Zaho'ya geçirmiştim. Niyetim Suriye sınırındaki şerefsizleri üzerimize çekmekti. Böylelikle sınırdaki mehmetçiğin üzerindeki yükü azaltmış olacaktık. Ancak yaptığımız operasyonun gizliliğinin korunmamış olması, ki bu önceden bir ihtimalken geçen bir aylık süre içerisinde benim için kesinlik kazanmıştı, hedefe ulaşmayı benim ve timim için, önem sırasında ikinci kademeye düşürmüştü. Çünkü içinde bulunduğumuz vaziyet hedefe ulaşmaktan ziyade hayatta kalmayı gerektiriyordu. Pusuya düşmeden ve esir alınmadan...
Şimdiye kadar hayatta kalkmak üzerine yürüttüğümüz bu stratejide başarılı olmuştuk. Duhok'tan Fırat nehrini aşarak Tel Afer'e oradan da Rebia sınır kapısını geçip Ya - Arabiya'ya varmıştık. Ve şu anda da bu bölgenin kuzeydoğusunda bir yerlerde ismi cismi bilinmeyen dağlık bir arazideydik.
Asıl hedefimizin bulunduğu nokta genel hatlarıyla Cezire Kantonuydu. Bu kantonun merkezi olan Haseke'ye giriş yapmak için petrol bakımından hatrı sayılır kaynakları olan Kamışlı'ya varmamız gerekiyordu. Operasyonun en kritik noktası da tam da burasıydı. Bölge kendilerine Demokratik Birlik Partisi adını veren, PKK'nın bir uzantısı olan PYD'li şerefsizlerin yönetiminde ve askerî kolu olan YPG'nin gözetimindeydi. Kamışlı ilçesi de sözde demokrasi yanlısı olan, bölge güvenliğini sağladığını iddia eden ve PKK'yla olan bağlantılarını inkâr eden bu örgütün merkeziydi.
Haseke, bir il olmaktan ziyade ülke içinde bir ülkeydi. Örgüt bu bölgeye devletin müdahil olmasına izin vermiyordu. Zaman zaman IŞİD'le girdikleri çatışmalarda halk teröristlerle birebir mücadele ediyor, hapishanelerdeki örgüt faşizanları kaçırılıyor, YPG bünyesinde çocuk askerler çalıştırıyordu. Suriye'nin uzak kuzeydoğu kesiminde olan bu bölge Suriye Kürdistanı olarak adlandırılıyordu. Fakat bölgede çoğunluğu Araplar oluştursa da Çerkes, Kürt, Süryani, Türkmenler; Mihellemiler, Hristiyan olan Asuriler, Keldaniler ve Nesturiler gibi farklı din, dil ve ırka sahip binlerce insan yaşıyordu.
Kısaca tamamen terör yönetimi altında olan bir bölgedeydik. Bu işi olabildiğince sessiz halletme faslını geçeli çok olmuştu. Dediğim gibi önceliğimiz her şeyden önce sağ kalmak, pusuya düşmemek ve esir alınmamaktı. Neredeyse attığımız her adım başı çatışmaya girdiğimizden dolayı elimizdeki mühimmat yavaş yavaş suyunu çekmeye başlamıştı. Yiyecek içecek düşünecek halde olmamakla birlikte doğru düzgün uyumuyor, dinlenmiyorduk bile. Ufak tefek sıyrıklarımız dışında ciddi yaralarımız yoktu. Uykusuzluk ve yorgunluk yüzünden sinirlerimiz az biraz harap olmuş olsa da mental olarak olmamız gereken yerdeydik. Ulaşmamız gereken bir hedef, birliğini, bütünlüğünü ve namusunu korumamız gereken bir vatanımız olduğunun bilincindeydik.
Örgüt içinde istihbaratcıları olan MİT bize yer yer destek olup, hangi yolun daha güvenli olduğuna dair bilgiler veriyordu. Fakat VASÖ'nün vereceğini söylediği destekten en küçük bir iz dahi yoktu. Albayın söylediğine göre o gün...Hazan'ın kürsüde yaptığı konuşmadan sonra bir aydır içinden çıkamadıkları bir kaosa sürüklenmişlerdi. Neredeyse örgütü baştan yapılandıracak hâle geldikleri de albaydan aldığım bilgiler arasındaydı.
Her şey iyi hoştu. Kulağımın sıfır noktasından geçen mermilerin vızırtılarını duymak, hemen birkaç metre uzağıma düşen el bombalarının delip geçtiği topraktan başıma yağan taşların altında olmak, ölümle burun buruna gelmek, nefes diye içime barut kokusu çekmek bile iyi hoştu. Ellerimin kaba ve sert derileri silah tutmaktan nasır tutmuştu. Tırnaklarımın içi toprağı kazıp mayın döşemekten çamurluydu. Üstüm başım toz toprak içindeydi. Sakallarım uzamıştı ve biraz zayıflamıştım. Tüm bunlar da iyi hoştu. Ama tam göğsümün ortasında iyi hoş olmayan bir yangın vardı. Eline geçirdiği her şeyi yakıp kül ediyordu. İçime nefes diye barut kokusu çekiyorsam, dışarıya ateş püskürüyordum sanki, ve buna rağmen içimdeki yangın gücünden hiçbir şey kaybetmiyordu.
Özlüyordum. Yağmura susamış bir toprak gibi içimi kurutuyor, damarlarımı çatlatıyordu bu özlem. Yüreğimi bir mengene gibi sıkıyor, nefesimi kesiyordu. Asırlardır karanlığa mahkum edilmiş bir kölenin ruhunu taşıyordum; içimdeki her şey siyaha bürünüyordu. Eğer bu adı sanı bilinmeyen dağlarda azraille denk düşersek, bu bedende alabileceği bir can yoktu. Ben buraya her şeyimi; ateş parçası gözleri olan, adı Hazan'ken tek bir gülüşüyle içimde binlerce baharı aynı anda açtıran bir kıza bırakıp da gelmiştim. Hiçbir şey beni ona geri dönmekten alıkoyamazdı.
Siper aldığım büyük kayaya sırtımı yaslayıp elimdeki MAR 556 tam otomatik piyade tüfeğinin şarjörünü değiştirirken gözlerim parmağımdaki gümüş yüzükteydi. Boynumdaki künyenin yanında asılı duran madalyonun kapağını açmayalı hayli zaman olmuştu. O madalyonun kapağını açmak içimdeki ateşi harlamaktan başka bir işe yaramayacaktı. Karıma duyduğum özlem boynuma vurulmuş bir pranga, sol elimdeki yüzük parmağıma geçirilmiş ateşten bir halkaydı.
Yumuşacık narin küçücük ellerini özlemiştim. İncecik beline dağılan uzun saçlarını, gözlerime bakarken içi çocuksu bir heyecanla, sonsuz bir sevgiyle ışıl ışıl parlayan gözlerini, ucu hafifçe kalkık olan inatçı minik burnunu, tadı damağımda kalan gül kurusu dudaklarını, tatlı, bıcır bıcır sesini, her soluduğumda ruhumdaki yaralara şifa, içime huzur olan, yüreğimi titreten kokusunu özlemiştim. Bu başka bir şeydi. Altı yıldır çektiğim özlem, bunun yanında hiçti. Bu duygu içimde kurşun gibi ağırlaşıyor, gırtlağıma çöküyor ve Hazan'dan ayrı kaldığım her saniye beni yavaş yavaş öldürüyordu.
Şarjörü takıp yeniden şerefsizlere nişan aldım. Parmağımı tetikten çekmeden mağaranın girişini tararken saat akşam 18.34'ü gösteriyordu. Güneş ufku çoktan terk etmişti. O sırada tüfeğin dürbününden mağaradaki ibnelere desteğe gelen şerefsizlerden birinin karşımızdaki iki dağın arasına, omzuna dayadığı roketatarla çökmüş bizi hedef aldığını gördüm. Herif roketi fırlatmak için hazırlanırken elimdeki tüfeği önümdeki kayaya dayadım. Timle iletişim kurduğum kulak içi kulaklığı devreye sokup, "Helin," dedim. "Saat bir yönünde. "
"Gördüm komutanım."
Solumdaki dağın tepesine mevzilenen Helin elindeki uzun namlulu Sniper tüfeğiyle herifi saniyeler içinde indirdi. Adam şakağına saplanan kurşunla sırt üstü yere düşmüştü.
"Hedef imha edildi komutanım. "
"Ellerine sağlık bacım," diyen Ahmet'ti.
"Eyvallah."
"Teğmen gözünü roketatardan ayırma. Anıl sen de bizi kolla. Gece karanlığı iyice çökmeye başladı, birazdan geri çekilir bu şerefsizler. "
"Emredersiniz komutanım," diyen Anıl beş metre kadar uzağımda, sağ tarafımda kalan yüksek dağın tepesindeydi. Timin geri kalanı da sağımda ve solumda siper almıştı. Silah seslerine karışan hayvan sesleri kulaklarıma dolarken Yusuf şerefsizlere doğru," lan kancıklar! Arkadaşlarınız geldi lan! " diye bağırdı.
"Deme oğlum öyle," dedi Kadir. "Kurban olduğum rabbim ne güzel yaratmış hayvanı. Çakal da olsa o da bir candır. Şu kansızlarla bir tutma."
"Doğru dedin komutanım. Çakalın bile zoruna gider bunlarla bir tutulmak."
Havada uçuşan mermiler karşılıklı gidip gelen kıvılcımlar misali karanlığın içinde parlıyordu. Alışık olmayana kafayı yedirtebilecek bu kulak tırmalayıcı sesleri asker olunca zamanla algılayamayacak hâle geliyordunuz. Sonrasında da insan operasyondan dönünce sessizlikle anlaşamıyor, gece başını yastığa koyunca kafasının içinde mayınlar patlamaya, mermiler sıkılmaya devam ediyordu. Aylarca bir dağ başında her uyku saatini tetikte geçirip, vücudunuz üstünde uyduğunuz sivri taşların etinize batışını dahi hissedemeyecek hâle geldiğinde bu sefer yattığınız yatak canınızı yakmaya başlıyor, en ufak bir hareketlilikte gözleriniz uykuyu terk etmeye günler önceden teşne oluyordu.
Bir süre sonra şerefsizlerden gelen kurşun sesleri azalmaya başlamıştı. Çıktıkları inlerine geri girerlerken İzmirli, "komutanım çekiliyorlar," dedi.
Piyade uzman çavuş Emre, "ne yapacağız komutanım?" diye sordu.
Mağaraya giren birkaç şerefsizi indirdikten sonra time, "ateşi kesin," dedim.
"Bekleyecek miyiz komutanım?"
"Kaç kişi olduklarını bilmiyoruz. Desteğe gelenlerin konumlarını bu hava şartlarında tespit etmemiz zor. Mağaranın etrafını tuzaklamış olabilirler. Şimdilik bekliyoruz. Tetikte olun."
"Emredersiniz komutanım."
********
Ara ara durup sonra yeniden başlayan kar yağışı tekrar etkisini göstermeye başlamıştı. Etraf zifiri bir karanlığa gömülmüştü ve ince kar tanelerini görmek imkansızdı. Sadece uzandığım taşların üzerinde, namlusu mağaranın girişine doğrultulmuş tüfeği tutan ellerimi saran askerî eldivenlerden açıkta kalan parmaklarıma düşüşünü, yüzümü esen rüzgarla birlikte yalayıp geçişlerini hissedebiliyordum.
Gece ıssız ve, zaman zaman duyulan kurt ve çakalların ulumalarını saymazsak sessizdi. Bu vakitlerde tehlikenin nereden geleceğini, düşmanın hangi kahpelik için hazırlandığını bilemezdiniz. Çatışmalar bu operasyonların en zevkli yanıydı. Ama bu işin çoğu beklemekle geçerdi. Yürümek ve beklemekle. Yürümek neyse de beklemek bazen delirtiyordu adamı. Üstelik de bu inin cinin top oynadığı gece saatlerinde ne varsa içinde dışında, kıyıda köşede saklanan, üstüne tonlarca toprak döküp gömdüğün üzerine çullanmak için zaman kolluyordu. Kafanın içindeki maziye ait bütün eski püskü, yıkık dökük kapılar gıcırdayarak açılıyordu. Unuttuğunu sandığın, hatta unutmanın da ötesinde varlığından dahi haberdar olmadığın yaşanmışlıklar ansızın tüm bu karanlığı yarıp karşına dikiliyordu.
Yeryüzünde son üç bin yılda beş bin savaş olmuştur. Bir ülkenin başka bir ülke ya da ülkelerle girdiği harp helaldir. Darbe alacağını bilir, düşmanın kim olduğunu görür, senden ne istediğini teyit edebilirsin. Ortada bir tehdit vardır ve gazâ yapmak artık farzdır. Ama maddi yönden olmasa da manevi yönden en yıkıcı savaş olan iç savaşta dengeler değişir. Bu savaşlar haramdır. Kendi kanına düşman olur, aynı vatanın evladı olduğunu unutur, parçalara ayrılır, kendi soyundan nefret eder daha da önemlisi darbenin nereden geleceğini bilemezsin. Kurşunu nereye sıksan, çuvaldızı başkasına iğneyi kendine de batırsan alınacak olan hasar, ortaya çıkacak olan zaiyat ortaktır. İnsanın kendi kendisiyle girdiği savaş da böyle bir şeydi. İçindeki harbi benliğinden ayrı tutamazdın. Eyleme dökmüyor da olsa zihnindeki düşüncelerin dehşeti kendisiyle arasını bozardı insanın. Bugünü geçmişten müdafaa edemezdin. Varlığını parçalara ayırmak ister, içindeki sesi susturmak için kendine yalvaracak hâle gelirdin. Asla kendinle hiçbir konuda mutabık kalamaz, zaferin de yenilginin de sana ait olduğunu bilirdin. Ortada bir savaş varsa cephe de sendin, asker de; mevzi de sendin hedef de; mermi de sendin mayın da; ölen de sendin kalan da. Tam da bu yüzden bunun adı savaş olamazdı. Bunun adı iç katliamdı.
Bundan aylar önce fakat yıllarca süregelen bir harbin içerisinde defalarca katletmiştim kendimi. Kafanın içinde bir mermi sıktığını hayal et, beynini delik deşik ettikten sonra alnının tam ortasından dışarıya fırlayıp karşındaki aynaya çarptığını ve tuz buz ettiğini. Aynanın yere düşen parçalarının çıkardığı sesleri duymaya çalış. Ardından yere çök, kırık parçalardan büyük olanını eline al. Biraz dikkatsizsen ayna elini kesmiş olmalı. Bırak aksın kan. Başını parçalardan kaldır, az önce aynanın olduğu duvara bak. Duvar beyaz, geride kalmış ve bomboş. Sen artık kendini göremiyorsun. Kendini görebildiğin tek yer elindeki kırık parça ve yerdekiler. Ama elindeki canını yakıyor, yerdekiler paramparça. Yüzünü yamuk yumuk gösteriyor. İşte boşluk bu. İnsanın kendisiyle girdiği savaştan geriye kalan tam da bu. Kendini görmek için yeni bir ayna bulana kadar o duvar hep boş kalacak, damarından akan kan asla durmayacak. Önce elindeki küçük parçayla yetinebileceğini düşüneceksin. Sonra gözlerine baktığında yüzünün geri kalanını göremeyeceksin; yüzünün geri kalanına baktığında da gözlerini. O parça elini kesmeye dikkatsiz olduğun her an devam edecek. Yeni bir ayna bulmalısın. Bu artık şart.
Ben o aynayı defalarca kırdım. O ayna fiilen karşımdaydı bazen, bazen de tam da böyle bir karanlığın ve bekleyişin içerisindeyken kafamın içindeydi. Bazen bir mermiyle, bazen de bir yumrukla darmadağın ettim o aynayı. Neyden kaçtığımı çoğu zaman bilmiyordum. Kendimi görmekten mi, yoksa kanın durmasından mı, bilmiyordum. Tek bildiğim aynanın hafızasından kendimi silmem gerektiğiydi. Ayna yüzümü görmemeli, kim olduğumu, neler düşündüğümü, bu savaşı başlatanın ben olduğumu fark etmemeliydi. Çok sonradan farkettim meselenin ayna değil ben olduğumu. Zaten ortada bir ayna da yoktu. O ayna bendim. Tam da bu yüzden aynayı yok etmek bana acı verse de beni yok etmiyordu. Kurşun benim kafamın içinden çıkıp aynaya saplanmıştı. Ben aynadan değil, kendimden utanıyordum. Yok etmek istediğim aslında bendim.
Hazan...o benim yeni aynamdı. Gözlerine baktığımda kendimi görüyordum. O benim gözlerime bakmıyorken bile bu böyleydi. Onu yıllarca uzaktan izleyip durmuştum. Çok benziyorduk birbirimize. Babaysa bende de yoktu; anneyse ben de kendi annemin pek hayrını görmemiştim. Kardeşse benim de Bahar'la aram pek iyi değildi; ablam...benim yüzümden ölmüştü. Hazan da kendini Ali'nin şerefsizliğinden dolayı suçluyordu. Aramızdaki fark benim ablam gerçekten benim yüzümden ölmüşken Ali'nin seçtiği yolun Hazan'la hiçbir ilgisi yoktu. Ben de Hazan gibi ondört yaşında evden ayrılmıştım. Yine bir fark vardı ki ben bunu isteyerek yapmışken Hazan mecbur bırakılmıştı. Benim de yaşamakla aram pek iyi değildi. Lakin Hazan hayatının bir yerinde...ölmeyi seçmişti. Ve sonuç olarak ikimizde buradaydık; aynı vatana gönül verdiğimiz şehirde o beni sevmişti, bense doğdum doğalı onu seviyordum sanki.
Onun varlığı beni dengede tutuyordu. Yaşadıklarımız az çok birbirine benziyor olsa da bir şeylerle mücadele etme yöntemlerimiz birbiriyle alabildiğine zıttı. Ben öfkemle var olabilen biriydim. Asker olmasam ne olurdum sorusuna, hiç olurdum, diyebilirdim. Bu öfke beni daha fazlası yapmazdı. Ama Hazan sakindi. Hırçınken, asiyken, kızgınken ya da kırgınken bile hep sakin ve dingindi. İnsanlar canını yakıp, onu aşağılarken bile ağlıyor da olsa tepkisizdi. Kendine acıyı çekmek, içinde bulunduğu durumu hazmetmek için zaman tanıyordu. Güçsüzse güçsüzdü, aksiymiş gibi davranmıyor, benim gibi bütün hislerini öfkesinin ardına saklamıyordu. Bazen bu sakinliği çok kızdırıyordu beni. Ama çoğu zaman beni de sakinleştiriyordu. O yumuşacık tatlı sesi, gül kokusu, küçük bedeni, teni derken duruluyordum. Ben ateşsem o suydu. Umudumdu benim, huzurumdu. Ona bakmayı, kendime bakmaktan daha çok seviyordum. İyi ki vardı, iyi ki benimdi. Her bir zerresi şükür sebebimdi.
Ama bugün sabahtan beri içimde bir huzursuzluk vardı. Aklım sürekli Hazan'daydı. Eyvallah, bu yeni bir şey değildi, ben o yanımdayken bile onu düşünmekten kendimi alamıyordum. Ama bu başkaydı. İçim sıkılıyordu. Göğsümün tam ortasında bir yumru vardı. Hissediyordum, Hazan'a bir şey olduğunda ya da olacağında bunu hissediyordum. Bu his Hazan'dan ayrı kalmanın zihnime verdiği hasarlar sonucu ortaya çıkmış bir paranoya olamayacak kadar keskin bir histi. Aldığım hiçbir nefes içimi ferahlatmıyor, sıktığım hiçbir mermi beni rahatlatmıyordu. Öyle bir şeydi ki bu his, bu koskoca arazide bile dört duvar arasında sıkışmış, gündüz ya da gece fark etmeksizin bunaltıcı bir karanlığın içine hapsolmuşum gibi hissettiriyordu. Gündüze nazaran bu koyu karanlık bu hissi daha fazla besliyor, ruhumu ellerinin içinde önemsiz bir kağıt parçası gibi sıkıp buruşturuyordu. İçimdeki ayna tekrar kırılıyormuş gibi hissediyordum.
Rüzgarın hızını artırdığı bir an kurtlara nazaran sesi daha ince ve cırtlak olan bir çakalın ulumasıyla, sıkıntıyla daralan göğsümle içime çektiğim nefesi dışarıya verdim. Tüfeğin etrafi yeşil gösteren dürbününden karşıdaki, yüksekliği yedi metreyi bile zor bulan dağların arasındaki kayalıkları taradım. Ne mağarada ne de kayalıklarda çatışmanın üzerinden iki üç saat geçmiş olmasına rağmen herhangi bir hareketlilik yoktu. Anlaşılan şerefsizler sabahı beklemeye kararlıydı.
"Komutanım."
"Söyle Kadir."
"İyi misiniz?"
Gözümü dürbünden ayırmadan, "niye sordun?" dedim.
Hemen sağımda ve yanımda olan İzmirli, "sıkıntılısınız sanki bugün," dedi. "Bugüne kadar öfkeli ve gergindiniz, biz alışkınız sizin o hallerinize ama bugün üstünüzde bir durgunluk var sanki komutanım. "
Sessiz kaldım. Duygularımı öfkemin arkasına sakladığım sürece kimse ne hissettiğimi fark edemezdi. Ama tim en ufak bir hareketimden bile çözüyordu beni. Aramızda öyle sıkı bağlar yoktu. Kahkahaların yükseldiği makaralar döndürmezdik. Ne bileyim lan işte askeriyede birbirinin kıçında gezen timler gibi değildik. Onlar aralarında konuşur, geyiklerini yapar, makaralarını döndürür; ben de kantarın topuzunu kaçırdıklarını fark ettiğim an müdahale ederdim. Laubali hareketlerden hoşlanmaz, laçkalıktan haz etmezdim. Espiriden, şakadan anlamazdım. Mizah yeteneğim pek yoktu. Çetrefilli ve katmanlı insan ilişkileri, aman o üzülmesin, aman o darılmasınla başlayan incelikler, sanki dünya nüfuzu sekiz milyar değilmiş gibi herkesin türünün tek örneğiymişcesine kendine biçtiği değer ve senden de aynı değeri ona vermeni beklemeleri beni ifrit ediyordu. İnsanlarla aram iyi değildi. Onlarla olan ilişkileri olması gerektiği gibi yürütemiyor, uyum sağlayamıyordum. Muhabbet etmeyi de pek beceremezdim. Her şey ölçülü, nizami ve kaidelere dayalı olduğu sürece kafam rahat ediyordu. Timin de çoğu zaman söylediği gibi yürüyen TSK olabilirdim ve bende, söz konusu Hazan değilse, duyguların yeri yoktu. Tim de bunun farkındaydı ve benden onlara verebileceğimden fazlasını beklemiyorlardı. Yine de beni bu kadar iyi tanımaları zaman zaman iyi geliyordu. En sarsılmaz ruhların bile, sırtında onu anladığını hissettiren bir ele ihtiyacı olurdu.
"Komutanım," diyen bu sefer yaklaşık sekiz metre uzağımda, sol tarafımda kalan dağın tepesindeki Helin'di. "Mesele...Hazan hanım mı?"
Dilimin ucunu ısırdım. Esen rüzgar yağan karları gözlerimin içine doğru savururken gözlerimi kıstım. Tüfeği daha sıkı kavrayıp yutkundum. Hayli zamandır adını kendi sesimden bile duymamıştım. Helin birden öyle söyleyince içim titremişti.
"Ne yaptın be bacım? Öyle dan diye sorulur mu? " dedi Ahmet.
"İyi oldu sorduğu Bıçakcı. Biz sabaha kadar soramazdık zaten. Komutanım da söylemezdi. Hem Helin'in kadın olduğu için alnının çatından vurulma ihtimali de yok. Canımızı kurtardı bir yerde."
"Takmayın kafanıza komutanım," dedi Helin. "Neyden endişe ettiğinizi bilmiyorum ama Hazan hanım güçlüdür."
"Dedi savcıya yumruk sallayan keskin nişancı Helin Çakırcı. "
"Üstüne vazife olmayan işlere karışma İzmirli."
"Yalan mı?"
"Şşş!!! Kaynama tim!"
Araya girdiğimde dakikaları bulan bir sessizlik oldu. Helin en iyi askerlerimden biriydi. Kadir'den sonra timde emir - komuta yetkisini gözüm kapalı verebileceğim ikinci askerimdi. O gün Hazan'a attığı o yumruk, yaptığı saygısızlık, kişisel meselelerini işine karıştırması tim olarak aramızdaki ilişkileri sarsmıştı. Timi disipline etmek benim sorumluluğumdaydı ve Helin'in yaptığı herhangi bir saygısızlık ya da hata bir yerde benim sorumsuzluğum sayılıyordu. Tim dediğin bir bütündü ve içimizden biri bir yanlış yaparsa hepimizin başı yere eğilirdi. Oğuz meselesinde olduğu gibi. Ama o gün Hazan, Helin'in yaptığı saygısızlığı görmezden gelip soruşturma açmadığı için başımız çok ağrımamıştı. Fakat karşımızda bir başkası olsaydı bu işin sonu Helin'in meslekten atılıp hapse girmesine kadar giderdi.
Sessizliği ilk bozan Helin oldu.
"Komutanım...biz Hazan hanımla o konuyu konuştuk. Ben özür diledim ondan. O da kabul etti. Yaptığım yanlışın farkındayım. Ama..."
"Ne ama bacım?" dedi Ahmet. "Askeriyede herkes arkamızdan konuşuyor. Senin savcıyla aranda yaşananlar, Oğuz'un davası...kusura bakmayın komutanım ama sizin binbaşı olayı. Ayyıldız timinin komutanı Ertuğrul yüzbaşı durup durup bize sarıyor. Haydar abi de 180° döndü. Askeriye askeriye değil kadın hamamı sanki. Eski tadı kalmadı hiçbir şeyin. "
"Al benden de o kadar," diye mırıldandı Yusuf. "Nereden baksan iki ay oldu Oğuz hapse gireli. Zaman suçlu suçsuz, haklı haksız gözetmeden geçip gidiyor. Ne yalan söyleyeyim ben savcı kuzeni diye korur kollar sandım Oğuz'u. Eyvallah torpile karşıyız da...ne bileyim komutanım insanın ağrına gidiyor. "
"Ne kollaması be abi? Az kalsın komutanımı da gönderiyordu Oğuz'un yan..."
"Emre! "
"Emredersiniz komutanım. "
Gözümü dürbünden çekip yanımdaki Kadir'in diğer tarafında mevzilenmiş olan Emre'ye döndüm.
"Ne emredersiniz komutanım?! Ne zamandan beri üstlerinizin dedikodusunu yapar oldunuz?! "
"Sorun üstlerimizin dedikodusunu yapmamız mı yoksa karınızın arkasından konuşmamız mı komutanım?"
Bu soruyu soran Dilek'ti. Öfke ateşi göğsümün tam ortasında yanıp harlanırken damarlarımdan kan yerine lav akıyordu sanki. Beynim karıncalanırken gözlerimin içi cayır cayır yanmaya başlamıştı. Sertçe soludum. Kime neyin hesabını soruyordu lan bu kadın? O gün lojmanda yaptığı o şeyden sonra hangi yüzle konuşabiliyordu? Kafayı yiyecektim anasını satayım! Zaten aklım yerinde değildi.
"Haddini bil teğmen! Karşında komutanın duruyor senin! "
"Sakin olun komutanım," dedi Kadir. "Gece gece mübarek akşam vakti dağ başında birbirimize düşmeyelim. "
"Kadir komutanım haklı komutanım. Sakin olun," diyen İzmirliydi.
Deniyordum. Haftalardır ben de farkındaydım askeriyede olanların. Haydar'ın Ayyıldız timinin komutanı Ertuğrul'la bir olup bize cephe aldığının ben de farkındaydım. Haydar'ın karın ağrısı başkaydı. Ertuğrul'un derdi de aynı subaylık okulundan mezun olduğumuzdan beri aynıydı. Her zaman her şeyin en iyisi ben olacağım diye kendi kendine bir yarışa girmişti. Ama çizgisini ve sınırını iyi koruyan biriydi. Aramızda ara ara atışmalar olur ikimiz de bundan zevk alırdık. Birbirmize karşı nefret duymuyorduk. Denk geldiğinde oturup birer bardak çay içecek kadar hukukumuz vardı, ama Haydar Akrep'liğini yapmaktan geri durmuyor, fırsatını bulduğu her an zehirini üzerime salıyordu. Albay sürekli bir yerden Hazan'la alakalı bir konu açıldığında beni uyarıp duruyordu. Tugay komutanının henüz hiçbir şeyden haberi yoktu ama böyle giderse olacaktı ve bu durumu o da hoş karşılamayacaktı. Benim için sorun değildi ama Hazan hakkında böyle ileri geri konuşulduğunda katlanamıyordum.
"Siz karışmayın," dedim. "Başka var mı sınırını aşıp içinde tuttuklarını üzerime kusucak?!"
"Komutanım yanlış anladınız..." diyen Piyade uzman çavuş Emre'nin sözünü kestim.
"Neyi yanlış anladım lan?! Koskoca adamım, yıllardır bu mesleği yapıyorum! Ben bilmiyor muyum neyin yanlış, neyin doğru, neyin etik olduğunu?! Oğuz benim askerim! Suçsuz yere içeride yatıyor olması bu timin komutanı olarak hepinizden çok benim ağrıma gidiyor! Ama bu işler böyle yürüyor! Ellerinde deliller var! Garezlerine içeride tutmuyorlar Oğuz'u! Kaldı ki eğer savcı sırf kuzeni diye Oğuz için bir şeyler yapmış olsaydı bu sefer de ortada torpil dönüyor diyecektiniz! O gün binbaşı olayında yaptığım saygısızlığa ses çıkarmamış olsaydı bunuda aramızdaki ilişkiye bağlayacaktınız! "
Kar taneleri iyice büyüyüp hızını artırırken duraksadım. Bu cümleleri kurmaktan büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Sorun Hazan'ı savunmak değildi, sorun onu savunmamı gerektirecek bir durumun meydana gelmesiydi. Haydar'a ve Ertuğrul'a karşı beni savunup, tartışmayı albaydan uyarı alacak raddeye taşımış olsalar da aslında tim de onlardan pek farklı düşünmüyordu. İşin özü şuydu ki tim Oğuz'u tutukladığı için Hazan'a bilenmişti, Haydar ablamın katiline yardım ve yataklık eden herifin torununu sevdiğim ve bu uğurda ablamın intikamından vazgeçtiğim için bana cephe alıyordu, Ertuğrul ve askeriyenin geri kalanı da yasaların etik görmediği bir ilişki yaşıyorum, kontrolü kaybediyorum, askeriyenin en gözde timini yokuş aşağı sürüklüyorum diye bana karşı duruyordu. Daha da kısa anlatmak gerekirse askeriyenin eski tadı Hazan yüzünden yoktu.
Başları önlerinde, gözleri şerefsizlerin saklandığı mağara ve çevresinde gezinirken, "iyice saygısızlığı ele alır oldunuz," dedim. "Eğer benimle bir derdiniz varsa buradan sağ salim karargâha intikal ettiğimizde tugay komutanına rapor eder, başka bir time geçmek istiyorsanız dilekçenizi yazarasınız. Ama bir daha bu konuyla ilgili tek bir kelime bile çıkmayacak ağzınızdan. Anlaşıldı mı?!"
Hep bir ağızdan, "emredersiniz komutanım!" dediklerinde az önceki pozisyonumu alıp tüfeğin gece görüşlü dürbününden mağarayı izlemeye devam ettim. Hazan'ın Oğuz için neler yaptığını onlara anlatmaya lüzum yoktu. O gün mahkemede başını belaya sokmak pahasına Oğuz'u savunurken benim gibi tim de oradaydı. Bir başkası olsaydı bırak terör örgütüne yardım ve yataklık etmekle suçlanan bir akrabasını mahkemenin önünde koruyup savunmaya çalışmayı, bırak ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde adı dışında hiçbir şeyi olmayan adaleti eleştirmeyi, mahkemenin olduğu gün adliyenin önünden dahi geçmezdi. Eyvallah, suç işleyen akrabasına torpil geçen savcılar çok uzak hikayeler değildi ama Hazan'ı onlardan ayıran bir şey hatta birçok şey vardı. Mesela bunu alenen herkesin gözünün önünde yapması ve yaptığı şeyin aslında akrabasını kayırmaktan ziyade haklının yanında olmak olmasıydı. Tüm bunlardan daha da önemlisi şundan adım kadar emindim ki; Hazan için o gün, bugün ya da yarın fark etmeksizin o sanık kürsüsünde kimin olduğunun, haklı ve suçsuz olduğu müddetçe hiçbir önemi olmazdı. Oğuz için yaptığını bir başkası için de yapardı.
Ben boşuna, meleğim, demiyordum ona. Kalbine ölürüm, sana kurban olurum derken artisliğine kurmuyordum o cümleleri. Hazan benim için öyle bir şeydi ki yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı kadar nadir, bir yıldız kaymasını görmek kadar elzem, kanatlarında kainatın bütün renklerini taşıyan küçücük, narin bir kelebeğin gelip tam kalbinizin üstüne konması kadar mucizeviydi. Dünya üzerinde binlerce kurak toprak varken o bütün güzelliği, masumiyeti, gül kokulu teni ve şifalı elleriyle benim topraklarıma yağmur olmayı seçmişti. Ve ben gerekirse aldığım nefesten bile vazgeçebilir fakat ondan geçemezdim.
"Bozkurt!!!!!!"
Mağaranın etrafını çevreleyen karla kaplı sarp dağlara ve kayalıklara çarparak yankılanan ses şerefsizlerden birine aitti. Dürbünle etrafı tarayıp sesin sahibi olan ibneyi bulmaya çalıştım. Görünürde kimse yoktu.
"Bozkurt!!!!!"
Ses vermek yerine mağaranın girişindeki büyük kaya parçasına bir el ateş ettim.
"Gitmemişsin, güzel!!! Sana Fatih Aydın'dan selam getirdim!!!"
Kuzeyden esen sert rüzgarın etkisiyle güneye doğru uçuşan kar taneleri yüzüme vururken kulaklarıma dolan isimle bütün vücudum öfkeden kaskatı kesildi. Dişlerimi kırarcasına sıkarken sakinliğimi korudum. Ortada öfkemi gösterebileceğim bir muhatabım da yoktu zaten. O herif karşıma çıkacak cesareti olmayan kansızın tekiydi.
"Selamını sikeyim, " diyen Yusuf'tu. Fatih Aydın'ın kim olduğunu, ablamın nasıl öldüğünü, Oğuz da dahil bütün tim bilirdi. Yalnızca olayın Türkoğlu aşiretiyle ilgili olan kısmını bilmiyorlardı. Bu noktada Oğuz'un bilip bilmediğinden biraz süpheliydim ama elimde bu şüphemi destekleyecek hiçbir şey yoktu.
"Başkan sana bir haber yolladı!!!! Duymak ister misin?!!!!"
"Helin, Anıl nerede olduğunu görebiliyor musunuz?" diye sordu Kadir.
"Olumsuz."
"Olumsuz komutanım."
Gerildim. Sabahtan beri göğsümün tam ortasında yer edinen huzursuzluk kendini iyice belli ederken sertçe yutkundum.
Allah'ım sen büyüksün.
Uzun menzilli telsiz telefonundan duyulan frekans sesiyle İzmirli'ye döndüm. Siper aldığı yerden doğrulup yanındaki kayanın dibinde duran çantadan telsizin taşınabilir baz istasyonunu alıp yanıma geldi.
"Bağırarak iletişim kurmak zor Bozkurt."
Az önceki ibnenin telsizden duyulan sesiyle doğruldum. Telsizi alıp antenin yanında duran mandala bastım.
"Ne var lan?"
" Başkan, çok fazla kıvrandırmadan ver haberi, dedi. Bana kalsa dokuz doğurturdum sana. "
"Söyle lan ne söyleyeceksen!"
"Karın," dedi ve birkaç saniyeliğine sustu. Yanına çöktüğüm kayaya sırtımı dayadım. Kabzasını yere dayadığım tüfeğin namlusunu sıkarken kafamın içinde şimşekler çakıyordu. Birden etrafımdaki herkes ve her şey silinip yok oldu. Kar taneleri ağır çekimde yere düşerken içimde derin bir sızı baş gösterdi. Kalp atışlarımın yavaşladığını, damarlarımda akan kanın donduğunu hissettim.
"Haber biraz zaman aşımına uğradı komutan. Durumun netleşmesini bekledik. Dur, dinleteyim sana. Bu kıyağımızı da unutma."
Birkaç hışırtı ve frekans sesinden sonra bir telefon ya da bilgisayardan geldiği belli olan kadın bir haber spikerinin sesi duyuldu.
" Evet, sayın seyirciler. Teröristler İstanbul - Kadıköy ve Ankara - Çankaya'dan sonra Şırnak Adelet Sarayı'nı hedef aldı. Terörle mücadele Cumhuriyet savcısı olduğu tespit edilen, terör örgütleriyle bağlantısı bulunduğu açıklanan Orhan Akar'ın üzerinde bulunan bombayı infilak ettirmesi sonucu ortaya çıkan patlamada onlarca şehit ve yaralımız var. Yaralıların çoğunun durumunun ağır olduğu gelen bilgiler arasında. Olay yerindeki ekiplerimizden bilgiler geldikçe size aktarmaya devam edeceğiz."
Ses burada kesildi. Ardından aynı kadının sesi tekrar duyuldu fakat kulaklarım uğulduyor, telsizden gelen sesleri net bir şekilde algılayamıyordum. Algıladığım kadarıyla da kendime şunu söylüyordum; Hazan...Silopi adliyesinde çalışıyor, bu patlamanın onunla ne alakası var ki?
" Şırnak Adalet Sarayı'nda meydana gelen canlı bomba saldırısında kaç şehidimiz olduğu belli oldu sayın seyirciler. Adalet Sarayına canlı bombayı imha etmeye gelen sekiz kişilik PÖH ekibinden Seyit Yağcı, Fuat Uzuner, Melih Çiçek, Hamza Memişoğlu ve Recep Keşanlı şehit oldu. Adliye binasında çalışan Avukat Zeliha Tunç, Avukat Yunus Güven, mübaşir Sezgin Akkurt, arşiv görevlisi Fazıl Akın, çaycı Halime Güneş, Cumhuriyet Başsavcısı Necati Kurtulmuş, Başsavcı vekili Asude Baran, Adliye Sarayı polis şefi Nuri Öztürk, katip Zahit Uçar ve Danıştay savcısı Salih Karaman şehit oldu. Geriye kalan 12 yaralıdan beşinin sağlık durumu hâlâ ciddiyetini koruyor. Şehitlerimizin yakınlarına başsağlığı, yaralarımızın yakınlarına da sabır diliyoruz. Bu arada yaralıların arasında Silopi Adliyesi'nin terörle mücadele savcısı H.H.T' nin de bulunduğu gelen bilgiler arasında. Onu da unutmadan söylemiş olalım. Evet sayın seyirciler...."
Başka bir habere geçmek için hazırlanan spikerin sesi kesildiğinde ayaklarımın üzerinde çöktüğüm yerde sırtımı dayadığım kayadan kayarak yere oturdum. Göğsümün ortasına düşen ateş bütün vücudumu sararken içim eziliyordu. Elim ayağım, dermanım kesilmiş, sanki canım bedenimden çekilmişti. Gözlerimin içi cayır cayır yanıyordu. Ağlasam ağlardım, ama direndim. Dakikalardır tuttuğum nefesi yavaşça dışarıya verdim. Elimdeki telsizi kırmak istercesine sıkarken telsizin diğer ucundaki ibne,"spiker söylemedi komutan ama karının durumu ağır. Ne olacağı belli olmaz ama ilk başsağlığı dileyenin ben olayım isterim. Başın sağolsun," dedi.
Telsizi kapattığında öylece duruyordum. Donup kalmış gibiydim ama eğer Hazan'a...bir şey olduysa şu kayanın dibinde geberip gitsem daha iyiydi. Yalan, diyemiyordum. Olmamıştır lan öyle bir şey, diyemiyordum. Hissediyordum çünkü. Sabahtan beri nefesim kesiliyordu, ki biliyordum nefesime bir şey olduğunu. Ruhum çürüyordu. Canımdan can, etimden et kopuyordu. Ne yapacaktım lan ben şimdi? Nasıl duracaktım burada elim kolum bağlı?
"Komutanım?"
Omuzumdaki elle başımı önümden kaldırıp Kadir'e baktım.
"Sakin olun komutanım. İnanmayın o şerefsize. Hazan hanımın görev yeri Silopi. Nasıl..."
"Ne diyorsun sen Kadir? Duymadın mı kadının dediğini?!"
Sesim titriyordu. Çıldıracaktım anasını satayım!
"Duyduk komutanım, duyduk da ne malum gerçek olduğu? "
Gerçekti. Hazan şu an bir yerlerde acı çekiyordu ki ben sabahtan beri içten içe geberip gidiyordum burada.
Dilimi damağımda gezdirirken sol gözümden bir damla yaş süzüldüğünde başımı sertçe arkamdaki kayaya vurdum. Ardından sıcak bir sıvı saçlarımın arasından akarken Kadir kolumu tutup, "aman komutanım, yapmayın, sakin olun," dedi.
"Asteğmen."
Hemen sağımdaki İzmirli, "emredin komutanım," dedi.
Elimdeki telsizi ona uzatıp," bana albayı bul," dedim.
Telsizi elimden alıp," hemen komutanım," dedi.
Sakindim. Aksi olsaydı benim şimdi bu dağı yakıp yıkmam, o telsizdeki piçi askerlerimin canını gözden çıkarmak pahasına ininden çıkarıp boğazına çökmem, sonra da görevi mörevi siktir edip karımın yanına gitmem gerekirdi. Ama ben bir bordo bereliydim. Profosyonel olmam, her şeyden önce görevimi düşünmem ve komutanıma örgütün askeriyeye ait telsiz telefonunun ağına sızdığını, muhtemelen TKÖ tarafından dinleniyor olduğumuzu bildirmem gerekiyordu.
Eğer operasyon için yola çıktığımız ilk andan itiberen dinleniyorsak bu durum timimin içinde örgütle iletişim kuran birinin olduğu ihtimalini yok ediyordu. Bu gizli bir operasyondu. Operasyonu planlayan tugay komutanı ve albayın vatan haini olma ihtimali yoktu. Savcı Tarık Güngör'den de şüphe etmiyordum. Kendisiyle yıldızımız pek barışmamıştı ama kimin dost kimin düşman olduğunu ayıracak yaştaydım. Hazan da olamazdı. Geriye operasyonu bilen diğer kişiler olarak tim kalıyordu. Kadir'le İzmirli'yi çoktan şüpheli listesinden çıkarmıştım. İkisi de her operasyonda olduğu gibi dibimden ayrılmıyordu. Anıl'la Emir de olamazdı. Operasyon boyunca bize çok yardımları dokunmuştu. VASÖ ajanıydılar ve Anıl keskin nişancılıkta, Emir'se bomba imha da çok iyiydi. Emre, Yusuf ve Ahmet de olamazdı. Geriye Helin ve Dilek kalıyordu. Helin operasyon boyunca gözüme girmek için kendini paralamıştı. O gün askeriyede Hazan'la yaptıkları konuşmaya aralık kalan kapının önünden geçerken bilerek birkaç dakikalığına kulak misafiri olmuştum. Helin'i de listeden çıkarabilirdim ama Dilek listede kalmaya bir süre daha devam edecekti.
Her şeyden önce Hazan'dan hoşlanmıyordu. Oğuz'u görmek için bir kez olsun cezaevine gitmemişti. Dahası Oğuz ne bana ne de timden yanına giden herhangi birine Dilek'i bir kere bile sormamıştı. Oğuz'a birkaç kez bu delillerin nasıl onun bilgisayarından çıktığını, birinden şüphelenip şüphelenmediğini, bilgisayarı ulu orta bir yerde bırakıp bırakmadığını ve mahkemede neden doğru düzgün kendini savunmadığını sorduğumda sinirlenmiş, bağırıp çağırmıştı. Ama o yakıcı öfkesinin ardında saklamak istediği bir şeyler vardı. Canı yanıyordu ve canı yandıkça ya Hazan'a ya da bana saldırıyordu. Bu hâlleri bana birini koruduğunu düşündürmüştü. O kişinin de Dilek olduğunu düşünüyordum, çünkü Hazan bu şehre geldikten sonra Dilek, binbaşı Kenan Karadağlı itiyle çok fazla sıkı fıkı olmaya başlamıştı. Eğer aralarında bir iş birliği varsa ve Kenan Karadağlı'nın Hazan'ı vurmasında Dilek'in parmağı bulunuyorsa o parmağı kırar eline verirdim. Bir bedel ödemesi gereken herkes o bedeli öderdi.
"Komutanım," diyen İzmirli'yle ona dönüp uzattığı telsizi aldım.
Telsizden gelen frekans sesinden sonra bir iki saniye bekleyip konuştum.
"Kartal 1 kartal 2 merkez. Kartal 1 konuşuyor. "
Telsizden ikinci defa duyulan frekans sesinden sonra albay yerine yüzbaşı Mücahit Arslan'ın sesi duyuldu.
"Kartal 1 kartal 2. Kartal 2 merkez dinlemede."
"Albay nerede?"
"Şu an karargâh merkezinde değil. Bir sorun mu var kartal 1?"
"Albayla görüşmek istiyorum. Çağır gelsin her neredeyse. "
"Bu isteğinizi gerçekleştirmem mümkün görünmüyor kartal 1. Halit albay askeriye sınırları içerisinde değil."
"Nerede?"
Sessizleşti. Telsizden art arda duyulan frekans sesleri canımı ağzıma getirirken gözlerimi sıkıca yumup yutkundum. Birbirimizin yüzünü zar zor seçebildiğimiz karanlığın içinde iki gözümden aynı anda birer damla yaş düştü. Boştaki elimle yüzümü sıvazladım. Albayın askeriyede olmayışının Hazan'a, karıma, canımın içine olanla bir ilgisi vardır. Ve Mücahit durumdan haberdardı. Beni telaşlandırmamak, kontrolü kaybetmeme sebep olamamak için gerçeği söylemiyor, ama yalan söyleyip beni oyalamayı da beceremiyordu.
"Kartal 2 merkez albay nerede?"
Mücahit yine sessiz kalırken telsizden yükselen sesler kafamın içini bir matkap gibi deliyordu.
"Merkez!" dedim sert bir sesle.
Nihayet Mücahit konuştu.
"Karta 1 az önce de söylediğim gibi albay askeriyede değil. Eğer bir sorun varsa bana bildirin. "
"Tamam. Az önce örgüt bu telsiz üzerinden benimle irtibata geçti. Söylediklerine göre Şırnak Adalet Sarayı'nda bir canlı bomba eylemi olmuş. " Duraksadım. Telsizi daha sıkı kavrayıp,"sa-savcı Hazan Hilal Türkoğlu'nun da patlama esnasında orada olduğunu ve.... durumunun...ağır olduğunu söylediler. Doğru mu?"
Yine kısa bir sessizliğin ardından Mücahit," bir bilgim yok," dedi.
Başımı önüme eğip başparmağımla alnımı kaşıdım. Kafayı yiyecektim. Küfür edip bağırıp çağırmamak, kendimi dağa taşa vurup parçalara ayırmamak için zor duruyordum. Telsiz konuşmaları kayıt altına alınmıyor olsa asla konuşmayacağım bir sakinlikle dişlerimi sıkarak konuştum.
" Kartal 2 merkez savcı hakkında bilgi almak istiyorum. Güvenlik kuralları gereği telsiz konuşmalarının kısa tutulması gerektiğini söylememe lüzum yok. Örgüt telsizin ağına sızdı. Ortada zaten bir güvenlik açığı var. Tekrar ediyorum kartal 2 merkez savcı hakkında bilgi almak istiyorum."
Sabrımın sınırındaydım. Telsizde bir frekans bozukluğu olmasın, karşı tarafa giden ses çatlayıp anlamsız bir gürültüye dönüşmesin diye bağırmıyordum. Ama sesim içinde bulunduğum sikik hâli yeterince belli ediyordu. Hazan'ın nasıl olduğunu bilirsem bir şeyleri kabullenmem daha kolay olurdu. Oturur dua ede ede sabrederdim. Bu şartlar altında elimden başka türlüsü de gelmezdi zaten. Burada sıkışıp kalmıştım. En kısa yoldan; Kamışlı üzerinden Mardin Nusaybin'e ulaşıp oradan da Şırnak'a varmam günler sürer, şanslıysam bir ay içinde ancak Hazan'a kavuşabilirdim, ve iş işten çoktan geçmiş olurdu. Sadece Hazan'ın nasıl olduğunu bilmek, kafamın içindeki bu belirsizlikten kurtulmak istiyordum.
"Yüzbaşım şu an için ağa bağlı başka bir cihaz görünmüyor. Yine de gerekli önlemleri alacağız. Burası bizde. Sizde görevinizle ilgilenin. Her şey kontrol altında...."
"Merkez..."
"Kartal 1 kartal 2. Kartal 2 merkez söylediklerinizi albaya iletecek. Tamam."
Karargâh hattan ayrıldığında ağa bağlı görüşme yapılabilecek başka bir hat olmadığını belli eden frekans sesleri duyuldu. Elimi mandaldan çekip hattan ayrıldım. Telsizi İzmirli'ye uzatıp tüfeğin namlusunu bıraktım. Tüfek karla kaplı, buzlu taşların üzerine düşüp ses çıkartırken yüzümü ellerimin arasına aldım. Sert sakallarım askeri eldivenlerden açıkta kalan parmak uçlarıma battı.
"Sakalların da uzar mı?"
"Uzar, uzasın mı istiyorsun?"
"Bilmem, seni her halinle görmek istiyorum sadece. "
Karanlığın sağladığı mahremiyete güvenip akmasına izin verdiğim yaşlar gözlerimden ellerime bulaşırken yutkundum. Öfkemi, beni yanlış şeyler yapmaya itmeye çalışan içimdeki karanlık yanın yüreğime düşürdüğü hırsın ateşini, ahşaptan bir evin her bir kasnağını alevlerinin içine hapsedip, evin içindeki bütün yaşanmışlıkları, kurulmuş hayalleri, her bir tahta parçasına sığınıp gizlenmiş ruhları yok eden acımasız bir ateşin geride bıraktığı kül olan her şey gibi bütün benliğimi saran acıyı yutarcasına yutkundum.
Yüzümdeki ellerimi alnıma dökülen, yağan kardan dolayı sırılsıklam olmuş saçlarıma çıkarıp geriye doğru ittim. Saçlarımın üzerinden kayan ellerim ensemi buldu. Birkaç saç tutamı parmaklarımın arasından kurtulup yeniden alnıma düştü.
"Yakışmış. "
"Ne?"
"Saçların, çok güzel olmuş. Ama daha sert gösteriyor seni."
İçimdeki ayna yavaş yavaş çatlamaya başlamıştı. Yağmurdan sonra görünen gökkuşağı meşum bulutların ardında kalmış, renkleri birer birer silinmişti gökyüzünden. Göğsüme konan küçücük, narin kelebeği belki de yeterince koruyup kollayamamıştım.
Biliyordum lan! Hazan'ı Sado'nun yanına bırakıp o kapıdan siktir olup gittiğim ilk andan beri biliyordum Hazan'a bir şey olacağını. Durduğu yerde durmazdı ki benim yavrum. Nerede bir bela var koşarak giderdi. Değil Sado, bütün şehir dikilse karşısına benden başka kimse söz geçiremezdi ona. Hoş! Ben de geçirememiştim. O kadar yalvarmıştım başını belaya sokma, beni dağın taşın içinde elim kolum bağlı darda koyma, diye. Ama kime diyordum ki anasını satayım?!
Nefret ediyordum. Aldığım nefesten, onca şehit varken Hazan dışında hiçbir şey düşünüp odaklanamayan beynimden, elim kolum bağlı burada durup acizliğimle yüzleşmekten nefret ediyordum.
Kesin ciddi bir şey olmuştu. İçimdeki acının büyüklüğü bir yana karargahın konuyla ilgili hiçbir bilgi vermemesi, telsize albay karargahta değilse bile binbaşı yerine yüzbaşının çıkması aklıma hiç iyi şeyler getirmiyordu. Elbette patlama olayı ve şehrin başsavcısının şehit düşmesi zaten başlı başına bir meseleydi. Ama...belki de her şeyi siktir edip sadece karımı sorduğum, karargaha ait telsiz telefonunu kişisel meselelerim için işgal ettiğimden sebep konuyla ilgili net bir bilgi vermemişlerdi.
Hazan söz konusu olduğunda doğruyu yanlışı ayıracak hâlde olmuyordum. Elim ayağım birbirine giriyordu. Hazan dışında hiçbir şey düşünemiyordum. Ne yapardım lan ona bir şey olduysa? Nasıl nefes alırdım? Elleri tenime değmeden, kokusu burnuma dolmadan, o tatlı, bıcır bıcır sesini duymadan, ona dokunmadan, bir daha asla sıcaklığına kavuşamayıp hep ayazda kalacağımı bilerek Hazan'ın olmadığı bir dünyada bu canı bu bedende nasıl taşırdım? Çok küçüktü benim karım. Ya şimdi canı yanıyorsa? Beni istiyorsa yanında? Ö - öldü mü kaldı mı?
Allah'ım onu benden aldıysan beni bende bırakma...
"Komutanım?"
Kadir'in sesiyle ellerimi ensemden çektim. Git gide hızını artıran rüzgarın uğultusu kulaklarımı doldurdu. Yerdeki gözlerimi Kadir'de ve timin geri kalanında gezdirdim. Herkesin bir gözü üstümde de olsa kimse mevzisini terk etmemişti.
Ne diyordum bundan birkaç hafta önce ben;
"...Eğer bordo bereli olacaksan önce canından, sonra da gerekirse bu vatan, bu bayrak için rahatından, uykundan, yediğin yemek ve içtiğin sudan, annenden, yarinden vazgeçmeyi öğrenecektin. Biz burada film çevirmiyorduk. Burası gerçekliğin en karanlık noktasıydı."
Öyleydi. Burası ölüme sıfır noktasıydı. Koskoca bir ülke, 85 milyonu aşkın bir millet için savaşsan da, arkanda büyük bir devlet, bir ordu olsa da burada yalnızdın. Beni saymazsak, ki Hazan'a bir şey olduysa beni saymasınlardı, dokuz kişilik bir timdik. Çok ölüm görmüş fakat ölmemiştik. Baştaki kurdu öldürürsen sürü dağılırdı. Bu adı sanı bilinmeyen dağlarda koca Turan bir avuç çakala dağıldı, dedirtemezdim.
Nasırlı, barut ve toprak kokan avuç içimle yüzümdeki yaşları sildim. Yere düşen tüfeği alıp oturduğum kayanın dibinden yanına geçtim. Üniformamın üzerindeki balistik yeleğin göğüs cebinden M67 el bombasını çıkardım. M67 en güçlü el bombasıdır. Tanesi 45 Amerikan dolarıdır. 5 metre ölüm yarıçapı ve 15 metre yaralama yarıçapı mevcuttur. Ortalama bir erkek asker tarafından otuz ila otuzbeş metre uzağa fırlatılabilir. Bir beyzbol topu gibi yuvarlak olan gövdesi çelikten oluşur. Pimi çekildikten sonra dört ila beş saniye içerisinde infilâk eder.
"Komutanım ne yapıyoruz?"
"Sabahı beklemiyoruz Kadir," dedim. Gözlerim mağaranın girişindeydi. "Taaruza geçiyoruz. Dikkatli olun."
"Bir planımız var mı komutanım yoksa kör atışa mı geçiyoruz?"
Elimdeki bombayı sıkıca tutarken, "Turan'ın planı turandan başka ne olur ki?" dedim. Sesim buz gibi soğuk ve donuktu.
"Diğer adıyla Hilâl taktiği," dedi Helin.
"Bu saatten sonra operasyonun adını Hilâl koyalım mı komutanım?" dedi İzmirli. "Hem savcımızın hem de şehitlerimizin intikamını alalım! "
"Bir Türk subayı intikam almaz İzmirli. Bizim için görev esastır. Operasyonun adı hâlâ aynı. Gözünüz kartal gibi keskin, leşiniz bol olsun."
"Emredersiniz komutanım!"
"Başlıyoruz!"
Bombanın pimini çekip mağaranın girişine fırlattım. Gürültüyle patlayan bomba karanlığı yarıp etrafı aydınlattığında şerefsizlerin attığı çığlıklar derinden ve uğultulu bir şekilde kulaklarıma doldu. Siyah dumanlar alevlerin kızıllığından sıyrılıp gecenin karanlığına kırışırken delinen topraktan etrafa saçılan taşların çıkardığı sesleri duydum.
Bomba patladıktan beş saniye sonra tim ateş açtı. Şerefsizler telaşa kapılmıştı. Bu hava şartlarında çatışmaya girmekten kaçınacağımızı düşünmüş olmalıydılar. İçimdeki acı öfkemi harlarken ne kadar sakin olmaya çalışsam da bunu bir yere kadar başarabiliyordum ve içimdeki zehri bir şekilde akıtmam gerekiyordu. Öbür türlü bu hava şartlarında çatışmaya girmek en deli komutanın bile yapacağı bir şey değildi. Türküde de dediği gibi, bu dağlarda kurşun atsan çığ olurdu.
Suriye'nin kuzeydoğusundaydık. Kuzeyden gelen rüzgar güneye doğru esiyordu. Biz de mağaranın güneyinde kalan sarp dağların yamaçlarına konuşlanmıştık. Esen rüzgar direkt olarak bize vuruyordu. Bu da rüzgarın namludan çıkacak olan mermiye ters yönde estiği anlamına geliyordu. Bir mermi silahtan ateşlendiği an birçok faktörün etkisi altında kalır, fakat bunlardan en önemlileri yer ve kütleçekimi, esen rüzgârın yönü ve hızıdır. Elimizdeki uzun namlulu piyade tüfeklerinden çıkan mermi saniyede dört kilometreye varan bir mesafe kateder. Tüfeğin namlusunun uzunluğuna bağlı olarak, silahtan silaha kurşunların ağırılığının değiştiğini de göz önünde bulundurursak, merminin rüzgara, yer ve kütleçekimine karşı koyma kapasitesi artar. Fakat tüm bunlardan daha önemli bir şey vardır ki o da hedeftir. Neye nişan aldığını, hedefin sana olan mesafesini, bulunduğun yükseklikten sıktığın kurşunun havadaki sürtünmeye bağlı olarak bir süre sonra hızını kaybedip alacağı eğime göre hedefin konumunu iyi belirlemen gerekir.
Bir özel harekat timi olarak tüm bunların eğitimini almıştık. Ancak bazı durumlarda beklemek gerekirdi. Ve şu an içinde bulunduğumuz vaziyette bunu gerektiriyordu. Havadaki kar fırtınası görüş açımızı, tüfeklerin gece görüşlü dürbünü olmasa, sıfıra düşürüyordu ve durumu iyi yönetemezsem timimin canını tehlikeye atmış olacaktım. Bu karlı havanın bize kazandırdığı tek avantaj diğer şerefsizlerin desteğe gelemeyecek olmasıydı.
Kayanın yanına uzanıp silahın dipçiğini açarak yere sabitledim. Gözümü dürbüne yerleştirip hedef ararken rüzgardan dolayı birbirimizi duymamız zor olacağı için kulak içi kulaklığı aktif hâle getirip timle irtibat kurdum.
"Tim! Yaylım ateşini kes! Taaruz ateşinde bulunacağız! Hedefi görmeden tetiğe basmayın! Mühimmat az! Teyakkuz halinde olun!"
"Emredersiniz komutanım!"
Silâh sesleri taaruz ateşine geçişle azalırken düşman unsurlar da karşılık vermeye başlamıştı. Üzerimize açtıkları yaylım ateşinden çıkan kurşunlar yanımdaki kayaya saplanıp önümdeki toprağı delip geçiyordu. Kör atış yapıyorlardı. Bu hedef alarak atış yapmaktan daha tehlikeliydi. Her an üzerimize roket fırlatmaya kalkışabilirlerdi. Gündüz bunu fark etmesi daha kolay olurdu fakat şu an resmen körebe oynuyorduk.
"Helin, Anıl gözünüz roketatarda olsun!"
"Emredersiniz komutanım!"
"Tim! On dakika! On dakika daha taaruzdayız! Sonra Turan taktiğine geçiş yapıyoruz! Dağılımı yapıyorum! Helin ve Anıl mevzilerinizi terk etmiyorsunuz! "
"Emredersiniz komutanım!"
"Emre, Ahmet ve Yusuf mağaranın arkasından batıya doğru ilerleyeceksiniz! "
"Emredersiniz komutanım!"
"Emir, Kadir ve..." Bir saniyeyi bile bulmayan kısa bir an duraksadım. Dilek diyecektim ama ona güvenmiyordum. Gözümün önünden ayrılmasa daha iyi olacaktı. "Berk siz de doğuya doğru hareket edeceksiniz! Zamanı geldiğinde Dilek ve ben güneybatı yönünden mağaranın önüne geçeceğiz! Anlaşıldı mı?"
"Emredersiniz komutanım!"
"Komutanım?"
"Söyle Kadir. "
"Ben, İzmirli, Ahmet ya da timden başka biri olsa yanınızda daha güvenli olmaz mı?"
Kaşlarım çatıldı. Mağaradan çıkıp batı yönüne koşan şerefsizi sırtından vurup indirirken Kadir'e dönemedim. O da benim gibi Dilek'ten mi şüpheleniyordu? Bildiği bir şey mi vardı?
"Niye Kadir komutanım? Kadınım diye mi? Ben koruyamaz mıyım komutanımı?"
Kadir bir süre sessiz kalıp," yok, ondan demedim teğmenim," dedi. "Yaralasın ya bizimle gelsen daha iyi olur diye düşündüm."
"Sağolun komutanım, ama buna yara denmez. Ufak bir sıyrık, hepimizde var."
"Komutanım?"
"Dağılımı yaptım Kadir. Plâna sadık kalıyoruz."
"Siz bilirsiniz komutanım. Hayırlısı olsun İnşallah."
"İnşallah Kadir, İnşallah."
********
Turan ya da Hilal taktiği diğer adıyla kurt veyahutta Türk kapanı iki aşamadan oluşan bir askerî taktiktir. Osmanlı dönemi öncesinde ve sonrasında da kullanılan bu taktik iki aşamadan oluşur.
1. Sahte ricat
2. Pusu
İlk olarak askerî birlik çatışmanın ortasında düşmana belli etmeden sağ sol ve merkez olarak üçe ayrılır. Merkezdeki askerler düşmana saldırır ve dikkati üzerine toplar. Sağ ve sol kanada ayrılan askerler ise düşmanı arkadan kuşatır. Merkezdeki birlik bir anda ateşi kesmeden geri geri giderek çekiliyormuş gibi yaparak düşmanı üzerine çeker. Düşman askerî birliklerin ortasında kaldığında pusu başarılı olmuş ve hedef imha edilmiş demektir.
Tim olarak bu taktikle birçok çatışmadan sağ çıkmıştık. Allah nasip ederse bir kez daha sağ çıkıp yola devam edecek ve hedefe doğru ilerleyecektik.
"Komutanım başlıyor muyuz?"
Başımı belli belirsiz sallayıp, "başlıyoruz, dikkatli olun," dedim.
"Emredersiniz komutanım!"
Sağ ve sol ya da batı ve doğuya doğru dağılacak olan askerler geri geri sürünerek mevzilerinden ayrılırken kayaları siper alarak Dilek'in yanına gittim. Timin ikiye ayrılmasını bekleyip karanlığa karışmalarını izledikten sonra,"üç, dediğimde çıkıyoruz," dedim. "Üç!"
Aynı anda mevzilerimizi terk edip güneybatı yönünde boyu yaklaşık beş metreyi bulan bir dağın engebeli eteklerinden aşağı doğru hızlı adımlarla inmeye başladık. Anıl ve Helin, şerefsizler mevzimizi terk ettiğimizi anlamasın diye ateş etmeye devam ediyordu.
Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Kar ve tipi etkisini hızını kesmeden sürdürüyordu. Albaydan bir haber yoktu. Göğsümdeki ağrılık her geçen saniye ölümü gösterip beni sıtmaya razı ederken aklımı yitirmemek için sürekli kendimi içten içe telkin ediyordum. Ö...ölseydi hissederdim. Yaşıyordu. Yaşasındı, yaşamalıydı. Nasıl olursa olsun. Nefes alsın, var olsun, kokusunu duyabileyim yeterdi. Ne bileyim lan! Dilim varmıyordu ama eğer durumu...ağırsa...off...Allah'ım sen yardım et.
Büyüklü küçüklü kayalarla dolu yamaçtan aşağı inerken gözlerime dolan yaşlarla önümü göremezken çarpraz bir şekilde göğsümde tuttuğum tüfeği sıkıp gözlerimi sıkıca yumup açtım. Başımı gökyüzüne kaldırıp burnumu çektim.
"Komutanım?"
"Ne var?"
"Beni timden göndermek konusunda kararlı mısınız?"
"Evet."
"Ama bana güveniyorsunuz, değil mi?"
Sessiz kaldım. Güvenmiyordum, ama bunu eğer tahmin ettiğim gibi bir hainse ona söylemek aptallık olurdu. Timden başka birini değil, onu yanıma aldım diye varmıştı bu kanıya besbelli. Oysa ki sadece düşmanımı dostumdan daha yakın tutuyordum. Diğer türlü sesini duymak, aynı yolda yan yana yürümek bile beni rahatsız ediyordu.
"Seninle asker olarak bir derdim yok teğmen. "
Bende şüphe uyandıran hareketlerini saymazsak iyi bir askerdi. Ama artık ona güvenmem ve timimde kalmasına izin vermem olanaksızdı.
Bir süre sessiz kaldı. Ulaşmamız gereken yere on metre kadar bir mesafe kalmıştı.
"Üzgünüm," diyen sesi doldu kulaklarıma. Bir şey söylemden yürümeye devam ettim. "Hazan için üzgünüm komutanım. "
Gözleri üzerimde gezinirken sessizliğimi korudum. Hazan'ın adını ağzına alması, sanki...Hazan'a bir şey olmuş gibi üzgünüm demesi beni öfkelendirse de kendime hakim oldum. İçim yanıyordu. Canım acıyor, ruhum sökülüyordu. Bir yaram vardı ve sanki o yaraya tuz basmaktan zevk alırcasına kurduğu cümleyle sesinin tonunun hiçbir alakası yoktu. Tek bir ip ucu lan! Dilek'in hain olduğuna dair tek bir delil yeterdi şuracıkta kafasına sıkmama.
"Hazan..."
"Yeter! Görevdeyiz teğmen! "
"Emredersiniz komutanım!"
Dağın eteklerinden aşağı indiğimizde bir insan boyunu geçen yan yana dizilmiş iki kayanın yanına vardık. Kayalar mağaranın on onbeş metre kadar uzağında ve tam karşısındaydı. Siper alıp kulak içi kulaklığı devreye soktum.
"Helin, Anıl biz ateş açtığımız an mevzilerinizden ayrılıp yanımıza geliyorsunuz, anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı komutanım. "
"Kadir ne durumdasınız?"
"Yerimizi aldık komutanım. Kuşatma için hazırız. "
"Ahmet?"
"Hazırız komutanım. "
"Tim tekrar ediyorum! Tam terörist sayısını bilmiyoruz. Mağaranın etrafı bombalanmış olabilir. Dikkatli olun. "
"Emredersiniz komutanım!"
Diğer kayanın arkasında siper alan Dilek'e bakıp," başlıyoruz," dedim.
"Tamam komutanım. "
Tüfeğin emniyet kilidini açıp ilk atışı yaptım. Art arda hedef gözetmeksizin sıktığımız kurşunların amacı şerefsizlerin bölündüğümüzü silah seslerinin azlığından ötürü anlamamasıydı. Bu yüzden yaylım ateşine geçiş yapmıştık. Kısaca amaç az kişiyle çok ses çıkarmaktı.
Şerefsizler yer değiştirdiğimizi fark edip bize döndüklerinde Anıl, "geliyoruz komutanım," dedi.
"Tamam."
Karşı taraftan sıkılan kurşunlar siper aldığımız iki kayanın arasından parlayarak geçip giderken birkaç metre gerimizdeki yüksek dağın karla kaplı gövdesine saplanıyordu. Soğuk havaya karışan keskin barut kokusu genzimi yakıyorken bir an bu durumdan zevk almadığımı fark ettim. Bir süre öncesine kadar uğruna savaştığım ve bu savaşın sonucunda mükâfat olarak kavuşacağım bir karım vardı. Dönebileceğim bir yuvam, koynuna girip sıcaklığında dinlenebileceğim bir kadın. Ama şimdi var mı yok mu onu bile bilmiyordum.
Kime kızmalıydım? Birine kızmam gerekiyordu. Sado'ya mı kızmalıydım emanetime sahip çıkamadı, diye? Hazan'a mı kızmalıydım sözümü dinlemediği, beni umursamadığı, ona bir şey olursa bana ne olacağını durup düşünmediği için? Ya da kendime mi kızmam gerekiyordu? Ona ilk tutulduğum zaman zorla yanıma alıp nikâhı basmadığım, savcı olmasına ya da VASÖ'nün ona bulaşmasına engel olamadığım için? Ne önemi vardı ki? Kime kızarsam kızayım olan olmuştu. Her şey kaderdi ya bir yerde, benim kaderim de belli ki buydu. Ama ben bu sefer bu kadere bir eyvallah çekip yoluma devam edemeyecek kadar tükenmiştim. Gözlerimden durup durup yaşlar dökülüyordu. Omuzlarıma çöken, göğsümü ucu kor bir demir gibi dağlayan acı dizlerimin dermanını kesiyordu.
"...Fırat ben dün gece bu yüzden senin oldum. Belki bir daha...olamayız, bu son şansımızdır diye."
"Sen de bana şehit olmayacağının garantisini veremezsin. Tek söyleyebileceğin bana gelmek için elinden geleni yapacağın olur. Ben de sen geldiğinde hâlâ burada, bıraktığın yerde olmak için elimden geleni yapacağım. Çünkü çok seviyorum seni..."
"...Seninle yaşamak, yaşlanmak istiyorum. Şırnak da yazlar nasıl görmek istiyorum. Sadece bir kere oldu ama seninle daha çok birlikte olmak istiyorum... "
Kafamın içinde Hazan'ın sesi yankılanıp dururken gözümden akan yaşlar esen rüzgarla birlikte tenimde buz kesiyordu. Gücüm çekildikçe siper aldığım kayaya yaslanıyordum. Dizlerimin üzerine çöküp avaz avaz ağlamamak için direniyor, kendime ö...ölseydi hissederdim, demeye devam ediyordum. Oysa ki canının yanıyor olma ihtimali bile yeterdi beni parçalara ayırmaya. Güzel şeylere kötülüğü yakıştıramaz ya insan, ben ölümü yakıştıramazdım dokumaya kıyamadığım, bebeğim diye sevdiğim kıza. Daha bir kere o güzel gözlerinde ufacık bir hüznün kırıntısı bile olmadan gönlünce güldüğünü görememiştim. Bir kez olsun korkup çekinmeden istediği gibi şımarıp nazlanamamıştı bana. Kaçtır aklımdaydı Şırnak'ı gezdirecektim ona. Urfa'da düğünümüz olacaktı, benim için giydiği beyaz gelinlikle görecektim karımı. Doyamamıştım lan daha. Doğru düzgün sevip öpememiş, onu mutlu edememiştim.
Hep mi böyle olur anasını satayım?! Hep mi kaybeder bir insan?! Hadi ablam...ölürken küçüktüm, yoktu gücüm de şimdi neydi Hazan'ı elimden alan? Hani büyüyünce geçecekti, daha güçlü olacaktım? Bir daha kimse beni hapsedemeyecekti zifiri bir karanlığa? Şimdi babam olacak o şerefsiz de yoktu, peki kimdi yüreğimi elindeki kemerle kırbaçlayan? Bu sefer büyümek de yetmezdi ki bu karanlıktan kurtulmaya. Hazan yoksa ölüm artık farzdı bana.
Anıl'la Helin yanımıza geldiğinde kayadan ayrılıp en büyük düşmanım ve en büyük sırdaşım olan karanlığa güvenerek gözümdeki yaşları silmeden, "çekiliyoruz," dedim.
"Emredersiniz komutanım."
Tek tük kurşun sıkıp arkamızda kalan dağa doğru geri geri yürüyerek çekilmeye başladık. Bizi iyi tanıyan düşmanlarımız genelde ölmeyi, yenilgiye tercih edeceğimizi bilirdi. Ama bunlar bana Hazan'a ve onca şehidimize olanları bildirdikten sonra hâlâ sabaha kadar sağ kalacaklarını düşündüklerine göre bizi tanımıyorlardı. Eyvallah, bir Türk subayı intikam almazdı, bizim için görev esastı, ama günün sonunda sebep her ne olursa olsun bu ibneler ölecekti. Tim bunu görev olarak bilsindi, ben içimi soğutmaya çalışıyordum. Bir sike yaramıyordu ama şu an sığınabileceğim tek şey buydu.
Dağın arkasına geçip ilerlemeye devam ettiğimizde yaklaşan silah seslerinden üzerimize geldiklerini anlayabiliyordum. Mağaranın önündeki açıklığa doğru geliyorlardı. Gittiğimiz yolu kontrol ettim. Birkaç metre ilerisi uçurumdu. Düşman unsurlarla aramıza aldığımız dağ birbirimizi görmemizi engelliyordu.
"Yönümüzü saat sekiz yönüne çeviriyoruz. Saat altı yönünde uçurum var."
"Tamam komutanım. "
Arkamızdaki dik yokuşu geri geri çıkarken sağ kulağımdaki kulaklıktan, "komutanım üstünüze geliyorlar. Kuşatma için yeterli alan açıldı. Harekete geçiyoruz," diye Ahmet'in sesini duydum.
"Dikkatli olun," dedim, bu cümleyi bugün kaç defa kurduğumu bilmiyordum.
Yokuşun tepesindeki büyük kayaların yanına vardığımızda aniden çatışma sesleri yükseldi. Bombalar art arda patlarken timin çok sert girdiğini düşündüm. Fakat, "komutanım gelenler var," diyen Kadir'in sesiyle bunun bizimkiler olmadığını anladım.
"Kim Kadir?"
"Bilmiyorum komutanım ama şerefsizlere saldırıyorlar. Telef ettiler hepsini. Ne yapalım?"
"Mevzilerinizi koruyun. "
Yanımdaki kayanın dibine çöken Anıl'a döndüm.
"Anıl?" dedim sadece. Bu MİT'in yapacağı bir şey değildi. Mavi bereliler olsa Kadir anlardı. VASÖ mü, diye soruyordum.
Anıl aramızda uçuşan kar taneleriyle gözlerime bakarken, "sanmıyorum komutanım, ama olabilir de," dedi.
Önümüzdeki dağın ardında kalan çatışmada kıyamet koparken hiçbir şey göremiyorduk.
"Komutanım gelenler teröristlere roket atıyor. Dikkat edin."
Arkasında olduğumuz kayaların dibine yatıp kollarımızla başımızı korurken büyük bir gürültü koptu. Üzerimize taş ve toprak yağarken birkaç silah sesinden sonra ortalık duruldu. Geriye yalnızca rüzgarın uğultusu kalmıştı. Yusuf, "uzaklaşıyorlar komutanım," dedi.
"Bekleyin."
Bir müddet bekledik. Kimdi bunlar? Şerefsizler bu hava şartlarında burunlarını bile çıkarmazdı inlerinden. MİT zaten olamazdı. Yakınlarda bir komando birliği olsa karargâh bize bildirirdi. VASÖ değilse bunlar kimdi?
Kayanın dibinde doğruldum.
Helin, "komutanım bunlar monikalar olabilir mi?" dedi.
Sanmıyordum. Monikalar örgüt için çalışan paralı askerlerdi. Bazen paralarını alamayınca böyle birbirlerine giriyorlardı ama onların kendi kıçını bile zor toplayan küçük yapılanmalarla işi olmazdı.
"Sanmıyorum," dedim. "Tim dikkatli bir şekilde toplanın. Güneybatı da saat sekiz yönündeyiz."
"Emredersiniz komutanım!"
Rüzgara eşlik eden kurt ve çakal sesleri az önceki patlama ve çatışma sesleriyle iyice yükselmişti. Dakikalar sonra tim yanımda toplandığında söylediklerine göre şerefsizlere saldıran ibneler örgütün adamlarıydı. Hangi sebeple birbirlerine saldırdıklarını düşündüm. Dediğim gibi burası küçük bir yapılanmaydı. Kendilerince sınır bekçiliği yapıyorlardı. Başlarındaki ibne de öyle örgüt için büyük önem taşıyan, sırlar bilen biri değildi. Oyunda bir piyonun kapladığı kadar küçük bir yer kapılıyorlardı. Bu onları hem kolay harcanabilir hem de önemsiz kılıyordu.
O sırada üzerinde bulunduğumuz yamacın tepesinde ayak sesleri duydum. Elimdeki tüfeği oraya doğrultup dürbünden etrafı taradığımda büyük bir kayanın ardında karla uyumlu bir şekilde beyaz giysiler giymiş, gözleri hariç yüzünün tamamını beyaz bir bezle sarmış birini gördüm. Tek başınaydı. Sol elinde uzun namlulu bir tüfek vardı.
Ateş ettim. Kurşun arkasına saklandığı kayaya isabet etti. Gözümü dürbünden ayırıp," kimsin lan sen?!!" diye bağırdım. Sesim esen rüzgârın ve yağan karın etkisiyle boğuk çıkmıştı.
Kayanın ardından çıkıp tekrar göründü. Aramızda yaklaşık on metreye yakın bir mesafe vardı. İkinci kez silahı ateşlediğimde yeniden kayanın ardına gizlendi.
"Komutanım el bombası!!!"
Ayağımın dibine düşen nereden geldiğini anlamadığım bombayla tim sağa sola atlayarak buldukları ilk kayanın dibine siper alırken öylece durdum. M67 model el bombasının pimi çekilmemişti.
"Sakin olun! Bombanın pimi hâlâ üzerinde."
Tim toparlanırken bombanın üzerine sarılı olan kağıt dikkatimi çekti. Bombayı karın üzerinden alıp üstüne yapıştırılan kağıdın üzerindeki harfleri karanlıkta seçemediğim için timden el feneri istedim. İzmirli'den aldığım el fenerinin ışığını bombanın üzerine tuttum. Kâğıtta şöyle yazıyordu;
"Hazan iyi, merak etme yüzbaşı."
A.T
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
109.19k Okunma |
6.32k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |