1 ay sonra...
VASÖ'de haftalardır süren bir denetim vardı. Bütün üstler ve ajanlar takip altına alınıp araştırılıyordu. Görevinin gereğince davranmayan üstlerin rütbesi düşürülmüş, ajanlarla ilgili bir soruna ise henüz rastlanmamıştı. Neredeyse 8 yıldır sorunsuz bir şekilde işleyen sistemin kodu imha edilmiş, üstler gibi ajanların da baş üstlere ulaşabileceği bir yazılımla sistem yeniden kodlama evresine sokulmuştu. Sistem çalışmadığı ve bu sebeple de ajanlarla üstler arasındaki bilgi alışverişi kesildiği için bütün bölge üstleri kendi bölgelerine gitmişti. O yüzden de Cihan abi iki haftadır Doğu Anadolu bölgesindeki ajanları koordine etmekle uğraşıyor ve şehir şehir geziyordu.
Ben de Şırnak'taki ajanları koordine edip kolektif bir şekilde hareket etmek üzerine bir strateji güderek onlarla yakın temas halinde ilerliyordum. Ajanlarla aramdaki ilişki oylamadan önce ve oylamadan sonra olarak ikiye ayrılabilirdi. Bu durumdan memnun olmakla birlikte her geçen gün ülkem için çalışmaktan daha fazla zevk alıyordum. Kendime ayıracak vaktim olmaması da hoşuma gidiyordu. Fırat'ı her saniye özlüyordum fakat bu özlemin üzerine düşmek için ayıracak vaktim yoktu ve bu ruh sağlığıma çok iyi geliyordu.
İki haftada bir terapiye gidiyordum. Depresyon ilaçlarım hafifletilmiş, dozları düşürülmüştü. Hayatımın birçok alanında ancak VASÖ merkezde olmak üzere bir sürü gizli saklı şey vardı ve terapide çocukluğum dışında hiçbir şeyi açık açık anlatamıyordum. Yine de en azından çocukluğum ve Fırat hakkında konuşmak içimdeki bazı düğümleri çözüyordu.
Yeni yeni hobiler edinmiş, bu şehre geldiğimden beridir ilgilenemediklerime geri dönmüştüm. Puzzle yapmaya başlamıştım mesela. Akşamları eve erken dönebildiğimde, Mahsun Türkoğlu'nun apartmanda olmadığı bir gün topladığım eşyalarımın arasında olan, gitar ve sazımı çalıp şarkılar söylüyordum. Fırat'ın yokluğunda yolum pek neşeli ezgilere düşmüyordu ama uzun zaman sonra bir müzik aletinin teline dokunmak, kendi sesimi duymak güzeldi. Vakit buldukça film izliyor, kitap okuyordum. Canan teyzenin yardımıyla örgü örmeye başlamıştım. Evde sabahları erken uyanıp spor yapıyor ya da dans ediyordum.
Ve tabii tüm bunları Fırat'ın döneceğinden emin olmanın ve başka türlüsünü düşünmemenin verdiği rahatlıkla yapabiliyordum. Öbür türlüsünü düşünmek içimde nefes almak için bile heves bırakmıyordu.
Eşyalarımı almak için apartmana gittiğim gün babaannemle de konuşmuştum. O adama mecbur olmadığını, onu yanıma alabileceğimi, eğer şiddet gördüğü için şikâyetçi olursa, Fırat'ın ablasının ölümünün Mahsun Türkoğlu'yla ilgili olan kısmını bana anlatıp mahkemede şahitlik ederse o adamı hapse tıktırabileceğimi söylemiştim. Fakat kocasına oldukça sadıktı. Yanlışın nerede olduğunu çok iyi biliyor ama görmezden gelmek işine geliyordu. Yaşayacak çok bir ömrü olmadığını söylemişti. Çoktan teslim olmayı seçmişti. Savaşmaya gücü yok değildi, aslında sadece böyle bir iç güdüsü yoktu. Mahsun Türkoğlu onu o gün beni savunduğu için dövmüştü. Ve "ağzının payını " almıştı. Kadın kısmının neyineydi erkek adama diklenmek. Ah babaannem...ah.
En sonunda yanından ayrılırken de bir şey olursa ona bir telefon kadar uzak olduğumu söylemiştim. Herhangi bir şikayet olmadan soruşturma açmam mümkün olmadığından o herife şimdilik bir şey yapamıyordum. Bir savcı olarak şüphe üzerine iddianame yazma ve soruşturma açma yetkim vardı fakat bununla uğraşıp arı kovanına çomak sokmak yerine sağlam delillerle Mahsun Türkoğlu'nu bitirmeyi düşünüyordum. Lâkin şimdilik bu konuyla ilgilenecek zamanım yoktu. Ve Fırat bana daha ablasının nasıl öldürüldüğünü anlatmamışken bir şeylere burnumu sokmak, onu kızdıracak bir hamlede bulunmak istemiyordum.
Yaren Kodan ise VASÖ tarafından hâlâ aranıyordu. Kendi eğittikleri infaz ajanını yakalamakta bu kadar zorlanıyor olmaları trajikomikti. Oylamanın yapıldığı gün dışında bir daha benimle de iletişime geçmemişti. Birkaç kez kriptolu telefondan ulaşmayı denesem de başarılı olamamıştım. Üstlerin yaptığı yolsuzlukların, kural dışı davranışlar sergilemelerinin ve Aslı'yı ölü olarak göstererek hayatını gözden çıkarmak gibi hatalar yapmalarının VASÖ'yü yıllarca uğraşılarak tasarlanılan, oldukça kapsamlı bir sistemi imha edecek kadar karıştırması aslında biraz tuhaftı. Sadece üstleri denetime alıp sistemi bloke edip taramaları, bu durum üstlerin oluşturduğu basit bir güvenlik açığından dolayı meydana gelmiş olsaydı yeterli olurdu. Zannımca bu kargaşanın sebebi VASÖ'de bir köstebeğin bulunmasıydı. Eğer tahminim doğruysa bu kişi dışarıdan köstebek olarak VASÖ'ye girmiş biri olamazdı. VASÖ ajanları iyice araştırmadan örgüte almazdı. Belli ki bu kişi içimizden biriydi ve sonradan TKÖ tarafından satın alınmıştı. Kamufle olmakta çok iyi olmalı ki VASÖ onu hâlâ yakalayamamıştı. Tabii bu benim tezimdi. Emin olamazdım.
Oğuz...o günden sonra iki kez daha yanına uğramıştım. Susmak dışında başka bir şey yapmıyordu. Birini koruduğundan artık neredeyse emindim. O kişinin Dilek olup olmadığıysa hâlâ muallâklığını koruyordu. Kim Chin'le konuşmuştum. O da, o gün Dilek'in bilgisayarını taradığımızı hatırlamıyordu. Ki zaten taramamıştık. Bundan emindim çünkü askerlerin şahsi bilgisayarlarını toplayan PÖH timinin başındaki İbrahim Kalyoncu'yla konuşmuştum. Bana o gün Dilek'ten bilgisayarını istediğinde Dilek'in bilgisayarının tamirde olduğunu söylediğini söylemişti. Durumun üzerine düşmemiş, bilgisayarı bir şekilde getirmesini söylemediği gibi incelediğimiz bilgisayarlar arasında bir bilgisayarın eksik olduğunu bana bildirmemişti. Bu ya bir hata ya da bilinçli yapılmış bir eylemdi. Her iki türlü de bir savcı olarak gerekeni yapıp İbrahim Kalyoncu üzerine soruşturma açmıştım. Bu yaptığı bilinçli yapılmış bir şeyse üstünden bilgi kaçırmaya girerdi. Ve bunu görmezden gelemezdim.
TKÖ tarafından infaz edilen ve buraya ilk geldiğim zamanlarda askeriyeye giden toprak yolda üzerime kamyon süren adamın ailesiyle konuşmuştum. Adam hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmiyorlardı. Sınır ticareti yapan bir kamyon şoförüydü. Şırnak'ta çok fazla yetişen nar, üzüm ve pamuk ticareti yapıyordu. Suriye, Irak ve İran arasında çok sık git - gel yaptığından bir şekilde terör örgütlerine bulaşmıştı. Ve hepsi bu kadardı. TKÖ hakkında yeni bir bilgi yoktu.
Emine teyzeyi yeni bir iş için ikna edebilmiştim. Şırnak şehir merkezine taşınmıştı ve Fırat'ın bana mehir olarak verdiği restorantta aşçı yardımcısı olarak çalışıyordu. Adem ise gelecek sene evde eğitim görmeye başlayacaktı. Ona aldığım kitaplardan birinde okuduğu bir karakterden esinlenmişti ve yazar olmak istiyordu. Bu yüzden Adem'e bolca kitap ve bir bilgisayar almıştım. Hastalığı doğuştan olduğu için tedavisi mümkün olmasa da ona bir umut verebildiğim için mutluydum.
Zeynep...yeni yeni yürümeye başlamıştı. Kendi kendine tuvalete gidebiliyor, Ayşe teyze evde olmadığı zamanlarda ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Ayşe teyzeye de Saadettin abinin restoranında bir iş bulmuştum. Artık ev ev gezip temizlik yapmayacaktı. Zeynep de önümüzdeki okul yılı okula başlayacaktı.
Evden çıkmıştım. Saat akşam 21.54'ü gösteriyordu. Film izlerken yemek için abur cubur almak üzere yan sokaktaki bakkala gidiyordum. Yanımda sitenin önünde beslediğim ve Fındık adını verdiğim simsiyah tüyleri ve masmavi gözleri olan bir köpek vardı. Bazı geceler böyle dışarıya çıktığımda peşimden ayrılmıyor, nereye gidersem benimle birlikte geliyordu. Çok oyuncuydu ve şimdi de olduğu gibi sürekli üzerime atlıyor, bacaklarıma dolanıp yüzümü yalıyordu.
Kaldırıma çıkarken karşıdan gelen aracı görüp Fındık'ı ona aldığım sarı tasmasından tuttum. Aslında, gel, desem gelirdi, onu ödül mamasıyla biraz eğitmiştim ama birkaç gün önce bakkaldan dönerken ona vermek için elimde açmaya çalıştığım salamı yiyecek olmanın heyecanıyla sağa sola zıplarken az kalsın arabanın altında kalıyordu. Son anda tutup çekmiştim ve çok korkmuştum.
Araba yanımızdan süratle geçerken sağa doğru kıvrılan kaldırımdan bakkalın olduğu dar sokağa girdim. Fındık'ın tasmasını bırakıp sokak lambalarının ışığının vurduğu eriyen kar sularının üzerinde yürüdüm. Şubat ayını yarılamıştık. İki gündür güneş açıyordu. Kış aylarını daha çok sevmeme rağmen yazı özlemiştim. Zaman çabucak geçsin istiyordum. Belki de beklediğim yaz değil Fırat'tı.
Adını aklımdan geçirmek bile bana özlem dolu derin bir nefes aldırıyordu. Kokusu tişörtünden silinmişti. Deri ceketi hâlâ aynı sıcaklığı vermiyordu. Her gece yatmadan önce vücudumu onun şampuanıyla yıkıyordum ama tenimdeki koku sadece Fırat'ın kokusunu anımsatıyordu, asla sevdiğim adam gibi kokamıyordum.
Ona duyduğum özlemin üzerine düşsem zihnimin beni karanlık köşelere çekeceğini biliyordum. Kendimi sürekli bir şeylerle meşgul edip duruyordum çünkü dibe batmak istemiyordum. Her zerrem Fırat'ın özlemiyle sızlıyordu. Aklım onun yokluğunda medcezirliydi. Ruhum alabildiğine savruk, benliğim sanki yerinde yoktu. Ben daha önce hiç kimseyi gerçekten özlememişim. Oysa ki özlem bir bıçak kadar keskin, ölüm kadar soğukmuş. Ve ben aslında birini özlemeye idmanlı olduğumu düşündüğüm kadar da yabancıymışım.
Gözlerim dolarken esen rüzgarla birlikte burnumu çektim. Saçlarım savrulurken yolun iki tarafındaki kaldırımların önüne park edilen araçların arasından yürümeye devam edip ışıkları yanan bakkala yaklaşınca Fındık'a, "gel oğlum, " diyerek adımlarımı hızlandırdım.
Bakkalın kapısından içeriye girip Fındık beni kapıda beklerken," iyi akşamlar Hamit amca," dedim. Üzerinde çikolata ve şekerlemelerin bulunduğu tezgahın arkasında oturmuş önündeki defterle ilgilenirken gözlüklerinin üzerinden bana bakıp gülümsedi.
"İyi akşamlar kızım, hoşgeldin. "
"Hoş buldum. Hesap kitap mı yine?"
Kalemi tuttuğu eliyle ortası dökülmüş ve tavandaki lambaların ışığında parlayan kır saçlarını kaşıyıp, " öyle," dedi. " Her gün zam geliyor, insanlar iyice veresiyeye abandı. Bugün birkaç kişi borcunu ödedi, onları siliyordum. Bu defteri de amma karışık tutmuşum. Hay Allah," diyerek güldü. Çok tatlı bir adamdı. Bilgiç bir siması vardı. Ne zaman buraya gelsem bu bakkaldan daha çok bir sahaf dükkanına yakışacağını düşünürdüm. Birkaç kez onunla sohbet etme ve satranç oynama şansı bulmuştum. Kitaplar hakkında konuşmuştuk.. Edebiyat öğretmeni emeklisi olduğunu öğrenmiştim. Bana "Dinozorlarla Karıncaların Öyküsü" adlı bir kitap önermişti. Dün almıştım fakat henüz okumaya fırsatım olmamıştı. Şu an "Ay ve Işıklar" adında bir polisiye romanı okuyordum.
Gülümseyip, "kolay gelsin," dedim. Defterin sayfalarını karıştırırken,"sağolasın," dedi.
Raflara doğru adımlayıp aralarında gezindim.
"Hazan."
"Efendim Hamit amca?"
"Fındık için köpek mamaları getirttim. Baklagillerin karşısındaki rafta."
"Tamam."
Baklagillerin olduğu rafın önünden geçerken mısır gördüm. Abur cubur almak yerine patlamış mısır yapmayı düşünürken bir mısır paketini elime alıp köpek mamalarına yöneldim. Daha dün 15 kiloluk köpek maması aldığım için ödül mamalarını inceledim. Üç paket ödül maması alıp tezgaha döndüm. Fındık kapının önünde dili dışarıda bir halde kulaklarını oynatarak kuyruğunu sallarken ön ayaklarını sabırsızca yere vuruyordu.
"Geliyorum oğlum, dur. Başka bir şey ister misin?"
Havladı. Gülümseyip elimdekileri tezgaha bıraktım. Ardından dolaba yönelip Fındık için sosis ve kesilmiş salam aldım. Bunları çok seviyordu. Dolabı kapatıp elimdekileri Fındık'a göstererek tezgaha koydum. Üç kez peş peşe havlayıp etrafında döndü. Sevinmişti.
Aldıklarımı poşetleyip Hamit amcaya parasını almadığı köpek mamaları için teşekkür ederek bakkaldan çıktım. Fındık ön patilerini göğsüme koyarak geri geri yürürken kolumu sırtına sardım. Yüzümü yalıyordu.
"Tamam, oğlum dur. "
Üstümden yere atlayıp bacaklarıma dolandı. Çok tüylüydü. Siyah bir golden gibiydi. Gözleri çok güzeldi. Ve o kadar akıllıydı ki ondan ayrılmak istemiyordum. Fırat geldiğinde Fındık'ı yanımıza almamız için onu ikna edecektim. Zaten evimizin bahçesi kocamandı, orada Fındık'a bir kulübe yapabilirdik.
"Fındık! Uzak dur poşetten. Burada olmaz. Sonra heyecanlanıp yola atlıyorsun. Bekle."
Arkamdan dolanıp solumdan sağıma geçerken poşetlerden ayrılmıştı. Başını okşayıp, " afferin oğluma, " dedim. Kısık bir sesle havladı yine. Gözleri yüzümdeydi. Önüne bakmadan yürüyor, bacağıma yaslanıyordu. Tüylü vücudunun sıcaklığını bacağımda hissedebiliyordum. Boyu neredeyse belime kadar geliyordu.
Kaldırımın köşesinden dönerken yine tasmasını tuttum. Bacağıma yapışık yürüyordu ama yine de ne olur ne olmazdı.
Karşı kaldırıma geçecekken oldukça gürültülü eski model bir motorun sesiyle geniş kaldırımda hızla gerileyip arkamdaki apartmanın bahçe duvarına sırtımı dayadım. Fındık önümüzden geçerken bize doğru bir zarf fırlatan motorun üzerindeki kasklı adama doğru havlarken öne doğru atılıyordu. Tasmasını tuttuğum için peşinden gidememişti. Erkek olduğu için olsa gerek sesi çok güçlü ve kalındı. Ortaya çıkan bembeyaz sivri dişleri az önceki tatlı görüntüsünü yok etmişti. Elimden kurtulmak için tırnaklarıyla yeri yırtıyor, geri geri gidip öne doğru atılarak elimden kurtulmaya çalışırken sesi sokağı inletiyordu. Beni bir iki adım sürüklemişti ama son anda dengemi kurmuştum.
Yerdeki zarfı alıp duvarın dibine çöktüm. Fındık'ı kendime doğru çekip,"oğlum tamam, gel, buraya gel," dedim. Çok güçlü ve korumacı bir köpekti. İki hafta önce sitenin önünde Saadettin abi sürekli Kim Chin'le, Cihan abiyle ve onun tanıyıp etmediği adamlarla görüştüğüm için bana sesini yükseltirken ve ellerini kollarını kullanarak bir şeyler anlatırken ona saldırmıştı. Montunun üzerinden kolunu kapmıştı. Dişini geçirmeden tutmuştum fakat Saadettin abi Fındık'a çok kızmıştı. Ama Fındık Saadettin abi ona bağırdıkça üzerine gidip havlamaya devam etmişti. O kadar komikti ki. O günden sonra da Fındık ne zaman Saadettin abiyi yakınlarımda görse deliriyordu.
Motorun gittiği yöne kilitlenen Fındık'ı çekiştirdim.
"Fındık'ım gel oğlum, gitti bak, bir şey yok."
Havlaması kesilmişti ama hırlıyordu. Birkaç adım gerileyip beni arkasına alarak önüme oturdu. Kulaklarını havaya dikmişti ve o kadar tatlı görünüyordu ki sırtını okşayıp başını öptüm.
"Afferin oğluma."
Tasmasını bıraktım.
" Böyle otur Fındık tamam mı? Gitme bir yere. "
Hâlâ motorun gittiği yönü izliyordu ama tasmasını bıraktığımda oturmaya devam etti.
Poşeti yere bırakıp büyük zarfın dışını inceledim.
A. T
O gece Saadettin abilerin evinde gelen, içinden binbaşı Kenan Karadağlı'yla ilgili belge ve delillerin bulunduğu zarfın üzerindekiyle aynı yazı ve aynı iki harfti.
Ali miydi? O değilse kimdi? Günlerdir takip edildiğimi hissediyordum fakat bu hissimin Saadettin abinin adamlarıyla ilgili olduğunu düşünmüştüm. Oğuz'un ilk mahkemesinin olduğu güne ait adliyenin önündeki güvenlik kamerası görüntülerini incelemiştim ve evet, o gün gördüğüm silüet bir hayalet değil Ali'ydi. O gün oradaydı. Sonrasında aynı gün Hakan Çınar'ın evinin olduğu apartmanın bulunduğu sokakta bana çarpan kişinin de Ali olma ihtimali vardı. Sokaktaki güvenlik kameraları açıya giren ağaç dalları yüzünden şoför koltuğunda kim olduğunu göstermiyordu. Eğer tüm bunları yapan Ali'yse neden bana yardım etmişti, neden beni görmeye gelmiş, neden bana çarpmıştı? İkili mi oynuyordu? Benimle derdi neydi? Yine ne göndermişti? Ne yapmaya çalışıyordu?
Çöktüğüm yerden poşeti alıp doğruldum. Fındık'ın tasmasını tutup, "gel oğlum," dedim. Birlikte karşı kaldırıma geçtik. Kapıyı şifresini girip açtım. Fındık'ı bahçeye sokup kulübesinin yanına kadar yürüdüm. Site yöneticisiyle Fındık'ı bahçeye almak için konuşmuştum. Kabul etmemişti ama sonra Saadettin abi konuşunca, tamam, demişti. Ben de Fındık'ın kulübesi için her ay bin tl para ödemeyi teklif etmiştim. Sadece bir iki ay burada kalacaktık. Yönetici parayı almamıştı. Ama Fındık insanları rahatsız ederse anlaşmayı bozacağını söylemişti. Fındık çok akıllı bir köpekti. O yüzden şimdilik bir sorun yoktu.
Fındık kulübenin önüne oturdu. Poşetten sosis ve ödül maması paketini çıkardım. Mama kabına dört tane sosisle mamanın yarısını koydum. Ana yemeğini iki saat önce vermiştim zaten. Suyu da duruyordu.
Yemeğine dokunmadı. Gözleri yüzümdeyken bana doğru sokulup başını ayağımın üzerine koyup önüme uzandı. Sevgi istiyordu. Islak çimlerin üzerine oturdum. Poşeti bir kenara bırakıp Fındık başını bacağıma koyarken zarfı açtım. İçinden kalın bir karta yazılmış bir not dışında hiçbir şey çıkmamıştı.
Notta ise şöyle yazıyordu;
"Fatih Aydın...Mahsun Türkoğlu'nu içeri tıkmak istiyorsan ipin ucu da sonu da o."
Fatih Aydın...bu isim...Mine'nin cansız bedeninin üstünden çıkan notta yazan isimdi. Fırat bana o gün bu adamı tanıyıp tanımadığı mı sormuştu. Önündeki engelleri kaldırdığımda zihnim elimdeki bu sınırlı bilgileri hızla bir araya getirip mantıklı sayılabilecek bir sonuca bağlamıştı. Bu sonucu doğru kabul edebilmek için nottu yollayan kişi her kimse ona güvenmeliydim.
Fırat, Fatih Aydın'ı tanıyordu.
O gün yüzündeki gergin ifade, gözlerindeki telaş ve bana o adamı tanıyıp tanımadığı mı sorarken sesindeki sertlik bu sonuca delaletti. Bu sonuca varmam için ikinci bir sebep daha vardı; notu yollayan kişi belli ki Mahsun Türkoğlu'yla olan derdimi biliyordu. Ve Fatih Aydın'ın, Mahsun Türkoğlu'yla bir bağlantısı varsa muhakkak Fırat'ın ablası Dicle'nin ölümüyle de bir bağlantısı vardı. Pek tabii Fırat'ın da bu bağlantılardan haberi vardı.
Her şeyi biliyordu. Dicle'nin nasıl öldüğü, öldürüldüğü ve işin içinde kimlerin olduğunu Fırat çok iyi biliyordu. Elinde deliller bile olabilirdi. Peki o zaman neden Mahsun Türkoğlu'nu tutuklatmak için şimdiye kadar hiçbir şey yapmamıştı?
Benim için...Fırat benim için birçok şeyden taviz veriyordu. Kim bilir içinde nasıl bir yük taşıyordu? Ne kadar yorgundu kim bilir?
Kartı zarfa geri soktum.
Fatih Aydın...
İp ucu muydu şimdi bu? Adam hakkında terörist olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordum. Bir teröristi, Dicle'nin ölümü dışında onlarca suçla daha yargılayabilirdim ve asla sırıtmazdı. Bu adamı doğrudan nasıl Dicle'nin ölümüyle suçlayacaktım? Her şeyi geçtim bu adamın kim olduğunu nasıl bulacaktım? Fatih Aydın yerine buraya başka bir isim de yazabilir, belirsizlik hâlâ olduğu yerde durabilirdi.
Köpeğin başını okşarken gözlerimi tek tük yıldızların göründüğü gökyüzüne çevirdim. Yarın yine güneşli bir gün olacaktı. Belki öğleden sonra kar yağardı. Evren her zaman olduğu gibi muntazam bir şekilde, rotasından şaşmadan düzenini sürdürürdü. Güneş doğar, dünya dönmeye devam eder, meridyenler arasındaki mesafe hep aynı kalır, gezegenler sıralarını bozmazdı. Fakat insan denilen varlığın aklına, daha doğrusu insafına bırakılan dünya her geçen gün kötülüğün ve vahşetin farklı yüzleriyle tanışırken "düzen" kelimesi eski osmanlıca sözlükler gibi anlamını yavaşça kaybetmekte ve artık ona ulaşmak çağlar önce yok olup gitmiş dinozorların fosillerine ulaşmak kadar zorlaşmaktaydı.
"Fındık..."
Hafifçe inledi.
"Sence insanlar olarak o kadar mükemmel ve şanslı mıyız?"
Ulur gibi kısık bir ses çıkardı. Gülümsedim. Değildik. Zaten ben bu yeryüzünde yaşayan hiçbir canlıya şanslı demezdim. Çünkü otsan başını ezerlerdi. Çiceksen koparır, hayvansan sırf konuşamadığın, sana yapılan eziyete ses çıkaramadığın için kendilerinde canını yakma hakkını bulurlardı. Ve insansan hakkını yerlerdi. Acı olansa otu ezen de, çiçeği koparan da, hayvana acı veren de; insanın hakkını yiyen de yine insandı.
Ben inançlı biriydim. Ve inancımı sağlam tutan şey dünyanın, insanların ya da diğer yaratılanların nasıl ortaya çıktığı, var olan her şeyi illa ki var eden birinin olma zorunluluğu değildi. Ben her şeyin başından çok sonuyla ilgileniyordum. Nasıl var olduğumuzdan ziyade nasıl yok olacağımızla. Ve öyle inanıyordum ki tanrı vardı. Dünyanım sonunda bir mahkeme kurulacaktı. İşte o gün kurulan iyi ya da kötü bütün düzenlerin ve oyunların hesabı sorulacaktı. O gün kimsenin kimseye bir üstünlüğü olmayacaktı. Hepimiz ölümlüydük. Bize ait olmayan maddelerin, Sultan Süleyman' a bile kalmayan dünyanın gölgesinde neyin savaşını veriyorduk? Hâlâ bir yerlerde ölümsüzlüğe inanan, çok paranın, fazla toprağın, yeterince güzelliğin, şaşanın, kötülüğün sonsuzluk demek olduğuna inanan asalaklar var mıydı?
Biliyorum. Elinde yaldızlı bir değneği olan güzel bir peri, bir gece çıkıp dünyanın tepesine iyilik tozu serpmeyecekti üstümüze. Kötülüğü yok edince iyiliğin; çirkini öldürünce güzelin; ölümsüzlüğü bulunca yaşamın hiçbir önemi kalmayacaktı. Ama yine de bazen bunu istiyordum. Bütün kelimeler, anlamlar ve kavramlar; görünenler ve görünmeyenler bir anda anlamını yitirsin, her şey önemsizleşsin ve birden bütün dünya, ardından kainat, ben ne yapıyorum, diye sorsun kendine. Her geçen gün yok oluyoruz, eriyor ve tükeniyoruz. Birbirimizi parçalara ayırıp öldürüyor, acılarımızdan zevk alıyoruz. İyiliğin hiçbir değeri yok, her zaman en kötüye havalı diyoruz. Denizler kuruyor, buzullar eriyor, canlıların nesilleri tükeniyor, kışlar yaza dönüyor, zamanın çarkı boşaldı, hiçbir şeye yetişemiyor, hiçbir şeyden tatmin olmuyoruz. Bu dünya belki de cennetin bir yansıması ve hepimiz birer iblisiz. Adem yasak elmayı yiyince cennetten kovuldu. Peki bizim kaç elma hakkımız kaldı?
İçimi çektim. Fındık'ın başını öpüp eve çıktım.
********
"Ne bu?"
"Sana mektup yazdım."
Kim Chin'in çekik gözleri önüne koyduğum zarftan ayrılıp gözlerimi buldu.
"Komik değil, " dedi.
Cam fincanda duran ıhlamurdan bir yudum aldım. Kafenin içindeki insanların konuşma seslerinden yükselen uğultular arı kovanından duyulan kulak tırmalayıcı vızırtılar misali beni huzursuz ve rahatsız ederken fincanı masaya bıraktım.
"Biliyorum. Ama senin sorduğun soru da mantıklı değil. Önüne sadece bir zarf koydum ve içine bakmadan bana bunun ne olduğunu soramazsın. Sormamalısın. Önce gerçekte görmeni istediğim şeyi görmelisin."
"Tamam, yeter. Mahkeme salonunda değiliz. Dakikalar süren açıklamalar yerine sadece içine bak desen de anlardım. "
Zarfı açarken söylediklerini es geçip, "üstündeki harfleri oku," dedim.
Gözlerime bakıp zarfın arkasını çevirdi.
"A.T?"
Kaşları çatılmıştı. Bir süre daha harflerde göz gezdirip, "Ali mi?" dedi.
Beyaz gömleğimin üzerinden sarkan Fırat'ın bana verdiği künyeyle oynarken, "öyle tahmin ediyorum, " dedim.
"Niye bana getirdin bunu?"
"Bilmem. Belki de ileride bu zarfla ilgili bir durum olursa beni kardeşim terörist olduğu için yine TKÖ'yle iş birliği yapmakla suçlama diyedir. "
"Senden bunun için özür diledim," dedi. Bozulmuştu. "Sebebini de açıkladım. Hallettik sanıyordum. "
Evet, açıklamıştı. O gün benimle birlikte sadece emirlerime itaat ettiği için cezalandırılmış ve köy okullarına yardım götürmek zorunda kalmıştı. Ve aynı gün intihar ederek kendini öldüren kardeşinin ölüm yıl dönümüydü. Nenesi hastanede kanser tedavisi görüyordu ve Kore'ye gitmek istemişti. Fakat VASÖ benim yüzümden buna müsade etmemişti. Kim Chin o gün bu yüzden çok gergindi ve ben de Mine'nin üzerinden çıkan Fatih Aydın'ın yazdığı notta bir önceki gelen CD'yi izleyemediğim için yenisinin gönderildiğinin yazılı olması üzerine ona CD'yi Cihan abiye ulaştırıp ulaştırmadığını ve TKÖ'nün CD'yi izleyemediğimi nereden bildiğini sormuştum. O da o gerginlikle bana, teröristlerin içinde kardeşi olan sensin, sana sormalı, demişti.
Herhangi bir art niyeti olmadığını o gün de, şimdi de biliyordum ve ona kızgın değildim. Sadece yeri geldiğinde lafı gediğine koymak hoşuma gidiyordu.
"Hallettik," dedim. "Seni rahatsız etmek hoşuma gidiyor sadece."
"Benim hoşuma gitmiyor ama savcı. Unutalım istiyorum. "
"Unuttuk, tamam. Zarfı aç artık. "
Dediğimi yapıp zarfı açtı. Telefonumdan 11. 22'yi gösteren saatte bakarken, "kim bunlar?" diye soran sesi dikkatimi çekti. Ona dönüp, "kim, kim?" dedim.
"Zarftaki foroğraftakiler," dediğinde şaşkındım.
"Ne fotoğrafı?" derken dün akşam okuduğum yazının bulunduğu kartın arkasına baktığını gördüm. Kart olduğunu sanmıştım, bu bir fotoğraf mıydı?
Elimi uzatıp, "versene," dedim.
Uzattığı fotoğrafı aldığımda karşımda üç kişi vardı. Ve ben biri hariç ikisini tanıyordum.
Annem, ablamın çocukluğu ve...sanırım Fatih Aydın. Aynı fotoğraf karesinde, bir parkta ve rengarenk çiçeklerin önünde kameraya gülümsüyorlardı. Göğsümde ağır bir sancı hissettim. Sanki her şey bütün beraklığıyla gözümün önünde zannederken görünmez bir cama çarpmıştım ve her yerim yara bere içinde kalmıştı. Soğuk suya ilk kez girince önce bir ürperir, sonra da yavaş yavaş alışır ya insan ben alışamıyordum. Kendimi ihanete uğramış gibi hissediyordum.
O dağ başında Ali'nin babasının bir terörist olduğunu öğrenmiştim. Annem bir şerefsizi yıllarca sevmiş, ondan iki tane çocuk yapmış ve o herifle babamı aldatmıştı. Tüm bunları zaten biliyordum, fakat görmezden gelmek, soyut birer bilgi halindeki bu gerçeklere zihnimde somut bir yer vermemek, oldu bitti ve geçti gitti, diyebilmek bir şekilde kolaydı. Ama şimdi elimde tuttuğum bu fotoğraf ateş gibi sıcak, taş gibi ağır ama aynı zamanda, hiçliği kanıtla, deseler elimdeki tek kanıtımdı. Bana "o şerefsiz" dediğim kişinin adının Fatih Aydın olduğunu söyleyip ona bir kimlik kazandırmak dışında hiçbir yeni bilgi vermeyen bu kağıt parçası benim için koca bir hiçti.
Onca yıl annem beni neden sevmiyor, diye acı çekip durmuştum. Kusuru kendimde aramış, masaldakinin aksine hiçbir zaman güzel bir kuğuya dönüşemeyecek olan çirkin bir ördek yavrusu olduğumu sanmıştım. Ama şimdi eğer annem beni bu şerefsizle aynı kanı taşımadığım için sevmemiş ve sevmiyorsa bundan üzüntü değil ancak gurur duyardım.
Elimdeki fotoğrafı yanlışlıkla bir böceğe dokunmuşum gibi tiksinerek masaya bıraktım.
"Arkasındaki yazıyı oku," dedim.
Fotoğrafı alırken, "kim bunlar?" diye sordu tekrar.
"Annem, ablam ve annemin eski kocası. "
Bir iki saniye gözlerime bakıp fotoğrafın arkasını çevirdi.
"Fatih Aydın...Mahsun Türkoğlu'nu içeri tıkmak istiyorsan ipin ucu da sonu o."
Yeniden gözlerime baktığında soru soracağını ve o soruları cevaplamanın istediği enerjinin şu an bende mevcut olmadığını biliyordum. Fotoğrafı her ne kadar sakince karşılamış olsam da bilinçaltımda bir şeyler tutuşmuş, kafedeki gürültü iyice katlanılamaz bir hâl almış, varlığım buraya fazla gelip yollara taşarken kaldırımda yürüyen insanların ayakları altında ezilmişti.
"Sorma," dedim. "Hiçbir şey sorma. Sadece bu adamın bir terörist olduğunu, annemin eski kocası, Ali'yle ablamın babası ve o gün Mine'nin üstünden çıkan notu yazan kişi olduğunu bil, bu adamın geçmişini öğren yeter."
Bu cümleleri kurarken aniden idrak ettiğim bir şeyle ürperdim. Bu zarfı yollayan kişi tahmin ettiğim gibi Ali'yse bana karşı öz babasını ele veriyordu. Fırat'ın ablasının ölümüyle Ali'nin babasının bağlantısı vardı.
"Savcı sistem yok, biliyorsun. Zor olur."
Başımı sallarken boşluğa düşen bakışlarımı Kim Chin'in yüzüne çıkardım.
"Biliyorum, ama bul bir yolunu. Çok önemli. Senden başka kimseye güvenemem. Bu gizli bir durum. "
Ciddi ve sıkıntılı bir yüz ifadesiyle gözlerime bakıp, "tamam," dedi. "Bulacağım bir yolunu."
"Bir de bir motor plakası vereceğim sana. Muhtemelen çalıntı ya da sahte ama yine de bir araştır. 73 ZGA 21."
"Tamamdır. "
*********
Emniyetten, PÖH polisi İbrahim Kalyoncu'nun el konulan bilgisayarı, cep telefonu, evi, arabası ve emniyetteki odasında yapılan aramalardan çıkanların kayıtları gelmişti. Dişe dokunur bir şey yoktu. İfadesinde söylediği üzre Dilek Bayram'ın bilgisayarının aranmasına engel olmak gibi bir gayesi olmadığını, bu durumun basit ve bilinçli olmayan bir ihmalkârlık sonucu meydana geldiğini kanıtlar nitelikte, önümdeki belgerde her şey temizdi.
Bu durumda, bu ihmalkarlığı siciline işleyecek ve benden adına yazılmış bir ihtarname alacaktı. Sonrasında da görevinin başında olmaya devam edecekti.
Buradan da bir şey çıkmamıştı. Dilek'in suçlu olduğuna dair en ufak bir kanıt, onunla iş birliği içerisinde olma ihtimali üzerine gidebileceğim herhangi biri yoktu. Dilek'in izni olmadan da lojmandaki odasını arayamaz, özel eşyalarına el süremezdim. Durumun albayla aramızdaki gizliliği açısından askeriyedekilerle konuşamaz ya da Dilek'in ailesiyle iletişime geçemezdim. Albay Halit Karaca ise Dilek hakkındaki beyanlarını esas almamam için ricada bulunmuştu.
Onu anlayabiliyordum. Tamamen aynı yerden olmasa da ben de Dilek hakkında yanlış bir iddiada bulunmak istemiyor, onu işlemediği bir suç yüzünden töhmet altında bırakmaktan çekiniyordum. Şu an içinde bulunduğum durum öyle bir alacakaranlıktı ki önümü göremiyor ve bu zifiri karanlığın içinde zihnimin, Dilek'e dair pek de ıyimser olmayan duygularımla harmanlanarak bana aslında olmayan silüetler ve olgular göstermesinden korkuyor, bundan imtina ediyordum.
Tarafsız olmalıydım. Delil oluşturmamalı, delil bulmalıydım. Dilek'e Oğuz'un sevdiği kadın, kocama...aşık ve onu öpmeye kalkan biri olarak değil, herhangi biri gözüyle bakmalıydım. Ve bunu şu ana dek başarabilmiştim. Bunda tabii ki de içimde kadın askerlere karşı duyduğum saygının da büyük bir etkisi vardı. Dilek her şeyden önce benim için üniformasına saygı duyduğum bir savaşçıydı. Bu sebeple ona ve onuruna leke sürecek emin olmadığım, öyle olduğuna dair kesin bir gerekçe ve kanıt bulamadığım, bulduysam bile sağlamalarını yapamadığım hiçbir iddiayla üzerine gitmezdim, gitmeyecektim.
Önümdeki siyah dosyayı kapatıp oturduğum deri koltukta geriye doğru yaslandım. Dumanı üstünde tüten papatya çayımı elime alıp kokusunu içime çekerken gözlerimi, odamın üçüncü katta olması sebebiyle gökyüzüne yakın olan penceresine çevirdim. Yer yer gri ve koca bulutlar önünü kapatıp şehrin rengini soldursa da hava güneşliydi. Kafasına estiğinde hırçınlaşan dengesiz rüzgarın sakinleştiği anlara denk gelindiğinde bu havanın huzurlu bir yanı olduğunu bile söyleyebilirdim. Bir yerlerde patlayan bombaların, susuzluktan ve açlıktan ölen insanların, manasız savaşların, bir çöplükte cılız sesiyle inleyerek ölen hayvanların, intihar eden ruhların, hayatları gasp edilen canların ve şu an aklıma gelmeyen milyonlarca felaketin "huzurlu" olarak nitelendirdiğim bu gökyüzünün altında gerçekleştiği gerçeğini insanlara unutturacak kadar güzel bir gündü.
Papatya çayını koklamayı bırakıp bir yudum aldım. O sırada pencerenin pervazına konan güvercin dudaklarımda küçük bir tebessüm oluşmasına neden oldu. Bana evimizin bahçesindeki kuşları ve onlar için aldığım fakat bahçeye asamadığım kuş evlerini hatırlatmıştı. Gözlerimin önünde beliren bütün hatıralar gibi bunun da sonu Fırat'a çıktı.
Henüz birkaç gün önce Suriye sınırını geçtikleri dışında operasyonun gidişatı hakkında bir şey bilmiyordum. Albay çok çetin ve zorlu şartlar altında olduklarını, yoğun bir çatışmanın içinde bulunduklarını, operasyonun kağıt üstünde tahmin edilenden daha ağır ve yavaş ilerlediğini, böyle giderse mühimmatlarının Haseke'ye girmeden bitebileceğini söylemişti. Eğer bu tahmini gerçekleşirse savunmasız kalacaklardı. Sınır ötesindeki ateş hattı ve hava şartları havadan verilebilecek bütün desteklerin önünü kesiyordu. Karadan gidebilecek destekler içinse yerdeki şartlar ve, albayın deyimiyle Turan timinin üzerine akın akın gelen teröristler engel oluşturuyordu.
Halit albay, Turan timinden gelebilecek herhangi bir acil durum çağrısı ihtimaline karşı harekat merkezindeki telsiz telefonunun başından ayrılmıyor, tugay komutanının emri üzerine komandolardan oluşan iki adet birlik her an desteğe gitmek üzere hazır ve nazır bir şekilde bekliyordu. Albay, Turan timinin Şırnak'tan yola çıkacak desteği bekleyecek durumda olmadığı teyit edilirse karargahı Hakkari'de bulunan 5. Komando tugayından yardım istenebileceğini söylemişti.
Albay, Kenan Karadağlı'nın yerine atanan binbaşı Cüneyt Savar'la birlikte Turan timinin desteğe ihtiyaç duyması ihtimali üzerine onlarca plan yapıyordu. Çok meşguldü ve ben de görevimin gereği dışında, şahsi sayılabilecek herhangi bir bilginin peşindeymiş gibi görünmemek için karargahı ziyaretlerimi oldukça seyrek yapıyordum.
Günlük yaşamımı bir şekilde idame ettirebiliyordum. Kendimle ilgili birçok şeyi düzene sokmuştum. Çok nadir ve kısa anlara tekamül ediyor olsa da kendime hobilerimle ilgilenerek vakit ayırabiliyordum, ama tüm bunlardan bağımsız olarak iç huzurum yoktu. Özellikle de uyku vakitlerinde. Bir şey vardı. Vücudumun her yerinde gezinen bir karınca ya da dört bir yanımı saran bir kabusun ruhu...Fırat'ın olması gereken yerde rahatsız edici bir şeyler vardı. Bense, o ekseriyetle izlemekten kaçındığım korku filmlerindeki yaratığın sesinin geldiği bodrum katına inen, öleceği filmin en başından beri belli olan karakterin aksine, aklı başında olan ve asla gücünün yetmeyeceği bir hayalete sokulmak yerine ondan kaçmayı tercih eden karakterdim. Ve bu yüzden inatla Fırat'ın olması gereken fakat olmadığını bildiğim yerde neyin olduğuna bakmıyordum. Orada ne olduğu Fırat yoksa umrumda değildi. Ama o şey her neyse beni huzursuz etmeye, ben ona bakmıyorken bile devam ediyordu.
Bir an elimdeki papatya çayına hevesim kaçmış ve bedenimdeki bütün yaşam enerjisi silinip gitmişcesine baktım. Gözümden süzülen bir damla yaş dudaklarıma dayadığım bardağın içine düştüğünde papatya çayını masaya bıraktım. Artık içilmezdi, çünkü içine acım damlamıştı. Ve bu öyle bir acıydı ki bir damlası bile oldukça tesirli ve ölümcüldü.
Gözümden süzülen yaşın yanağımda bıraktığı ıslaklığa elimi sürmedim. Ağladığımı biliyordum, ama bunu başka bir uzvumla hissetmek istemiyordum. Kendimi, Fırat'ın yokluğunu görmezden gelmeye adamıştım. Pek tabii kendimi de.
Masamın üzerindeki saat öğleden sonra 12.31' i gösterirken telefonum çaldı. Ekranda Cihan abinin adını gördüm. Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüm.
"Abi..." derken telaşlı ve ciddi sesi sözümü kesti.
"Hazan hemen Şırnak metkezdeki adliyenin karşısında bulunan AVM'ye git. Canlı bomba olduğuna dair ihbar aldık. Hemen."
Cihan abi konuşurken çoktan kabanımı alıp kapının yanına varmıştım.
"Tamam abi," diyerek telefonu kapattım. Odadan çıkıp asansöre yönelmeden hızla merdivenleri inerken iki kişiye çarpma tehlikesi geçirip özür diledim. Adliyeden çıkıp bahçedeki aracıma doğru ilerlerken Şırnak merkez adliyesinde çalışan avukat Onur Keskin'i arayıp yakınlarındaki ajanları AVM'ye yönlendirmesi için emir verdim. Benim buradan Şırnak'a ulaşmam neredeyse bir saati bulurdu.
Arabaya binip bahçeden çıkarken Kim Chin'i aradım. Durumu bildirdim. Telefonu kapatırken yola çıkmıştı.
Trafiğe karışıp hız sınırını aşmadan gidebileceğim en hızlı şekilde aracı sürerken dikiz aynasından arkamdan gelen iki araca baktım. Saadettin abinin adamlarıydı. Bir tek akşam eve döndüğümde peşimden ayrılıyorlardı. Sabah Kim Chin'le kafede buluştuğumuzda da peşimdelerdi. Fırat VASÖ ajanı olduğumu bildiği ve artık o da bir VASÖ ajanı olduğu için bu adamların ya da Saadettin abinin benim hakkımdaki düşüncelerini pek fazla umursamıyordum. Bu sebeple de korumalardan rahatsız olsam da en azından bu durumdan bir korku duymuyordum. Fakat şu an tedirgindim. AVM'ye girdiğimi gördüklerinde illaki benimle birlikte içeriye gireceklerdi. Canlı bomba ihbarı doğruysa ve patlamasına engel olamazsak onlara bir şey olabilirdi. Bir şekilde peşimden gelmelerine engel olmalıydım.
Şırnak merkeze giden yolu gösteren tabelanın altından geçerken düşünceliydim. Peşimdeki korumalardan ziyade aklımı kurcalayan başka bir şey vardı. Bu, bu ay içerisinde Türkiye'de aldığımız üçüncü canlı bomba ihbarıydı. İlki İstanbul Kadıköy'de meydana gelmiş bir patlamaydı. Onlarca yaralı ve ölü vardı. İkinci canlı bomba Ankara Çankaya'da bulunan Tunalı Hilmi Caddesi'nde infilak etmişti. Yine yüzleri bulan onlarca can yitip gitmişti. Şimdi de Şırnak merkezdeki adliye binasının karşısındaki AVM'ye bir saldırı düzenleniyordu.
VASÖ kodu imha ettiğinden beri TKÖ sanki VASÖ'nün içinde bulunduğu durumu biliyormuşcasına üstümüze geliyordu. Turan timinin üstüne gidilmesinin de sebebi zannımca buydu. Devletin savaş uçakları, SİHA'ları ya da İHA'ları sisli, puslu ve tipili hava şartlarıyla mücadele edemezdi ama VASÖ'nün özel üretim uçakları görüş açısının sıfır olduğu noktalarda bile hedefi on ikiden vururdu. Ama VASÖ şu an içinde bulunduğu durumdan ötürü ne savaş uçaklarını ne de İHA ve SİHA'ları Turan timine destek vermek amacıyla havalandırabilirdi. Bu da TKÖ'nün işine geliyordu. Eğer durum buysa VASÖ'de bir köstebek olduğu tezim doğruydu. Ya da Turan timinin içinde örgüte konumlarını bildiren bir hain vardı. VASÖ'nün içinde bir köstebek olmasını tercih ederdim.
*********
AVM'ye varmıştım. Döner kapıdan içeriye girerken arkamı kolladım. Saadettin abinin adamlarına izimi kaydettirmek için aracı iki sokak arkaya park edip dakikalarca etrafta dolanmış, en sonunda da işlek bir caddede kalabalığa karışıp beni gözden kaybetmelerini sağlamıştım.
İçerisi oldukça kalabalıktı. El ele gezen sevgililer, yaşlı teyze ve amcalar, bebeklerini ya da çocuklarını gezdiren aileler yürüyen merdivenlerin her iki tarafında, mağazaların içinde, vitrin önlerinde, dinlenme yerlerinde gezinirken her biri kendi hikayesine yeni ve önemsiz sahneler ekliyordu. Belki de bu önemsiz sahnelerden hayatlarında tonlarca vardı. Fakat bugün onlar bilmese de hikayeleri için önemli bir gündü. Henüz istedikleri sayfaya gelememişlerdi belki. Belki de daha yeni başlıyorlardı ya da hikayelerinden artık sıkılmış bir vaziyettelerdi ve bir son bekliyorlardı. Nasıl hissediyor olurlarsa olsunlar bugün hikayelerinin sonuna çok yakın olabilirlerdi. Onlar için bu cafcaflı binada gizlenen karanlık bir dönüm noktası vardı. Ve bazen insan bu dönüm noktalarına, fazla ciddi ve yıkıcı olmadığı sürece, ihtiyaç duyardı.
Mesela yürüyen merdivenlere doğru ilerleyen ve erkeğin ellerinin poşetlerle dolu olduğu, yüzlerinde gözle görülür bir bezginlik ve sinir bulunan çiftin bu dönüm noktasına ihtiyacı olabilirdi. Az ilerideki kırmızı koltuklarda oturmuş, açık ve dekolteli kıyafetler giyen genç kızlara kınarcasına bakan teyzenin de. Veyahut yanından geçen küçük oğlan çocuğunun elindeki palyaçolu balonu görüp aynısından isteyen küçük kızın başına hafifçe vurup susmasını isteyen ve kızını ağlatan annenin de. Ya da bir mağazanın duvarına yaslanmış önünden geçen kadınların kalçalarını ve göğüslerini dikizleyen şerefsizin de olabilirdi.
Sahiden de genel bir bakışla etrafı süzdüğümde çok az mutlu insan vardı. Ve bu beni nedensizce rahatsız etti. İnsan çoğu zama ölmeyi dilerdi ve bu insanların her birinin eminim ki zihninden bir kereliğine mahsus bile olsa intihar düşüncesi geçmişti. Kendi varlığının üzerinde hakimiyet kurabilmek, yakınlarının sen öldüğünde çekeceği acının insana romantik gelen draması, ölünce anlaşılacağını sanmak, dahası dünyanın bütün yüklerinden kurtulma isteği, geride ve insanların zihninde bir iz bırakmak ya da ölümün karanlık ruhlar için oldukça cazibeli görünen bilenemezliği...bu bir bilmece değildi. İnsanlar çoğu zaman basit yaradılışta olan varlıklardır ve bunu başka bir insanın anlaması kadar kolay başka bir bilmece çözümü yoktur. Ve şunu da söylemeliyim yaşamdan ne kadar nefret ederse etsin, istisnasız her insan canına bir başkasının kastetmesini kabullenemeyecek kadar bencildir. Bu yüzden de cesur ya da acizce her biri, eğer burada bulunan canlı bombayı fark ederlerse nefret ettiği hayatına kaldığı yerden devam edebilmek için savaşacaktır. Çünkü nefret de ediyor olsak bize ait olan, bizimdir.
Üzerimdeki ceketi düzeltip belimdeki silahı saklarken bana doğru gelen Kim Chin'le öylece dikildiğim kapının önünden hareketlendim. Sonu belirsizlik ve aniden gelen ölümlerle biten hikayeleri sevmezdim. O yüzden diğer bombaların aksine buradaki patlamayacaktı. Ama önce halletmem gereken başka bir şey vardı. Kim Chin'le aramızdaki mesafeleri kapatmak yerine önünden geçip karşımdaki mağazaya ilerledim. Hedefimdeki kişinin gözleri de beni bulmuştu. Vücudumu baştan aşağı süzerken Kim Chin'in arkamdan gelen,"savcı," diyen sesini duydum. Lâkin bu beni yolumdan döndürmedi.
Mağazanın duvarına yaslanmış, muhtemelen mağazaya gireceğimi düşünen herifin üzerimde gezinen gözlerine kilitlenip nihayet karşısında durdum. Şaşırdı. Bir iki saniye ne olduğunu anlamadığı ve hazırlıksız yakalandığı için aynı pozisyonda durmaya devam etse de yanından uzaklaşmadığım için duvara dayalı olan ayağını yere indirip dikleşti. Gözlerime ne olduğunu soran bir ifadeyle bakarken kaşları çatıldı. Ona, izlendiklerini fark edince önünden tedirgin ve rahatsız olmuş bir hâlde hızlı adımlarla geçip giden kadınların aksine dik dik bakıyor olmam hoşuna gitmemişti. Kötücül bakan koyu renkli gözleri temiz bir ruha ait olamayacak kadar kirliydi. Esmer teninin, sakallı yüzünün, biçimsiz burnunun, ince ve sinsi kıvrımları olan dudaklarının ruhsuz bir havası vardı. İnsanın baktıkça içi sıkılıyordu.
"Hayırdır hanımefendi? Neye baktınız? Birini arıyorsanız yardımcı olalım," dediğinde, hanımefendi, kelimesi kaba ve rahatsız edici çatallı sesinde öyle bir sırıtmıştı ki bu bir gorilin, küçük, narin bir kanarya gibi ötmeye çalışmasıyla aynı derecede tuhaf ve komikti.
"Adres doğru, " dedim. "Size baktım."
İlgisini çekmiştim, karşısında durduğum andan beri, ancak şimdi daha çok. Ama yine de tedirgin ve temkinliydi.
"Ne için? Tanışıyoruz?"
Ellerimi arkamda bağlayıp başıma hafifçe önce geriye ardından da sağa doğru yatırdım.
"Siz beni tanımazsınız," dedim. "Ama ben sizin gibileri çok iyi tanırım."
Yüzü gerildi.
"Benim gibiler? "dedi. "Kimmiş benim gibiler?"
"Senin gibiler...uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kısaca özetleyebilirim. Sırf cinsiyeti erkek diye kendini adamdan sayanlar ve aslında toplumdan aforoz edilmesi gerekirken eylemsel bir suç işlemediği, işlediyse bile bunu çok iyi saklayıp, hatta saklamasına bile gerek kalmadan atarkil bir toplumda yaşadığımız için görmezden gelinen ve görmezden gelinmek zorunda bırakılan, insan içine karışabilen, toplumsal huzuru aşağılık bir kan emici gibi içine çekip zehrini insanların, ama en çokta kadınların üzerine salan şerefsizler. Renginizi çok çabuk belli ediyorsunuz."
Adamın birleşik ve kalın kaşları iyice çatıldı. Üstüme doğru iki adım geldiğinde ne arkamda bağladığım ellerimi çözdüm ne de bir adım geriledim. Sebepsizce çok fazla kızgın ve hırslıydım. Mardin otogarında uğradığım tacizin ve daha önce başıma gelenlerin hıncını bu heriften almak istiyordum. Öncekiler de neyse ama Mardin'de yaşanan olayda kendi arkamda duramamış, sonrasında ise fazlasıyla aciz hissetmiştim. Belki de şu an ortada bariz hiçbir neden yokken bu pisliğe kafayı takışım o gün için kendimden özür dilemek adına bir fırsat, belki de bir günah çıkarmaydı.
Adam iki parmağıyla beni omzumdan sertçe ittirdi.
"Yürü git kadın! Belanı benden bulma!"
Ayaklarımı iyice yere sabitleyip vücudumu sıktığım için itişinden etkilenmedim. Bir adım bile gerilememiş ya da sendelememiştim.
Parmaklarının değdiği yere bakıp güldüm. Gözlerim yeniden yüzünü bulduğunda gülüşüm aniden yok oldu. Ona doğru bir adım attım.
"Benim için endişelenmenize lüzum yok," dedim. "Kendiniz için endişelenin. Belayı benden önce buldunuz."
Adam burnundan soluyacak kadar öfkelenmişti. Bana doğru bir hamlede bulunacakken gözleri arkama kaydı. Omzumun üzerinden onun baktığı yere baktığımda Kim Chin ve Yağız'ı gördüm. Adama geri döndüğümde bir adım geriledi.
"Kimsin, kimsiniz siz?" dedi. Ödlek biri olduğu belliydi. Ben bir kadın olarak onun için kolay lokmaydım ama arkamda duran iki uzun boylu ve yapılı adamı görünce korkmuştu. Bundan gurur duymadım. Aksine rahatsız olmuştum. Avına ortak çıkan bir atmaca gibi bu şerefsizi kimseyle paylaşmak istemiyor, pençelerimin arasına alıp yok etmek istiyordum. Adamın yüzüne kilitlenen bakışlarımın odağını dağıtıp burada oluş amacımı hatırlattım kendime. Yeri değildi ve ben burada zamanla bir yarış halindeydim.
Ellerimi arkamdan çözüp ceketimi geriye iterek belime koydum. Silahın kabzası ortaya çıkarken adamın gözleri onu buldu.
"Tanımak istemezsin, " dedim. "Ama yine de sana iki seçenek sunacağım. Ya şimdi, hemen bu kapıdan siktir olur gidersin ya da bizimle tanışmak zorunda kalırsın. Küçük bir uyarı! Bizi tanığına pek memnun olmayabilirsin. "
Sertçe yutkunup göz bebekleri hızla hareket ederken kirpiklerini kırpıştırdı. Birkaç adım gerileyip arkasındaki duvara çarptı. Ve duvardan hiç ayrılmadan önümden çekilip hızlı fakat belli bir çizgide ilerlemesine engel olan sarsak adımlarla, iki defa arkasına bakarken insanlara çarpma tehlikesi geçirdikten sonra döner kapıdan çıkıp gitti.
Adamı takip eden gözlerimi Kim Chin'le Yağız'a çevirdim. Yağız'ın bana olan bakışlarından rahatsız olduğum ve Fırat'ın ondan hoşlanmadığını bildiğim için gözlerimin onun üzerinde oylanmasına müsade etmedim. Kim Chin'e odaklanıp, "buldunuz mu?" diye sordum.
"Şüpheli kimse yok. Ya henüz gelmedi ya da çok iyi saklanıyor. "
Başımı salladım.
"Diğerleri de burada mı?"
"Burada. Müşteriymiş gibi etrafta geziniyorlar. "
"Tamam, biz de dağılalım. "
Yağız elini cebine atarken,"önce şunu takmalısın," dedi. Cebinden çıkardığı şey bir kulak içi kulaklıktı.
Elimi uzatıp, " ver," dedim.
Kulaklığı avucuma bıraktı.
"Tamam, gidin hadi. "
Beni başlarıyla onaylayıp yanımdan ayrıldılar. Kulaklığı kulağıma yerleştirip üzerindeki küçük tuşa basarak aktif hâle getirdim.
"Savcı beni duyuyor musun?"
Elimi kulağımdan çekerken, "evet," dedim. "Ben girişte nöbetteyim. "
"Anlaşıldı, tamam."
*********
Vakit akşam üstüne yaklaşıyor, insanlar işlerinden güçlerinden çıkıp AVM'ye gelmeye devam ediyorlardı. Hava iyice soğumuştu ve döner kapıdan bacaklarıma vuran soğuk dizlerimi titretmeme neden oluyordu. Saadettin abinin adamları beni az önce bulmuştu ve neyse ki onları dışarıda beklemeye ikna edebilmiştim. Sözde burada olma sebebim bir arkadaşımı beklememdi, eli kulağındaydı gelirdi, birlikte yemek yiyip ayrılacaktık.
Saat 15.23'ü gösterirken artık Cihan abiye gelen ihbarın yalan olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu düşüncemi onunla da paylaşmıştım. Beklemeye devam etmemizi söylemişti. VASÖ yanlış bir ihbar almazdı.
Benim için sorun değildi. Beklerdim. Burada olmaktan daha iyi ve keyifli yapacak başka bir şeyim yoktu. Son bir aydır onlarca şeyle uğraşıyor olsam da temelde aslında hep bir bekleyiş içerisindeydim. Özlem ve korku dolu bir bekleyişin içerisinde...
Siyah, askılı pantolonumun üzerinden üşüyen bacaklarımı ovuşturup, pantolonumla aynı rengi taşıyan ceketimi yakalarından tutarak beyaz gömleğimin üzerine çektim. Siyah, zincirli botlarımla yerde ritim tutarken başımı geriye atıp gözlerimi kapattım.
"Savcı?"
Kulağımın içinden gelen Kim Chin'nin sesiyle başımı dikleştirip yeniden döner kapıya odaklandım.
"Efendim," dedim. Yuvarlak koltuğun her iki tarafında da benden başka kimse oturmuyordu. Bu yüzden rahattım.
"İyi misin?"
"Üşüdüm biraz ama iyiyim. Orada durumlar nasıl?"
"Aynı. İstersen yer değiştirelim. Burada kafeterya var. Sıcak bir şeyler içersin. "
Hafifçe öksürdüm.
"Gerek yok," derken kapıdan el ele içeriye giren iki genç dikkatimi çekti. Yirmili yaşlarının başlarında olan bu iki genç oldukça iyi giyimli ve rahatlardı. Sırtlarında ya da ellerinde bomba taşıyabilecekleri herhangi bir çanta benzeri bir şey olmadığı gibi vücutlarında da göze anormal gelebilecek bir çıkıntı yoktu. Sadece kızın karnındaki büyük ve yuvarlak şişlik hamile olduğunu gösteriyordu. Dışarıdan görünümleri öylesine sıradandı ki canlı bombanın onlar olabileceğini düşünmezdiniz. Ama ben canlı bombanın onlar olduğundan emindim.
"Savcı..." diyen Kim Chin'in sözünü, "hedef görüş açıma girdi," diyerek kestim. "Tetikte olun."
"Kim?"
"Yaklaşık yarım dakika önce içeriye giren genç çift. Erkek olan siyah pantolon, beyaz tişört, kahverengi deri ceket ve beyaz spor ayakkabı giyiyor. 1.80 boylarında. Kız hamile. Kot pantolon, siyah boğazlı kazak ve beyaz mont giyiyor. Tahmini 1.60 boylarında. Yürüyen merdivenlere yöneldiler. "
"Onlar olduğuna emin misin? "
"Eminim. "
"Nereden yola çıkarak? " diye soran Yağız'dı.
"Yüzlerinden. "
"Korkuyormuş gibi görünmüyorlar. Gayet rahatlar. "
"Beden dillerinden ya da jest ve miniklerinden bahsetmiyorum. Onları tanıyorum. "
"Nereden, nasıl?"
Oturduğum yerden kalkıp yürüyen merdivenlere yöneldim. İnsanların arasından geçerken, "Çocuğun adı Muhammet Esari. Kızın adı da Cemile Altuntaş. Muhammet 1 yıldır, Cemile'yse yaklaşık 10 aydır kayıp. Adliyedeki terör örgütleri tarafından kaçırılan çocukların isimlerinin bulunduğu dosyadan biliyorum. "
"Bomba taşıyormuş gibi görünmüyorlar. Ne bir çanta, ne de vücutlarına sarılı herhangi bir şey yok."
Merdivenin kenarına tutunup yukarıya doğru çıkarken, "Farkındayım, " dedim. "Çünkü bomba içlerinde."
Kulaklıktan bir süre ses gelmedi. Bu sessizliğin ardından buradaki mağazalardan birinde çalışan VASÖ ajanı Ceyda Çeliker, "kız hamile," dedi. Dehşete düşmüş sesi şaşkındı.
Yürüyen merdivenden çıkıp Muhammet ve Cemile'yi takibi sürdürürken, "bunun TKÖ için bir önemi olduğunu sanmıyorum," dedim.
"N'apacağız peki? Bir şekilde insanları buradan uzaklaştırmamız lazım. "
Ceyda, Kim Chin'e cevaben," anons yaptırabiliriz, " dedi.
"Olur," dedi Yağız. " İnsanlar yürüyen merdivenlere ve çıkışa doğru telaşla koşturup belirli bir bölgede toplanır ve fırsattan istifade canlı bombalar da kendilerini patlatır. Anonsu yaptıralım, işlerini kolaylaştırırız."
Sesi çok ciddiydi. Sanki gerçekten Ceyda'yı onaylıyordu. Ancak sözleri bunun tam tersiydi ve haklıydı. İnsanları telaşlandırıp korkutmak işleri iyice zorlaştırırdı. Dahası canlı bombaların fark edildiklerini anlamaması gerekiyordu. Muhtemelen bomba, ameliyatla karın boşluklarına yerleştirilmişti. İkisininde ellerinde kumanda benzeri bir şey göze çarpmıyordu. Öte yandan kız ara ara elini şişkin karnına götürse de ne Muhammet'in ne de Cemile'nin yürürken acı çekiyormuş gibi bir halleri yoktu. Eğer tahmin ettiğim gibi bomba karın boşluklarındaysa derin bir yaralarının olması gerekiyordu, bu da yürürken zorlanmalarına neden olurdu.
Bu tür canlı bomba eylemlerinde eylemciye psikolojik telkin ve motivasyonun yanı sıra, beyin yıkama tekniği işe yaramazsa ve eylemci bombayı patlatmaktan vazgeçerse diye cesaret verici haplar ya da uyuşturucu verilirdi. Muhammet ve Cemile ya bu konuda çok iyi eğitilmişti ya da...buraya hedef şaşırtmak için gönderilmişti, çünkü herhangi bir maddenin etkisindeymiş gibi görünmüyorlardı.
Eğer ikinci seçenek doğruysa canlı bomba burada değildi. Nerede olduğunu tahmin etmek ise sorunun üzerine biraz düşününce bariz bir şekilde gözler önüne seriliyordu. Ama Cihan abi, dolayısıyla da VASÖ bombanın burada olduğunu söylüyorsa yanılmaları çok düşük bir olasılıktı.
İki genç bebek ürünleri satan mağazaya girerken peşlerinden gitmeyi bırakıp aşağıya bakan korkuluklara yaslandım. Kim Cihin az ileride kollarını korkuluklara dayamış aşağı bakarken girişi izlemeye devam ediyordu.
Yaklaşık bir dakika süren sessizliğin ardından konuştum.
"Anons olmaz."
Ceyda,"ne yapacağız peki?" diye sordu.
"Önce onlar olduğundan emin olmalıyız."
Yağız, "az önce onlar olduğu konusunda çok emindin," dedi.
"Her zaman kendime bir yanılma payı bırakırım, " dedim. "Tam olarak net bir eylemci profili çizmiyorlar. Ama örgüttün içinde olduklarından eminim. Eylemci değilseler bile asıl eylemciyle bağlantıları olduğu kesin."
"O zaman girişe birini yollayalım. Asıl eylemci hâlâ dışarıda olabilir. "
Sesin sahibini tanımıyordum ama ajanlardan biriydi.
"Güvenlikler bizden. Ama eylemciyi analiz edebilirler mi bilmiyorum. Aldıkları eğitimler belli."
"Ben çıkıştayım, " dedi Avukat Onur Keskin.
"Tamam."
Tezgahın üzerindeki zıbınları inceleyen Cemile tam karşımdaydı. Başını kaldırsa göz göze gelirdik ve öyle de oldu. Gözlerindeki ifadeden beni tanıdığını hissettim ama bu saçma bir histi. Nereden tanıyabilirdi ki?
Gülümsedim. Belli belirsiz tedirgin bir tebessümle karşılık verdi. Gözlerimizi ayırıp askıdaki giysileri karıştıran Muhammet'in yanına gitti. Belki de karınlarındaki yaralar uzun zamandır oradaydı ve iyileşmişti. Ama olamazdı. Karın boşluklarındaki bomba, varsa eğer, oksitlenme yapabilir, kanlarını zehirler ve onları öldürürdü. Başka bir olasılık karınlarındaki yaranın acısına dayanmaları için vücutlarına fazlaca ilaç almış olmalarıydı. Öyle bile olsa ilaçlardan dolayı illaki biraz sersem olurlardı.
Sıkıntıyla içimi çektim. Başım ağrıyordu. Önümde bir bilmece vardı ve çözemiyordum. Bu şehre geldiğim ilk zamanlarda adliyede incelediğim TKÖ tarafından kaçırılan çocukların dosyasını gözümün önüne getirdim. Yirmili yaşlarının başlarında olduğunu söylemiştim ama Muhammet onsekiz ve Cemile de ondokuz yaşındaydı. Muhammet lise son sınıf öğrencisiydi ve bir gün evden okula diye çıkıp terör örgütüne katılmıştı. Cemile ise okumuyordu. O da evden çarşıya diye çıkıp geri dönmemişti. Dosyada kaçırıldığı yazıyordu.
Canlı bomba onlar değilse kimdi? Örgüt bu iki genci neden buraya yollamıştı? Cemile hamileydi. TKÖ gibi şerefsiz kaynayan bir örgütte hamile bir kızı ve bebeğini ne kadar yaşatırlardı?
O sırada Muhammet ve Cemile mağazadan birkaç bir şey alıp yan taraftaki kadın giyim mağazasına girdi. Hâlâ görüş açımda olduklarından konumumu değiştirmedim.
"Savcı bunlar hiç içlerinde ya da dışlarında bomba taşıyor gibi değiller. Girişte de kimse yok. Oyuna getirilmediğimizden emin miyiz? Neredeyse üç saattir buradayız."
"Cihan abi bekleyin, dedi. Vardır bir bildiği..." derken dikkatimi bir şey çekti. Emin olmak için mağazanın içine doğrudan bakabileceğim bir yere geçtim. Cemile az önce iki eliyle karnını hafifçe ittirmişti ve yanlış görmediysem bebeğin olduğu bölge vücudundan bağımsız olarak hareket etmişti.
Kaşlarım çatıldı. Bütün dikkatimi Cemile'nin karnına odakladım. Mağazayla aramda duran büyük kolona doğru sokulup bedenimin yarısını arkasına sakladım.
"Noldu? " diye sordu Yağız. Benimle aynı hizada duran diğer kolonun yanındaydı. Aramızda üç metreye yakın bir mesafe vardı ve elindeki telefonla ilgileniyormuş gibi yapıyordu.
"Bir dakika."
"Savcı?"
"Sus."
Cemile vitrindeki kırmızı gece elbisesini inceliyordu. Muhammet bir iki adım gerisindeydi. Bir kere daha karnına dokunmasını ve az önce yanılıp yanılmadığımı öğrenmek istiyordum. O an kızın gözleri tekrar biraz evvel bulunduğum yeri buldu. Beni aynı yerde göremeyince vitrin camına iyice yaklaşıp sağa sola bakarak etrafı kontrol etti. Hayalkırıklığına uğramış gibiydi ve de korkmuş.
Yavaşça kolonun arkasından çıkıp yanına geçtim. Omzumu kolona yasladım. Niyetim beni görmesini sağlamaktı. Gördü. Yüzünde yine varla yok arası bir tebessüm belirip yok olurken gözlerinde küçücük bir umut ışığı gördüm. Bakışlarımı yeniden karnına indirdim. O an eli bir kez daha karnını buldu. Yukarıdan aşağıya doğru okşadığı karnı tekrar hareket ettiginde bilmece çözüldü.
"Kız hamile değil, " dedim.
"Ne?"
"Cemile hamile değil. Bomba orada."
"Nerede? Bilmece gibi konuşma. "
"Kızın karnı takma. Bomba o silikon göbeğin içinde ya da altında. Kumanda Muhammet'te olmalı. Kız kurtulmak istiyor. "
"Nereden biliyorsun?" diye sordu Yağız.
"Öyle hissediyorum, " dedim. Yeterince güven verici ve profosyonel bir gerekçe olmadığının farkındaydım ama Cemile'nin beni tanıdığını ve kurtulmak için benden yardım istediğini hissediyordum. Hâl ve tavırları da bunu destekliyordu.
" Öyle hissediyorsun? Peki, ben ikna oldum," diyen Yağız az önce Ceyda'ya yaptığı gibi beni de alaya alıyordu.
"Bence de olmalısın, " dedim. "Çünkü benim hislerim genelde duygularıma değil bulduğum ip uçlarına dayanır. Bir insanın sahip olabileceği en radikal ve realist 6. hisse sahibimdir. "
" Tamam, egonu kenara çek de yüzünü görelim savcı. Şu ip uçlarını bizimle de paylaşırsan onure oluruz. "
Hafifçe içimi çekip konuştum.
"Az önce Cemile karnını okşarken karnı hareket etti. Ve bunu ona baktığımı fark ettiğinde benim görmemi isteyerek yaptı. Ayrıca eğer bomba onların üzerinde değilse TKÖ tarafından kaçırılan bu iki gencin burada olmasının mantıklı başka hiçbir açıklaması yok. Vicdana gelip onları serbest bırakmış olamazlar, değil mi?"
Aklıma gelen diğer hedef şaşırtma seçeneğini dile getirmiyordum, çünkü VASÖ'nün yanılma ihtimalini çoktan elemiştim ve Cemile'nin vücudunda bombayı saklayabileceği bir yerin bulunması canlı bombanın onlar olabileceği tezini neredeyse %100 doğruluyordu.
"Küçük bir soru: neden sen? Kız karnındakinin gerçek bebek olmadığını göstermek için neden seni seçti? Yoksa o da seni mi tanıyor? Ya da bizim görmediğimiz kanatların, başının üstünde ışık saçan hâlelerin mi var?"
Yağız'ın bu iğneleyici konuşmaları canımı sıkıyor, rahatsız ediyordu. Bana karşı şüpheci ve saldırgan bir üslubu vardı. Nedenini ise anlamıyordum.
"Belki de," dedim sadece. Eğer benimle tartışmak istiyorsa ona istediğini vermeyecektim. Zaten onunla iş hakkında konuşurken bile Fırat yüzünden geriliyordum. Diğer görüşüp konuştuğum insanları sevdiğim adama açıklayabilirdim ama Yağız'la herhangi bir ortamda, sebebi ne olursa olsun aynı havayı soluyup muhattap olmam onu çıldırtırdı. Bu düşünce içimi titretti. Sağ salim dönsündü de neyin hesabını sormak istiyorsa sorsundu.
Kim Chin, "diyelim ki öyle, " diyerek araya girdi. " Kumandanın Muhammet'te olduğundan nasıl emin olacağız? Kendi isteğiyle çıkarmasını mı bekleyeceğiz? Belki de kumanda başka birinin elindedir, yedek bir kumanda vardır, ya da bomba süreli de olabilir. Hiçbir şeyden emin olamaz, hiçbir yapacağımız hamleye kesin sonuç gözüyle bakamayız."
"Bence bir yerde kıstıralım, " dedi Ceyda.
Kim Chin'in yaptığı oldukça zihin açıcı ve kapsamlı fikir yürütmeye göre fazla yüzeysel bir plandı. VASÖ'nün sıradan işler yapan ajanlara verdiği eğitimle aynı yüzeysellikteydi.
"Bence kapan kuralım. Aynı saçmalıkta olur."
Bu cümleyi kuran...Yağız'dı. Bana karşı olan saldırgan tutumu Ceyda'ya karşı da varlığını sürdürüyordu.
Yağız'a bu ukâlalığı ve aşağılayıcı tavrı yüzünden bir tepki vermeye hazırlanırken Kim Chin konuştu.
"Birader ya işimize yaracak bir fikir yürüt, mantıklı bir cümle kur ya da sus."
Yağız'ın konuşmasına izin vermeden araya girdim.
"Kim Chin haklı. Önerilen bir plana eksik, hatalı ya da sonuç vermez gözüyle bakılacaksa bunu yapmak için burada ben varım. Herkes saygı çerçevesinde fikrini söyleyebilir ama karar vermek benim işim. "
Yağız sessiz kalıp elindeki telefonu cebine soktu. Kolonun diğer tarafına geçtiğinde görüş açımdan çıkmıştı. Derdim kimseyi üzüp incitmek değildi fakat haddini aşmıştı.
Muhammet ve Cemile mağazadan hiçbir şey almadan çıkarken gözlerimi onlara çevirdim. Benim olduğum tarafa doğru geliyorlardı. Dikkat çekmemek için birkaç adım geriledim. Önümden geçip giderlerken kızın gözleri gözlerimi buldu. Muhammet'e bir şey belli etmekten ödü kopuyordu. Muhammet ise kurulu bir robot gibiydi. Bakışları net ve keskindi. Ne yaptığının gayet bilincinde olarak hareket ediyordu. Dediğim gibi herhangi bir maddenin etkisi altında değildi, buna rağmen oyalanıyor olduklarını etrafa attığı ruhsuz bakışlarıyla oldukça belli ediyordu.
İki mağaza ilerideki ayakkabıcıya girdiler.
Ceyda," bizim mağazaya girdiler," dedi.
Kolonun diğer tarafına geçip ayakkabı mağazasını gözetlerken, " tamam," dedim. "Plânı söylüyorum. Ceyda'nın fikrinden yola çıkıyoruz. Ceyda."
"Efendim? "
"İçerideki müşterileri ve çalışanları dikkatli bir şekilde mağazadan dışarıya çıkar. Sonra kendin de çık ve mağazanın anahtarlarını bana ver."
"Tek başıma mı?"
Vitrin camından göz göze gelmiştik. Elindeki telefonla konuşuyormuş gibi yaparak gizlenmeye çalışıyordu.
"Oraya geleceğim, " dedim. Fazla tedirgindi. Yanlış bir şey yapabilir ve işleri daha da içinden çıkılmaz bir hâle getirebilirdi.
Mağazaya doğru ilerleyip içeriye girdim. Muhammet ve Cemile'yi saymazsak içeride beş kadın müşteri, Ceyda'yla birlikte de iki çalışan vardı. Teker teker herkesi uyarmak, gözleriyle etrafı kolaçan eden Muhammet'i hesaba katarsak zordu. Bu yüzden risk almaya karar verdim.
Belimdeki silahı hızla çıkarıp emniyet kilidini indirdiğimde Kim Chin, "savcı napıyorsun?" derken Muhammet beni fark etmişti. Her şey saniyeler içerisnde olurken silahı Muhammet'e doğrultup mağazanın içine doğru, "herkes dışarı çıksın! İçeride canlı bomba var!" diye bir uyarıda bulundum.
Aramızda iki metrelik bir mesafe vardı. Muhammet Cemile'yi kolundan sertçe tutup önüne alarak cebinden kumandayı çıkartıp elini havaya kaldırdı. Mağazanın içi çığlık sesleriyle dolarken, "dışarıya çıkın!!" diye bağırdım tekrar.
"Hayır!! Kimse dışarıya çıkmıyor! Yoksa patlatırım burayı!"
Silahın kabzasını iki elimle kavrayarak tutarken, " öyle bir şey yapmayacaksın," dedim. "Eğer yaparsan alnının çatından arkandaki duvara mıhlarım seni."
Cemile korku dolu gözlerle bana bakarken Muhammet'in boynunun altından dolanan koluna tutunuyordu. Mağazanın çıkışına gitmeye korkan herkes bizden olabilecek en uzak köşeye çekilmişti. Ağlama, inleme ve alınan korku dolu nefeslerin sesleri kulaklarıma doluyordu.
"Buraya ölmeye ve öldürmeye gelmiş birini ölümle mi tehdit ediyorsun? Öyle ya da böyle öleceğim zaten, ama senin istediğin değil, benim istediğim şekilde."
"Bu yaptığın şeyi cesaret olarak mı nitelendiriyorsun?"
Başparmağı kırmızı tuşun üzerindeydi. Koluyla Cemile'nin boynunu biraz daha sıkarak baskı yaparken benden birkaç adım uzaklaştı.
"Evet," dedi. "Davam, dinim ve soyumun geleceği için gereken devrimin temellerini oluşturmak yolunda canımızdan vazgeçmek cesarettir. "
Yine yıllardır süregelen yalanlarla kandırılıp yıkanmış bir beyinle karşı karşıyaydım. Burada öldüreceği insanların onun var olduğuna inandığı davasına, dinine ya da devrimine hiçbir yararı olmayacaktı. Masumların kanı üzerine kurulmaya çalışan her devrim eninde sonunda hüsranla sonuçlanırdı.
"Hayır, " dedim. "Sen benim gördüğüm en korkak insansın Muhammet Esari."
Kaşları önce öfke sonra da şaşkınlıkla çatıldı. İstediğim de buydu. Dikkatini dağıtmak ve onda merak uyandırmak.
"Adımı nereden biliyorsun?"
"Çok daha fazlasını da biliyorum. O kumandayı bırak, konuşalım. "
Birkaç saniye tereddüt etti. Ardından başını dikleştirip gözlerime kararlı bir ifadeyle bakarken elindeki kumandayı daha sıkı kavradı.
"Bırakmayacağım, " dedi. "Birazdan ölecek olan bir adam hakkında bildiklerin çok da bir işine yaramayacak. "
İkna olacak gibi değildi. Uzun uzun felsefi konuşmalar yaparak, aylardır intihar eylemcisi olmak için aldığı psikolojik eğitimlerin zihninde ve gerçeklik algısında oluşturduğu tahribatları ortadan kaldıramazdım. Teröristlerin kaçırdığı ve benim kurtarmakla görevli olduğum çocuğu öldürmek de istemiyordum. Beytüşşebap çarşısında yaptığım gibi kumandayı tutan elinin bileğinden vuracaktım.
Elimdeki silahı sakince hareketlendirip namluyu bileğine ortaladım. Ve hiç beklemeden tetiği çekip silahı ateşledim. Cemile ve mağazadaki diğerleri korkuyla çığlık attı. Muhammet acıyla bağırıp Cemile'yi bırakırken diğer eliyle oluk oluk kan akan bileğini tutarak dizlerinin üzerine yere çöktü. Kumandayı düştüğü yerden alıp Cemile'ye yöneldim. İnsanlar koşarak telaşla mağazadan çıkarken mağazanın dışında da kulak tırmalayacı uğultular yükseliyordu. Kim Chin, Yağız, Ceyda ve diğerleri yanıma geldi.
"Bombayı göster, " dedim.
Cemile gözlerinden akan yaşlarla başını sağa sola salladı. Üzerine doğru adımladım. Gözlerinin içine sertçe baktım.
"Cemile bombayı göster!"
Ağlayıp titreyerek üstündeki montu çıkardı. Ardından kazağını sıyırıp altındaki sahte hamile karnını açtı. Evet, karşımda bir bomba vardı fakat sinyal ışığı yanmıyor, üzerindeki zaman göstergesi hareket etmiyor, kırmızı, mavi ve sarı kablolar hiçbir yere bağlanmıyordu.
Sinirle güldüm. Asla ihtimal vermediğim hedef şaşırtma seçeneği doğru çıkmıştı.
"Maket bu. Asıl bomba nerede?"
"Bizde...değil."
"O zaman nerede?!"
"Abla..."
"Sus!!" diye bağıran Muhammet'in sesiyle ona döndüm. Önünde oluşan küçük çaplı kan gölünün yanına çöküp,"peki, sen konuş, " dedim. "Bomba nerede?"
"Söylemeyeceğim," dedi acı dolu sesiyle. "İstersen öldür. "
"Kimseyi öldürmeyeceğim, " dedim. "Ama eğer o bombanın nerede olduğunu söylemezseniz ömür boyu hapis cezasına çarptırılmanız için elimden geleni yaparım. Böyle söyleyince kulağa basit geliyor olabilir ama daha gençsiniz, ölümü mumla arayacak hâle gelirsiniz. Ne sözde davanız, dininiz, ne de uğruna devrimler yapma yolunda canınızdan vazgeçtiğiniz soyunuz kesik parmağınıza bile işemez. Biraz daha damarıma basarsanız ne görüş günü ne de güneş yüzü göremezsiniz. Çok tanıdım sizin gibi kandırılmış gençleri. Sonlarını kendi elleriyle getirdiler. Şimdi dayanırım, ben onlardan olmam dersin ama gariptir ki insan en çok kendi düşünce ve eylemlerine hükmedemez. Size bir çıkış bileti sunuyorum. Bence iyi değerlendirin. "
Muhamnet acıdan ve öfkeden kıpkırmızı olan yüzü, içleri kızaran gözleriyle yüzünü yüzüme yaklaştırıp, "konuşmayacağım," derken aynı anda Cemile'nin sesi araya girdi.
"Adliye...adliyede."
Hızla ona dönüp çöktüğüm yerden kalktım.
"Allah belanı versin senin! Örgüt affetmeyecek bu yaptığını!"
"Karşıdaki adliye mi?"
Başını salladı.
Kapıya doğru koşarken, "Kim Chin benimle gel," dedim.
Mağazadan çıkıp çıkışa doğru koşturan insanların arasından geçerek yürüyen merdivenlere ulaştım. Basamakların kendi kendine ilerlemesini bekleyecek vakit olmadığından koşarak ikişerli ikişerli indim. AVM'den çıktığımda hava soğumuş ve kar yağmaya başlamıştı.
Şırnak'ta adliyeler 17. 00' da kapanıyordu. Kaldırımda durup bileğimdeki saate baktım. Adliyenin kapanmasına bir saatten az bir süre vardı. Bu da bombanın patlatılmak üzere olduğunu gösteriyordu.
Sağa sola bakarak hızlı adımlarla karşı kaldırıma geçip adliyenin bahçesine girdim. Merdivenleri hızla çıkıp kapıdaki polislerin önünde durdum. Cebimden astım spreyini çıkarırken polisler beni baştan aşağı süzdü. Gözleri elimdeki silahtayken, "Silopi adliyesinden Cumhuriyet savcısı Hazan Hilâl Türkoğlu. Terörle mücadele savcısıyım, " diyerek kendimi tanıttım. Arkalarında bağlı olan ellerini çözüp dikleşirken, " buyrun savcım, " dedi içlerinden biri.
Ne olur ne olmaz diye cebimden savcı kimliğimi çıkarıp gösterdim. Astımım tutmuştu ve diyaframdan nefes almaya çalışırken zorlanıyordum.
"Aldığımız bir ihbara göre adliyede canlı bomba var. "
Tedirgin olup birbirlerine baktılar.
"Bize böyle bir ihbar gelmedi savcım. Ayrıca öyle bir şey olsa fark ederdik. "
Spreyi üç kez ağzıma sıkıp geri çektim. Yutkunup, " başsavcıyla görüşmek istiyorum, " dedim. Onlara açıklama yapmak için zamanım yoktu.
"Tabii, tabii buyrun."
Fildişi rengindeki dört katlı binanın kapısından arkamdan gelen Kim Chin'le birlikte içeriye girdim. Danışmandaki görevli kadına lâfı uzatmadan kendimi tanıtıp başsavcıyla görüşmek istediğimi söyledim. Kadın başsavcıyı arayıp durumu bildirdi. Başsavcı beni kabul etmişti.
Üçüncü kattaki başsavcının odasına asansörleri es geçerek merdivenlerden çıktım. Kapısını çalıp Kim Chin'i kapının önünde bırakıp odaya girdim. Necati bey yerinden kalkıp masanın üzerinden elini uzattı.
"Hoşgeldiniz Hazan hanım."
Elini sıktım. Masanın önündeki koltukları gösterdi.
"Buyrun," dedi.
Ellerimizi ayırıp," oturmayacağım," dedim. "Açıkçası pek de hoş bir durum için burada değilim. Kim olduğumu biliyorsunuzdur?"
Başsavcının gözleri sorgulayıcı ve ciddi bir ifadeye büründü.
"Biliyorum, VASÖ'nün Şırnak için atadığı şehir üstüsünüz. Hoş olmayan durum nedir? Bir yanlışımız mı oldu?"
"Hayır, öyle bir şey değil savcım. Uzun uzun anlatmaya vakit yok. O yüzden şu kadarını bilin, aldığımız bir ihbara göre adliyede bir canlı bomba olduğunu düşünüyoruz. Emin olmamakla birlikte gereken önlemleri almanızı salık veririm. "
Necati bey gözlerime endişeyle karışık bir telaşla baktı. Şaşkın ve dehşete düşmüş bir haldeydi.
"Ne diyorsunuz savcım?" derken bu dehşet hâli sesine yansımıştı.
"Durum bu, " dedim.
Koltuğuna çöküp elini telefona attı. 155'i tuşladığını gördüm. Canlı bomba ihbarını yapıp adliyeyi koruyan güvenlik polislerine haber verdi. Ardından benimle birlikte odadan çıktı. Kapının önünde bekleyen Kim Chin'e diğerlerini de buraya çağırmasını ve iki kişinin Muhammet'le Cemile'nin başında kalıp, eğer şimdiye kadar vermedilerse, ambulansa ve polislere haber vermelerini söyledim.
Kim Chin beni başıyla onaylayıp telefonunu cebinden çıkarırken bizden birkaç adım uzaklaştı.
Necati bey, "savcım eğer burada bir canlı bomba varsa büyük ihtimalle davaların görüldüğü mahkeme salonlarının bulunduğu kattadır," dedi. "Her katta polislerimiz var. Burası Şırnak'ın adalet sarayı, siviller burada öyle ellerini kollarını sallayarak gezemezler. "
"Tabii adliyede görev yapanlardan biri değilse. "
" Bu ağır bir suçlama. "
"Ama olması muhtemel bir iddia. TKÖ ortaya çıktığından beri böyle vakalarla oldukça sık karşılaşıyoruz. "
Başını sallayıp, " haklısınız, " dedi.
"Terör savcınızın bulunduğu katı sorabilir miyim?"
"Tabii, kendisi ikinci katta. "
Merdivenlere yöneldim. Başsavcı da benimle birlikte geliyordu. İkinci kata indik. Oldukça kalabalık bir koridordu. Silopi'deki adliyeye göre fazlasıyla büyüktü. Daha fazla çalışan ve meslek grubu vardı.
"İşte, terör savcımız Orhan bey. "
Gözlerim kalabalığın içinde, üç metre ilerimizdeki bir odadan çıkan 1.70 boylarında siyah saçlı ve sakallı adamı buldu. Onun gözleri de beni bulmuştu. Yan taraftaki merdivenlerden çıkan PÖH polisleri bize doğru gelirken Orhan bey de buraya doğru adımladı. Emmiyet müdürlüğü buraya çok yakındı ve PÖH ekibinin bu kadar çabuk gelmesi beni şaşırtmamıştı.
PÖH 'le birlikte Yağız, burada çalışan avukat Onur Keskin ve adını bilmediğim dört ajan daha gelmişti. Kim Chin de yanımıza geldiğinde gözlerim yeniden Orhan beyi buldu. Ve bize belirli bir mesafede durduktan sonra ceketinin kolundan çıkardığı kumandayı. Tahminim ya da içime doğan his doğruydu. Namluyu doğru yere doğrulmuştum ama, elimdeki silahı hızla kaldırıp, " yere yatın, " diye bağırdığımda gürültüyle patlayan bomba hedefi vurmama fırsat vermemişti.
Aniden zifiri karanlık bir gece vakti çakan şimşeğin gökyüzünü göz alıcı kıvılcımlarıyla yarması gibi kızıl bir alev parladı. Yüzüme tenimi yakan bir sıcaklık vurdu. Her yer toza dumana karıştığında, insanlar acı dolu çığlıklar atarak satranç tahtasının üzerindeki siyah beyaz taşlar misali etrafa saçıldı. Her şey saniyeler, belki de zamanın bile ölçemediği küçük boyutlar arasında meydana gelmişti. O yüzden bomba patlar patlamaz belimden tutup benimle birlikte ileriye doğru atlayan kişinin kim olduğunu görememiştim.
Yüzüm soğuk zeminle buluşup belimi tutan kişi her kimse üzerime düşeli uzun bir zaman olmamıştı. Kulaklarım çınlıyor ve uğulduyordu. Düştüğüm yere çarptığım başımdan akan kanlar yüzüme doğru yol alırken etrafı bulanık görüyordum.
Hafifçe kıpırdandığımda üzerime kapanan bedenin ağırlığıyla birlikte vücudumda tiz bir acı hissettim. Dayanılamayacak gibiydi. Bu acının etkisiyle bilincim kapanmadan önce, "ah...ko -kolum, " diyerek mırıldandım.
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
109.19k Okunma |
6.32k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |