*********
Evle restorantı Hazan'ın üzerine geçirmiştim. Tapuların bulunduğu dosya torpidonun üzerinde dururken Hazan yan koltukta sessizce oturuyordu. Biraz yüzü asıktı. Ömer ağalar gittikten sonra tapu dairesi ve notere gideceğimizi, evle restorantı üzerine yapacağımı söyleyişimin ardından morali bozulmuş, evden çıkmamak için ayak diretmişti. İnatla, istemiyorum, diye tutturmuş, deli etmişti beni. Aldığım 150 gram altına da tepki göstermişti sabah. Ben bunları ne yapacağım, niye aldın ki, bu kadar mehire gerek var mıydı, boşanacak mıyız sanki, gibi cümleler kurarak iyice asabımı bozmuştu. Tamam, dinen mehrin amacı buydu ama ben bunca şeyi karıma olurda bir gün ayrılır, boşanırız diye vermiyordum. Benim için mesele şehit olmaktı. Benden sonra Hazan'ın kimseye muhtaç olmasını, para sıkıntısı çekmesini, zorda darda kalmasını istemiyordum. Eyvallah, bu da kesin değildi. Allah nasip ederse Hazan'dan bir ömür ayrılmaya niyetim de yoktu. Ama olur da bir gün şehadet şerbetini içersem en azından karıma bir güvence bırakmaktı derdim.
Önümdeki minibüsle birlikte yanan kırmızı ışıkta durdum. Aracın camına düşen karları temizleyen silecek sağa sola hareket ederken Hazan'a döndüm. Ona baktığımı fark ederken göz ucuyla yüzüme kısa bir bakış atıp başını yanındaki camdan dışarıya çevirdi. Kolları göğüslerinin altında bağlıydı. Küskün, kızgın ve bir parça da nazlıydı. Beni bu hâle getirip diken üstünde olmama neden olmak hoşuna gidiyordu. Peşinde koşmamdan, beni kendine kul köle etmekten haz alıyor, şımarıyordu. Şikâyetçi değildim. Yanımda olduğu, gitmek, ayrılmak istemediği sürece istediği kadar nazlanıp şımarabilirdi. Ama bugün biraz sınırı aşmıştı. Elini tutmama izin vermemeler, göz devirmeler, ters ters konuşmalar, zorladıkça zorluyordu. Sesimi çıkarmıyordum. Ama bu gece yatakta alırdım acısını. Şimdi susuyordu, konuşmuyordu benimle ama gece çığlık çığlığa inletecektim karımı.
Ömer ağalar gittiğinden beri zor duruyordum zaten. Bütün gece üzerimden hiç inmeden uyumuştu. Ara ara uyanıp boynumu, göğsümü, dudaklarımı, yanağımı öpmüştü. Karnımın üzerinde dönüp sırt üstü uzanırken kalçaları penisime denk gelmiş, bana kafayı yedirtmişti. Sabaha kadar birkaç dakika dışında doğru düzgün uyumamıştım. Karımı rahatsız etmeden sevip durmuş, öpüp koklamış, alıp verdiği nefesleri dinlemiştim. Sürekli tepine tepine üstümüzden attığı yorganı yatağın sağından solundan yere düşmeden tutup alırken derdim oydu. Ayakları doğru düzgün ısınmıyordu. Kansızlığı vardı. Üzerine giydiği şortlu pijamaları incecikti. Sanki vücudunu kapatmak için değil de beni tahrik etmek için öyle giyiniyordu. Gece biraz ateşi de çıkmıştı. Bir ara uyanıp gözlerini açmadan midesinin bulandığını söylemişti. Su alıp içirmiştim. Ara sıra uykusunun içinde, üstümde yatıyor olmasına rağmen, yanında mıyım diye ellerini tenimde gezdirip adımı sayıklamıştı.
Gözlerim hâlâ üzerindeyken içimi çektim. Çok seviyordum lan! Her geçen gün bana biraz daha bağlanması, benden ayrılamayacak, bensiz yapamayacak hâle gelmesi hoşuma gidiyordu. Beni sevdiğini bilmek öfkemi yatıştırıyor, iyi geliyordu. Hazan'ı sevmek, ona kıyamamak, canını yakmaktan imtina etmek kendimle aramın düzelmesini sağlıyordu. Çok korkuyordum. Hazan'a gelmeden önce sakinleştim, duruldum zannederken eski Fırat olup bu küçücük, dünyalar güzeli kadına zarar vermekten, Hazan'ı incitmekten çok korkuyordum. Bu korkumda haklıydım da. Çok kalbini kırmış, üzüp ağlatmıştım onu. Ama en azından fiziksel bir zarar verecek kadar aşağılık birine dönüşmediğim, ne bok yersem yiyeyim yine de günün sonunda Hazan'ı yanımda tutabildiğim, sevgisine layık gördüğü bir adam olabildiğim için kendimi affedebiliyordum. Değiştiriyordu beni. Öfkemi törpülüyordu. Daha sabırlı birine dönüşüyordum. Bana konuşarak uzlaşmayı, altan almayı öğretiyordu. Ama yine de şunu biliyordum; bir gün bir şekilde Hazan'ı kaybedersem eski Fırat olmam sadece bir saniyemi alacaktı. Şu an çok güzel bir rüya görüyordum ve uyandığım an kabusa dalmam gözlerimi açmama bakardı.
Kırmızı ışık yeşile dönerken gaza bastım. Hazan'ı yeni açılan restoranta götürüyordum. Sado da oradaydı. Şu ev kiralama meselesini konuşacaktık. Hazan istemiyordu. Sabah bunun da tartışmasını yaşamıştık. Ben burada kalmak istiyorum, bakarım başımın çaresine, Fırat lütfen, diye diye damarıma basmıştı. Ne desem karşı çıkıyordu anasını satayım. Ama değişen bir şey olmayacaktı. O evde tek başına kalmasına izin veremezdim. Mahsun iti bu şehirdeyken olmazdı.
Yol ayrımından sağa dönüp anayoldan ayrıldım. İki şeritli yolda ilerlerken yanan kırmızı ışıkta durdum. Gözlerim bir kez daha Hazan'ı buldu. Dükkanları izliyordu. Gözlerini takip ettiğimde bir gelinlik mağazasına baktığını gördüm. Pek ilgisini çekmiş gibi görünmüyordu ama bakıyor olması bile benim için bir meseleydi.
"Bakalım mı?"
"Ne?" derken gözleri nihayet gözlerime değdi. Yüzünü izlerken kelimeleri kafamda güç bela toplayıp, "gelinliklere bakmak istersen bakabiliriz," dedim.
Gözlerini kaçırıp mağazaya döndü. Sonra yüzüme kaçak göçek bakışlar atıp, yanakları kızarırken, "istemiyorum," dedi.
"Emin misin?"
"Eminim."
Sabah uyandığımızda dakikalarca ısıra ısıra öptüğüm dudaklarının konuşurken aldığı tatlı şekiller, kocaman gözleri, minik burnu aklımı bulandırırken ışığı kontrol ettim. Hâlâ kırmızıydı. Kemeri çözüp karıma doğru eğildim. Ne yaptığımın, ne istediğimin farkındaydı ama kendini geri çekmedi. Dudaklarımı dudaklarına bastırıp derin bir nefes aldım. Gözlerim saniyesine kapanırken kolumu beline sarıp kendime çektim. Elleri önce karşı koymak ister gibi omuzlarımı bulsa da kollarını boynuma sardı. Kendimi kaybetmemek için daha fazla ileriye gitmeden dudaklarından ayrılıp boynunu öptüm. Işık sarıya dönerken yanağını ısırdım.
"Ya! Ah!"
Attığı çığlıkla birlikte geri çekilip kollarını boynumdan çözerken eli yanağına gitti. Önümdeki, buzlanan yolları tuzlayan ağır tonajlı kamyon yeşile dönen ışıkla ağır ağır hareket ederken yola koyuldum.
"Ya napıyorsun?! Canımı yaktın!"
Kamyonu sollamak mümkün olmadığı için onun hızına uyum sağlarken Hazan'a döndüm. Yanağını tutan elli ve dolu dolu olan gözleriyle kızgındı. Canını yakacak kadar sert ısırmamıştım. Abartıyordu. Bugün huysuzluğu üzerindeydi.
Yolu kontrol edip yanağındaki elini tutup çektim. Isırdığım yeri okşayıp saçlarını geriye ittiğimde teninde en ufak bir kızarıklık, diş izi bile yoktu.
"Bir şey yok," dedim. "Kızarmamış bile."
"Acıdı ama."
Çatılan kaşlarımla gözlerine baktım. Yalan söylemiyordu. Acımıştı. Dudağının kenarındaki yaranın olduğu taraftan ısırmıştım. O piçlerin siktiğim elleriyle yanağına attığı tokat yüzünden teni hassaslaşmış olabilirdi. Hem Hazan'ı koruyamadığım hem de düşünmeden yanağını ısırdığım için kendime kızarken tenini seven elimi beline indirip göğsüme çektim.
Saçlarını öpüp, "özür dilerim," dedim. Canım sıkılmıştı. Sabahtan beri birbirimize girip duruyorduk zaten ve şu an canını yakmış olmak, ona istemeden de olsa fiziksel bir zarar vermiş olduğum gerçeği ağır geliyordu. Sevişirken ya da öpüşürken sorun değildi. O zaman bile dikkat ediyordum ama o an içimdeki sevgiyi kontrol edemediğim için sertleşiyordum. Şu an da sevdiğim için ısırmıştım fakat bu canının gerçekten yanmasına ve bu acıdan zevk değil acı duymasına neden olmuştu.
Kollarını belime sarıp başını geriye atarak yüzüme bakarken gözlerimi yoldan ayırmadan alnını öptüm.
"Önemli değil, " dedi. "Geçti zaten. "
"Çok mu acıdı?"
"Hayır, Fırat. Çok acımadı. Ben fazla tepki verdim. Çatma kaşlarını."
Çenemi alnına dayayıp, önümdeki kamyon az ilerideki kavşaktan dönerken, sırtına sarılı olan kolumu sıkılaştırdım. Restoranta bir kilometreden az bir mesafe kalmıştı. Hızımı artırdım.
Sabahtan beri aramız ilk kez bu kadar iyiyken," iyi miyiz?" diye sordum. Mehir mevzusunu açtığım andan beridir bana kök söktürüyordu.
Göğsüme iyice sokulup,"iyiyiz," dedi.
"O zaman neydi o sabahki tavırlar?"
"Ne yaptım ki?"
Ne yaptığını biliyordu ama şımarıyordu bana.
"Elini tutmama izin vermedin. Göz devirmeler, ters ters konuşmalar, neydi derdin?"
"Biliyorsun. "
"Yavrum onlar mehir. Hacı dayının karşısında, nikâhımız kıyılırken söz verdim ya bebeğim. Niye bugün ortaya çıkmış gibi canıma okuyorsun?"
"Ama ben o zaman da istemediğimi söylemiştim. Ayrılacak mıyız sanki ne gerek vardı? Hem de bu kadar çok şeye?"
"Ayrılmayacağız. Mesele o değil. "
"Ne mesele?"
Şehit olma ihtimalimden bahsederek Hazan'ı huzursuz edip üzmek istemiyordum. Dün bana, ölüm, kelimesini ağzıma almamamı söylemişti. Bundan rahatsız oluyordu. Özellikle de bugün bu konuyu konuşmanın yeri değildi.
Yüzüne doğru eğilip burnunun üzerini öpüp,"konuşuruz sonra," dedim.
Boynumu öpüp kokumu içine çekerken eli yüzümü buldu. Yanağımı severken,"tamam," dedi.
********
Restorandan içeri girdiğimizde Hazan etrafı merakla incelemeye başlamıştı. Sarı ışıklandırmalarla süslenen tavan, koyu kahverengi döşemelerle kaplanan zemin, beyaz örtülü masalar, az ilerideki şöminenin üstünde asılı duran tüfekler, duvarlara taştan yapılma görünümü veren duvar kağıtlarının üzerine asılan tablolar ve daha birçok şey dikkatini çekmişti.
Mahsun denilen herifin açılışta mekanı basarak kaçırdığı müşterilere bakılacak olursa masalar baya doluydu. Silopi gibi küçük bir ilçe için olabilecek en işlek caddeye kurulmuştu mekan ve böyle giderse burada tutunurduk.
"Oooo! Paşam hosgeldin."
Sado'nun sinirlerime dokunan sesiyle mutfak kapısına döndüm. Yanımıza gelip elimi sıkarken tokalaştık.
"Eyvallah. "
Elini Hazan'a uzatıp,"sen de hoşgeldin abim," dedi.
Hazan Sado'nun elini sıkarken, "hoşbuldum Sadettin abi, " dedi. "Hayırlı olsun. "
"Sağolasın. Boş masalardan birine geçin. Ben de size masa kurdurayım. Özel olarak istediğiniz bir şey var mı?"
Hazan'a baktım. Sado da benimle birlikte ona dönerken karım gözlerini ikimizin arasında gezdirip alt dudağını ısırdı.
"Lahmacun istiyorum."
"Hemen attırıyorum fırına."
"Teşekkür ederim. "
Sado mutfağa gitmek için arkasını dönerken,"Sado," dedim. Omzunun üzerinden yüzüme baktı. "Lahmacunlar küçük olsun. Ama bir sekiz on tane yapın."
"Fındık lahmacun mu?"
Başımı salladım.
"Tamam."
Sado mutfak kapısında gözden kaybolurken Hazan'a, "nereye oturalım?" diye sordum.
"Şöminenin yanına gidelim. "
O tarafa doğru yürüyüp şöminenin önündeki masaya geçtik. Hazan üzerindeki montu çıkarıp oturduğu sandalyenin arkasına astı. Gözlerini etrafta ve insanlarda gezdirmeye devam ederken onu izliyordum. Olur da bir şekilde kendimi tutamam, dokunur öperim diye karşısına oturmuştum. İnsan içinde Hazan'a dokunmaktan pek haz etmiyordum.
O sırada cebimde titreyip duran telefonu elime aldım. Cihan arıyordu. Sabahtan beri araya araya telefonu sikmişti. Sertçe soluyup telefonu cebime geri koyarken oturduğum yerden kalktım. Dün de defalarca aramıştı. Mesaj atıp bugün burada olacağını söylemişti. Belli ki önemli bir şeydi. Daha fazla erteleyemezdim.
"Nereye?"
Hazan gözlerini yüzümde gezdirirken yutkundum. Yalan söylemek istemiyordum ama eğer Cihan düşündüğüm gibi önemli ya da şu an bizim için kritik olabilecek bir şey söylemeyecekse bugüne VASÖ'yü karıştırmak istemiyordum.
"Kadir arıyor. Bir konuşup geleceğim, sen otur burada."
"Burada konuşsana."
"Görevle ilgili bir durum olabilir. Dışarda konuşsam daha iyi. "
"Peki."
Çıkışa yönelip dışarıya çıktım. Restorantın önündeki merdivenlerin başında dururken telefonu çıkarıp aramayı yanıtladım.
"Ne var lan?"
"Elinin körü! Niye açmıyorsun telefonu?! Hâl hatır sormaya, senin billûr sesini duymaya mı arıyoruz sanki?! "
Sesi çok sinirli, telaşlı ve gergindi. Ters bir şeyler vardı. Sinirlerim gerilirken,"sadede gel," dedim.
"Silopi'deyim. "
"Eee?"
"E'si tek başıma değilim. Ankara'da Hazan'la birlikte yanına gittiğiniz 50. üst olan Necdet Özdelen ve akabinde beş üstün de içinde bulunduğu küçük bir heyetle geldim. Hazan için buradalar. Hem hiç olmadıkları kadar anlayışlı, hem de yine hiç olmadıkları kadar öfkeliler. "
"Yani?"
"Hazan'ı sorguya alacaklar. Sınır ötesinde ne işi vardı, infaz SIHA'sının kumandası neden onda, Ali'yle ne konuştu hepsinin hesabını teker teker soracaklar. "
"Yavaş sorsunlar."
"Dahası var. Hazan'ı Şırnak şehir üstü görevinden alacaklar. Daha doğrusu Şırnak' ta bulunan bütün ajanları toplayıp üstlerini seçmelerini isteyecekler. Rakibi Tarık Güngör. Ve Hazan'ın hiç şansı yok. Dünden beri Hazan'a ulaşmaya çalışıyorum, telefonu kapalı. Seni arıyorum bakmıyorsun. Hazan'ın bu oylamaya hazırlanması gerekiyordu. "
"Sonuç olarak ne olacak? Hazan bu durumdan ne kadar hasar alır?"
Sinirle güldü.
"Almaz. Normal bir ajan olsa mental olarak mahvolurdu ama bu durum Hazan'ı ırgalamaz bile. Tabii sınırın diğer tarafına Ali'yi görmeye ya da infazcılardan biriyle görüşmeye gitmediyse. "
"Diyelim ki öyle? İkisinden biri. Nolur?"
Bir iki saniye sessiz kalıp sıkıntılı bir şekilde içini çekti.
"Yalan makinesine bağlayacaklar," dedi. "Eğer tahmin ettikleri gibiyse, ki Ali'yle görüşmesi tolere edilebilir, ama infaz SİHA'sının kumandası ve kumandanın asıl sahibi olan kişiyle Hazan'ın bağlantısı göz önünde bulundurulup delil olarak kabul edilirse sürgün edilir. Ve tek bir hata...en ufak bir hata daha yaparsa hücresel cezaevine kapatılır. Büyük bir hata yaparsa sonrası yok yüzbaşı. İnfaz. Kurtaramayız. "
Telefonu kapattım. Yoldan gelip geçen arabalara kitlenip kalırken baktığım yeri görmüyordum. Ne düşüneceğimi, kime kızacağımı, ne yapacağımı bilemez bir haldeyim artık. Hiçbir zaman savaşmaktan, mücadele etmekten, yeri geldiğinde kaybetmekten bile kaçan bir adam olmamıştım. Arkamda devletim, elimde silahım, sol göğsümde ay yıldızlı bayrağım olduğu sürece yenilmek nedir bilmezdim. Nice kayıplar, ne babayiğitler vermiştim bu toprağa? Ne ateş hatları, ne kıyametler, ne cehennemler görmüştüm. Bize eğitimlerde korkmamayı öğretmezlerdi. Aksine, korkun, derlerdi. Korkuyu sahiplenin! Korku bedeni ve zihni diri tutar! Korku düşmanı hafife almanızı ve hata yapmanızı engeller! Korku harekete geçirir! Korku cesaret verir! Ama korkak olmak başka bir şeydir. Korkak olursan pusarsın. Siper aldığın yerden burnunu bile dışarıya çıkartamazsın. Silâh tutan elin titrer. Kork asker! Vatanını elinden alırlar, namus bildiğin sınırını geçerler, ay yıldızlı bayrağına bir namerdin eli değer diye kork asker! Ama asla korkak olma! Korkun senin en büyük yoldaşındır!
Çoğu zaman askeri eğitimlerde öğrendiğim şeylerle sivil hayatımdaki en hayati kararları verirdim. Şimdi de o eğitimlerden şu durumda bana en doğru kararı verdirecek bir yöntem, bir strateji arıyordum. Odaklanabildiğim tek şey korkuydu. Hazan'ı bir şekilde kaybetme ve buna engel olamama korkusuydu. Savaşırdım. Mücadele ederdim. Ama bu defa kaybedemezdim. Hazan söz konusuyken kaybetmek en büyük kabusumdu. Bu ihtimalin düşüncesiyle bile baş edemezken acısıyla kafayı yerdim.
Acizdim. VASÖ'ye güç yetirebilecek kadar güçlü değildim. Hazan için canımdan vazgeçer, dünyayla savaşır, herhangi bir infaz durumunda sonsuza denk sürebilecek bir kaçışın içine girmekten asla gocunmazdım. Peki ya sonra amınakoyayım?! Sonra ne olacaktı?! Dünya üzerindeki her ülkede ajanları bulunan bir örgütle nereye kadar bu kovalamacayı sürdürebilirdik?
Dur, diyordum anasını satayım! Dur, diyordum lan! Söz dinle Hazan, birlikte gideriz, yapma etme! Ama kime diyordum ki?! Ben kimdim?! Hazan için ne ifade ediyordum ki?! Eyvallah, seviyordu beni ama umursamıyordu! Hâlâ tek tabanca yaşadığını sanıyordu! Evde öpüşüp sevişiyorduk ama birimiz kapıdan siktir olup gittiği an iki yabancıya dönüşüyorduk! Her koyun kendi bacağından asılıyordu! Ölürüm, deme Fırat! Ama ölsündü Fırat! Geberip gitsindi ona bir şey olacak diye!
"Fırat. "
Derin bir nefesi alıp verirken gözlerimi kapattım. Dişlerimi sıkarken sakin olmak, büyük bir tepki vermemek için öfkemi yutarcasına yutkundum. Elimi tutan sıcacık minik elleriyle gözlerimi açıp ona döndüm. Rüzgarda savrulan saçlarına düşen, uzun kıvrımlı kirpiklerinin uçlarına tutunan her bir kar tanesini bile kıskanırken onu nasıl...ölümle paylaşırdım lan? Nasıl başkalarının insafına bırakıp, içinde bulunduğum acizliği, çaresizliği kabul ederdim? Bu korkuyu nasıl sahiplenir, Hazan'ın başkaları için ikimizi birden mezara koymasına nasıl izin verirdim anasını satayım?!
"Fırat iyi misin?"
Burnunun ucu yüzüne vuran rüzgarla hemen kızarmaya başlarken dudaklarını izledim. Kokusu havaya yayılıp burnuma dolarken,"iyiyim," dedim.
"Emin misin? Bir şey mi oldu?"
Gözlerindeki endişeyi ve tedirginliği görmek canımı sıkarken elleri elimi sımsıkı tutuyordu. Kıyamadım. Gözlerimdeki boşluğu yok edip elimi elinden çektim. Kolumu beline sarıp saçlarını öptüm.
"Yok bir şey. İyiyim. Korkma."
"Ama..."
"Şşş. Gel, içeri geçelim üşüme," derken elini tuttum. Restoranın kapısına yönelip içeriye girdik.
*******
Hazan yatak odasına çıkmak için merdivenlere yönelirken kapıyı kapatıp, "dur," dedim. Gözleri beni bulurken elimdeki anahtarları konsolun üstüne attım.
"Salona geç."
"Üzerimi değiştirecektim. Sonra..."
"Hazan salona geç!"
Yükselip sertleşen sesimle kaşları çatılırken,"noluyor?" dedi.
"Konuşacağız. "
Sinirliydim. Sabrımın tükendiği yerdeydim. Cihan oylamanın saat akşam altıda olacağını belirten bir mesaj atmıştı. Ama bizim bir saat erken gitmemiz gerekiyordu çünkü Hazan önce yalan makinesine bağlı olarak ifade verecekti. Cihan Hazan'la konuşup; sakin olsun, başını belaya sokacak şeyler söylemesin, üstlere saygısızlık etmesin gibi uyarılarda bulunmamı istemişti. Oylama öncesi, ki Hazan'ın bu oylamada olup olmayacağı verdiği ifadenin doğruluğuna ya da yalan makinesini ne kadar iyi kandırabileceğine bağlıydı, kürsüde yapacağı konuşmayı, dün bize ulaşamadığı için, Cihan kendisi yazıp bana mail olarak göndermişti. Hazan'ı o konuşmada yazılanları harfi harfine kürsüye çıkıp kendi cümleleriymiş gibi söylemesi için ikna etmem gerekiyordu.
Umrumda değildi. Ne VASÖ, ne Cihan, ne Aslı, ne Yaren, ne Ali, ne de Hazan'ın kaybetmek üzere olduğu rütbe sikimde bile değildi. Sadece Hazan'ı umursuyordum. Onsuz yapamazdım. Beni bırakamazdı. Tamam, bana her şeyi yapmaya hakkı vardı ama bu olmazdı. Başkaları için canından vazgeçecek kadar fedakâr; beni onsuz bırakacak kadar bencil olamazdı.
Salona geçip koltuğa oturdu. Peşinden gidip üzerimdeki ceketi çıkardım. Koltuğun arkasına atıp yanına oturdum. Kollarımı dizlerime dayayıp öne doğru eğilirken ellerimi birbirine kenetledim. Beni izliyordu. Gergindi. Bense camdan dışarıda yağan kara, ağaçların dallarında uçuşan kuşlara bakıyor ama Hazan'ı görüyordum.
Birkaç dakika süren bir sessizliğin ardından o her duyduğumda içimi titreten tatlı ve yumuşacık ince sesinden adımı duydum.
"Fırat..."
Gözlerine baktım.
"Nefesim. "
Gülümsedi. Üzerindeki montu çıkarıp bir kenara koydu. Oturduğu yerden kalkıp önüme çökerken, birbirine kenetli olan, ellerimi çözüp bacaklarımın arasına girerek kollarını belime sardı. Yüzünü göğsüme gömüp kokumu içine çekti. Başını tutup saçlarını severken alnını öptüm. Kızgındım, kırgındım ama çok seviyordum lan.
Önümde yere çökmesi beni rahatsız ederken belini tutup kucağıma aldım. Boynuma dolanan kollarını sıkılaştırıp dudaklarımı öptüğünde sevilmek istediğinin farkındaydım. Ama şu an yeri değildi. Konuşmamız gerekiyordu.
Yine de beni öpmesine izin verdim. Küçücük ıslak dudakları dudaklarımı emip öperken karşılık vermeden saçlarını sevip sırtını okşadım. Elleri üzerimdeki siyah tişörtün açıkta bıraktığı kollarımda gezinirken alt dudağımı ısırdı. Herhangi bir tepki vermedim. Tahrik ediyor, onu istememe neden oluyordu ama bu sefer yaptığı ya da yapacağı hiçbir şey aklımı bulandırmaya yetmiyordu. Öyle ki gözlerim bile açıktı. O güzel gözlerini örten kirpiklerini izliyordum. Dudaklarımdan ayrılıp burnumu, kucağımda yükselip alnımı öptü. Kollarımdaki elleri çekilip boynuma sarılırken kucağıma geri oturup dudaklarını yanağıma bastırdı.
"Fırat noldu?"
Dudakları tenime sürtünürken sesi üzgündü. Keyfî kaçmıştı. Ona böyle davranıp karşı koymak istemiyordum ama başka çarem yoktu.
Saçlarını öpüp," bak bana," dedim.
Kollarını çözüp ellerini göğsüme koyarken geri çekilip gözlerime baktı.
"Fırat..."
"Şşş, dinle. Cihan aradı," diyerek konuşmaya başladığımda kaşları çatılırken gözleri gözlerime sabitlenmişti. "Burada. Ankara'da görüştüğümüz Necdet Özdelen denilen herifle birlikte gelmiş. Yanlarında birkaç kişi daha varmış..."
"Heyet mi?"
Belli belirsiz başımı sallayıp, "öyleymiş," dedim. Devam etmemi istercesine sessiz kaldı. "Saat altıda bir otelin konferans salonunda Şırnak'taki bütün ajanları toplayıp şehir üstlerini seçmeleri için bir oylama yapacaklarmış. Ama önce senin yalan makinesine bağlı olarak ifade vermen gerekiyormuş. Verdiğin ifadeye bağlı olarak kürsüye çıkıp bir konuşma yapacakmışsın. "
Duraksayıp tepkisini ölçmeye çalıştım. Sakindi. Öylece dinliyordu beni. En ufak bir gerginlik ya da telaş yoktu gözlerinde. Onu hata yapmaktan alıkoyacak bir korku duymuyordu.
"Cihan dün birçok kez aradı beni ama telefona bakmadım. Baksaydım bu oylamaya hazırlanmanı söyleyecekmiş. Senin için bir konuşma hazırlamış. Mail olarak attı bana. O konuşmayı kürsüye çıkıp kelimesi kelimesine okumanı istiyor."
"Sanırım sen de bunu istiyorsun. "
Benim ne istediğimin onun için bir önemi olup olmadığını bilmiyordum ama evet, istediğim buydu. Bir kere de kendi bildiğini okumak yerine ona söylenileni yapmasını, bana değilse bile VASÖ'ye itaat etmesini istiyordum. Derdim Hazan'ın iyi olması ve yanımda kalmasıydı. Ama Hazan bu cümleyi öyle bir kurmuştu ki bana, sen de onlar gibisin, demeye getiriyordu.
"Cihan eğer sınır ötesine Ali'yle ya da o Yaren denilen kadınla görüşmeye gittiğin anlaşılırsa, infaz SİHA'sının kumandasının sende olması delil olarak kabul edilirse sürgün edileceğini söyledi. Sonrasında yapacağı en ufak bir yanlışta hücresel cezaevine kapatılır, ardından gelecek büyük bir hata da...infaz edilir, dedi. Sana bir şey olacak diye it gibi korktuğumu biliyorsun. Beni dinlemediğin, sürekli burnunun dikine gidip başını belaya soktuğun için sana kızdığımı, bu huylarından haz etmediğimi biliyorsun. Ne yapmamı, ne dememi, ne istememi bekliyorsun Hazan? Beni bunun için suçlayamazsın. "
"Suçlamıyorum..."
"Öyle mi? O zaman ne bu gözlerindeki ifade?"
Yutkundu. Gözlerini kaçırıp ellerini göğsümden çekerken kucağımdan kalmak için hareketlendi. Engel olmadım. Yanıma oturdu.
"O konuşmayı kürsüye çıkıp okuyamayacağımı ikimizde biliyoruz," dedi. " Yalan makinesinde patlarım."
"Cihan eğitimini aldığını söyledi. "
"Aldım ama..."
Yavaş yavaş sinirlenmeye başlarken ona dönüp, "ama ne?" dedim. "Yalan söyleyemez misin?"
Gözleri gözlerimi buldu.
"Fırat niye böyle konuşuyorsun benimle?"
"Kızgınım çünkü. "
Gözleri dolu dolu olurken, "ama dün beni affettiğini söylemiştin," dedi. Üzülüyordu. O üzüldükçe ben kahroluyordum ama bu durumun üstünü onu severek örtemezdim.
Oturduğum yerden kalkıp önüne çöktüm. Ellerini tutup öptüm. Ateş parçası gözlerine bakarken,"affettim," dedim. "Yavrum mesele o değil. Benim affetmem hiçbir halta yaramıyor. Mesele VASÖ. Asıl onların affetmesi gerekiyor ki yanımda kalabil. "
"Ben affedilecek bir şey yapmadım..."
Sertçe soluyup, "Hazan!" dedim. "Delirtme beni! Madem affedilecek bir şey yapmadın o zaman benden niye af bekliyorsun?"
"Çünkü seni seviyorum. Seni üzmek istemiyorum. Çünkü sen benim için değerlisin ama VASÖ ya da Cihan abi umrumda değil. "
"Benim için yap o zaman. Ayırma beni senden."
Birkaç saniye sessiz kalıp gözlerini yüzümde gezdirdi. Ellerini tutan ellerimi sıkarken gözlerindeki buğudan ve sessiz kalışından ikilemde olduğunu anlayabiliyordum. Kendi doğrularından, benim için bile olsa, vazgeçmek istemiyordu. Yanlış bir şey yapmadığına inanıyordu ve kimseye boyun eğme, geri adım atma taraftarı değildi. Nasıl hissettiğini biliyordum. Hazan'a yalan söyle, VASÖ'ye itaat et, demek benim de hoşuma gitmiyordu. Ama şu an doğruyu yanlışı ayıracak halde değildim. Sadece yapılması gerekeni yapmasını istiyordum.
"Söyleyebileceğim hiçbir yalan orada olanları açıklamaz ki. İnfaz SİHA'sının kumandası bende. Ve o kumandayı bir infazcı dışında kimseden almış olamam."
Bu söyledikleri hem gerçekler hem de bahaneleriydi. Yalan söylemek istemiyorum, demek yerine, söylesem bile inanmazlar, diyordu. Ya işin ciddiyetinin farkında değildi ya da benim ne halde olduğumun.
"Bir yol bulmak zorundayız Hazan. Yalan söylemek, VASÖ'ye itaat etmek istemediğinin farkındayım ama doğruyu da söyleyemezsin. "
Alt dudağını ısırırken yavaşça başını salladı.
"Söyleyemem. "
Masum ve cılız sesindeki çaresizlik içimi ezerken sıkıntılı bir nefesi alıp vererek yanağını öpüp yüzümü boynuna gömdüm. Ellerini elimden çekip boynuma sarıldı. Kollarımı beline dolayıp kokusunu soludum. Minik elleri saçlarımda gezinirken bana iyice sokulup sığındı.
"Bana orada neler olduğunu anlat Hazan," dedim. "Belki başka bir yol buluruz."
Boynuma daha sıkı sarılıp, "anlatamam," dedi. Sesi beni kızdıracağını bildiği için tedirgindi. Ancak benim bağırıp çağıracak gücüm kalmamıştı artık. Ne desem boştu. Tek başıma bizim için çabalayıp duruyordum ama Hazan hiç oralı olmuyordu.
"Niye?" diye sordum yine de. Sesim bile pes etmişti.
Sustu. Başını omzuma koyup öylece dururken burnunu çekti. Ağlıyordu. Yaşadığı şeylerin kolay olmadığını biliyordum ama işleri çoğu zaman bu kadar zora sokan Hazan'dı. İnat ediyordu. Sürekli başkaları için yaşamak, kendisi dışında herkesi düşünmek konusunda kafasının içinde bir set vardı ve onu yıkamıyordu. Beni düşünüp sevmek onun için bencil olmak demekti. Çünkü ben oydum. Onun sevdiği adamdım. İçiydim onun. Bu yüzden de beni düşünürse kendini düşünmüş olacaktı.
"Söz verdim. Yaren'e söz verdim Fırat. Orada konuşulanları kimseye anlatamam. Nolur kızma."
"Peki bana verdiğin sözler n'olacak Hazan? Bir daha yapmam, etmem demelerin n'olacak? Dün akşam mutfakta bana, keşke seni dinleseydim, dedin. Ne oldu şimdi? Ne değişti?"
Kollarını çözüp benden ayrılırken yüz yüze geldik. Islak kirpiklerinin çevrelediği ateş parçası gözleri yüzümde gezinirken beline sardığım kollarımı sıkılaştırdım. Elleri omuzlarıma tutunurken, "sana bırak beni, demiştim, " dedi. "Ne kadar söz verirsem vereyim değişemeyeceğimi söylemiştim. "
Yine işi dönüp dolaşıp ayrılığa getirmişti. Kafayı yiyecektim artık.
"Çözümün bu mu? "dedim sakince.
"Hayır. Bir çözümüm yok. Ayrılalım, demiyorum..."
"Ne diyorsun peki? Sürgün mü etsinler seni, cezaevine mi kapatsınlar, infaz mı edilmek istiyorsun?! Ne Hazan?! Derdin ne?!"
Sesim git gide yükselirken daha fazla sakin kalamayacaktım. Ne olacaksa olsundu artık. Delirmenin eşiğindeydim. İhtimalinden korktuğum şey gerçek olmak üzereydi. Hazan'ı kaybedecektim.
Yanaklarına doğru süzülen yaşlarla gözlerime bakarken, "haklının yanında olmaya çalışıyorum," dedi titreyen sesiyle.
"Nereden biliyoruz haklı olduğunu? Nereden biliyoruz bu kadının seni kullanmadığını?!"
"Umrumda değil! Kullansın ya da kullanmasın! Benim derdim Aslı! Benim yüzümden orada! Benim yüzümden deşifre oldu! İnsanlara zarar verip sonra da arkamı dönüp gidemem! Yapamam! Niye anlamıyorsun?"
Ellerimi belinden çekip çöktüğüm yerden kalktım. İyiden iyiye saçmalamaya başlamıştı. Aslı denilen kadının yakalanmasından bile kendini suçlayacak hâle gelmişti. Çıldıracaktım anasını satayım. Ne dersem diyeyim dinlemiyor, duymuyordu beni.
Yüzümü sıvazlayıp içimdeki öfke sabrımı aşarken, "ben mi anlamıyorum?!" dedim. "Sen anlıyor musun peki?! Ne haldeyim, noluyorum görüyor musun lan beni?! "
"Fırat..."
"Ne?!!! Ne Fırat?!! Umrunda mı senin Fırat?! Karşına geçtim, korkuyorum, diyorum sana! Sana bir şey olacak diye korkuyorum! Umrunda mı?! Hâlâ Aslı diyorsun bana! Kim lan bu insanlar?! Senden, benden, bizden anasını satayım daha mı önemliler?!! "
Başını önüne eğip ağlarken duraksadım. Ellerimi saçlarıma daldırıp çekiştirirken etrafımda yarım tur dönüp orta sehpaya sert bir tekme savurdum. Sehpa yan dönerek yere düşüp halının üzerinde tok bir ses çıkardı. Bütün evi yıksam yine de öfkemin dinmeyeceğini biliyordum. İhtiyacım olan şey Hazan'ın nasıl hissettiğimi anlamasıydı.
Ensemi ovuştururken gözlerimi ona çevirdim. Saçları yüzüne dökülürken küçük bedeni sarsıla sarsıla ağlıyordu. O an depresyon teşhisi konulan, canımdan çok sevdiğim karıma bağırıyor olduğumu fark ederken derin bir nefes alıp önüne geri çöktüm. Ellerimi bacaklarının iki yanına koyup saçlarını öptüm. Kokusunu içime çekip gözlerimi kapatırken öylece durdum.
"Alacaklar lan. Alacaklar seni benden."
Fısıltılı sesimdeki çaresizlik her şeyiyle ortadayken dolan gözlerimden bir damla yaş süzüldü. İyi değildim. Hazan duvara konuşuyormuşum, kendim söyleyip, kendim dinliyormuşum, bu döngünün bir sonu yokmuş gibi hissettiriyordu. Bugün son günümüzdü. Aylarca burada olmayacaktım ve Hazan'a başını belaya sokmayacağı konusunda zerre güvenmiyordum. Döndüğümde onu bıraktığım yerde bulamazsam ölürdüm. Saçının teline zarar gelse biterdim. Neyini anlamıyordu lan işte?! Benim her şeyim oydu! Nefesim, hayatım, hayalim, umudum, sonum her şeyimdi. Onun olmadığı bir dünyada yaşayamazdım. Onu öpmeden, sarılmadan, kokusunu solumadan, gözlerine bakıp sıcaklığını hissetmeden yapamazdım. Canımı nasıl yaktığından habersizdi. Mahvediyordu beni.
Kolları boynuma dolanırken başını geri çekip saçlarımı öptü.
"Alamazlar," dedi ağladığı için çatlayıp tatlı çocuksu bir hâl alan sesiyle. "Ben bırakmam seni. Sen de beni bırakmazsın ki."
Beline sarılıp boynunu öptüm.
"Bırakmam. Ama çok ağır bedeller öderiz. Hazan...kurban olduğum bak nolur, yalvarıyorum sana, itin köpeğin olayım lütfen bir kez olsun söz dinle."
Yüzümü ellerinin arasına alıp göz göze gelmemizi sağladı. Gözlerimden ardı ardına dökülen yaşları görünce afalladı. Başparmakları yaşları silerken kısık ve güçsüz bir sesle, "Fırat," dedi. Alnımı alnına dayayıp dudaklarına peş peşe öpücükler kondurup," bebeğim," dedim. Onu öpüşlerime karşılık verirken,"ağlama," dedi. "Lütfen. "
"Söz dinle o zaman. Yanımda kal."
"Tamam. Ağlama. Yanında olacağım, hiç bırakmayacağım seni. Nolur ağlama."
Ağlıyorum diye bu kadar üzülüp, benimle böyle yalvarırcasına bir tonda konuşması hoşuma gitmezken,"şşş, tamam," dedim. "Ağlamıyorum. Konuşma şöyle."
Minik burnunu çekip yutkundu. Gözlerini kapatıp açtı.
"Konuşmayı okudun mu?" diye sordu.
"Okumadım."
Acı çekiyordu. Bu durumu kabullenmenin onun için yenilmek demek olduğunun bilincindeydim. Ama elimden hiçbir sik gelmiyordu. Kaldı ki bir şey yapabilecek olsam bile bu kısacık zamanda o şeyin ne olduğunu bulamazdım. Gece yarısı saat üçte operasyona gitmek üzere yola çıkacaktım ve saat şu an öğleden sonra üçe geliyordu. Askeriyeye gidip operasyon için gereken hazırlıkları yapmam lazımdı. Bir yerlerde kafayı sıyıracak raddeye gelmemek için gitmeden önce Hazan'ı olabilecek en güvenli duruma getirmeliydim. Döndüğümde başka bir çare varsa onu bulur, ona göre hareket ederdik. Şu an Hazan'a doğrularından ya da Aslı denilen o kadından, sonsuza dek vazgeç, demiyordum. Sadece ben gidip gelene kadar güvende olduğundan emin olabilmem için boyun eğmiş gibi davranmasını istiyordum.
Yüzüne dökülen saçlarını geriye doğru iterek severken," beraber bakalım mı?" dedim. Başını sallayıp,"bakalım," dedi.
Bir kez daha dudaklarını öpüp ayağa kalktım. Üst kata çıkıp yatak odasından bilgisayarı alıp aşağı indim. Hazan kollarını kendine sarmış, gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş bir hâlde öylece dururken yavaş yavaş ileri geri sallanıyordu. Allah beni kahretsindi! Hazan'ı yıllar önce yanıma almış olsaydım bu siktiğimin VASÖ'sü şimdi hayatınızda olmayacaktı.
Bilgisayarı koltuğun üzerine bıraktığımda Hazan beni hâlâ fark etmemişti. Ürkütmekten korkarcasına yanına pek fazla sokulmadan," Hazan," dedim sakin ve alçak bir sesle. Duymadı. Ona doğru bir adım daha attım.
"Yavrum."
Başını ağır ağır çevirip gözlerime baktı. Yanakları yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Bu hâli kendimden nefret etmeme neden olurken içim sökülüyordu.
Elimi uzatıp, "gel," dedim. Kendine sardığı kollarını çözüp elimi tuttu. Ayağa kalkmasını sağlayıp kucağıma aldım. Yanağını öpüp koltuğun L kısmına uzanırcasına oturup sırtımı arkaya yaslarken bilgisayarı aldım. Telefondaki mail hesabına girip konuşmayı açtım. Hazan kucağımda aşağı kayıp başını göğsüme koydu. Alnını öpüp kollarımı sıkılaştırdım. Bilgisayarı elimden alıp bacaklarının üzerine koydu. Konuşmayı baştan sona hızlıca okuyup her kelimede kaşları daha fazla çatılıp vücudu gerilirken bilgisayarı kapattı.
Göğsümden ayrılıp gözlerime bakarken,"ben burada yazılanların tek bir kelimesini bile ağzıma almam," dedi. Sesi net ve kesindi.
"Hazan..."
"Hayır," dedi. "Resmen benden bütün suçu Yaren'in üstüne atmamı istiyor. Aslı'yı Yaren'i suçluyor. Hadi Yaren neyse ama Aslı'ya bunu yapamam. Ben bu konuşmada yazılanlar kadar mükemmel biri değilim. VASÖ'nün çıkarlarını her daim kendi çıkarlarımın önünde de tutmadım. Yaptığım hiçbir şeyi Cihan abiye bildirerek yapmadım. Her daim VASÖ'yü düşünmedim. Bunların hepsi yalan. "
"Doğrusu ne Hazan o zaman? Anlat diyorum sana. Varsa başka bir çaresine bakarız. Kendini savunabileceğin bir şey buluruz."
"Ben suçluyum. Aslı benim yüzümden bu halde..."
"Saçmalama."
"Saçmalamıyorum," dedi ve duraksadı. Bilgisayarı bir kenara koyup gözlerimin içine baktı. Dilinin ucuyla dudaklarını nemlendirdi.
"Anlatacağım, tamam. "
Belini tutan ellerimden birini avuçlarına alıp yutkundu.
"O gün köye girdikten sonra senin gönderdiğin jandarma erleri bahçesinde cenaze olan bir caminin önünde durdurdu bizi," dedi. "Gideceğimiz yere kadar ve dönüş yolunda eşlik edeceklerini söylediler. O sırada kapalı olan telefonum birdenbire kendi kendine açılıp titredi. Yaren telefonumu hacklemişti. Ekranda bazı yazılar çıktı. En sonunda da caminin bahçesine girip arkasına dolanmamı söyledi..."
"Sende hiç sorgulamadın, ulan ben napıyorum, diye, öyle mi?"
"Sorguladım. Ama oraya onunla görüşmek için gitmiştim ve işlerin bu kadar büyüyebileceğini düşünmedim. "
"Peki benim peşine taktığım herifler n'apıyordu o sırada?"
"Murat peşimden geliyordu ama sen onlara benim ağzımdan çıkan her kelimenin onlar için bir emir olduğunu söylemiştin ya o yüzden ben, gelme, diyince karşı gelemedi."
Başka bir erkeğin adını ağzına alması sinirlerimi gererken dilimin ucunu ısırıp, şu an yeri olmadığı için, bu duruma sessiz kaldım.
"Ses tellerimi sikeyim," dedim. "Seni o heriflerle bir başına oraya gönderen aklımı sikeyim."
Kaşlarını çatıp tutuğu elimi beline geri koydu. Boynuma sarılıp," Fırat konuşma şöyle," dedi. "Küfür etme."
"Devam et," dedim sert bir sesle. Kızgınlığım ona değil kendimeydi.
Bir iki saniye gözlerime ters ters baktı. Kızgın göründüğünü düşünüyordu ama aksine gözüme ısıra ısıra sevilip öpülecek kadar tatlı görünüyordu. Kollarımı sıkılaştırıp iyice kendime çekerken şakağını öpüp,"hadi," dedim.
"Sonra caminin arkasındaki mezarlığa girdim işte. Baya büyük bir araziydi. Yarım kilometreye yakın yürüdüm. Camiden epey uzaklaşınca bir yerde durdum. Etrafı incelerken arkamdan birisi gelip elindeki iğneyi boynuma sapladı."
Sertçe soluyup,"ya ters bir yere gelseydi?" dedim bastırmaya çalıştığım bir öfkeyle. "Ya bir şey olsaydı lan? Allah aşkına Hazan nasıl gidersin o kadar yolu?! Mezarlıkta ne işin var senin? O caminin arkasındaki dağın diğer tarafı şerefsiz kaynıyor! Ulan ya onlardan birine denk gelseydin?!"
Yanağımı öpüp,"özür dilerim," dedi.
"Sonra?" dedim. Ne özrünün ne de benim bu söylediklerimin bir önemi vardı artık.
Dudaklarını tenimden çekip,"orada bayıldım tabii," diyerek devam etti. "Gözlerimi açtığımda bir mağarada Yaren'le birlikteydim. " Duraksadı. Birkaç saniye sessiz kaldı.
"Hazan."
"Bana bir şeyler anlattı."
Sesi durgunlaşmıştı. Belli ki o kadının anlattığı şeylerin hâlâ etkisindeydi. Ne anlatmış olabilirdi lan bu kadar?
"Ne anlattı?"
"VASÖ'yle ve babamın ölümüyle ilgili şeyler anlattı."
Gerildim. Kafamın içinde Ankara'ya gittiğimde Cihan'ın sorgu odasında anlattığı şeyler dönmeye başlamıştı. Cihan'ın söylediğine göre Mehmet Türkoğlu'nun ölümüne baktığı davanın karşı tarafı değil Fatih Aydın denilen it sebep olmuştu. Bu herifin Hazan'ın annesi Serpil hanımla arasında eskiden bir ilişki vardı. Serap gibi Ali de bu adamdandı. O zaman bunu öğrendiğimde Fatih Aydın denilen şerefsizin Mehmet Türkoğlu'nu Serpil hanım yüzünden öldürmüş olabileceğini düşünmüştüm. Ama Ömer ağanın; Mehmet beyin babası Mahsun Türkoğlu'nun nasıl bir kansız olduğunu bildiğini söylemesi üzerine aklıma başka bir olasılık gelmişti. Mehmet Türkoğlu, Mahsun iti hakkında delil toplarken muhakkak Fatih Aydın' la ilgili de bir şeyler bulmuştu ve Fatih Aydın bu yüzden Mehmet beyi öldürmüştü. Bu ihtimalden tam olarak emin değildim. Çünkü Fatih iti zaten bir teröristi ve buna dair TSK tarafından devlete sunulmuş birçok delil vardı. Yani Mehmet Türkoğlu'nun bulduğu yeni bir şey olamazdı. Öte yandan Fatih Aydın'ın Mahsun itiyle bir bağlantısı olup olmadığını sorguluyor, bu sorgudan da Mahsun Türkoğlu'nun kendi öz oğlunu öldürtmüş olabileceği sonucuna varıyordum. Daha kötüsü Mahsun Türkoğlu öyle bir herifti ki bu denklemden Fatih Aydın'ı çıkarsak bile kendi öz oğlunu öldürmüş olması çok da uzak bir ihtimal değildi.
Hazan'dan tüm bu bildiklerimi ve tahminlerimi saklıyor olmak, Serpil hanıma ondan habersiz para göndermek ve Hazan'ın bunlardan sadece bir tanesini bile öğrenme ihtimali o an içimi sıkıntıyla doldururken ona daha sıkı sarıldım. Yanağını öpüp yumuşacık tenini koklarken gözlerimi kapattım.
"Babanla ilgili ne anlattı sana?"
Kısa bir bekleyişin ardından,"babamın baktığı davanın karşı tarafı tarafından öldürülmediğini ve o yanan aracın içinde olmadığını söyledi, " dedi. "Babam üst düzey bir VASÖ ajanıymış. Bu kadar kolay öldürülemezmiş. "
Bu anlattıkları Cihan'ın söyledikleriyle bir yerde çelişiyordu. Cihan bana sadece Mehmet Türkoğlu'nun baktığı davanın karşı tarafı tarafından öldürülmediğini söylemişti. Ama Hazan diyordu ki; babam o arabanın içinde yanarak ölmedi. Anlamadığım bu kadının Hazan'ı kaçırıp bu olayı neden gündeme getirdiğiydi? Derdi neydi anasını satayım?! Geçip gitmiş bir meseleyi neden didikliyordu? Bunu yapması gereken kişi o muydu? Niyeti Hazan'a acı çektirmek miydi? Kimdi lan bu kadın?!
Saçlarını severken," nasıl...olmuş peki?" diye sordum.
"Söylemedi. Aslı'yı kurtardıktan sonra söyleyecekmiş."
"İnandın mı ona? Yalan söylüyor olamaz mı?"
Tişörtün üzerinden sarkan künyeyle oynarken, " neden söylesin ki?" dedi.
"Neden söylemesin Hazan? Senden kardeşini kurtarmanı istemiyor mu bu kadın? Seni manipüle etmeye çalışmadığını nereden bileceğiz? "
"Sadece bu değil ki," dedi. "Başka şeyler de anlattı. Ve hiç yalan söylüyormuş gibi değildi. "
Sıkıntılı bir nefesi alıp verdim. Hazan'ın aklı çok karışmıştı. Onun bu hâli beni de altüst ediyordu. Hazan babasına çok düşkündü ve o kadın bunu kullanarak Hazan'a her şeyi yaptırabilirdi.
"Ne anlattı?"
"Ben bu şehre gelmeden önce VASÖ Yaren'e Ali'yi öldürmesi için emir vermiş. Bana da Ali'nin bir çatışmada öldüğünü söyleyeceklermiş. Böylece ben de intikamımdan vazgeçmek zorunda kalıp sıradan bir ajan olacakmışım. Yaren emri alınca bir gece Ali'yi öldürmek için yaşadığı örgüt kampına sızmış. Orada Aslı'yla karşılaşmış. Aslı ona Ali'yi öldürmemesini, bana en azından onunla son bir kez yüzleşebilme şansı vermesini söylemiş. O sırada yakalanmışlar. Yaren kaçmış ama Aslı deşifre olup orada kalmış. Ben Aslı'nın örgütün elinde olduğunu bu şehre geldiğimde tesadüf eseri öğrendim ama bu üç dört aylık bir meseleymiş. Yaren tek başına VASÖ'yü Aslı'yı kurtarması için ikna etmeye çalışmış, annesine babasına söylemiş ama kimse oralı olmamış. Yaren'in ailesi üst düzey mevkilere sahip insanlardan oluşuyor. Hem VASÖ hem de Türkiye de baya prestij ve rütbe sahibi olan insanlar ama Aslı için hiçbir şey yapmamışlar. Belki de Aslı'yı evlatlık olarak aldıkları, öz çocukları olmadığı içindir. Bilmiyorum. Ama Yaren son çaresi olarak beni görmüşse ona sırtımı dönemem. Aslı Yaren'e benim için engel olmuş. Eğer olmasaydı deşifre olmayacaktı. Suçlu VASÖ. Peki o zaman ben niye boyun eğmek zorundayım?"
Gözleri gözlerimde gezinirken bu soruyu bana soruyordu. Cevap basitti; güçlü olan onlardı çünkü. Bu dünyanın terazisi böyleydi. VASÖ'nün yaptığı şeyin kalleşçe olduğu ortadaydı. Aslı denilen kadın bu hikayedeki masum olan taraf mıydı bilmiyordum ama Yaren'e güvenmiyordum. Bir şeyler aklımı kurcalıyor, beni rahatsız ediyordu.
"Doğruyu söylediğini nereden biliyoruz? "
"VASÖ'nün Ali için hazırladığı infaz belgesini gösterdi bana. Üzerinde 89. infaz üstünün kaşesi vardı. Ayrıca hiç de VASÖ'nün yapmayacağı bir şey değil. "
"Peki VASÖ bu Aslı dediğin kadını neden gözden çıkarmış olabilir? Ya ters bir durum varsa?"
"Bana bu soruyu daha önce de sormuştun. O zaman cevabı bilmiyordum ama şimdi biliyorum. Ali'nin infazına engel olarak VASÖ'ye karşı gelip planlarını bozduğu için gözden çıkartıldı. Aslı suçsuz. Tüm bu olanlar benim suçum."
"Doğru konuş. Böyle olacağını nereden bilecektin Hazan?"
Dudaklarını büzüp gözlerini kaçırdı.
"Yaren'in beni o şekilde kaçıracağını ve sonrasında başıma gelenleri de önceden bilemezdim ama sen yine de bana kızdın. Başkaları ya da ben kendime suçlayıcı bir üslupla konuştuğumda kızıyorsun ama sen de benimle çoğu zaman aynı suçlayıcı dille konuşuyorsun."
Haklıydı. Ama benim derdim onu suçlamak değil uyarmaktı. Oturup sakince konuştuğumuzda bir şeyleri dinleyip anlamayı seçseydi; söylediklerimi kabullenip, dur, dediğim yerde dursa, yapma, dediğimde sözümü dinleseydi ben de onunla sert ve suçlayıcı bir tavırla konuşmak zorunda kalmazdım. Kaldı ki zaten beni dinlese başımıza gelen ve gelecek olan birçok şeye önceden engel olmuş olurduk.
Yanağını tutup başını kendime doğru çekerken saçlarını öptüm. Sözleri beni kızdırsa da gözlerini kaçırıp dudaklarını büzerek, tane tane ve sakin bir sesle tatlı tatlı konuşması içimi eritiyordu. Kızmaya kıyamıyordum.
Boynumun altına kıvrılıp başını göğsüme koydu. Alnını öptüm. Yanağını okşarken, "aynı şey olmadığını biliyorsun," dedim. "Ben sen iyi ol, başını belaya sokacak şeyler yapma diye kızıp bağırıyorum sana. Oturup sakince konuşmaktan anlasan, sana yumuşak davrandığımda tepeme çıkmasan oturur konuşuruz da."
Başını geriye atıp yüzüme bakarken küskün bir ifadeyle çatılan kaşlarıyla,"ben konuşmaktan anlamıyor muyum?" dedi.
Çenesini tutup severken," anlıyor musun?" dedim. "O gün, dur bebeğim, birlikte gideriz canımın içi, söz dinle yavrum, dedim de anladın mı beni?"
"Anladım ama dinlemedim. Ayrıca o durum başkaydı. "
Çenesindeki elimi sırtına yerleştirip yüzümü boynuna gömdüm.
"Öyle olsun bakalım. "
"Öyle zaten."
Sesi git gide hırçınlaşırken, "şşş, tamam," dedim. "Anlat, sonra noldu?"
Künyeyle oynayan elleri kollarımı bulurken boynumu öpüp, "sonra bir anlaşma yaptık," dedi. " Ben Yaren'e Aslı'yı kurtarması için yardım edeceğim o da bana babamın ölümü hakkında bilgi verecek."
Teninde derin ve sıkıntılı bir nefesi alıp verirken devam etmesini bekledim. Söylenecek çok şey vardı ama söylemenin bir anlamı yoktu. Bir yandan da bu işi nasıl Hazan'ın lehine çevirebileceğimizi düşünüyordum. Aslında o kadın Hazan'a ulaşmaya çalışıp onu kaçıran taraftı. Hazan'ın edilgen taraf olarak bu işte bir suçu yoktu. Cihan da konuşmada buradan yola çıkmıştı. Fakat sorun şuydu ki; benim yavrum sorumluluk almaktan kaçan biri değildi. O taşın altına bir kere elini koymuştu ve ne dersem diyeyim geri çekmeyecekti.
"Bir şey söylemeyecek misin?"
"Devam et."
"Tamam. Beni mağaradan çıkarırken yine bayılttı. Bu sefer uyandığımda bir kamyonun kasasında Yaren ve koyunlarla birlikteydim. Sınıra on kilometre uzaklıktaydık. Yaren senin beni aramaya çıktığını, sınırı geçmek üzere olduğunuzu ve sizin onu görmemeniz gerektiğini söyledi. Beni kamyondan indirip elime iletişim kurabileceğimiz bir kriptolu telefon, silah ve bir de infaz SİHA'sının kumandasını verdi. "
Başımı boynundan kaldırıp,"seni orada tek başına mı bıraktı?" dedim. Başına daha kötü bir şeyin gelmemiş olması bir mucizeydi.
"Evet, ama..."
"Sakın bana o kadını savunacak bir şey söyleme. Orada başına her şey gelebilirdi."
"Gelmezdi. Çünkü sen beni almaya geliyordun."
"Ya geç kalsaydım, ya gelemeseydim Hazan? N'olacaktı o zaman?"
"Gelirdin," dedi. Çok güveniyordu bana. Bunu o güzel gözlerinde görebiliyordum. Bu durum hoşuma gidiyordu. Haklıydı, gelirdim. Askerliğimi yakacağımı bilsem gelir, bulurdum onu.
"Noldu sonra?" dedim şımarmasana izin vermeden. Gelirdim ama sürekli, nasıl olsa Fırat gelir, bulur beni, diyerek başını belaya sokamazdı.
"Yürüdüm. Dört kilometre boyunca seni düşüne düşüne yürüdüm. Şarkılar söyledim. Sen yanımdaymışsın gibi hayal ettim. Sonra...silâh sesi duydum. Bir kayanın arkasına saklandım. Bana kurşun sıkan kişinin iyice yakınıma gelmesini bekleyip kayanın arkasından çıkıp kafasına sıktım ama o sırada başka bir silah sesi daha duydum. Kurşun benim vurduğum adama sıkılmıştı. O an Ali'yi gördüm işte. Vurduğum adam onun sağ koluymuş. Yani...şey..."
Ağzından çıkan her kelimeyle sinirlerim iyice gerilirken Hazan'ın şu an sağ salim kollarımda olmasına binlerce kez daha şükredip kucağımda küçücük kalan bedenini içime sokmak ister gibi kendime bastırdım.
"Seni korumak için kendi adamını ölürdü, öyle mi?"
Alt dudağını ısırıp gözlerime baktı. Onun hakkında yanlış bir şey düşündüğümü düşündüğü için tedirgin olmuştu.
"Altı yıl sonra onu ilk defa orada gördüm," dedi.
"Biliyorum, " dedim. "Sen kime neyin açıklamasını yapıyorsun? Aksini düşünmüş olabilir miyim?"
"Düşünmedin mi?"
"Düşünmedim. Sandığından daha iyi tanıyorum seni. Neyi yapıp, neyi yapmayacağını çok iyi biliyorum. Bütün dünya aksini söylese ben bir tek seni duyarım Hazan. "
Dudaklarına yayılan gülüşünün ardından, "Fıraaat ," dedi. Yüzümü avuçlarının arasına alıp dudaklarımı öptü. Alnını burnuma dayadı. "Çok seviyorum seni. "
"Ben seni daha çok seviyorum."
Kollarını boynuma dolayıp, "yaaa," dedi. Kucağımda yükselip bacağımdan kalktı. Bacaklarını belime sarıp kasıklarıma oturdu. Dudaklarını dudaklarıma bastırıp yanağımı öperken sağa sola sallanmaya başladı. Ona ayak uydurup onunla birlikte sallanırken bu halimiz gülümsetti beni. Azıcık sevgi görünce hemen şımarıp nazlanmaya başlıyor, o güzel yüzünde güller açıyordu. Ve bir tek benden sevgi gördüğünde böyle oluyordu. İçim gidiyordu bu hallerine. Şu meseleyi halledip gidene kadar sevip öpecektim onu.
"Aşkımmmmm."
Ensesini öpüp kokusunu solurken,"yavrum," dedim. Çok güzel kokuyordu. Ne bakmaya, ne öpmeye, ne koklamaya doyabiliyordum. O gün orada ona bir şey olsaydı o kadını bulur sıkardım kafasına.
"Devam edeyim mi?"
"Et."
"Ali bana sınıra kadar eşlik etmek istedi. Ama kabul etmedim. Tek başıma yoluma devam ederken az kalsın fark etmeden teröristlerin yaşadığı bir mağaraya giriyordum. Senin beni bulduğun mağaraya işte. Son anda durdum. Az önce benim ve Ali'nin çıkardığı silah sesleriyle ilgili konuşuyorlardı. Silah seslerinin geldiği yere kimin bakacağını tartışıyorlardı. Az ileride bir örgüt kampı olduğunu, kamptaki teröristlerin başında da başkanın oğlu olduğunu söylediler. Başkanın oğlunun sağ kolu vurulmuş, dediler. O an anladım ki..."
Ali'nin Mehmet Türkoğlu'ndan olmadığını öğrenmişti. Ama çok sakindi. Daha önceden bildiği bir şeyi tekrar duymuş gibiydi. Öte yandan Ali'nin Hazan'ı korumaya çalışması garipti. Onca şeyi yapıp, o kadar pisliğe bulaştıktan sonra Hazan'a yaklaşmaya çalışıyor olamazdı. Buna izin vermezdim.
"Annem babamı eski eşiyle aldatmış," dedi birden. Cihan Hazan'ın bunu bilmediğini söylemişti. Bir şey söylememi beklercesine sustu. Daha sıkı sarılıp saçlarını sevmeyi sürdürmek dışında bir tepki vermedim. Ne diyeceğimi bilmiyordum.
"Mahsun Türkoğlu söyledi."
Ecdadını siktiğim her taşın altından çıkıyordu.
"Ne zaman söyledi sana bunu?" diye sorarken sesim o herifin adını her duyduğumda beynime sıçrayan kanla birlikte ister istemez sertleşmişti.
"Buraya ilk geldikleri gün söyledi. "
"Niye daha önce anlatmadın bana?"
"Bilmem, utandım galiba. "
"Hazan..."
"Deme bir şey. Bu konuyu konuşmak istemiyorum. Sadece kocam olarak bil."
Sarı kazağının üzerinden omzunu öpüp, "tamam," dedim.
"Sonra da bir şekilde yakalandım işte. Anlatacak çok da bir şey yok."
Geri çekilip gözlerine bakarken,"var," dedim. "O kısmı da anlatacaksın bana ama önce şu mevzuyu bir çözelim. Anlamadığım bir şey var. Senin bu kadınla yaptığın görüşmenin VASÖ'den gizli olması gerekiyordu. Kadına orada konuştuklarınızı kimseye anlatmayacağına dair söz verdin. Sonra bu kadın seni dağın ortasında, eline bir infaz SİHA'sının kumandasını verip, bırakıp gitti. Ama bu kumandanın içinde bir GPS var. Bu GPS'in sinyali 7/24 VASÖ tarafından izleniyor. Sinyal bizim evden geliyor ve VASÖ kumandanın seri numarasından SİHA'nın kimin üzerine kayıtlı olduğunu biliyor. "
"Evet."
"Yavrum o zaman bu görüşme gizli olmuyor. Her şey ortada zaten. Bir konuştuklarınızı ses kaydına alıp VASÖ'ye atmadığınız kalmış. "
Aklı karışmıştı. Gözleri boşluğa düşerken, "Yaren bana o kumandayı kendimi korumam için verdi..." dedi.
"Ya da sana zarar vermek için. "
Kaşlarını çatarken,"anlamadım?" dedi.
"Anladığım kadarıyla bu infazcı dediğiniz ajanlarla diğer ajanların görüşmesi yasak."
Başını sallayıp, " öyle, dedi.
"Yani bu kadınla görüştüğün de başının VASÖ'yle belaya gireceği yazılı bir kural. Kadın belli ki kardeşinin yakalanmasından seni sorumlu tutuyor. İntikam almak istiyor olamaz mı? "
"Hayır...olamaz...Fırat...biz birlikte Aslı'yı kurtarmak için anlaştık. Niye böyle bir şey yapsın ki?"
"Hazan...meleğim benim, canımın içi kadın sana o kumandayı vererek anlaşmayı bozmuş oluyor ya bebeğim. Bilmiyor mu sanki VASÖ'nün onunla görüştüğünü anladıktan sonra senin üzerine gelip bu işin peşine düşeceğini? Seni sorguya alacaklarını bilmiyor mu?"
"Benim bir şey söylemeyeceğime güveniyor olamaz mı?"
"Olabilir. Ama VASÖ senin o kadınla görüştüğünü biliyor. Ne konuştuğunuzu bilmiyor olması neyi değiştirir?"
Yüzü düşünceli bir hâl alırken, "ne konuştuğumuzu da biliyorlardır," dedi. "Yaren uzun zamandır bana ulaşmaya çalışıyormuş ama VASÖ buna engel olmuş. O engelleri bir şekilde aşıp bana ulaştığında Aslı hakkında konuştuğumuzu tahmin etmeleri zor olmaz."
Cümlenin sonunu kendi kendine konuşur gibi bitirirken ellerimin arasında kaybolan küçücük yüzünü tutup alnını öptüm. Göğsüme çekip kollarımı sırtına sararken, söylediğim şeylerin ona düşündürdükleri yüzünden, afallayıp sarsılmıştı. Hazan zeki bir kızdı ama bu sefer ortadaki büyük resmi görememişti. O kadının; babasının ölümünü ve Ali'yi işin içine karıştırması Hazan'ı duygusal olarak sarsmış, algılarını kapatmıştı. Ben de söylediğim ve tahmin ettiğim şeylerin yüzde yüz doğru olduğunu söyleyemezdim ama Hazan söz konusu olduğunda kimseye güvenmeyen yanım beni herkese karşı tetikte tutuyordu.
Bir müddet düşüncelerini toparlayabilmesi ve söylediklerimi kafasının içinde bir yere oturtabilmesi için ona zaman verdim. Bir kolum incecik belini sımsıkı sararken saçlarını diplerinden uçlarına kadar sevdim. Burnumu saç tellerinin arasında gezdirerek kokusunu soludum. Hazan söz konusuyken tam olarak nerede duracağımı bilmiyordum. Ortada bir yalan döndüğü barizdi. Ama bu yalan neydi, sahibi kimdi, kestiremiyordum. VASÖ'ye de, o Yaren denilen kadına da güven konusunda aynı uzaklıktaydım. Büyük meselelerle ilgilenen bütün güçler bir yerde pisliğe muhakkak bulaşırdı. Önemli ya da önemsiz o kadar da mühim değildi fakat birinin canı illaki yanardı. Belki de ortada dönen mevzu bir yalandan ziyade bir sırdı. Cihan, Fatih Aydın'ın tüm bu meselelerde kilit nokta olduğunu söylemişti ancak bence kilit nokta VASÖ'nün ta kendisiydi. Her şeyi bilen, birçok şeye güç yetirebilen bir örgüt nasıl olurdu da on yıllık bir süreç içerisinde, örgütlerinin kurucularından biri olan bir cumhuriyet başsavcısının nasıl öldüğünü ya da öldürüldüğünü bilmezdi? Bir oyun dönüyordu. Bu oyun Hazan'ın üzerine oynanıyordu. Cihan bu oyunun bir parçası mı yoksa bir maşa mı, bilmiyordum. Ama bu oyunun sonucunda Hazan'ın zarar görmesine izin vermeyeceğim bir gerçekti. Operasyondan döndüğümde Cihan'la bu konuyu konuşacaktım. Söylediği şeyler karşısında tatmin olmazsam gidebileceğim yere kadar giderdim.
Hazan başını göğsümden kaldırıp, "bilmiyorum," dedi. "Bir yere kadar söylediklerin mantıklı geliyor ama bir yerden sonra anlamıyorum. Kim kardeşinin canı üzerinden kumar oynayabilecek kadar kötü olabilir ki?"
"Hazan sana kesin bir şey söylemiyorum. O kadının amacı benim söylediğimden daha farklı bir şey ya da tam olarak senin söylediğin gibi kardeşini kurtarmak da olabilir. Sana şu an tamamiyle mantıklı ve sağlıklı bir şekilde düşünebildiğimi söyleyemem. Bu gece yarısından sonra operasyona gideceğim. Birkaç ay yanında olmak, yüzünü görmek bir yana dursun sesini bile duyamayacağım. Başka bir şey olsa, Mahsun iti gibi basit bir durum olsa bu, yanında yokken bile korur kollatırım seni. Ama...VASÖ gizli bir kuruluş. Güçlü de. Ne aşirete haber salabilirim ne de polise jandarmaya bir şey diyebilirim. Desem n'olacak? Benden daha iyi biliyorsun. O yüzden söz dinle Hazan. Sakin ol. Diklenip durma. O konuşmada yazılanları okumak istemiyorsan okuma. Ama yalan da söyleme. Zaten sınır ötesine neden gittiğin, kimle görüştüğün ortada. Ali'yle ilgili de kimseden saklayacak bir şeyin yok. Yanlış bir şey yapmadın. Aslı mevzusunu da açık açık söyle. Madem onlar için çalışan, vatanı milleti için canını gözden çıkartan bir kadını o şerefsizlerin eline, ölüme terk etmişler o zaman bunu inkar edemezler. O kadının sana verdiği kriptolu telefondan ve Aslı'yı kurtarmak için yaptığınız anlaşmadan bahsetme. Babanın ölümünü ve Ali'nin infaz mevzusunu da açma. VASÖ'ye bilendiğini, o kadınla bir olup arkalarından iş çevirmek üzere bir plan kurduğunu belli etme. Sonrasına da orada duruma göre bakarız. Tamam?"
Gözlerimin içine bakarken başını sallayıp, "tamam," dedi. Kendime doğru çekip dudaklarını öptüm.
"Afferin sana."
Boynuma sarılıp konuşurken dudaklarına sürtünen dudaklarımı, benim kısa öpücüğüme nazaran yoğun ve istekli bir şekilde öpmeye başladığında bu sefer karşılık verdim. Kasıklarımdan kalkıp üstüme tırmanarak karnımın üzerine oturdu. Belime sarılı olan bacaklarını sıkılaştırıp kendini iyice bana bastırırken beni istediğinin farkındaydım. Ben de karımı istiyordum. Bacaklarının arasındaki o güzelliği çok özlemiştim, ama askeriyeye gidip operasyon için hazırlık yapmam gerekiyordu.
Elleri saçlarımda, omuzlarımda, kollarımda ve sırtımda gezinirken öyle hırçın, öyle güzel, öyle aklımı başımdan alıp beni azdırmak istercesine öpüyordu ki, kontrollü olmak için sakince karşılık vermeye çalışırken, ona yetişemiyordum. Sırtını okşayan ellerimi kalçalarına indirmemek, altıma alıp ona istediğini vermemek için direniyordum. Her haliyle, her şeyiyle deli ediyordu beni.
Tişörtün üzerinden göğsümde ve karın kaslarımda gezinen elleri, çıkardığı iniltiler, ona aynı sertlikle karşılık vermediğim için git gide asileşen dudaklarıyla beni altüst ederken dudaklarımdan ayrılıp üstündeki kazağı çıkarıp koltuğun üzerine attı. Saçları bembeyaz tenine ve ince beline dağıldığında nutkum tutulmuştu. Büyük ve dolgun göğüslerini saran mor sütyeni yutkunmama neden olurken yeniden dudakları dudaklarımı buldu. Penisim pantolonumu zorlarken kafayı yiyecek raddeye gelmem sadece birkaç saniyeyi almıştı. Yine de kendimi geri çekip yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Alnımı alnına dayayıp tenini severken,"şşş, dur," dedim.
"İstemiyorum, " derken alıp verdiği nefeslerle yükselip alçalan memeleri elimin ayağımın boşalmasına neden oluyordu. O kadar kusursuz, o kadar güzeldi ki bakmaya doyamıyordum. Bebek gibiydi lan. Bir içim suydu anasını satayım.
Burnunu emerek öpüp, "askeriyeye gitmem lazım," dedim. "İşim gücüm var yavrum. Bozma ayarlarımı."
Göğsümdeki elleri yüzümü buldu. Dudaklarıma, içimdeki ateşi harladıkça harlayan, yumuşacık ıslak dudaklarıyla küçük küçük öpücükler kondururken, "peki," dedi. Sesi bile aklımı dağıtmaya yeterken bu, peki, bir kabulleniş değildi. Meydan okuyordu. Dayanabilirsen dokunma, diyordu.
Derin bir nefes aldım.
"Off Hazan. "
Elleri yüzümde gezinirken dudaklarını dudaklarımdan ayırmadan, "ne?" dedi.
"Oynama benimle."
"Oynarsam n'olur?"
Çıplak belini ve sırtını okşarken alt dudağını emerek öpüp, "biliyorsun sen n'olacağını," dedim. Gülümsedi. Dudaklarımdaki gözleri gözlerimi buldu. Çakmak çakmak olan ateş parçası gözlerinde çocuksu bir ışıltı, yüreğimi titreten sıcacık bir bakış vardı. Benden eskisi gibi korkmuyordu. Geri çekilmek yerine kendisi geliyordu. Sokuldukça sokuluyor, sığındıkça sığınıyordu. Bu hâlleri öyle bir işliyordu ki içime, aramız son birkaç gündür bu kadar iyiyken, yeni yeni tam anlamıyla gerçek bir karı - koca olmuşken ondan ayrılacak olmak darmaduman ediyordu beni.
Yanağımı öpüp tenimi koklarken elleriyle yüzümü iyice kendine doğru çekip,"canım," dedi. Cıvıl cıvıl sesi içimi ateşe verirken bana ilk defa böyle seslendiğinin bilincindeydim. Yutkundum. Boynuyla omzu arasındaki çukuru öpüp saçlarını sevdim.
"Kurban olurum sana. "
*********
Operasyon hazırlıklarını bitirip askeriyeden çıkmıştım. Trafikte ilerlerken VASÖ'ye ait olduğunu öğrendiğim, oylamanın yapılacağı otele gidiyordum. Emir'le Anıl da peşimden geliyordu. Hazırlıklar biraz uzun sürdüğü için, Hazan otele benden önce gitmişti. Gergindim. Hazan'ın ona söylediklerimi dinleyip dinlemeyeceği konusunda tereddütlerim vardı. Sinirlendiği an, karşısında kimin olduğunu umursamadan, söylediği sözlerin önünü arkasını düşünmeden ve gerçekliğini sorgulamadan ağzına ne gelirse onu söylüyordu. Korktuğu, çekindiği ya da kaybedecek hiçbir şeyi yoktu, veyahutta yokmuş gibi davranıyordu. Ama ben vardım. Oturup konuşarak, bağırıp çağırarak baş etmeye çalıştığım karımla hiçbir şekilde anlaşamadığım da, her şeyi bir kenara bırakıp, karşısında ağlamıştım. İlk değildi ama bunun ikinci kez olmasını istemiyordum. Ancak Hazan o kadar zorlamıştı ki o çaresizlik ve öfkeyle ne yapacağımı bilememiştim.
Evden çıkmadan önce koltuğa uzanıp göğsüne yatırmıştı beni. Saçlarımı sevmiş, sırtımı okşamış, üstümü çıkarıp yaralarıma dokunup öpmüştü. Dudaklarının değdiği her yer şu an bile, o anları aklımda döndürdükçe, sızlayıp karıma duyduğum özlemle cayır cayır yanıyordu. O tatlı bıcır bıcır sesinden dökülen sevgi sözcükleri, gülüşleri hâlâ kulaklarımdaydı. Onsuz yapamayacağımı biliyordu. Onu köpek gibi sevdiğimi de. O da beni seviyordu. Buna güveniyordum. Bizim için, orada her ne olursa olsun sakin olacağına dair bana söz vermişti.
Bir süre daha ilerleyip otelin demir, sürgülü bahçe kapısının önünde durdum. Otel Silopi'nin biraz dışında ormanlık bir alana kurulmuştu. Önünden otoyol geçen yapının etrafında herhangi bir ev ya da dükkan yoktu.
Kapı yavaşça açılırken hemen arkamdaki araç da benimle birlikte bekliyordu. Tamamen açılan kapıdan aracı bahçeye soktum. Altı katlı bina fazlasıyla gösterişliydi. Bahçenin ortasında duran adanın etrafından dönüp arabayı elliye yakın aracın bulunduğu bahçede bulduğum ilk yere park ettim. Emir de yanıma park ederken araçtan indim. Etrafta kısa bir göz gezdirip Hazan'ın arabasını aradım. Fakat yoktu. Kaşlarım çatılırken otelin döner kapısından çıkıp merdivenleri hızlı adımlarla inen Cihan'ı gördüm.
Yanıma geldi. Yüzündeki ifadeden bir sorun olduğu ve bu sorunun Hazan'dan kaynaklandığı ortadaydı.
"Hazan nerede?" diye soran Cihan'la Emir'le Anıl yanımıza gelirken," en son yarım saat önce konuştum. Yolda olduğunu söylemişti, " dedim. Konuşurken cebimden çıkardığım telefondan Hazan'ı aradım.
"Yok," dedi Cihan. "Gelmedi."
Telefonu çalıyordu ama açmıyordu. Tekrar aradım.
"Bul şu kızı. Buraya gelmek zorunda. Üstler çok sinirli. "
Uzun bir çalışın ardından açılmayan telefonla öfke, telaş, endişe...başıma ağrılar saplanmasına neden olacak kaç duygu varsa hepsini yaşıyordum. O kadar dil dökmüştüm lan. Bana, bize bunu yapmış olamazdı.
O sırada bahçe kapısı açıldı. Hazan'ın aracı bahçeye girerken yutkundum. Gerilen vücudum gevşedi. Kulağımdaki telefonu indirip, adanın etrafından hızla döndükten sonra aynı hızla geri geri giderken tekerleklerin gıcırdayıp, buzlu zeminde çığlık atmasına neden olarak, aracı park edişini izledim.
"Şükürler olsun," diyen Cihan'ın sesini duyarken gözlerim Hazan'daydı. Motoru susturup emniyet kemerini çözdü. Kapıyı açıp araçtan inerken önce küçük ayaklarına giydiği siyah botlarını, ince, uzun bacaklarını saran pantolonunu ve kapıyı kapattığında siyah boğazlı kazağının üzerine giydiği deri ceketini gördüm. Bu siyahlara bürünmüş, asi ve güçlü hâli, evdeyken koynuma aldığım, bana sokulup sırnaşarak bıcır bıcır konuşan Hazan'la tamamen zıttı. Uzun, dalgalı saçları, ceketini geçip, kalçalarına kadar uzanırken aracı kilitleyip bize doğru yürüdü.
Evdeki Hazan'ı çok seviyordum. Ama bu Hazan'a hayrandım. Adımlarındaki eminlik, tavırlarındaki cesaret, bana bakarken ışıl ışıl parlayan gözlerine şu anda hakim olan karanlık, ciddiyetle çatılan kaşları...içimi titretiyordu. Bu Hazan, evdekine nazaran, daha olgun, ne yaptığını bilen, her şeye hakim ve kontrollüydü. Belki de bu kadın Hazan değil, Asena'ydı. Gözlerindeki karanlık koca bir boşluğa, adımlarındaki eminlik her şeye, herkese karşı durabilecek kadar güçlü olmasına ve tavırlarındaki cesaret hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamamasına dayanıyordu. Birçok kez bunu aklımdan geçirmiştim fakat tekrar söyleme ihtiyacı duyuyordum ki; Hazan'ın asıl karakteri bu bastığı yeri titreten dişi kurtla aynı olsaydı onunla asla baş edemezdim.
Yanımıza gelip karşımızda durduğunda Cihan," neredeydin?" diye sordu sert bir sesle. "Durumun ciddiyetinin farkında değil misin?"
Donuk bir yüz ifadesi ve sakin bir sesle," farkındayım ve buradayım, " dedi. "İsterseniz pek kıymetli üstlerinizi daha fazla bekletmeyelim."
"Hazan kes şunu. İçeride de üstlerle böyle alaycı ve imalı bir tavırla konuşursan ne sorguya gerek kalır, ne de oylamaya. Direkt olarak sürgün edilirsin. Kendine çeki düzen ver. Babanın hatrı da bir yere kadar. VASÖ bu sefer gözünün yaşına bakmaz."
Hazan yanağının içini ısırırken hafifçe güldü. Gözlerindeki karanlığı aydınlatmaya yetmeyen bu gülüşün kendi gölgesine yetecek kadar bile ışığı yoktu.
"O zaman bu saatten sonra ben de kimsenin gözünün yaşına bakmam. "
"Ne demek bu?" diye soran Cihan gerilmişti.
Hazan başını yana doğru eğip, "bilmem," dedi. "Söyledim işte öylesine."
"Ne o elindeki?"
Gözlerim sol elinde tuttuğu siyah dosyayı buldu.
"Konuşmam. "
"Hazan sakın yanlış bir şey yapayım deme. Bak yakarsın kendini. Hiçbir şeyi düşünmüyorsan Fırat'ı düşün. "
Gözleri beni buldu. Bakışlarındaki karanlık dağılıp siyah bulutların ardından güneş yüzünü gösterirken Cihan'a döndüğünde gözleri yeniden boşluğa düşüp karanlığa gömüldü. Yine ortalığı karıştıracağının ben de farkındaydım. Ama bu yüzden ona kızmıyordum. Bütün kızgınlığım kendimeydi. Ulan nasıl harbi harbi, Hazan'ı hiç tanımıyormuş gibi, söz dinleyeceğini, kendi doğrularından vazgeçip benim söylediklerime göre şekil alacağını düşünmüştüm anasını satayım? Bu saatten sonra onu asla durduramazdım. Cihan da boşuna nefesini tüketiyordu. Bitirecekti bizi.
"Yanlış bir şey yapmayacağım," dedi. sakin ve tane tane konuşuyordu. "Sadece yanlış olan şeyleri düzelteceğim. "
"Cihan bey üstler bekliyor."
Merdivenlerin başında duran herifin söyledikleriyle Cihan, "geliyoruz," dedi. Ardından Hazan'a döndü.
"Herkesin norm olarak kabul ettiği kalıplaşmış yanlışları düzeltmek asırlar alır Hazan. Bazıları yüzlerce medeniyetin gelip geçmesine rağmen hâlâ düzeltilemedi. O yüzden bir şey yapmadan önce haddini bil. Kendine, ben kimim, diye sor. Ve her ne yapacaksan ona göre yap. "
Hazan sadece başını sallayıp, "tamam," dedi. Ama tamam olmadığını ben de Cihan da çok iyi biliyorduk. Cihan'ın Hazan'la böyle üstencil bir tavırla sert bir sesle konuşması hoşuma gitmese de haklı olduğunu bildiğim için herhangi bir tepki vermiyordum. Yine de sabahtan akşama kadar konuşsa da Hazan'a söz geçiremeyeceğini biliyordum. Öyle bir şeyin imkanı olsaydı ona o kadar dil dökmüş olmama rağmen hâlâ o minik burnunun dikine gitmekte inat etmezdi.
Cihan bir iki saniye Hazan'ın gözlerine bakıp, "göreceğiz tamam mı değil mi," dedi ve otelin kapısının önündeki merdivenlere yöneldi. Anıl ve Emir de peşinden giderken Hazan iyice yanıma sokulup elimi tuttu.
"Hadi gidelim," dedi. Benimle konuşurken sesi, gözlerime bakarken bakışları bile değişiyorken nasıl oluyordu da bana karşı bu kadar umursamaz olabiliyordu? Seviyordu lan beni. İnsan sevdiğine karşı nasıl bu kadar bencil olabilirdi?
Öne doğru bir adım atıp tuttuğu elimden beni çekerken bulunduğum yerden kımıldamadım. Omzunun üstünden dönüp yüzüme baktı.
"Noldu?"
Sertçe soluyup, "sence?" dedim.
Tamamen bana dönüp karşımda durdu.
"Fırat..."
Avucumdaki küçücük elini sıkıca tutarken üzerine doğru bir adım atıp, "siktirme Fırat'ını, " dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. "Ne konuştuk lan biz evde?! N'apıyorsun, ne yaptığını sanıyorsun sen?! Delirtmek mi istiyorsun beni?!"
Zor zaptettiğim öfkem karşısında gözleri dolup kirpikleri titrerken,"ne yaptığımı biliyorum, " dedi. Güçsüz sesine, benden ürküp, yükselen sesimle irkilmesine kıyamasam da sinirliydim.
"Hazan zıvanadan çıkartma beni! En son, ne yaptığımı biliyorum, dediğinde şerefsizlerin ininden aldım geldim seni! Sabahtan beri yalvarıyorum sana! Hiç mi umrunda değilim lan?! "
"Fırat olur mu öyle şey? Umrumdasın tabii. Ama nolur, bir kez olsun güven bana. Lütfen. "
"Neyine güveneceğim lan?! Yaptığın şeylerin hangi birini akıl mantık alıyor?!" Gözlerinde paramparça olan şeyleri görsem de durmadım. "Madem umurundayım o zaman beni dinleyeceksin. İçeride ben sana ne dediysem ona göre konuşacaksın. Eğer yine burnunun dikine gidersen... "
Gözünden süzülen bir damla yaşla yutkunup," gidersem ne?" dedi. Sesi titriyordu.
"Bu sefer karşında beni bulursun."
Bu cümleyi kurarken içim ezilmişti ancak Hazan bana başka çare bırakmıyordu. Onu başka türlü durduramayacağımı biliyordum. Böyle durdurabileceğimden de emin değildim, fakat emin olabildiğim tek şey Hazan'ın bana duyduğu sevgiyken beni bunu kullanacak kadar aşağılık bir herife dönüştürmesi onun suçuydu. Karımı resmen kendimle tehdit ediyordum. İşin kötüsü kurduğum bu cümlenin altının boş olduğunu daha kelimeleri bir araya getirmeden önce biliyor oluşumdu. İçeride her ne yaparsa yapsın, bu saatten sonra ne olursa olsun onu sevmeye, nereye giderse gitsin peşinden gelmeye, onu affetmeye daha şimdiden teşne olduğumu biliyordum.
Her şeye rağmen gözlerinde parlamaya devam eden güneş aniden siyah bulutların ardına gizlendiğinde elini elimden çekti. Zorlamadan bıraktım. Yutkunup bir adım gerileyerek benden uzaklaşırken, "tamam," dedi. "O zaman şimdiden karşımda durmaya başlayabilirsin. Zaten bana güvenmiyorken yanımda durmanın hiçbir anlamı yok. "
Yüzündeki hayal kırıklığıyla arkasını dönüp gittiğinde olduğum yere çakılıp kaldım.
💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
109.2k Okunma |
6.32k Oy |
0 Takip |
87 Bölümlü Kitap |