83. Bölüm
Binnur Tombaş / Vatanaşk (Askerî Kurgu) / 82. Bölüm

82. Bölüm

Binnur Tombaş
yikim2024

&&

4 gün sonra...

Elimdeki alışveriş poşetlerini daha sıkı tutarken yağan karın altında cesaretsiz ve tedirgin bir ruh haliyle durmuş, çatısı kırık kremitlerden oluşan ve bacası ince bir dumanla tüten, karşımdaki beyaz badanalı eski evi izliyordum. Sarı camlı mavi demir kapının her iki yanında da bulunan pencerelerin perdeleri kapalıydı. Bacadan tüten yorgun ve cılız duman olmasa evin boş olduğunu düşünebilirdim. Fakat yine de evin solunda kalan bodur ve yaşlı kiraz ağacı dallarını, bu yıkılmaya yüz tutmuş, her şeyiyle içimde yürek burkan bir merhamet uyandıran evi korumak ister gibi çatısının üzerine doğru uzatmıştı ve sanki beni bu eve sokmak istemiyormuş gibiydi. Eğer bugün buraya bütün cesaretimi toplayarak gelmemiş olsaydım sırf bu korumacı yaşlı kiraz ağacı yüzünden bile geri dönebilirdim. Ama yapmadım. Dakikalardır durduğum karın içinde parmak uçlarım soğuktan sızlarken gerginlikten dolayı kasılıp ağrıyan sırtımı dikleştirip eve doğru yürüdüm.

Evin önündeki basamağı çıkıp saçağın altında durdum. Beklemek ve burada oluş sebebim üzerine düşünmek işleri daha da zora sokuyordu. Bu yüzden sağ elimdeki poşetleri sol elimdeki poşetlerin yanına alıp yumruk yaptığım elimle kapıyı çaldım. Kapıdan yükselen ses artık geri dönüşü olmayan bir yolda olduğumu söylerken yutkundum. Elimi aşağı indirip kapının açılmasını beklemeye koyuldum.

Saniyeler dakikaları bulmadan kapı açıldı. Karşımda Emine teyze vardı. Onu görmeyi bekliyor oluşuma rağmen acı dışında hiçbir duyguya yer olmayan kalbinin yansıması olan rengi solmuş gözleriyle göz göze gelmek midemin kasılmasına neden oldu. Nefesimi tuttum. Kızının ölümüne sebep olduğum bu evlat acısı çeken anneye ne demeliydim?

Merhaba? Üzgünüm? Özür dilerim? Nasılsınız?

Kapıdan bilinçsizce bir adım geriye giderek uzaklaşırken buraya geldiğime çoktan pişman olmuştum. Burada olmaya ne hakkım, ne de bu kadının yüzüne bakacak yüzüm vardı. Burada olmamalıydım. Belki de ona acısını hatırlatıyor, acılı yüreğini nefretle dolduruyor ve onu üzüyordum.

"Hoşgelmişsin kızım, buyur."

Emine teyze kapıyı geriye doğru açmış beni içeriye davet ediyordu. Sesinde herhangi bir kızgınlık, öfke ya da nefret yoktu. Cansız sesi güçsüz ve bu dünyadan elini eteğini çekmişcesine alçaktı. İyi hissettirmiyordu. Bana karşı bu kadar misafirperver olması, beni evine davet etmesi içimi rahatlatmıyordu.

"Ben..." dedim. Sesim oldukça kararsız ve sıkıntılıydı. Üzgündüm. Ve alabildiğine mahçup. Konuşmak, kelimeleri zihnimde bir şekilde anlamlandırıp mantıklı ve hisli cümleler kurmak zordu. "Ben...daha...çok daha önce...gelmeliydim," derken titreyen sesim yavaş yavaş kısılıp yok oldu. Başım önüme düştü. Gözlerime dolan yaşlarla tekrar konuşmaya çalıştım.

"Özür dilerim. Eğer gitmemi isterseniz..."

"Olur mu öyle şey kızım? Kapıya gelene git denir hiç? Gel, içeriye gir. Kalma soğukta."

Başımı yerden kaldırıp benim gibi dolu dolu olan anlayışlı ve sevecen gözlerine baktım. Ben soğukta kalırdım ama o üşüsün istemiyordum. Daha fazla özür dilemek, kendimi affettirmek istiyordum. Bu yüzden beyaz topuklu botlarımı çıkarıp içeriye girdim. Emine teyze kapıyı kapatıp beni oturma odasına yönlendirdi. Odanın eşiğinde durdum.

"Bunları nereye bırakayım?" diye sordum.

Emine teyze elimdeki poşetlere bakıp, "bunlar ne kızım?" dedi.

"Size aldım. Mutfağı gösterirseniz..."

"Ne gerek vardı yavrum, niye zahmet ettin?"

Sessiz kaldım. Yatağa bağlı bir oğlu vardı. Kızı ve kocası olacak Hüseyin şerefsizi ölmüştü. Adliyede temizlik görevlisi olarak çalışması eminim ki ona çok fazla bir para kazandırmıyordu. Emine teyzeye bir şekilde destek olmak istiyordum.

"Mutfak şurası kızım, " dedi.

Gösterdiği yere, oturma odasının karşısındaki mutfağa girdim. Eski tip kapakları kırık mutfak dolapları, iyice sararmış tezgah, küçük bir buzdolabı ve iki ahşap sandalyesi olan bir masayla mutfağın hâli pek iç açıcı durmuyordu. Tezgahın üzerinde pembe bir tepsi vardı. İki çay bardağı, yarısı yenmiş zeytin ve peynir tabağı dışında içinde hiçbir şey yoktu. Kapının kulpuna şeffaf bir ekmek poşeti asılmıştı ve içindeki ekmeğin üç dört günden fazladır orada olduğu belliydi. Mutfak dolabının altındaki rafta dibinde azıcık çay ve şeker bulunan cam kavanozlar gözüme ilişirken elimdeki poşetleri masanın üzerine bıraktım. Abur cubur ve içinde dört tane kitap olan poşeti alıp mutfaktan çıktım.

Emine teyzeyle birlikte oturma odasına geçtim. Oğlu sırtı duvara dayanmış yastığa yaslı bir hâlde oturuyordu. Göz göze geldiğimizde gülümsedim. Yanına doğru ilerleyip,"merhaba," dedim. Gülüşüme karşılık vermekle yetindi.

Yatağa, ayak ucuna oturdum. Emine teyze de çaprazımdaki epey yıpranmış olan sarı koltuğa oturdu. Uzun zamandır uyuyamamış ya da uykusunda korkunç kabuslarla savaşmış gibiydi. Gözlerimi omuzlarıma çöken ağır bir suçluluk duygusuyla ondan çekip çocuğa döndüm.

"Adın ne?"

"Adem."

"Kitap okumayı sever misin?"

Üzgün ve buruk bir ifadeye bürünen yüzüyle başını salladı. Büyük ihtimalle okula gidemediği için üzülüyordu. Zeynep gibi hastalığının bir tedavisi varsa ona da yardımcı olmak isterdim fakat bu hâli doğuştandı. Yine de Emine teyzeye Adem için yapılabilecek bir şey olup olmadığını sormayı aklımın bir köşesine yazdım. En olmadı ona bir öğretmen tutabilirdim.

"O zaman bunlar senin," diyerek içinde abur cubur ve dört adet kitabın bulunduğu poşeti kucağına bıraktım. Gözleri parlarken annesine dönüp bunları kabul etmek için izin ister gibi baktı. Emine teyze hafifçe gülümsedi.

"Sağolasın kızım," dedi. "Zahmet etmişsin. "

Adem annesinin onayıyla poşetten kitapları çıkarıp sayfalarını çevirerek içlerine bakarken," ne zahmeti," dedim. "Keşke elimden daha fazlası gelseydi. Mine için çok üzgünüm. "

"Elinden geleni yaptın kızım. Böyle olacağı en başından belliydi. Bir gün yakacaktı kızımın başını, öyle olmadı, böyle oldu. "

"Benim yüzümden oldu. O gün buraya gelmemeli, size bulaşmamalıydım. "

Gözünden akan bir damla yaş kırış kırış olmuş, yaşlı ve yorgun yüzündeki derin çizgilerin üzerinden akıp giderken,"sen o gün buraya gelmeseydin Hüseyin Mine'mi babası yaşındaki adama satacaktı," dedi. "Belki de biraz direnip karşı koysaydık bizi öldürürdü bile. Allah razı olsun kızım, en azından kızımı kurtarmak için senin sayende polisler, jandarmalar herkes seferber oldu. Sen olmasaydın ben bu halimle kime söz geçirir, kimin kapısına giderdim."

"Sizin için daha fazlasını yapmak istiyorum," dedim. " Adem'e evde eğitim görmesi için bir öğretmen tutabilirim. Daha iyi bir eve çıkmanıza yardımcı olabilirim. Ne bileyim size daha iyi bir iş imkanı sunabilirim. Lütfen...sizin için bir şeyler yapmama izin verin."

"Yok...yok kızım sağol. Olur öyle şey..."

Mahçup olmuştu. Teklifime nasıl itiraz edip ne tepki vereceğini şaşırmıştı.

"Emine teyze lütfen. Mine'yi kurtaracağıma dair sana söz verdim ama yapamadım. Bu süreçte yanında olamadım. Neredeyse iki haftadır baş sağlına bile gelemedim utancımdan. Nolur?"

Çenesinin altına doğru ilerleyen yaşı elinin tersiyle silip yutkundu. Gözlerini yerdeki halının desenlerine indirip düşüncelere daldı. Kararsızdı.

"Emine teyze öyle ya da böyle size büyük bir zarar verdim. Bu olay bir yerden sonra elimde olmayan sebeplerden ötürü kontrolümden çıktı, ama bunun arkasına sığınamam. Mesele Mine'nin...şu an burada olmaması. Gerçekte ne hissettiğini bilmiyorum. Belki de bir savcı olduğum için bana karşı içindeki nefret, öfke ya da o duygu her neyse dışarıya vuramıyorsun..."

Başını telaşla yerden kaldırıp, "kızım olur mu öyle şey?" dedi.

"Olur," dedim. "Olmalı. Ben ne yaptığımı biliyorum ve size karşı mahcubum. Mine'yi kurtaramadığım, bu süreçte yanında olamadığım, buraya daha erken gelemediğim için mahcubum. En azından size yardımcı olabilmem için bana bir şans verin. Şunu da söyleyeyim eğer itiraz etmeye devam ederseniz ben de kapınızı aşındırmaya devam edeceğim. "

Emine teyze Adem'e baktı. Eğer kabul ederse ona Fırat'ın bana mehir olarak verdiği restoranta bir iş bulabilirdim. Şırnak şehir merkezinde restoranta yakın bir ev tutabilirdim. Adem'i özel bir okula yazdırılabilir ya da evde eğitim görmesini sağlayabilirdim. Mine konusunda bir yerden sonra davanın savcısı olmasam da dava sürecini takip etmemem bir ihmalkarlık olarak görülebilirdi. Polisler ve jandarmalar Mine'yi aramak için seferber olmuştu. Tarık Güngör davayı yürüttüğü süre boyunca VASÖ'den destek alarak elinden geleni yapmıştı. Dün adliyede incelediğim rapora göre Mine sabah arkadaşı Esma'yla birlikte okula gitmiş fakat ilk derse girmemişti. Esma Mine'yle aynı sınıfta olmadığı için bunu bilmiyordu. Mine'yle aynı sınıfta okuyan birkaç öğrencinin verdiği ifadeye göre Mine son birkaç aydır kendinden yaklaşık on yaş büyük olan bir adamla ilişki yaşıyordu. O sabah da Mine ilk derse girmeyerek okulun yakınlarındaki bir parkta Abdullah Kara adındaki bu şerefsizle görüşmüştü. Parkın ve okulun güvenlik kameraları da bu bilgiyi destekliyordu.

26 yaşındaki Abdullah Kara'nın terörle ve tabii ki TKÖ'yle bağlantısı vardı. Mine'yi de daha önce kanlarına girdikleri kız ve erkek çocukları gibi kendi saflarına çekmek için kandırmaya çalıştıkları belliydi. Bu yaşta, henüz 15 yaşında ve lise çağında olan, baba sevgisi görmemiş bir genç kızı aşkla sevgiyle kandırabilmek kadar kolay başka bir yol olamazdı. Mine'yi o adama kandığı için suçlayamazdım. Ailesinden görmediği şeyleri başka birinde araması oldukça normaldi.

Fakat sonrasında TKÖ Hüseyin Kırca'ya ulaşamayıp ondan şüphelenmeye başlayınca Abdullah Kara Mine'nin ağzından laf almaya çalışmıştı. Mine de o herife onların evine geldiğim günden ve yaşanan olaylardan bahsetmişti. Sonrasında da Abdullah Kara Mine'yi kaçırıp Hüseyin'i ayağına getirmişti. Ardından yaşanan olaylar da malumdu. TKÖ Hüseyin' in ihaneti ve Mine'nin ailesinin benimle olan bağlantısı yüzünden ikisini de infaz etmişti. Bu rapordan Hüseyin' in TKÖ tarafından tehdit edilerek onlara yardım ve yataklık etmek zorunda bırakıldığını da öğrenmiştim. Para sıkıntısı çektiği bir dönem işin içinde terör örgütlerinin olduğunu bilmeden bulaştığı bir olay yüzünden örgüt tarafından tehdit edilerek bir şeylere zorlanmıştı. Ve kendini bir türlü bu işlerden kurtaramamıştı. Örgüte yüksek miktarda borcu vardı ve ödemek için Mine'yi zengin bir toprak ağasına satarak TKÖ'den kurtulmak istiyordu fakat başaramamıştı.

Kısaca suçluydum. Benim yüzümden olmuştu. Hatamı, ne yaparsam yapayım olmayacağını bile bile, Emine teyzeye verebileceğim hiçbir desteğin acısını dindirmeyeceğini, Mine'yi geri getirmeyeceğini bile bile bir şekilde telafi etmeye çalışıyordum. Umarım buna izin verirdi.

"Lütfen, " dedim tekrar.

Emine teyze gözlerini yüzüme çevirdi.

"Müsaden olursa biraz düşünelim kızım, olur?" dedi. Benimle böyle ezilerek, kendini küçülterek konuşmasından büyük bir rahatsızlık duyarken hafifçe gülümsedim.

"Olur tabii. O zaman ben kalkayım. Yarın yine gelirim."

Oturduğum yerden kalktığımda Emine teyze de ayaklandı.

"Biraz daha otursaydın kızım. Bir şeyler ikram etseydim sana."

"Dediğim gibi yarın yine geleceğim, o zaman bir çayınızı içerim. "

********

Ahşap tonlarının hakim olduğu bir kafede cam kenarında oturuyordum. Önümdeki masanın üzerinde duran beyaz fincanın içindeki şekersiz sade kahvemin burnuma dolan acımtırak kokusu nedensizce iyi hissettiriyordu. Karşımda oturan Cihan abinin varlığını bu andan çıkardığımızda belki daha da iyi hissedebilirdim.

Burada birbirimize tek bir kelime dahi etmeden karşılıklı oturalı çok da uzun bir zaman olmamıştı. Oylamadan beri bu şehirdeydi ve dünden beridir de benimle konuşmak için ısrar ediyordu. İki ay önce aramızda iyi bir abi - kardeş ilişkisi varken şu an ona düşman olmuş bu halim hoşuna gitmiyor, canını sıkıyordu. Fakat ben ona düşman kesilmiş değildim. Sadece güvenmiyordum. Ve bunun sebebi bana zarar veriyor oluşu değildi, sözde beni korumak isterken arkamdan iş çeviriyor oluşuydu.

Boğazını temizlerken çıkardığı sesi duydum. Aldığı derin nefesten de anlaşılacağı üzre konuşmaya hazırlanıyordu. Gözlerimi yoldan geçen arabalardan, kafenin önündeki kaldırımda yürüyen insanlardan ve yağan kardan çekip ona döndüm. Gözlerim bal köpüğü rengindeki gözleriyle kesişti.

"Nasılsın?"

Sorduğu sorudan hoşlanmamıştım. Gözlerimizi ayırıp henüz bir yudum dahi almadığım kahvemin üzerindeki göz göz olmuş köpükleri izledim. Dört gündür...yani Fırat gittiğinden beridir Saadettin abi, Zehra, Bahar ve Canan teyze, herkes bana bu soruyu soruyordu. Her akşam sanki onlar olmadan kendime bakamazmışım gibi dibimden ayrılmıyorlardı. Havadan sudan muhabbetler açıp beni de içine çekmeye çalışıyorlardı. Bense çoğu zaman kendi zihnimin içinde Fırat'ın özlemiyle kayboluyordum. Saatler geçmek bilmiyordu. Canım hiçbir şey yemek istemiyor, hiçbir şey beni heyecanlandırmıyordu. Dünya alabildiğine renksiz ve sıradandı. Öylece durduğumda, herhangi bir şeyle meşgul olmadığım zamanlarda ruhum sıkışıyor ve içim daralıyordu. Fırat'ın olmayışının içimde oluşturduğu boşluğa yekpare bir şekilde özlem diyemezdim. Yaşamakla aram hiçbir zaman çok iyi olmamıştı ama Fırat'tan ayrı geçirdiğim bu dört gün en basit şeyleri bile ite kaka yapıyordum. Herkes gözlerime endişeyle bakıyordu. Benim için üzülüyor ve bana acıyorlardı. Saadettin abi bile sürekli bir şey isteyip istemediğimi soruyordu. Bana kalırsa sadece kendi kendime oturuyordum ancak öyle zannediyorum ki onlar bende benim farkında olmadığım bir şeyler görüyorlardı.

"Ne konuşmak istiyorsun benimle?" diye sordum. Sorusuna cevap vermeyi kendi içimde reddetmiştim. İyiyim, diyerek yalan söylemekten sıkılmıştım artık. Kötüyüm, demek de istemiyordum. Cihan abinin nasıl olduğumu bilmesine lüzum da yoktu. O da dahil kimse derdime derman olamazdı. Benim dermanım Fırat'tı. O da söz vermişti bana, gelecekti. Ve ben o gelene kadar asla tam anlamıyla iyi olamayacaktım.

"Bilmiyorum. Yani bir hazırlık yapmadım. Konuşmamız gerekiyormuş gibi hissediyorum. Belki senin söylemek istediklerin vardır. Seninle böyle olmaktan hoşlanmıyorum. Bora'yla Gaye de cephe aldı bana. Sana yanlış yaptığımı söylüyorlar. Ben sadece seni korumak istedim. Başka bir derdim yok. Kardeşimsin sen benim. Sen öyle olmadığını düşünsen de öylesin. "

Kurduğu cümleler kafa karışıklığının bir yansıması gibiydi. Kendini suçlu hissediyordu. Cihan abi kendi hisleri de dahil kimsenin hislerine önem vermezdi. Onun için her zaman akıl ve mantık esastı. O gün söylediğim şeyler ağrına gitmişti belli ki. Ancak buna rağmen duygusal bir konuşma yapmakta oldukça kötüydü.

Üzerimdeki hardal sarısı kazağımın bol ve uzun kollarının içinde kaybolan ellerimi dışarıya çıkarıp büyük fincanı avuçlarımın arasına aldım. Bir yudum içip Fırat gittiğinden beridir ısınmayan ellerimi ısıtmak için fincanı sıkıca tutup masaya bırakmadım.

" Neyden korumak istedin beni? "

Basit bir soruydu. Açıkçası mecbur kalmadıkça kelimelerle ve insanlarla muhatap olmak istemiyordum. Aslında bu görüşmeye gelmeyedebilirdim. Ama dün 97. üst Alfadan aldığım mail üzerine savcılık görevine geri getirilmiştim ve dün artı bugün Emine teyzenin yanına gitmeden öncesine kadar, Tarık Güngör'ün yazdığı bütün raporları incelemiş, birkaç küçük evrak işini halletmiş, binbaşı Kenan Karadağlı davasının ne durumda olduğunu öğrenip Hakan Çınar'ın otopsi raporunu incelemiştim. Hülasa yapmam gereken bütün işleri yapmış ve bilgilerimi tazelemiştim. Bugün cumartesi olduğu için de adliyede yapacak pek bir şeyim yoktu. Elimde ilgilenebileceğim bir soruşturma ya da dava bulunmuyordu. Saat akşam üstü dörde gelirken de dün taşındığım ve yabancısı olduğum bir evde kendimle baş başa kalma fikri düşündüğüm an nefesimi kesmişti. Ve sonuç olarak nefesimi kesen, içimi sıkan başka bir anın içindeydim.

"Her şeyden. "

"Mesela neyden?"

Ne demek istediğimi anlamıyordu. Kahvemden bir yudum daha aldım. Acı tadı damağıma yayılırken gözlerinin içine bakıyordum.

"Ne demek istiyorsun?" dedi.

Fincanı masaya bıraktım.

"Bana ondört yaşından beri VASÖ'nün benden haberdar olduğunu ve beni sürekli takip ettiğini söyledin. Ama ben defalarca tacize uğrarken kimse yoktu. Ali'nin öz kardeşim olmadığını büyük ihtimalle biliyordun ve bana söylemedin. Mahsun Türkoğlu'nun Fırat'ın ablasının ölümüyle bir bağlantısı olduğunu, dede, dediğim adamın beni kandırdığını da biliyordun. Ali'nin babasının kim olduğunu da biliyordun. VASÖ'nün bana hak etmediğim mevkiler verdiğini, babam yüzünden bana torpil geçtiğini de biliyordun. Aslı'nın durumunu da biliyordun. Ali'nin infaz olayını da. Ama bana sürekli yalan söyledin. Gerçekleri sakladın. Kendinizce beni eğitip bir kalıbın içine sokmaya çalışırken kimse bana ne istediğimi ya da bunu isteyip istemediğimi sormadı. Artık ne sana, ne de VASÖ'ye en ufak bir güven dahi duymuyorum. Beni neyden korudun? Aslında beni korumaman gereken şeylerden korudun. Bunları daha önceden bilseydim şu an hepsini hazmetmiş olurdum. Hayatımdan çıkması gereken herkes çıkmış ve cezasını çekmesi gereken herkes cezasını çekmiş olurdu. Beni bilmem gerekenlerden korudun. Ve üzgünüm bu yaptığın haksızlığa iyi niyet gözüyle bakamam."

Babamın ölümü hakkındaki şaibelere girmiyordum çünkü Yaren'le o gün mağarada aramızda geçen konuşmanın sadece Aslı'yla ve Ali'yle ilgili olan kısımlarını VASÖ ve üyeleriyle paylaşmak üzere bir anlaşma yapmıştım. Cihan abinin ve VASÖ'nün bana söylediği yalanlar, sakladığı sırlar bunlardan ibaret değildi.

" Yanlış yaptığımı kabul ediyorum..."

"Yetmez," dedim. " Neyi kabul edersen et yetmez. Aslı'nın hayatıyla kendi çıkarlarınız için kumar oynadığınız gerçeği gün gibi ortadayken, Mahsun Türkoğlu elini kolunu sallayarak ortalıklarda geziyorken, adalet hiç kimse için yerini bulmamışken yetmez. Ben bu şehre geleli kaç can yitip gitti. Ama yaptığınız tek şey beni suçlamaktı. Tek başıma kaçına yetişebilir, kaçını koruyabilirdim? Sırf Aslı'nın başına gelenlerden haberim olmasın diye girmeme engel olduğunuz o sistem yüzünden öldü çoğu. Ve ben bir kere bile VASÖ yüzünden böyle oldu, demedim. Çünkü güya sistem çökmüştü. Yine de elimden geleni yaptım. Savaştım, yenildim. Ama asıl sorun ne biliyor musun? Ben düşmanıma dost bildiklerim yüzünden yenildim. Arkamda durması gerekenler kuyumu kazdığı için. Sen ya da VASÖ beni korumadınız, yerin dibine gömdünüz. Bu işin içinden öyle yanlış yaptım, diyerek sıyrılamazsın. Çünkü hiçbir yanlış can almaz, alıyorsa o bir yanlış değil cinayettir. Bu da sizi katil yapar, koruyucu değil. "

"Abartıyorsun."

"Neyi? Aslı'nın başına gelenleri mi? Karnında bebeğiyle ölen Dilan'ı mı? Hacer teyzeyi mi? Mine'yi mi? Oduncu Ömer Korhan'ın katledilen yaşlı anne - babasını mı? Zeynep'in uğradığı tacizleri mi? Emine teyzenin evlat acısını mı? Oğuz'un suçsuz yere hapiste oluşunu mu? Bana geçilen torpiller yüzünden ajanların yenilen haklarını mı? Babam öldüğünden beridir başıma gelenleri mi? Neyi abartıyorum?"

"Bu olanların hepsi için VASÖ'yü suçlayamazsın."

"Neden? Siz beni suçluyorsunuz ama. Devletin yetişemediği yerlere yetişeceğini söylerek yola çıkan bir örgüt kendi ajanının canından ortada ele tutulur hiçbir sebep yokken, çocuk gibi oyunumu bozdu, ben de ölsün istedim, gibi saçma sapan bir argümanla vazgecerse ben o örgütü suçlarım. Beni şehir üstü olarak görevlendirdiği bir şehirde kolektif bir şekilde iş bölümü yapmam gereken ajanlarla iletişim kurmamı sağlayacak olan sisteme girişimi kendi çıkarları için engellerse ben o örgütü suçlarım. Senin VASÖ dediğin şey senin benim gibi insanlardan oluşuyor. Ve neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde daha kendi aralarındaki düzeni bile sağlayamıyorlar. Baş üstlere yedikleri haltların bilgisi dahi gitmiyor. Kusura bakma ama sende dahil hiçbirinize en ufak bir saygı dahi duymuyorum. Duymayacağım."

"Bu şekilde hiçbir yere varamazsın Hazan. Bu sefer oldu ama her zaman bu inadının ve öfkenin bir karşılığı olmaz. Seni neyden koruduğumu sordun ya az önce, ben seni senden korudum. En azından korumaya çalıştım. Farkında mısın bu saydıklarının hiçbiri seninle doğrudan ilgili şeyler değil. Başkaları için kendini ateşe atıyorsun."

Fırat gibi konuşuyordu.

"Adalet ve vatan için savaşmak da böyle bir şey değil mi zaten? Siz böyle yapmadığınız için bu örgüt bu hâle geldi."

Gözlerini gözlerimden ayırıp bana laf anlatmaya çalışmaktan yorulmuş gibi aldığı nefesi oflayarak dışarıya verdi. Tekrar gözlerime bakıp," bazı denklemler var," dedi. " İstesekte karşı çıkamayacağımız denklemler. İki artı ikinin dört etmesi gibi. Çarpsan da toplasan da sonuç dörttür. Çıkartırsan geriye sıfır kalır. Bölersen bir. Ve o bir, sonucun dört dışında işe yarar başka bir sayı çıkması aslında sonucun sıfır çıkmasıyla aynı şeydir. Sen o birsin Hazan. Sıfırsın. Hiçbir şeysin. Karşına kim çıkarsa çıksın asla eşitliğin diğer tarafına geçemezsin. Hiç kimse tek başına bir devrim yaratamaz. "

Güzel aşağılıyordu. Ama durduğum yer konusunda hiçbir fikri yoktu.

"Devrim?" dedim. "İnsanların yaşam haklarının ellerinden alınmasına, torpile izin verilmesine, suçsuz birinin hapis yatmasına karşı olmak gibi basit eylemler için "devrim" ne kadar büyük bir kelime. Bu kadar kötü durumda mıyız?"

Derin bir nefes aldı. Önündeki fincanı kenara itip masanın üzerine doğru eğilirken gözlerimin içine baktı. Beni anlamakta zorlanıyor gibiydi. Aramızı düzeltmek, benimle uzlaşmak istiyor, ancak bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Hiç şüphesiz ben de ona bu konuda pek yardımcı olmuyordum. Bilhassa bunu istemiyordum. Bir kere aramızdaki güven derinden sarsılmıştı. Olup biten onca şeye rağmen hâlâ karşımda VASÖ'yü savunuyordu. Duyguları körelmiş bir adamla karşı karşıya olduğumun farkındaydım fakat, herkesi geçtim, Aslı'yı bir gram bile umursamıyor oluşunu yok sayamıyordum. Hâl böyleyken beni umursayıp sevdiğine nasıl inanabilirdim ki? Vakti geldiğinde gerçekten de bazı yollar ayrılmalıydı.

" Hazan..."

"Zorlama kendini," diyerek gözlerindeki ne söyleyeceğini bilemeyen ifadeye karşılık verdim. "Aynı yerde değiliz. Bu yüzden ne sen beni anlayabilirsin ne de ben seni. Vedalaşalım abi. Olmuyor böyle."

Olmuyordu. Aynı düşüncede olmadığım ve olamayacağım birine kendimi anlatmaya çalışmak kadar enerjimi çeken başka bir şey yoktu. Birkaç kelimeden fazlasını bilmeyen bir muhabbet kuşuyla konuşmak gibiydi. Sürekli aynı şeyi tekrarlıyor, beni duymuyor, duysa bile anlamıyordu.

"Hazan...sen bana Mehmet abinin emanetisin. Ben sana arkamı dönüp gidemem. "

"Aslında çoktan gittin. Ve benim Fırat dışında kimsem yok. Sen yoksun. VASÖ yok. Eğer şu an ki aklımla intihar ettiğim o güne dönebilseydim ne o gün intihar etmeye kalkışırdım, ne savcı olurdum, ne de Ali'yi umursardım. Diyorsun ya; sen bir hiçsin. Keşke öyle olsaydım. Madem ben bir hiçim neden herkes en ufak bir şeyde üzerime çullanıyor, neden herkes beni susturup sindirmeye çalışıyor ve sen madem bana arkanı dönemezsin de o zaman neden üzerime çullananların arasındasın? Niye ilk darbeyi her zaman herkesten önce senden yiyorum? "

"Yaptığım hiçbir şeyi senin kötülüğünü düşünerek yapmadım. İlk darbe olarak algıladığın şey seni uyarmaya çalışmak dışında başka bir amaca hizmet etmiyordu. Ne yaparsan yap, hayatını nereye kadar geri sararsan sar yine de bir şekilde VASÖ'yle yolun kesişecekti. Senin baban VASÖ'nün en büyük iki kurucusundan biriydi. VASÖ'deki bütün haklarını % 20'lik hissesinin içine koyup sana miras bıraktı. Her ne kadar hisselerini 97. üst Alfa'ya devir etmiş olsan da sen hâlâ, kurallara uyduğun müddetçe, ajanlar arasındaki en büyük baş üst adayısın. Ve ben seni o konumda görmek istiyorum. Başarılı olmanı, hırslı ve disiplinli, mental olarak sağlam biri olmanı istiyorum. Mehmet abinin emanetine sahip çıkabilmek istiyorum. " Duraksadı. Neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde gergindi. Gözlerinde bana verdiği değeri görebiliyordum ama bunu şimdiye kadar gösterme sitili pek de sevecen ve samimî değildi. Belki de şu an bu kadar gergin olmasının, göz bebeklerinin büyüyüp sürekli masanın üzerinden bana doğru eğilmesinin sebebi buydu; ilk defa karşımda duygularını göstererek konuşmaya çalışıyordu.

Yutkunup sözlerine devam etti. Fakat konuşmakta zorlanıyor gibiydi.

" Benim de...senden başka kimsem yok," dedi. Buna hazırlıksız yakalanmıştım. Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Bu ağır bir cümleydi. Özellikle de Cihan abinin ağzından duymak daha da ağırlaştırıyordu. Gözlerimi gözlerinden kaçırıp başımı önüme eğerek saçlarımın yüzüme dökülmesini sağladım. Yanağımın içini ısırırken kendimi suçlu hissediyordum. Hiç bu duruma onun gözünden bakmamıştım.

" Ne yapıyorum ben?" diye sordu. Sesinin tonu ilk defa bu kadar duygu yüklüydü. "Yaşıyorum bir şekilde. Kızımla karım gözümün önünde yanarak can verdi. Ve ben hiçbir bir şey yapamadım. Duygularımın olmadığını düşünüyorsun, ama var. Seninkiler kadar keskin değiller ama ben de bir şeyler hissedebiliyorum. 34 yaşındayım. Bir şey olmazsa bir bu kadar daha yaşarım. O gün kürsüde dedin ya ; geceleri saymazsak gündüzleri yaşamak için hiçbir engelim yoktu. Benim gündüzleri de sayma. Hiçbir şeyin doğru düzgün işlemediğinin, VASÖ'nün çoğu yerde amacından saptığının ben de farkındayım. Susuyorsam kör olduğumdan değil, senden fazlasını gördüğümden. Ama bu işler böyle. Eninde sonunda savaştığın şeye benzersin. Uzun süre karanlığa bakarsan karanlıkta senin içine bakmaya başlar. Ajanlar da farkında bunun. Susuyorlar diye herkes her şeyden memnun diye düşünme. O gün niye Tarık Güngör değil de sen seçildin? Çünkü o gün ki cesaretin, üstlerin yüzüne hatalarını, yanlışlarını vuruşun ve kimsenin sana iddia ettiğin şeylerin aksini söyleyememesi, 97. üstün seni desteklemesi ajanların gözünde seni yüceltti. O gün, biraz kanırtınca sizi umursayacak birilerine ulaşabiliyorsunuz, dedin ve ajanlar o kişi olarak seni görüyorlar. Aslı için VASÖ'yü karşına alabilmen aynı şeyi yarın öbür gün onlar için de yapacağının güvenini verdi onlara. Bu öyle bir anda olmadı. Ajanların çoğu kendini güvende hissetmiyor artık. Ve bu yüzden nefret ettikleri sana sığınıyorlar. Neden üzerine çullanıyorlar? Çünkü senin bir sınırın yok. Susturmaya çalışıyorlar çünkü sen varsan tahtları tehlikede. Ben " ilk darbeyi vuran" tarafım çünkü seni tehdit olarak algılarlarsa sonun Aslı'dan farklı olmaz. Uyarıyorum seni. Zarar görme diye. Sessiz ol, diyorum başa geç ve bu örgütü adil bir şekilde yönetebil diye. Senin için ayakta ve hâlâ bu örgütün içindeyim ben. Yoksa benim miladım dolalı çok oldu. "

Acı çekiyormuş gibi kaşlarımı çatıp yüzümü ekşittim. Ellerimle oynarken başım hâlâ önümdeydi. İlk defa Cihan abinin bana verdiği değeri bu kadar derinden hissetmiştim. İçimde sırtımdan mideme vuran sıcacık bir his peyda olmuştu. Ana üstte çok bulunmadığımdan ve ajanlarla her zaman uzak bir ilişkim olduğundan VASÖ'deki durumun onlar üzerindeki etkisinin farkında değildim. Elbette ortada bir haksızlık olduğunda onlar için de sesimi çıkarmaktan geri durmazdım ama bunun için beni şehir üstü olarak seçmelerine gerek yoktu. Üstler beni onlar için bir tehlike olarak görüyorlarsa bu benimle ilgili bir şey değildi, yaptıkları yanlışların gün yüzüne çıkmasından korkuyorlardı. Cihan abiyle ters düştüğümüz nokta ise VASÖ'yü adil bir şekilde yönetecek kişinin ben olduğumu düşünmesiydi. Ben VASÖ'yü yönetmek falan istemiyordum. Çünkü Cihan abi haklıydı; eninde sonunda savaştığın şeye benzerdin.

Başımı kaldırıp gözlerine baktım.

"Bilemezdim," dedim. "Benimle daha önce hiç bu kadar açık konuşmadın. Diğerleri gibi benden nefret etmeye başladığını düşünmüştüm. "

Kaşlarını havalandırıp camdan dışarıya döndü. Başını belli belirsiz sağa sola sallayıp," o gün sen sorgudayken Fırat'a, Hazan şu an arkasında durulmasını hak etmiyor, dedim," dedi. Gözleri yeniden yüzümü bulmuştu. "Bana yanıldığımı söyledi. Ona, onun seni umursadığı kadar senin onu umursamadığını söyledim. Sessiz kaldı. Sürgün edilecek, dedim. Peşinden giderim, dedi. Senin için her şeyi yapmaya hazırdı. Ve bunun için en ufak bir karşılık dahi beklemiyordu. Ama o an çok öfkeliydi sana. Yaptığın ve yapacağın şeyleri benim gibi o da doğru bulmuyordu. Yaren'le aranda geçen, Ali'yle konuştuğun her şeyi biliyordu. Söylese üstlerin senin üzerine bu kadar çok gitmeyeceğini, sürgün edilmeyeceğini, zaten senin yanlış bir şey yapmadığını, sadece inadın yüzünden yanlış bir şey yapmış da onu saklamaya çalışıyormuş gibi göründüğünün farkındaydı. Ama yine de sana ihanet etmedi. Elinden senin için hiçbir şey yapmak gelmese de sustu. Ben...biraz tuhaf belki ama o an fark ettim senin benim için kim olduğunu. Hayatta bir sürü denklem var, doğru diye bir şey yok. Her zaman, her şeyi dört dörtlük yapamazsın. Bir bölge üstü olarak herkese eşit mesafede olmalıyım, ama ben...birini herkesten kayırarak sevmeyi unutmuşum. Seni ayrı tutmam gerekiyordu. Ne olursa olsun arkanda durmalıydım. Üstlerle aynı şeyi savunuyormuş gibi göründüğümün farkındayım. Ama benim derdim Mehmet abinin derdiyle aynı. Biraz saçmalamak gerekirse bu dünyadan senin güvende olduğunu bilerek çekip gitmek istiyorum. Babanın olmanı istediği yerde, tam da onun tahtında oturduğunu görmek istiyorum. Sadece yaşamak için bile birçok şeyi görmezden gelmemiz gerekiyor. Dünya adil bir yer değil. Bazen yum gözünü ve geçip git. "

Gülümsedim. Öne gelip ellerimi kahve fincanının iki yanına koydum.

" İyi de abi ben VASÖ de ajan bile olmak istemiyorum. Anlamıyorsun. Nasıl söyleyeyim? Hiç sıradan bir insan olmak istedin mi? "

Bakışları derinleşti. Bal köpüğü gözleri huzursuzca yuvalarında titreştiğinde yutkundu.

"Biliyorsun," dedi. "Yetimhanede büyüdüm ben. Yetimhanede büyüyen her çocuk sıradan olmak ister. Ben de istedim."

Hafifçe güldü öylesine.

" Ama sıradan insanlarda mutlu değil ki Hazan. Sen bugün olduğun yerden sıradan olmak istiyorsun. Belki sıradan bir hayatın içine doğmuş olsaydın tam tersini isteyecektin. Eğer mesele mutlu olmaksa öyle bir şey yok. "

Gözlerine sevgiyle baktım. Bu bakış yetimhanede büyüyen küçük Cihan'aydı.

"Değil, " dedim. "Mutluluğa inanmayacak kadar çok yaşadım. Derdim dört bir yanı ölülerle ve ölümle sarılı bir şekilde yaşamamak. Yaptığım ya da yapmadığım en küçük şey bile bir insanın canına mâl olabiliyor. Mine'nin ölmesi gibi. "

"Anlıyorum, " dedi. Bu sefer gözlerinde beni gerçekten anladığını görebiliyordum. "Ama artık çok geç. İkimiz içinde. "

"Neden? Vazgeçemez miyiz bu saçmalıktan? Ben çok yoruldum, sen yorulmadın mı?"

Dilinin ucuyla alt dudağını nemlendirip başını önüne eğerken, "yoruldum," dedi. " Ama başka türlü nasıl yaşanacağını unutacak kadar da alıştım bu yorgunluğa. Hem artık ne seni ne de beni öylece bırakmazlar. Çok şey biliyoruz. "

Biliyordum. Sadece Cihan abinin bu saçmalıktan göründüğü kadar memnun olup olmadığını, maskesinin ne kadarını indirdiğini görmek istemiştim. Şu an karşımda olabileceği en dürüst haliyle oturuyordu. Onun da umudu yoktu bu hayattan. Ya da VASÖ'den ve adaletten. Sıradan insanların uğruna çabalayabileceği birçok şey vardı; ev, araba, iş ve bir yuva gibi. Cihan abi her şeye sahipti. Bir yuva dışında. Onu da üç yıl önce kaybetmişti. Şimdi yeniden sevmek ve sevilmek istemiyordu. Onu bu konuda anlayabiliyordum. Fırat'ın olmadığı bir dünyayı tahayyül bile edemezken Cihan abi sevdiği kadının üzerine bir de kızını kaybetmiş bir adam olarak iyi bile dayanıyordu. Gözlerindeki acıyı görebiliyordum. O acı hep oradaydı. Sadece şimdiye kadar çok iyi saklamıştı. Geri kalan ömrünü vakit öldürmek olarak görüyordu. Onun için adaletle adaletsizliğin, doğruyla yanlışın, azla çokun, ölümle yaşamın, geceyle gündüzün, ayla yılın, varla yokun, toklukla açlığın hiçbir farkı ve önemi yoktu. Öbür türlü 34 yaşında genç bir adam nasıl, benim miladım dolalı çok oldu, diye bir cümle kurabilirdi? Ona sımsıkı sarılmak istiyordum. Keşke bütün acılar sarılınca geçseydi.

"Bakma şöyle. "

"Ne?"

"Gözlerimin içine içine bakma Hazan."

"Neden?"

"Gözlerindeki ifadeden hoşlanmıyorum. "

"Ne ifadesi?"

"Bana merhamet duyuyorsun. "

"Evet, duyuyorum. Abimsin çünkü. "

Gözlerime doğru düzgün bakmıyordu.

"Öyleyim, ama bu bana acımanı gerektirmez."

"Acımıyorum. "

"Acıyorsun. Çünkü canımın yandığını görmene izin verdim. Ve bu bana karşı duyduğun bütün öfkeyi bir anda yerle bir etti. Öfkenden hoşlanmıyorum ama acımana da ihtiyacım yok."

Bir anda sinirlenmişti. Maskesini yeniden yüzüne taktığını donuklaşan gözlerinden anlayabiliyordum. Gururunu kırdığımı düşündüm. Yıllardır kendisine sakladığı, kimseyle paylaşmadığı acısını görüşüm onu tedirgin etmişti. Konfor alanından çıkmış gibi diken üstündeydi. Kendini eksilmiş, en büyük sırrı başkasının eline geçmişcesine tehlikede ve huzursuz hissediyordu.

Oturduğum yerden kalkıp yanına gittim. Sandalyeye oturup," abi?" dedim.

Camdan dışarıya bakarken,"Hı?" dedi.

"Ben senin kardeşinim," dedim. "Hâlâ öfkeli olmuş olsaydım ve buradan birbirimize küs olarak ayrılmış olsaydık da bu gerçek değişmeyecekti. Aramızda bir kan bağı olmasına gerek yok. Birçok konuda uzlaşamıyor olabiliriz. Ve hiçbir zaman uzlaşamayacağız belki de. Ama acı başka bir şey. Orada uzlaşırız. Ben seni anlarım. Kendini en azından benim karşımda bu konuda zayıf hissetme. Senin acın benim acım."

Gözlerini yumdu. Kaşları çatılırken yüzü kasıldı. Başını yavaşça önüne eğdiğinde hissettiği bütün matemli duygular onun vücudundan yayılıp benim bedenime çarpıyordu. Öyle bir haldi ki üzerindeki sanki küçük bir çocuğun elindeki kağıttan gemiyi yüzdürmek için bıraktığı suda acımasız bir dalganın gemiyi parçalara ayrışını izlerken yaşadığı hayal kırıklığı kadar netti. Kırmızı bir balonun, yoğun gri bulutlarla kaplı uçsuz bucaksız gökyüzüne doğru süzülüşü ve bu münferit yolculuğunun hangi "gökyüzüne kaçan balonlar makberinde" son bulacağı kadar da müphemdi.

Bu hâli gözlerimi doldurdu. Ağlasam ağlardım ama direndim. Şimdi ne söylesem anlamsız olacaktı. Bu türkçenin suçu mu bilmiyordum ama zaten kelimeler de oldukça yetersizdi. Benden sakladıkları ve beni VASÖ'ye karşı yalnız bıraktığı için, her şeyden önce Aslı için, çok kızgındım ona. Az önce söyledikleri bir şeyleri değiştirirdi ama sonucu değiştirmezdi. Oğuz suçsuz yere içerdeydi, ölenler hâlâ ölüydüler. Aslı yaklaşık üç dört aydır o şerefsizlerin elindeydi. Belki yaşamıyordu, belki de yaşamak istemeyecek kadar meşum bir haldeydi. Babam gerçekte nasıl öldü, bilmiyordum. Ve daha birçok şey. Fakat yine de kollarımı kaldırıp boynuna sardım. Beklemediği için birkaç saniye duraksayıp o da bana sarıldı.

Affetmemiştim, ama affetmiş gibi davranabilirdim.

"Hazan!"

Kulaklarıma dolan tanıdık sesle irkilirken Cihan abiden ayrılıp sesin geldiği yöne döndüm. Karşımda Saadettin abi vardı. Oturduğumuz masanın bir iki adım uzağında durmuş bize bakıyordu. Fakat gözlerindeki ifadeden ve ses tonundan çıkarılabilecek olan anlamlar pekte hayra alamet ve iyimser değildi. Aksi gibi ben de sanki yanlış bir şey yapıyormuşum da suç üstü yakalanmışım gibi Cihan abinin hâlâ belime sarılı olan kollarından çıkıp ayağa kalktım.

"Saadettin abi," dedim. Sesim tedirgindi. Ona ürkek gözlerle bakıyordum. Ama yanlış bir şey yapmamıştım ki. Neden kendime bu haksızlığı yapıyor ve Saadettin abiyi haklı çıkarıyordum?

Cihan abi oturduğu yerden kalktı. Saadettin abi sert bakışlarını üzerimizde gezdirip aramızdaki mesafeyi kapattı.

"Noluyor burada?" diye sordu. "Kim bu herif?"

Kafede oturan insanların bize dönen bakışları eşliğinde yutkunup,"şey..." diyerek bocaladığımda Cihan abi sandalyesini geri çekip çıkarken önüme geçti. Saadettin abiye elini uzatıp, "abisiyim," dedi. "Adım Cihan."

"Hazan'ın abisi yok birader. Sen alaya mı alıyorsun beni? "

Saadettin abi durumu çok yanlış anlamıştı. Yüzündeki ifade kalbimin sıkışmasına neden olurken şu an onun gözünde Fırat'ı aldatıyor olduğumun farkındaydım.

Cihan abi elini indirdi.

"Öz abisi değilim," dedi. "Ama abisiyim. İçinizi rahatlatacaksa Fırat tanır beni."

Gözleri yüzümü buldu. Ardından tekrar Cihan abiye döndü.

"Karısına sarılmana izin verecek kadar tanır mı?" dedi. Sesi imalı ve anlayışsızdı.

"Ben onu kardeşimle evlenmesine müsade edecek kadar tanıyorsam o da beni tanır. Üslubunuza dikkat edin. Ortada yanlış bir şey yok."

Saadettin abi başını dikleştirip Cihan abinin üzerine doğru bir iki adım geldi.

"Hazan yanıma gel," dedi.

"Saadettin abi..."

"Yanıma gel!"

Cihan abiye ve kafedekilere baktım.

"Geç abiciğim."

Cihan abinin sakin bir sesle söylediği bu sözler üzerine arkasından dolanıp Saadettin abinin yanına geçtim. Sandalyedeki kabanımı alıp giydim. Çantamı da aldığımda Saadettin abi, "bu kız bana kardeşimin emaneti," dedi. "Seni daha önce görmedim, Fırat da bana senden bahsetmedi. Yani Fırat seni tanır belki ama ben tanımam. O yüzden seni bir daha Hazan'ın etrafında görmesem iyi olur. Anladın?"

Cihan abi bana kısa bir bakış atıp, "anlamadım, derdim ama üç saat sonra İstanbul'a uçağım var. Mecbur anlayacağız artık, " dedi.

Bir süre göz göze kaldılar. Ardından Saadettin abi bana dönüp, "yürü," dediğinde Cihan abiye baktım. Gözlerini kapatıp açarak onayladı. Ve Saadettin abiyle birlikte kafeden çıktım.

*********

Saadettin abilerin oturduğu evin üç apartman ilerisindeki bir sitede, ikinci katta bulunan evin kapalı balkonunda oturuyordum. Önümdeki yuvarlak beyaz sehpanın üzerinde muz, elma, portakal ve mandalinadan oluşan bir meyve tabağı vardı. Depresyon ilaçlarını alacağım için atıştırmalık olsun diye hazırlamıştım. Üç gün sonra Salı günü doktor randevuma gidecektim. İlkinde Fırat yanımdaydı ama bu sefer olmayacaktı.

O günü hatırlarken aklıma babaannem geldi. Onu Bahar' la konuştuğumuz gibi görmeye gidememiştim. Ama iki gün önce taburcu olduğunu biliyordum. Belki yarın ya da birkaç gün sonra Mahsun Türkoğlu'nun evde olmadığı bir an yakalar ve onu görürdüm. O adamdan nefret ediyordum fakat babaanneme sadece kızgındım. Sustuğu ve kocasının suçlarına ortak olduğu için ona çok kızgındım. Yine de başka çaresi olmadığını da anlayabiliyordum. Mahsun Türkoğlu'na karşı gelecek gücü ve sığınıp kapısına gidebileceği kimsesi yoktu. Ona kimse olmayı çok isterdim. Eğer yanına gidip onu yalnız yakalayabilirsem babaanneme o adama mecbur olmadığını, kabul ederse onu yanıma alıp koruyup kollayabileceğimi söyleyecektim. Umarım beni dinlerdi.

Evin içinde tek bir ışık dahi yanmıyordu. Sitenin bahçe duvarının üzerindeki gaz lambasını andıran aydınlatmalardan yayılan ışık eşliğinde yağan karı izliyordum. Zihnimdeki düşüncelerle gözlerim, kucağımda bir elimle sımsıkı tuttuğum Fırat'ın tişörtüne düştü. Gitmeden önce seviştiğimiz gece üzerinden çıkarmıştı bunu. Kokusu hâlâ üzerindeydi fakat çok koklarsam silinir diye korkuyordum. İdareli kullanmalıydım.

Babaannemin yanına gidecek olmam, hatta bunu düşünüşüm bile Fırat'ı kızdırmaya yeterdi. O adamın bana zarar verme ihtimali bile sevdiğim adamı çıldırtmaya yeterken, bana o apartmanın iki sokak ötesinden bile geçmememi söyleyişi üzerine oraya gitmem fikri haberi olsa bizi büyük bir tartışmanın içine sürüklerdi. Dahası babaannemi yanıma alsam Fırat bunu ister miydi? Benim için kabul ederdi ama isteyeceğini sanmıyordum. Yine de babaannem kabul ettiği sürece bunun bir önemi yoktu. Beraber olmanın illaki bir yolunu bulurdum.

Bir de Saadettin abi mevzusu vardı. Sabahtan beri peşimde adamlarının olduğunu biliyordum. Kafeye de o adamlardan aldığı istihbarat üzerine gelmişti. Onların baktığı yerden göreve giden kocamın ardından kafe köşelerinde elin herifleriyle görüşüyordum. Saadettin abinin bizi ilk gördüğünde gözlerindeki ifade tamda bunu beyan ediyordu.

Kafeden çıktığımızda bana bu durumu gerekçem ne olursa olsun döndüğünde Fırat'a anlatacağını söylemişti. O adam kim olursa olsun, öz abim olmadığı sürece, yaptığım şey yanlıştı. Eğer Saadettin abi Fırat'ı tanıyorsa o asla karısının, namusunun elin herifine sarılmasına müsade etmez, anlayış göstermezdi. Onun kardeşi o kadar geniş bir adam değildi. Burası küçük bir ilçeydi. Burada herkes Fırat'ı tanırdı. Ben temkinli olmalıydım. Fırat'ın adını mı çıkaracaktım? Ve dahası.

Öfke konusunda Fırat'la yarışamazdı ama Fırat'tan daha kaba, anlayışsız ve sığ bir adamdı. Fırat onu seviyor ve beni emanet edecek kadar ona güveniyor diye Saadettin abiye saygı duymaya çalışıyordum. Ama benimle böyle konuşamazdı. Ona bunu söylemiştim. Pek kâleye almamıştı. Sonuçta Fırat ona üzerimde istediği kadar baskınlık kurma ve söz sahibi olma hakkını vermişti. Ben kimdim ki?

En azından bu gece yalnız kalmak istediğimi söylediğimde beni ciddiye almıştı. Kimseyi görmek istemiyordum. İyiliğimi düşünerek söyledikleri sözler çoğu zaman içimi sıkıyordu. Kimse kimseye acıyla, özlemle, korkuyla ve bu duygulara benzer diğer duygularla nasıl baş edeceğini söylemeye kalkışmamalıydı. Üzülme, dönecek, ağlama, canlan biraz, Fırat seni böyle görseydi üzülürdü, iyice zayıfladın, sanki komikmiş gibi Fırat seni böyle beğenmez ve buna benzer sözler.

Mesele Fırat'ın dönecek olması değil, yokluğuydu. Evet, iki üç ay sonra dönecekti ama iki üç ay boyunca da yanımda olmayacaktı. Onu göremeyecektim. Sesini duyamayacak, onu öpemeyecek, onunla sevişip ona dokunamayacaktım. Tamam, onlar da Fırat'ı özlüyor, onun için korkuyor olabilirlerdi ama aynı yerde değildik. Fırat benim her şeyimdi. Onların bir ailesi, bir düzeni vardı ama benim Fırat dışında kimsem yoktu. Ne bir evim, ne bir düzenim, ne de bir ailem. Hiçbir şeyim yoktu.

İnsanlarla birlikte yapamıyordum. Acıyı paylaşma konusunda kötüydüm. Birileriyle dertleşmek ya da konuşmak konusunda iyi değildim. Bahar ve Canan teyze neyse ama Saadettin abinin ve Zehra'nın yanında kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Zehra'nın sürekli konuşması ve Saadettin abinin gerginliği beni huzursuz ediyordu.

Canan teyze ve Bahar'la saatlerce oturabilirdim ama onlarla olmuyordu. Böyle düşündüğüm için kendimi kötü hissediyordum. Saadettin abiye, bu akşam yalnız kalmak istiyorum, diyip Canan teyze ve Bahar'a bunu söylemediğim için de rahatsızdım. Ama zaten uyumsuz biriydim. Sessiz biri oluşum bu uyumsuzluğumu gizliyordu. Fakat insanlar, özellikle de mutsuz olduğumda, üzerime geldiklerinde sessizliğimi suratsızlık olarak algılayabiliyorlardı. Bu da Zehra' da olduğu gibi alınganlık yapmalarına sebep oluyordu. Bense sadece yalnız kalmak, bu özleme alışmak ve kendi kendimle bir düzen kurmak istiyordum.

Sıkıntıyla içimi çekip meyve tabağını kucağıma aldım. Sehpanın üzerindeki bilgisayarı açıp Yeti Efsanesi adlı animasyon filmini kaldığım yerden izlemeye başladım. Ağzıma attığım elmayı çiğnerken iyice arkama yaslanıp büyük ve yumuşak koltuğa gömüldüm. Hemen koltuğun yanındaki duvara sabit olan kalorifer peteğinden yayılan sıcaklık mayışmama neden olsa da uyuyamayacağımı biliyordum. Fırat yokken eksiktim.

********

6 gün sonra...

Günlerden pazartesiydi. Adliyeden çıkıp askeriyeye gelmiştim. Albayın odasında karşılıklı oturuyorduk. Halit albay bana operasyonun gidişatıyla ilgili telsiz telefonundan aldığı bilgileri vermişti.

Söylediğine göre tim Suriye'deki asıl hedefin bulunduğu Haseke ilçesine varmak için Türkiye - Irak Habur sınır kapısından Zaho bölgesine henüz yeni ulaşmıştı. Karargahta operasyon öncesi tugay komutanıyla albayın yaptığı kağıt üstündeki plana göre timin Habur'dan Dohuk'a geçmesi üzerine bir strateji güdülmüştü. Bu şekilde yol uzatılmış olsa da Suriye sınırına varış daha güvenli olacaktı. Çünkü Irak sınırındaki düşman unsurlar da Suriye sınırındaki ateş hattına desteğe gidiyorlardı ve tim Dohuk'tan Zaho'ya ilerlerken teröristleri arkadan kuşatabilecek ve şerefsizler iki taraflı bir taaruzun arasında kalacaktı.

Fakat Fırat tim komutanı olarak insiyatif almış, direkt olarak Habur'dan Zaho' ya geçiş yaparak sınırdaki mehmetçiğin üzerine giden teröristlerin bir kısmını kendi üzerlerine çekmek için ateş hattının arasına girmek üstüne bir plan yapmıştı. Böylece sınırdaki askerlerin yükü bir parça da olsa azalacaktı.

Turan timi şimdiye kadar beş adet küçük yapılanmayı temizlemişti. Düşman unsurlarla kurulan bu sıcak temasta birkaç ufak tefek yara bere dışında ciddi bir zaiyat yoktu. Albay Fırat'la en son dört saat önce konuşmuştu ve yine onbeş yirmi kişiden oluşan bir terörist topluluğuyla çatışma halinde olduklarını öğrenmişti.

Zaho'da hava -3°C'yi bulmuştu. Kar tipi halinde yağıyordu ve dağlık arazide yürümek oldukça güçtü. Üstlerindeki üniforma ve kamuflajlarların termal olduğunu bilsem de sırtlarındaki 90 - 100 kiloluk çantalarla yaşadıkları zorlukları düşünmeden edemiyordum. İyi olmaları tek tesellimdi. Fırat'ın sesini deli gibi duymak istesem de albay istersem telsiz telefonundan Fırat'a tekrar ulaşabileceğini söylediğinde reddetmiştim. Çünkü bu konuşmayı profesyonel olarak yapamayacağımı biliyirdum. Bilgi alışverişi yapmak ve acil yardım çağrıları için kullanılan telsiz telefonunu kocama duyduğum özlem için kullanmak etik değildi. Albay zaten bir savcı olarak bilmem gereken her şeyi bana iletiyordu. Ayrıca diğer askerlerin de bir ailesi ve sevdikleri vardı. Ben savcı olduğum için kendimi kayırarak kimsenin hakkına giremezdim.

Elimdeki çay bardağını masaya bıraktım. Bugün buraya geliş sebebim tamamen Fırat'ın ve timin durumunu öğrenmek değildi.

"Albayım?"

"Buyrun savcım?"

"Bana bir keresinde askeriyedeki vatan haini olarak şüphelendiğiniz bir kişinin daha olduğunu söylemiştiniz."

Hatırlaması için duraksadım.

Yüzü ciddi ve düşünceli bir hâl alırken, "hatırlıyorum savcım, " dedi.

"O kişinin kim olduğunu öğrenmem lazım. "

Kararsız gözlerle gözlerime baktı.

"Savcım...onlar benim evlatlarım gibi. Kimseyi zan altında bırakamam. O gün size o kişiyi gözlemleyeceğimi söyledim. Gözlemledim ve yanıldığım sonucuna vardım. O yüzden isim vermem doğru olmaz."

"Albayım anlıyorum. Ve biliyorum siz de beni anlıyorsunuz. Oğuz hapse gireli neredeyse bir ay oldu. Suçsuz yere içeride olduğunu ikimizde çok iyi biliyoruz. Kenan Karadağlı yakalandı. Askeriyedeki vatan haini Oğuz değilse başka biri olmalı. VASÖ Oğuz'un bilgisayarındaki belgelerin kopya değil, orjinal olduğunu söylüyor. Oğuz bu noktada binbaşı Kenan Karadağlı'yla müttefik olarak görünüyor. VASÖ bu durumda Oğuz'u kurtarmak için hiçbir şey yapmaz. Oğuz'u kaderine terk edemem. O yüzden bana ne biliyorsanız ya da ne tahmin edip, neyi varsayıyorsanız söyleyin. Emin olmadan kimsenin başına çökecek değilim. Sorar soruşturur, kitabına göre ilerlerim. Ama bir ip ucuna, derinine inebileceğim bir noktaya ihtiyacım var. Rica ediyorum, lütfen. "

Oğuz'un davası bir karara bağlanmış ve adliyeye Hakan Çınar'ın yerine gelen Tarık Güngör'e ait olsa da öylece duramazdım. Dişe dokunur bir delil bulduğumda elimdeki belge ve verileri Tarık Güngör'le paylaşırdım fakat şu an için ona ait olan davayla ondan izinsiz ilgilendiğimi bilmesine gerek yoktu.

Albay bir süre düşünüp taşındı. Ve bir karara varmış olacak ki bana bir isim verdi. Hiç duymayı beklemediğim ve kulağımda çınlayıp beynimin duvarlarına vurarak zihnimi altüst eden, vücudumdaki bütün düzeni sarsan, oturduğum yerde başımı döndüren bir isimdi bu. Ve aslında, eğer aradığımız kişi oysa, her şeyi açıklıyordu.

"Teğmen Dilek Bayram."

********
Saat akşam üstü 15.44'dü gösteriyordu. Ve ben Cizre'deki T tipi kapalı cezaevinin görüş odasında Oğuz'u bekliyordum. 97. üst Alfa'nın yardımıyla gizli bir görüş ayarlanmıştı.

Küçük ve duvarları koyu griye boyanmış penceresiz bir odaydı burası. Oturduğum masanın karşısında beyaz bir duvara bakan bir cam vardı sadece. Gözlerim oradaydı. Gergin, yorgun ve kızgın ya da kırgın bir şekilde Oğuz'u bekliyordum.

Oturduğum demir sandalyeden kalkıp beyaz gömleğimin üzerine giydiğim lâcivert tulumumu öylesine düzeltip tırtıklı ve kalın kumaşının nahoş dokusu üstünde ellerimi gezdirdim. Tulumun bol ve uzun paçaları içinde kaybolan topuklu ayakkabılarım fildişi rengindeki zeminde yürürken tok sesler çıkarıyordu.

Mideme gerginlikten kramplar girerken odanın içinde sağa sola yürüyordum. Burada şu an savcı kimliğimle bulunuyordum ve ne Oğuz, ne de Dilek benim için hiç kimseydi. Tarafsız, profosyonel ve sakin olmalıydım.

Kapının açılma sesiyle o tarafa döndüm. Kısa boylu, yuvarlak bir göbeği olan sert görünümlü ve mutsuz bir gardiyanla içeriye giren Oğuz'la gözlerimiz kesişti. Ela gözlerine kan oturmuştu. Kumral saçlarını ve sakallarını ilk kez bu kadar uzamış bir hâlde görüyordum. Bana koca bir boşluğa bakarmış gibi bakıyordu. Baktığı yerde ben yoktum. Bu hâli içimi acıttı.

Hislerimi yok sayıp gardiyana dışarıya çıkmasını söyledim. Kapıyı çekip çıktığında Oğuz'la baş başa kalmıştık. Kabanımın arkasına asılı olduğu sandalyeye oturup karşımdaki sandalyeyi elimle gösterirken, "geç," dedim. Sesimi mümkün olduğunca düz ve resmî tutmaya çalışıyordum.

Kelepçeli elleri önündeyken sessiz ve yavaş adımlarla karşıma geçip oturdu. Boş bakışları yüzüme sabitlendi. Umursamamaya çalıştım. Yüzündeki birkaç küçük yaraya göz gezdirip, "nasılsın, " diye sordum.

"Ne önemi var?" dediğinde konuşmasını beklemiyordum. Mekanik ve buz gibi sesi içimi ürpermişti.

Başımı salladım.

"Doğru, bir önemi yok. İnsan sanırım böyle sevimsiz bir yerde iyi olamaz."

Gözlerini kıstı. Onunla böyle konuşmamı beklemiyordu. Beklediği şey karşısında eğilip bükülmem, ondan özürler dilemem olabilirdi. İçimdeki Hazan kendini kardeşine anlatıp, affetirmek için yanıp tutuşuyordu fakat dediğim gibi ben şu an burada savcı kimliğimle bulunuyordum.

Sandalyede arkama yaslanıp göz temasını kesmeden, "sana bazı sorular soracağım," dedim. "Dürüst olur ve zorlamazsan ikimiz içinde iyi olur. Anlaştık mı?"

Gözlerime öylece bakmakla yetindi.

"Peki, bu sessizliğini olumlu olarak alıyorum. Neden burada olduğunu biliyorsun. Askeriyede yapılan soruşturmada şahsi bilgisayarında benim odamdan çalınan delillerin PDF'i bulundu. Başka bir bilgisayar, flash bellek, hard disk ya da herhangi bir cihazdan aktarılmayan TKÖ' ye ait dosyalar çıktı. Kenan Karadağlı ifadesinde iş birlikçisi olarak senin adını vermiş. Müebbet hapis cezasına çarptırıldığın son mahkemende üzerine atılan bütün suçları reddetmiş, üzerine iftira atıldığını iddia etmiş fakat hakim senden kendini savunmanı istediğinde sessiz kalmışsın. "

Tepkisini ölçmek için sustum. Bütün mimik ve göz refleksleri aynıydı. Zaten bildiği şeyleri söylediğimden yüzünde herhangi bir değişim olmaması normaldi.

"Yani?" dedi.

Öne doğru gelip ellerimi masanın üzerinde birbirine kenetledim. Gözlerinin içine bakıp," verdiğin bütün ifadeleri okudum, " dedim. "Ses kayıtlarını dinledim. Yanlışa yanlış diyip doğrusu sorulduğunda sessiz kalmış, genel olarak agresif tavırlar sergilemişsin. Bu bilgisayar senin mi, sorusuna "evet" demiş, içindeki belgelerin sana ait olmadığını söylemişsin. Kime ait olduğu sorulduğunda ise, bilmiyorum, bile demeden susmuşsun..."

"Ne söylediğimi de ne yaptığımı da biliyorum. Bunları saymaya devam edeceksen dinlemek istemiyorum. "

"Öyle bir lüksün yok üsteğmen. Karşında savcın oturuyor. "

Gözlerinde öfke pırıltılarını gördüm. Üstünde durmadan konuşmaya devam ettim.

"Tamam, sadede geleyim. Tüm bunlar neyi işaret ediyor biliyor musun? Birini koruduğunu. Bu kişi belli ki Kenan Karadağlı değil. TKÖ de olamaz. Kim peki?"

Sol gözü seğirdi ve ilk defa bir saniyeliğine de olsa göz temasımızı kesti. Göz bebeklerinde 1 - 2 mm' lik büyüme görüldü.

"Kimseyi korumuyorum. Bazı sorular karşısında susmak da, bilmiyorum, demenin başka bir yolu değil midir sayın savcım?"

Sesindeki buzlar kırılmıştı. Sert sesi öfkesini açığa çıkarıyordu. Gözleri bilinçsizce çok fazla refleksif hareketler yapmaya, göz bebekleri herhangi bir ışık değişimi olmadan büyümeye başlamıştı. Bir bordo bereli olmasına ve beden dili kontrolü üzerine eğitimler almış olmasına rağmen içeride kaldığı yaklaşık bir aylık süre içerisinde sinirleri iyice gerilip harap olmuştu. Ya da kuzeni olduğum ve beni savcı olarak pek görmediği için beden dili okuma, suçlu psikolojisini anlama üzerindeki yeteneklerimi yok sayıyordu.

Sorusuna karşılık aynı frekansta ilerleyen sesimle, "hayır," dedim. "Bilmiyorum, demek bilmiyorum demektir ve susmak da susmaktır. İkisini aynı şey olarak göremezsin. Şimdi laf cambazlığını bırak ve bana mantıklı bir gerekçe sun."

"Neden? Davam kesinleşti. Az önce kendi ağzınla söyledin...vatana ihanet, terör örgütlerine yardım ve yataklık etmek, Türk Silahlı Kuvvetlerinin onuruna leke sürmek suçlarından müebbet hapis cezasına çarptırıldım! Ve sen bu davanın savcısı değilsin! Buraya niye geldin?! Neden sana karşı kendimi savunmak zorundayım?! Artık ağzımdan çıkacak kelimelerin bir önemi var mı?!"

Sakince," doğruyu söylediğin sürece var," dedim.

Gözleri hafifçe dolmuştu. Alıp verdiği nefesler derinleşmiş, oturduğu sandalyede iyice öne doğru eğilmişti. Üzerine atılan ağır suçlamalar sadece dillendirirken bile ağrına gittiğinden sesinin kontrolünü sonlara doğru kaybetmişti.

"Ne mahkemede ne de verdiğim ifadelerde ağzımdan tek bir yalan beyan çıkmadı," dedi.

"Peki sustukların? Söylediklerin değil üsteğmen söylemediklerin?"

Göz temasımızı tekrar fakat bir öncekine nazaran daha uzun süreliğine kesip geriye yaslandı. Yutkunup asla üzerinden ayırmadığım gözlerime baktı.

"Söylenecek bir şey yoktu," dedi. Alayla gülüp, "susmak, susmaktır," diye de ekledi.

"Evet, öyledir," dedim. "Birini koruduğunda, doğruyu söyleyecek cesaretin olmadığında ya da yalan söylemeyi kendine yakıştıramadığında susmak, susmaktır. Ama hak etmediğin bir cezayı ömür boyu çekmek zorunda kaldığında susmanın o kadar da basit bir şey olmadığını göreceksin. Ve her kimi koruyorsan o kişinin bu lüzumsuz ve saçma sapan fedakarlığını asla hak etmediğini fark ettiğinde bu senin için çok acı bir deneyim olacak."

Eğer koruduğu kişi Dilek'se Oğuz'u görmeye bir kere bile gelmemişti. Oğuz burada onun için ona ait olmayan suçları sırtlanırken lojmanda Fırat'ı...öpmeye kalkışmıştı. Oğuz'un yaptığı bu fedakarlığı hak etmiyordu. Tabii eğer oysa...

Yorgun düşmüşcesine omuzları çöktü. Gözleri yeniden boşluğa dalarken, "kimseyi korumuyorum," dedi. Ona inanıp inanmamam umrunda değildi ki bunun için hiçbir çabaya girmemişti.

Bir süre masada gezinen boş gözlerine bakıp,"peki," dedim. "O zaman kimseye öfke de duyma. Sana sorular soran polislere, seni içeriye tıkan hakime ya da seni kurtaramayan bana öfke duyma Oğuz." Adını söyleyişimle gözleri yüzümü buldu.

" Eğer tahminim doğruysa ve birini koruyorsan sen bu bataklığa düşmüş olmuyorsun, sen bu bataklığa gönüllüce girmiş oluyorsun. Ve olur da boğulursan kurtulmak için tek çaren sensin. Ama yine de ben elini uzattığın an tutmak için kıyıda seni bekliyor olacağım. "

********
Eve geldiğimde saat gece yarısını geçmişti. Saadettin abinin adamları peşimde devriye gezerken saatlerce adliyenin önünde beni beklemişlerdi. Sokağa giriş yaptığımdaysa Saadettin abi evinin önünde beni bekliyordu. Aracı durdurup camı aşağı indirdiğimde iyi olup olmadığımı ve bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sormuştu. Bugün "uslu durduğum " için olsa gerek sakin ve sevecen bir ses tonuyla konuşmuştu.

Anahtarı girişteki vestiyere asıp, ışığı yakmadan televizyonun karşısındaki pembe köşe koltuğa kendimi attım. Adliyede saatlerdir Dilek'in bilgisayarındaki verileri kopyaladığımız belleği binlerce bellek arasında arayıp bulamamıştım. Garipti. Hafızamı şöyle bir yokladığımda Dilek'in bilgisayarını kopyaladığımızı da hatırlamıyordum. Belki de belleği bulamamamın sebebi öyle bir belleğin olmayışıydı.

Aldığım derin nefesi oflayarak dışarı verdim. Oğuz birini koruyorsa ve bu kişi Dilek'se belli ki bütün işlerini Oğuz'un bilgisayarından halletmişti. Peki Oğuz bunu fark etmemiş olabilir miydi? Sanmıyordum. Sadece sessiz kalıp göz yummuş olabilirdi, ama neden? Anlamıyordum. Düşünüp durmaktan başıma ağrılar giriyordu artık. Vücudumdaki bütün kaslar ağrıyordu. Kısa bir duş alıp Fırat'ın tişörtüne sarılarak uyumak istiyordum.

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Bölüm : 15.01.2025 09:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...