71. Bölüm

70.Bölüm

yaren bayraktar
yarenbay30

70.Bölüm: Geleceği Sunmak

Taksiye biner binmez arkamda kalan karanlık binaya, annemin titreyen sesine, Sema’nın telaşlı bakışlarına veda ettim. Her şey çok hızlıydı ama aynı zamanda bir ömür kadar yavaştı. İçimde garip bir sessizlik vardı; fırtına sonrası çöken türden. Rüzgar durmuştu ama enkaz hâlâ ayaktaydı.

 

Telefonum çalıyordu. Bir kez, iki kez, üç kez… Sema. Dilay. Sonra annem. Hepsini susturdum. Ekranı kararttım. Bu yolculukta kimse bana eşlik edemezdi.

Bugün kaçınca defa daha bindiğim taksinin arka koltuğunda camı indirip serin havanın bana eşlik etmesine izin verdim.

En başta yapmam gereken buydu belkide...

Çok direnmiştim..

Ve şuna hep inanmıştım. Neyi istemezsen ona çekilir, neyi istersende ona uzaklaşırsın..

Hep böyle olmamışmıydı zaten?

Kuzeyin kazası, Baranın onlardan ayrılmasının hoş karşılanması,babamın durumu...

Hatta çok çok öncesindeki anormal davranışlar..

Bir çok detayı gözden kaçırmıştım.

Bütün herşey bir anda olmamıştı aslında, koşullar hazırlanmış ve sırasını beklenmişti.

Her adımda bir şeyleri daha çok kabulleniyordum. Kendimle barışırken, içimdeki savaşı bitirmek üzereydim.

 

Şoförün yavaşlayan aracı çakıllı yolda ağır ağır ilerledi. Farlar çelik gibi parlayan koca kapıya vurduğunda içimde bir şey kıpırdadı. Hatırladım… burada durmuş, içerideki kalabalığı dinlemiş, saklanarak içeri sızmıştım bir zamanlar. Şimdi ise her şey açık, çıplak ve kaçınılmazdı.

 

Taksiciye bir miktar para uzatırken parmaklarım titredi. Teşekkür edecekmiş gibi başını eğdi ama ağzından tek kelime çıkmadı. Kapıyı çekip indim. Topuklarım taş zeminde yankılandı. Çelik kapıya yürürken içimdeki nabız sesi her şeyin önüne geçti. Yumruk haline getirdiğim elimle iki kez sertçe kapıya vurdum.

 

Metal tok bir sesle karşılık verdi. Ardından kapı ağır ağır aralandı.

 

İçeriden biri belirdi. Dev gibiydi. Geniş omuzları, iri görünüyordu. Bir anlığına elini beline götürdü. Sanki sadece davetsiz değil, tehdit de sayılmıştım. Sonra beni baştan aşağı süzdü ve elini geri çekti.

 

"Kimsin?" dedi. Sesi kalın ve buyurgandı.

 

"Doğan ile konuşmam lazım," dedim. Sesim sakin ama doluydu. Direnmeden ama vazgeçmeden.

 

Adam kaşlarını çatarken yanındaki kişilere eğilip bir şeyler fısıldadı. Gözüm, onların el hareketlerinde, bakış alışverişlerindeydi. Birbirlerini tartıyor, durumu tartışıyorlardı.

 

"Bize böyle bir bilgi verilmedi!" dedi sonunda. Sesi biraz daha sertti.

 

İçimde yükselen sabırsızlık dışıma taşmadan önce sustum. Dişlerimi sıktım.

Beyaz Saray mı burası?

Her yer sustu. Her şey diken üstündeydi. Kapıda birikmiş sessizlik, içimdeki bağırtıyı bastıramıyordu.

 

"Hadi ama! İçeriye girmem gerek diyorum!" diyecek gücü zor buldum. Sesim çatallaştı.

Adam bir adım dahi çekilmedi. Kalas gibi önümde duruyordu. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Göz göze geldik. Kazanamayacağımı biliyordum. O sırada… arkadan ayak sesleri duyuldu.

 

Kapıdaki adam önce göz ucuyla, sonra bedenini çevirerek sesin geldiği yöne döndü.

 

Ay ışığı, gelen kişinin yüzünü net gösterdiğinde içimden bir “O...” geçti.

Davet gecesi. Otopark. Karanlık. Omzuma çarpan yabancı...

Şimdi burada karşımdaydı.

 

Sessizce adamın yanına geldi, kulağına eğildi, bir şeyler fısıldadı. Diğer adam ona boyun eğercesine çekildi. Sonra yüzünü bana döndü. Gözlerinde ne küçümseme vardı, ne de yardım. Sadece görevini yapan bir yabancıydı.

 

Bana geçmem için başıyla bir işaret yaptı.

 

Ona kısa bir baş selamı verip adımlarımı hızlandırdım. Kapının içinden geçtim.

Evet. Artık içerdeydim.

 

Taş döşemeli geniş avlu sessizdi. Karanlık bahçe fıskiyesinden gelen su sesi dışında her yer ölüm sessizliğine gömülmüştü. Kuş bile ötmüyordu. Burası Doğan’ın dünyasıydı. Soğuk. Kontrollü. Erişilmez.

 

Evin giriş kapısı açıktı. Hizmetli girişinden değil, ana kapıdan girmiştim bu kez.

İçeriye ilk adımımı attığımda, burnuma karışık bir parfüm ve eski kitap kokusu karıştı. Loş lambalar salonu yarı yarıya aydınlatıyordu. Mermer zemine basarken yankılanan topuk seslerim, bu anın ne kadar gerçek olduğunu her adımda hissettirdi.

 

Salonun kapısına vardım.

 

Kapıyı yavaşça ittim.

 

Salon, sanki beni bekliyordu. Kocaman kanepeler yerli yerindeydi. Boydan camlar açık, şömineye dokunulmamıştı. Ama masa...

Uzaktan öylece inceledim. Onu bulmak için gelmiştim fakat ortada o dahil kimse yoktu.

Bir şey dışında..

Masada duran gümüş o şey..

Tanıdık gelmişti. Oraya ilerledim..

Üzerinde kuzgun figürü olan o kolye..Nerede kaybettiğimi bile bilmiyordum ve onun bunu nerede bulduğunuda..

Yavaşça parmaklarımın arasına aldım.

Boynumdaki yerine geri taktım.

İşte gelme sebebim buydu.

Kabullenmek.

Ucundaki karga figürünü avucumun arasında tutup görünür bir yere sabitledim.

Elimdeki çanta ve telefonu masada bıraktım ve tüm ağırlıklarına kurtuldum. Salonun bağladığı arka bahçeye çıktım yavaşca.Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Sonra derinlerden gelen uğultuyu dinledim. Kalabalık bir uğultu.Bahçedeki ağaçlık alana baktım.Bilemiyorum belkide küçük bir orman..

Havuzun kenarından, bahçeyi çevreleyen taş duvarın hemen yanından dolaşarak ağaçlık alana doğru ilerledim. Daha önce buraya hiç dikkat etmemiştim; gizli bir patika, taşlarla döşenmiş, hafifçe aşağıya doğru iniyordu. Yavaşça, dikkatle etrafıma son kez bakarak patikaya adım attım. Ayaklarım taşların üzerinde sessizce kayarken, uğultular netleşti, yaklaşmaya başladı. Sanki içimdeki korku, her adımda büyüyordu. Oraya gitmek istemeyen bir parçam, geri çekilmeye çalışıyordu ama duramıyordum.

 

Patikayı izledim, adımlarımı hızlandırdım. Sonunda ağaçların son bulduğu noktada geniş bir iskeleye vardım. Uçurumun kenarına inşa edilmiş, etrafı ahşap korkuluklarla çevrili bu iskele, altındaki uçsuz bucaksız vadinin ve derin ormanın bütün ihtişamını gözler önüne seriyordu. Rüzgar hafifçe esti, saçlarımı okşadı; ama çevremdeki kalabalık, bu sessiz huzuru bozan tek unsurdu.

 

İndikçe indim. Uzun bir yol değildi aslında ama adımlarım oraya gitmek istemediğinden geri çekiliyorum sanki.

Nihayetinde ağaçlık alanın son bulduğu yerde bir iskele gördüm. Uçurumun ucuna yapılmış geniş ve tüm bu manzarayı altına alan bir alan.

Kalabalıktı...

Yüzlerine ve stillerine daha önceden de aşina olduğum adamlar büyük bir dairenin etrafında toplanmıs gibiydiler.

İskeleye yaklaştıkça uğultu daha da netleşti. Her adımımda ayaklarım taşlara sürtünüyor, kuru dallar çatırdıyordu ama burada kimse doğanın sesini umursayacak kadar huzurlu değildi. Sessizlik bir kurgu gibiydi; içten içe büyüyen bir tehlike barındırıyordu. Ağaçların arasından geçerken, üzerimdeki rüzgârın sertliğiyle ürperdim. Havanın bir ağırlığı vardı artık.

 

Ve sonra…

 

Bir karga.

 

Yanımdaki dallardan biri üzerinde ani bir çığlık kopardı. Tüyleri kabarmış, gözleri simsiyah bir gölge gibi parlayan kuzgun, varlığımı haykırdı adeta. Herkesin dikkatini çekecek kadar keskin, tiz bir ses. İçimde bir yer burkuldu. Kalbim daha hızlı atmaya başladı.

 

İskelenin açıldığı düzlüğe adımımı attığım anda her şey yavaşladı sanki.

 

Kalabalık bir çember vardı. Merkezde bir boşluk, ve o boşluğun içinde…

 

Baran.

 

Yüzünde kan, dudağı patlamıştı. Bir kaşı tamamen açılmış, gözünün biri neredeyse kapanmıştı. Kırılmış bir şey gibi duruyordu; eğilmiş, iki dizinin üzerine çökmüş, soluk soluğa.Sema onu bu halde görseydi kim bilir ne yapardı. Onun hemen sol yanında, Gökhan. Omzu çıkmış gibi sarkıyor, başı eğikti, alnında bir çizgi boyunca uzanan kan kurumuştu.

 

Ve bir diğeri.

 

Tanımadığım bir adam. Belki bir muhbir, belki de kurban. Ama diğerlerinden farklı değildi… elleri bağlı değildi, ama kafası önünde, boynu büküktü.

 

Sustular. Kalabalığın uğultusu, kuzgunun çığlığıyla birlikte durmuştu. Tüm bakışlar bir anda bana döndü.

 

Sesim benden bağımsız kopup çıktı. Kendime engel olamadan bir adım attım, sonra bir adım daha… ve sonra koşmaya başladım.

 

“Bırakın onları! Ne yapıyorsunuz siz?”

 

Ayaklarım çıplak taşlara, dikenlere çarpıyor, ama acıyı hissetmiyordum. Nefes nefese, çıldırmış gibi koştum. İçimdeki panik yükselmişti, gözüm başka hiçbir şey görmüyordu.

 

Kalabalık arasında biri – bir adam – kolunu kaldırarak bana doğru yaklaştı. Gömleğinin düğmeleri açıktı, altında kan lekesi. Bir koruma mıydı, yoksa bu gösterinin başındaki kişi mi bilemedim.

 

Ama hiçbiri umurumda değildi.

 

Baran’ın yanına diz çöktüm. Göz göze geldiğimizde, yüzüne bir ifade yayıldı – sanki hem şaşkınlık hem de “Git buradan” diyen bir yalvarış.

Gözüm, Gökhana kaldı. Yüzüme bakmadı hiç. Her zamanki gibi kibiriyle..

Koca koca adamların arasında, tehdit dolu bakışların, susturulmuş korkuların ve bastırılmış öfkenin ortasında ben vardım artık.

 

Ve sonra…

 

Kalabalık hafifçe yarıldı.

 

Ayak sesleri.

 

Yavaş, ağır, kararlı.

 

Aralarından biri bana doğru yaklaşıyordu.

Gölgelerin içinden belirirken önce silueti, sonra bakışı vurdu beni.

 

Doğan.

 

Üzerinde tek bir çizik yoktu. Ama gözlerinde...

Tanıdığım o gri, soğuk ve derin bakışlar… değişmişti.

Sanki içinde bir kasırga dönüyordu ama dışı hâlâ buz gibiydi.

Yaklaştı.

Birkaç adım önümde durdu.Nefesim kesildi.

Göz göze geldik.Hiçbirimiz konuşmadık önce.

Zaman donmuş gibiydi.

Arkamda, yerde kanlar içinde Baran ve Gökhan. Önümde, gözleri geçmişi anımsıyormuş gibi titreyen Doğan.

 

Ve ben, kelimelerin boğazımda düğümlendiği bir yerde…

 

Sonunda bir adım daha attı bana doğru. Sesi neredeyse fısıltı gibiydi ama taşıdığı ağırlıkla her yere yayıldı:

 

“Burada ne işin var?”

İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışsam da sesim titreyerek çıktı.

 

“Onları infaz mı edeceksin? Bunun adı adalet değil. Bu... bu, katliam!"

 

Doğan, gözlerini benden ayırmadı. Sert ve donuk bir ifadeyle baktı bana. Birkaç saniye boyunca yalnızca nefes alışverişimiz duyuldu.

 

Sonra bir adım attı bana doğru.

 

“Senin adalet anlayışına göre evet.” dedi. “Ama kabul et, senin durduğun yer de artık şüpheli.”

Bedenim bir adım geriye çekildi. Kalbim sanki göğsüme sığmıyordu. Zamanında ona olan ihanetimden bahsediyordu belkide.

 

Sonrasında arkamda bir hareketlenme oldu.

Adamları harekete geçti. İkisi birden Gökhan’ın ve Baran’ın arkasına geçip yere çökmüş bedenlerine silahlarını doğrulttular. Üçüncü bir adam da, biraz geri planda kalmış olan o yabancıya yöneldi. Soğuk namlular çıtırtılarla yerleştirildi şakaklarına.

 

Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Sadece nefes alışlarım duyuluyordu, derin ve titrek.

 

Ve o an...

 

Doğan başını eğmeden, yalnızca çenesini hafifçe yukarı kaldırarak o sessiz, alışıldık işareti verdi.

“Şimdi,” diyordu bakışları.

“Hayır…” dedim fısıltıyla. “Hayır, hayır, hayır…”

Ne olduğunu biliyordum bunun. Arkamda hareketlenen adamlar silahlarının hedeflerine çevirdiler ve artık hedefte bende vardım.

O gerilimle bakışlarım tekrar ona döndü.

Ve sonra..

 

Boynumdaki zincire uzandım. Bunu planlamamıştım. Bu bir refleks değildi. Bu… bir hatırlatmaydı.

 

Yavaşça zinciri kıvırdım parmaklarıma, sonra ortasındaki figürü tuttum. Kuzgun. Gümüş parıltılı, gözleri boş ama derin. Doğan’ın bana bir zamanlar taktığı, bana ait olmayan ama beni seçtiğini söyleyen o işaret. Onların sembolü. Aitliğin ve sessiz onayın damgası.

 

Kendisine doğru bir adım attım. Korkmuyordum. Sesimi yükselttim.

 

“Bunu sen taktın bana.”

Kolye şimdi göz hizamdaydı. Parlıyordu.

Doğan’ın gözleri oraya kilitlendi.

İçimden gelen tüm gücümle konuştum.

 

“Bu sembol ne anlama geliyorsa… ben hâlâ o hakkı taşıyorum.Ve şimdi, bu konuda söz hakkım var.”

Sessizlik.

Adamlar hâlâ silahlarını tutuyordu.

Ama artık nefeslerini bile tutuyorlardı.

Doğan’ın yüzü kıpırdamadı, ama gözlerinin içi çalkalanıyordu.Sonrasında başını yana hafif yatırıp sırıttı.

Evet, artık onun dilinden konuşuyordum.

 

Kolyemi sımsıkı tutarken gözlerimi Doğan’ınkinden ayırmadım. Sessizlik ağırlaşmıştır. Adamlar tetikte, ama beklemektedir. Doğan’ın bakışlarında hâlâ bastırılmış bir öfke, ama onun altında başka bir şey kıpırdanır: merak.

 

"Senin adına konuşmamı istiyorsan, o zaman ben de kendi kurallarımı koyarım."

Elimle üç adama gösterdim.

"Onlar bana ait. Onlar benim kefilim. Eğer bu adamlara bir zarar gelirse, bu kez sessiz kalmam.Ben senin seçtiğin kişiydim, unuttun mu? Ve şimdi ben seçiyorum.Kimin yanımda duracağını…Kimin yaşamayı hak ettiğini."

Kolyeyi bir an göğsüme bastırdım. Sesim alçaldı ama keskinleşti.

 

"Bana verilen bu kolye… ben onu taşımanın hakkını şimdi talep ediyorum."

Kısa bir sessizlik oldu. Doğan’ın yüzündeki ifade çözülmez ama ardından başını hafif yana eğdi ve dudaklarının kenarı kıvrıldı.

 

"Senin bu hâlin... İşte şimdi tanıdığım kadına benziyorsun."

 

 

Doğan’ın bakışları adamlarına kaydı. Gözleri karanlık bir sessizlikle emri verdi, sesi çıkmadı ama hareket yeterince güçlüydü. Başını yalnızca bir kez, neredeyse fark edilmeyecek kadar hafifçe salladı.

Ve o anda silahlar indi.

Tetik parmakları gevşedi.

Metalin soğuk tınısı, odadaki gerilimi kesip attı.

 

Adamlar geri çekildi—ama gözleri hâlâ üzerimdeydi.

Kiminle karşı karşıya olduklarını anlamışlardı.

O an, bir ağırlık kalktı üzerimden. Ama zafer gibi değildi bu.

Bir hakediş, bir hatırlatma, bir uyarıydı.

Kendi yerimi, kendi dilimde ilan etmiştim.

Doğan bana bakmaya devam etti. Dudaklarının kenarında kıvrılan o yarım gülümseme, hem takdirin hem meydan okumanın izlerini taşıyordu.

Ama en önemlisi: hatırlamıştı beni.

İlk kez değil,yeniden.

Ve bu kez, kendi şartlarımla.

Göğsümde hâlâ kolyenin ağırlığını hissediyordum.

Ama artık bir yük değil, bir mühür gibiydi.

Sözüm söylenmişti. Karar verilmişti.

Sessizlik içinde, nefeslerin yeniden alındığı o kısa an…

Bedenen kazanmıştım, fakat ruhen kaybımın son iç cekişiydi bu.

 

 

 

Bölüm : 25.05.2025 19:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...