5. Bölüm

BÖLÜM 3

Ceren Oktay
yazarcerenoktay

31.09.2024, 23:30
Yeni kitabımın üçüncü bölümüne hepiniz hoş geldiniz,
ve keyifli okumalar!

Okumaya başladığınız tarihi ve saati buraya yazın lütfen.

Yorumlarınızı satır aralarına yazmayı ihmal etmeyin.

Not : Bu kitap savaş, askeri birlik, askerler, inanç, vatan ve bayrak sevgisi, aşk ve nefret gibi temaları içermektedir. Eğer ki askeri kurgu arayışındaysanız sizin için uygundur.

 

"Neden bu kadar durgunsun Esma'm?" diye sordu Süleyman Arslan. Genelde eşiyle anlaşamazdı, ama Esma'nın bu sessiz hallerine de dayanamazdı. Eşini gerçekten çok severdi, ancak aralarındaki karakter ve yetişme tarzı farklılıkları sık sık çatışmalarına yol açıyordu. Bu duruma alışmıştı. Öyle ya da böyle birlikte yaşayıp gidiyorlardı.

Esma, elindeki yazmayı sıkıca tutarken, "Bilmem," dedi durgun durgun. Daha sonra elini göğsünün üstüne yerleştirdi. "Sabahtan beri içimde bir sıkıntı var. Sakın bizim oğlana bir şey olmuş olmasın?"

Süleyman, bu sözler üzerine kaşlarını çatmadan duramadı. Ne diyordu eşi? Hiç öyle şey olur muydu? “Allah korusun,” dedi içinden hemen. Bakışlarını sakin tutmaya çalıştı. Eşinin yanına oturduktan sonra yumuşak bir sesle, "Hiç olur mu öyle şey? Ağzından çıkanı kulağın duysun. Bizim yiğidimize bir şey olduğu yok. Hem onunla kim baş edebilir ki? Kafasına koyduğunu yapar, karşısında kimse duramaz. Durmaya kalkanı da affetmez. Öyle teröriste, hainlere göz açtırmaz. Sen hiç merak etme," dedi. Böyle demişti demesine ama içine de kurt düşmüştü. Ya oğluna bir şey olduysa? Ana yüreği hissederdi ya. Gerginliğini ve sıkıntısını eşine belli etmemeye daha da gayret etti. “Allah korusun Esma’m. Kötüyü çağırma.”

Esma'nın gözlerine baktığında, sözlerinin onu rahatlatmadığını fark etti. Kendisi bile kötülenmiş ve bunu belli etmemeye çalışırken eşi nasıl rahatlayacaktı ki? Derin bir nefes aldı. Hem kendisini hem de eşini rahatlatabilmek amacıyla konuşmasını sürdürdü. "Hem yanında aslan gibi yiğitler var. Onu sevip sayarlar, ona olan düşkünlüğümüzü de bilirler. Sen tasalanma. Bizim eşşoleşek kendisine, ağabeyleri de ona bir şey olmasına izin vermez."

Esma, eşinin sözleriyle buruk bir şekilde gülümsedi. İçindeki sıkıntı bir türlü gitmek bilmiyordu. Yüreği sıkışıyordu, sanki kötü bir şeyler olacakmış gibi hissediyordu. Bir süre düşündü. Eşi, sevdiceği, Süleyman haklıydı. Peki içindeki bu sıkıntı neden vardı? Neden bir türlü rahatlayamıyordu? Dudakları büzülürken titreyen ellerini görmezden gelmek için çabaladı. Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu.

Eşinin bakışları eşliğinde derin bir nefes aldı, bacaklarını oturduğu koltuktan sarkıttıktan sonra ayağa kalktı ve duvarda asılı olan oğlunun fotoğrafını eline aldı. Resmi bağrına bastıktan sonra, "Onu çok özlüyorum Süleyman," dedi titreyen sesiyle. "Ondan uzak kalmak beni mahvediyor. Aklım hep onda."

Süleyman, eşini çok iyi anlıyordu. Ne de olsa anaydı. Oğlunu özlemesi gayet normaldi. Gerçi kendisinin de ondan aşağı kalır yanı yoktu ya. Her gün dua ediyor, kıldığı namazlarda oğluna ve birliğine, Türk askerlerine bir şey olmaması için dua ediyor, onları Allah’a emanet ediyordu. Eşi bunu bilmezdi. Nasıl bilecekti ki? Bir kez bile bahsetmemişti bu durumdan.

Elindeki tespihi yeniden çekip eşinin üzüntüsünü hafifletmek için şen bir sesle, "Aman hanım, amma abartıyorsun. Sanki sürekli bizden uzaktaymış gibi konuşma. Görev dışında hep yanımızda olduğunu biliyorsun. Şunun şurasında yanımızdan ayrılalı iki-üç gün oldu. Caner yakında gelir, ben sana dediydim derim," dedi.

Esma'nın yanaklarından bir damla yaş süzüldü. Ardından diğer gözyaşları da onu takip etti. Süleyman, eşinin ağlamasını beklemediğinden afallamıştı. Hemen ayaklandı ve uzandı, eşine sıkıca sarıldı. “Ağlama hanım. Ağlama,” dedi. “Yapma böyle. Oğlumuz ağladığını öğrense ne kadar çok üzülür.” Geri çekildikten sonra eşinin göz yaşlarını elleriyle sildi. “Yapma böyle lütfen.”

“Ne yapayım bey?” diye sordu Esma bir kez daha hıçkırdıktan sonra. “Son zamanlarda olanları hepimiz biliyoruz. Teröristler durmak bilmiyor. Her güne bir şehit haberi alıyoruz. Çevremizde o kadar düşman var ki, ister istemez yüreğim sıkışıyor. Ben oğluma bir şey olsun istemiyorum.”

Nice evlere ateş düşüyordu her gün. Nice aile şehit haberinden sonra yemeden içmeden kesiliyordu. Bu duruma yürek dayanmazdı ya. Esma, haklıydı endişesinde. Gerçekten de son zamanlarda bu kadar artış olması normal değildi. Terör ile mücadeleler işe yarayıp yıllarca süren sakinliklerin ardından bütün bunlar mantıklı değildi ya. Kim bilir bilmedikleri neler oluyordu. Bütün bunları düşününce Süleyman da endişelendiğini fark etti. “Ya Esma’m endişesinde haklıysa?” diye düşünmeden yapamadı.

Televizyondaki haberleri izlemek amacıyla televizyonu açtı. Haberleri açar açmaz karşısına yine bir şehit haberi çıktı.

“Acı haber, Şırnak’ta yapılan Kılıç Harekâtı operasyon bölgesinden geldi. Teröristlerle yapılan çatışmada Uzman Çavuş Nihat Obabaş ile Teğmen Mehmet Tüten Şehit düştü. Kahraman askerler dualarla ebediyete uğurlandı.”

Ne kadar da kolay veriliyordu bu haberler. Ne kadar da kolay dilden dökülüyordu bu sözcükler. Oysa Şehitlerin ailelerine haber ulaştığında böyle mi oluyordu? Böylesine sakin mi karşılanıyordu? Kesinlikle hayır. Haberlerin verilmesinin ardından unutulup gidiyordu ya Şehitlerin can verişi. Anca olan anasına babasına oluyordu. Bir de eşi veya sevdiği varsa ona. Sadece iki dakikalık verilen haberdeki Şehitlerin yuvasına ateş düşüyordu.

Hemen televizyonu kapattı Süleyman. Şehitlere Fatiha okuduktan sonra ağlamaya devam eden eşine döndü.

“Hanım,” dedi. Birkaç saniye baktı eşinin yüzüne. “Ağlama nolursun.”

“Nasıl ağlamayım bey?” diye sordu Esma. “Nasıl ağlamayım? Bak, iki ailenin daha ocağına ateş düştü.”

“Nasipte ne varsa o olur,” dedi Süleyman. “Nasibin önüne geçilmez. Bunu en iyi sen bilirsin.”

Esma, gözyaşlarını sildikten sonra “Şu oğlanı bir arasan mı?” diye sordu eşine. “Bi sesini duysam yüreğim daha rahat eder.”

“O bizi arar. Merak etme,” dedi Süleyman. “Şimdi operasyondadır belki. Ulaşamazsak dert edinirsin.”

“Sence çok üzülmüşler midir?” diye sordu Esma. Süleyman, başta eşinin ne demek istediğini anlamadı. Sonra “Üzülmüşlerdir ya,” dedi. “Evlat acısı bu. Hiçbir şeye benzemez.”

“Oğlum hayırlısıyla bir gelsin de ona en sevdiği yemekleri yapacağım,” dedi Esma. “Rabbim yeter ki gelmesini nasip etsin.”

“İnşallah Esma’m. İnşallah,” dedikten sonra Süleyman eşinin gözlerine baktı tekrar. “Hadi hazırlan da bu akşam yemeğini dışarıda yiyelim. Şu kasvetli havayı dağıtmamız şart.”

"Sen ciddi misin?" diye sordu Esma. Duyduğuna inanması mümkün değildi.

"Ciddiyim. Hadi, kararımı değiştirmeden giyin de dışarı çıkalım."

Esma, hemen ayaklandı. Oğlunun resmini öptükten sonra yerine astı ve yatak odasına doğru ilerledi. Çok neşeliydi. Bu attığı adımlardan belli oluyordu.

Eşinin odadan çıkmasından sonra arkasından bakan Süleyman, buruk bir şekilde gülümsedi. Daha sonra telefonunu eline aldı. Oğlunu aradı. Telefonu kapalıydı. “Hiç kuşkusuz görevde,” dedi kendi kendine. “Yoksa ulaşabilirdim.”

Telefonu kapattıktan sonra bir süre haberlere göz attı. Haberler kararan yüreğini daha da kararttı. Koskoca ülkede iyi haber almak neredeyse imkansız hale gelmişti. Bu durumun nasıl olduğunu bir türlü aklı almıyordu.

Eşinin yanından ayrıldıktan sonra yatak odasına girip dolabını açan Esma, kıyafetlerine tek tek bakmaya başladı. Annesi doğu kültürünün en zarif giyinen kadınlarından birisiydi. Annesini kendisine rol model almıştı. Kıyafetleri tıpkı annesinin giyinişinde olduğu gibi genellikle mavi ve yeşil tonlarındaydı. Hepsi el yapımı işlemelerle süslenmiş uzun elbiselerdi. Elbiseler geniş kolluydu, beline taktığı altın işlemeli ince kemerle görünüşüne daha da zarafet katardı.

Başına her zaman geleneksel desenlere sahip bir başörtüsü takardı. Bu örtü, yüz hatlarını zarifçe çerçeveler, masmavi gözlerini daha da ön plana çıkarırdı. Gözleri, gökyüzünün derinliklerini andırır ve gören herkesin dikkatini çekerdi. Bakan bir daha bakmaktan kendini alamazdı.

Ayağına yumuşak deriden yapılmış yemeniler giyerdi, altın takılar takmayı ihmal etmezdi. Bu takılar en sevdiklerindendi; bilezikler ve kolyeler onun vazgeçilmeziydi.

Hem evde hem de dışarıda, kıyafetleriyle köklerine olan bağlılığını gösterirdi Esma. Annesi onun için yalnızca bir rol model değil, aynı zamanda kültürel mirasının yaşayan bir simgesiydi.

Annesinden gördüğü ve topraklarına olan bağlılığını gösterircesine giyinip süslenmesinin ardından kendisini bekleyen eşinin yanına, oturma odasına döndü. Süleyman, onu görür görmez "Hala çok güzelsin Esma'm!" dedi. Gözleri karısının güzelliğinden ışıl ışıl olmuştu. "Seni gördüğüm ilk an nasıl ki gönlümü fethettiysen, hala fethetmeye devam ediyorsun. Bunu nasıl başardığını aklım almıyor."

Esma, buruk bir şekilde güldü. "Aman Süleyman," dedi utangaç bir şekilde. Cilveli bir sesle konuşmayı sürdürdü. "Keşke her zaman böyle olsan. Söylediklerimi alttan alsan."

Süleyman, yeniden bir tartışma başlamaması için hemen "Aman hatun," dedi panik içinde. "Bir an evvel çıkalım. Ağzımızın tadıyla karnımızı doyurup gelelim."

Esma’nın kahkahasının ardından yürüyüp evden dışarı çıktılar. İkisi de birbirine neşeli görünmeye çalışırken aslında içten içe oğlunu düşünüyorlardı. Esma’nın içindeki his hala geçmemiş, Süleyman da ona ulaşıp konuşamadığı için telaşlıydı.

DÜZTEPE ÜS BÖLGESİ

Caner Arslan, derin bir nefes aldı ve gözlerini kapatarak rahatlamaya çalıştı. Dün bitmişti. Artık yeni bir gündeydi. Bugün her şey güzel gidecekti. Hiçbir sorun olmayacaktı.

Kendisini bu düşüncelerle rahatlatmasının ardından ailesiyle konuşmaya hazırlandı. Telefonunu eline aldı, ekranı kaydırdı ve "Sultanım" yazılı isme tıklayarak aramayı başlattı. Kulağına götürdüğünde, birkaç kez çalma sesini duydu, ardından annesinin telefona yanıt veren sesini duydu.

"Oğlum!"

"Güzeller güzelim benim. Nasılsın sultanım?" diye sordu Caner. Sesinde hem özlem hem de yumuşak bir sevgi vardı.

"Allah'a şükürler olsun. Ben iyiyim. Esas seni sormalı paşam. Sesini duymak o kadar iyi geldi ki. Sana bir şey olmuş olmasından çok endişe etmiştim. Dün o kadar sıkıntıdaydım ki anlatamam. Yüreğim daralıp durmuştu."

Caner, annesinin endişelerini derinlemesine hissedebiliyordu. Onun iç dünyasındaki o karmaşık duyguları çok iyi biliyordu. "Ah be güzelim benim, canım anam," dedi usulca. Gittiği görevler ailesinden ayrı kalmasına sebep olsa da buna değdiğini biliyordu. Arkadaşlarının, kendisinin ve diğer askerlerin çabası olmasa ne vatan kalırdı ne de bayrak. Bu yüzden ailesinin özlemine karşı dişini sıkıyor, aslanlar gibi birliğine verilen operasyona gidiyor, gıkını bile çıkarmadan üstesinden gelip geri dinlenmeye çekiliyordu. Bu tep düze hayata alışmıştı. Annesinin alışamayacağının farkındaydı. Bu yüzden onu rahatlatmak için elinden geleni yapıyordu.

Caner, annesine moral vermek için konuşmaya devam etti. "Bir şey olmadı anneciğim, sen merak etme. Sadece biraz yorulduk, o kadar. İyiyim. Hatta sesini duydum, daha iyi oldum. Babam yanında mı? Onu da çok özledim."

"Burada. Dur, hoporlöre alayım da o da senin sesini duysun."

Caner, bekledi. Daha sonra babasının sesini duydu. O sırada gözlerini dolduran yaşların akmaması için kendini epey zorlaması gerekti. "Oğlum, nasılsın? İyi misin? Her şey yolunda değil mi? Bir ihtiyacın var mı? Sana iyi bakıyorlar mı?"

Caner, babasının sözleri üzerine gözleri yaşlı olmasına rağmen gülmeden yapamadı. "İyiyim babacım. Sesinizi duydum. Daha iyi oldum. Merak etmeyin. Hiçbir sorunum yok. Hiçbir şeyim eksik değil. Bana çok iyi bakıyorlar."

"İyi, iyi," dedi babası rahatlamış bir sesle. "Buna sevindim. Eee, geliyor musunuz yakın zamanda?"

Caner, kaşlarını çattı. Bilmiyordu. Bir süre rahat bırakılmalarına rağmen yakın bir zamanda yeni bir görev çıkabilirdi. Bu yüzden sanırım bir süre daha burada kalacaklardı. "Beklemedeyiz baba," dedi. "Ne zaman gelebileceğimi bilmiyorum. Gelecek olduğum zaman sizi tekrar ararım."

"Anan sevdiğin yemekleri yapacak ha. Sen iste yeter," dedi babası.

"Tamam baba," dedi Caner. Arkasından kendisine kapatmasını söyleyen komutanının sesini duyduğunda "Kapatıyorum. Sonra konuşuruz," dedi ve telefonu kapattı.

Caner, telefonu kapattıktan sonra hızla toparlanarak Binbaşı Emre Özkan’ın yanına gitti. "Komutanım," dedi dikkatlice. "Benden istediğiniz bir şey mi var?"

Binbaşı Emre, ona hafif bir tebessümle bakarak, "Önce bir kahvaltı yapalım. Sonrasında hep birlikte futbol oynayacağız," diyerek Caner'i bilgilendirdi.

Caner, komutanının planlarını duyduktan sonra, askerî bir disiplinle "Emredersiniz komutanım," dedi ve komutanının peşinden yemekhaneye doğru ilerledi.

Yemekhane, her zamanki gibi sıcak bir atmosferle doluydu. Askerler birlikte kahvaltılarını yaparken, rahatça sohbet ediyor, bir yandan da günün geri kalanında ne yapacaklarını konuşuyorlardı. Kahvaltının ardından hep birlikte dışarı, üs bölgesinin geniş bahçesine çıktılar. Sıcak güneş altında, askerler arasında hızlıca görev dağılımı yapıldı ve iki takım oluşturuldu.

Maç başladığında herkes oyuna kendini kaptırmıştı. Bordo bereliler, disiplini kadar takım ruhuyla da tanınırdı, bu yüzden futbol maçı bile bir strateji savaşı gibiydi. Karşılıklı ataklarla geçen maç sonunda, skor 3-2 olduğunda kazanan takım Yüzbaşı Ali Çelik'in takımı oldu. Ali Çelik’in takımı sevinç çığlıklarıyla galibiyeti kutlarken, Caner ve diğer takım arkadaşları da yorgun ama mutlu bir şekilde sahada birbirleriyle şakalaşmaya başladılar.

Bu kısa ama keyifli futbol maçı, görevlerin yorgunluğunu üzerlerinden atmanın ve takım ruhunu pekiştirmenin en iyi yoluydu.

Bölüm : 01.10.2024 17:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Ceren Oktay / SAVAŞIN GÖLGESİNDE 1 / BÖLÜM 3
Ceren Oktay
SAVAŞIN GÖLGESİNDE 1

105.13k Okunma

5.85k Oy

0 Takip
111
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...