69. Bölüm: Yüzleşmelerin Evi
Evin kapısını açarken anahtarlar elimden düşecek gibi oldu. Evi sadece yatmak için kullanır olmuştum. Parmaklarım terliydi. Zihnimde hâlâ doktorun söyledikleri çınlıyordu. O anın ağırlığı omuzlarımdan hiç inmeyecek gibiydi. Kuzey’in yoğun bakımdaki yüzü… yüzü bembeyazdı. Elleri cansız, gözleri yarı açık… O hâli gözümün önünden gitmiyordu. Durumu ise hâlâ stabildi.
Artık ailesi yanındaydı ve nöbeti onlar devralmıştı.
Nihayet günler sonra kendimi evime adamakıllı atabilmiştim.Kapıyı kapatınca arkamdan yavaşça kapanan tok ses, içimde bir şeyin koptuğuna işaret gibiydi. Sanki eve değil, mahkememe girmiştim. Sadece kısa adımlarla salona yürüdüm. Ayakta durmaya devam edersem belki hâlâ güçlü görünürdüm.
Işık açıktı. Hâle kanepede oturuyordu. Elinde telefon yoktu. Kitap yoktu. Televizyon açık değildi. Sadece bekliyordu. Beni. Bilerek, isteyerek.
Göz göze geldiğimiz an, dudaklarının kenarına ince bir kıvrım yayıldı.Gözleri kızarıktı.. Ne tam bir tebessüm, ne de üzgün bir ifade. Daha çok yargıçların taktığı o hissiz maskeler gibiydi.
“Geldin,” dedi sakince. “Bekliyordum.”
Cevap vermedim. Üzgün olduğunu biliyordum. Kuzey onun yıllardır onun en yakın arkadaşıydı. Fakat bende üzgündüm.İhanete uğramışlığım çabası..Ceketimi çıkarıp koltuğun kenarına bıraktım. Ellerim hâlâ titriyordu. Boğazımdaki düğüm konuşmamı zorlaştırıyordu ama bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyordum. Henüz ne olduğunu bilmiyordum.
Hâle ayağa kalktı. Ayak sesleri odada yankılandı. Bana doğru birkaç adım attı. “Nasılsın?” diye sordu. Sesi yumuşaktı ama o tonun ardında bir şey vardı. İğneli, hesap soran bir şey.
“Nasılsa öyleyim." dedim. Sesim çatallıydı.
Başını eğdi. Sahte bir üzüntüyle mırıldandı: “Kuzey için çok üzgünüm… Ama bu durumun bazı sebepleri de var, değil mi?”
Donakaldım. Sanki biri yüzüme tokat atmıştı.
“Ne demek istiyorsun?” dedim, yavaş ama keskin bir tonda.
“Yani…” dedi, omuzlarını silkti. “Belkide bunu yapmamalıydım. Kuzey ile sen...Eğer öyle olsaydı şuan bunları yaşamazdık?”
Yutkundum. Ellerim yumruk olmuştu. Gözlerimi kısmadan ona baktım. “Sen şu an beni mi suçluyorsun?”
“Ben kimseyi suçlamıyorum,” dedi, başını sağa eğip yapmacık bir nezaketle. “Sadece… Kazanın olduğu gece onun orada olmasına sen sebep oldun, farkında bile olmadan.”
“O adam beni almaya geliyordu!” diye patladım sonunda. “Kendi isteğiyle! Kaldı ki bunun böyle olmasını sen istemedin mi zaten.Hatırla ne kadar mutluydun?"
“Ama yemeği sen kabul ettin, değil mi?” Gözlerinde kıpır kıpır bir şey vardı artık. Zehirli bir haklılık. “Sen mesaj attın, sen evet dedin. O da geldi. Ve şimdi…” sesi kısıldı, “Yoğun bakımda.”
İçimde bir şey paramparça oldu. Ne vicdan, ne suçluluk… Bu, artık ihanetin taşan kupasıydı. Yeterdi.
Yaklaştım. Onunla aramdaki mesafeyi kaldırdım. O bile geri adım atmadı. Çünkü hâlâ güçlü olduğunu sanıyordu. Ama bilmiyordu… Ben artık susmayacaktım.
“Biliyor musun Hâle.!" dedim, sesim buz gibiydi, “Senin suçlamaların, bana hissettirmeye çalıştığın o sahte vicdan… hepsi sadece suçluluğunu bastırma çaban.”
Kaşları çatıldı. Gözlerinde bir anlık belirsizlik.
“Ne demek bu?”
“Güya ev arkadaşıydık değilmi? Dile kolay altı ay...Aynı evde kaldık, aynı tabaktan yedik,aynı filmde güldük...Söylesene benimle bir araya gelmen tesadüfmüydü?"
Hâle’nin yüzü bir an için dondu. Gözbebekleri büyüdü. O kaçamak bakış... işte o an her şey yerli yerine oturdu.
“Ben sana güvenmiştim,” dedim, sesim titremiyordu artık. “Senin bana bu kadar yakın davranışlarını, gece yarısı yaptığımız konuşmaları, hiçbirini sorgulamadım. Çünkü bana arkadaşlık yapıyorsun sandım. Oysa şimdi… her şey çok açık.”
Hâle derin bir nefes aldı ama sustu. Sustukça kaybettikçe kayboluyordu.
“Sen beni en başından beri izliyordun, değil mi?” dedim. “Ne zaman Kuzey’le konuşsam her detayı biliyordun. Ne zaman çıkacağım, ne zaman döneceğim... Her şeyin bir anlamı vardı senin için, değil mi?”
"Saçmalıyorsun,” dedi, dudakları titreyerek. “Bu söylediklerin... cidden inanıyor musun bunlara?”
“Sen bunun için birine rapor veriyordun!” diye bağırdım. "Sakın inkâr etme. O gizli mesajlar, odana kapanıp saatlerce telefonda konuşmalar... Kiminle konuşuyordun Hâle? Söylesene Doğan o gün beni bulduğunda kim olduğunu biliyordun değil mi? Nasıl beni zora sokacak bir şey yapabilirsin?"
Hâle gözlerini kaçırdı. Fakat direnmeye drvam edeceği belliydi.
" Sen kafayı yemişsin! Beni ne ile suçladığını bile bilmiyorum." dedi, sesi çatlamıştı ve yanımdan uzaklaşmaya kalkıştı. Kolunu tutup onu kendime yaklaştırdım.
“Bahane üretme,” dedim sertçe. “Beni korumak değildi derdin. Her adımımı izledin. Ne zaman Kuzey’le yakınlaştıysam, ne zaman bir şeyden şüphelendiysem, hemen bir şey çıktı karşıma. Senin yönlendirmelerinle. Sen... beni yavaş yavaş yalnızlaştırdın!”
“Ben seni yalnız bırakmadım.” dedi, öne doğru bir adım attı.
" Aç telefonunu ve en son konuştuğun kuzenini aratıp hopörlere ver! Kendini kanıtla!"
" Üzüntüden kime saracağını şaşırmışsın sen. Kolumu bırak bu konuyu daha fazla kafa karıştırıcı hale getir-"
Kolunu ellerimin arasında çekmeye çalışmışsada izin vermedim.
“Yeter!” diye kestim sözünü. “Kuzey’in kazasında senin de payın var. Ne kadar inkar etsende bu işleri bu raddeye geziren sensin. Sen yaptın. Söylesene fotoğraf makinende yer alan resimin, Doğanın kasasında ne işi var. Kime çalışıyorsun? Kimin için? Gökhan...Doğan...Bir başkası... Ya da belki de Keskin..."
Keskin, dediğim anda gözlerini kapattı ve gözünden bir damla yaş yanağında kayboldu.
Aklıma hiç gelmemişti. Fakat makul bir isimdi.
" Başta öyleydi..."
İşte kabul etmişti.
“Ama sonra sadece... biraz uzak durmasını istedim." dedi Hâle, sesi fısıltıya dönmüştü. “İkinizi de... korumak istedim.”
Kuzey ve beni kasdetiyordu sanırım.
“Hayır,” dedim. “Sen sadece ona sadıktın. Ona ait kalmak istedin. Onun güvenini kazanmak. Belki de onun seni seçeceğini sandın. Ama onun ne beni ne seni seçeceği yoktu. Ve sen bunu bilerek beni sattın.”
Gözlerinden yaş süzülmeye başlamıştı artık. “Ben seni arkadaşım sandım,” dedim daha sessiz ama daha keskin bir sesle. “Sen ise... bana ait ne varsa ona taşıdın. Kimliğimi, korkularımı, sırlarımı... Her şeyimi sattın. Ve şimdi... Kuzey’in başına gelenin ardından kalkıp beni mi suçluyorsun?”
Hâle ağzını açtı ama kelimeler çıkmadı.
Ben ise geri adım atmadan devam ettim:
“Sana bir şey söyleyeyim mi? O şimdi nedeni bile belli olmayan bir kaza sonucu yoğun bakımda. Bir bakıma iyiki bunları bilmiyor, senden utanırdı,Hâle!"
Salon sessizliğe büründü. Kalbim güm güm atıyordu ama sesim sakindi. Gözlerim onun gözlerinde, ağlamasına izin vermeden, acımasına yer bırakmadan son sözümü söyledim.
“Bu ev artık ikimize dar. İstersen şimdi çık git. Ya da dur, ben giderim. Sırf Kuzeyin hatrı için...”
Biraz önce çıkardığım ceketi ve çantamı alarak kapıyı açtım.Hiçbir şey söylemedi. Gözyaşları sessizdi ama diz çökmüyordu. Arkama bakmadan çıktım.
Kapı kapandı. Bu defa tok bir sesle değil... sanki bir defter kapanır gibi sessizce.
Hâle’yi kaybetmemiştim. Onu çoktan yitirmiştim. Ama şimdi, onu unutmama gerek yoktu.
Çünkü onun maskesi artık düşmüştü.
Ve ben... artık susmayacaktım.
****
Eve dönmek istiyordum. Sığınacak, saklanacak değil… sadece susacak bir yer. Duvarların konuşmadığı, kimsenin beni bilmediği bir yer. Ama o ev bile artık yabancıydı. Hâle’nin nefesinin değdiği odalarda adım atmak istemedim. Ayaklarım beni otomatik olarak ailemin evine götürüyordu. En azından annemin dokunduğu perdeler, babamın sabahları gazetesini bıraktığı masa… bir nebze nefes aldırabilirdi.
Yolu tanıyordum. Her kavşak bir çocukluk anısını, her tabelada bir geçmiş kırıntısını hatırlatıyordu. Gözüm dışarda, aklım Kuzey’in yoğun bakımda kapanmayan gözlerindeydi. O an telefon çaldı. Ekranda annemin adı parlıyordu.
Açmak istemedim önce. Ama içimde bir kıpırtı… bir sızı. Parmaklarım titreyerek ekrana dokundu.
“Efendim anne?”
Sesi tuhaf geldi. Bastırılmış bir ağlama, zorlanmış bir dinginlik:
“Umay… Baban…”
“Ne olmuş babama?”
“Baban… karakoldalar şimdi. Şirkette... zimmetine geçirilmiş para varmış. Bilmiyoruz… Biz hiçbir şey bilmiyoruz, kızım.”
Kafamdan aşağı buz gibi bir şey döküldü. Taksinin arka koltuğunda bir el hareketimle ilerlemeyi durdurdum. Kalbim değil, ellerim uyuştu önce. “Ne diyorsun sen?” dedim, ama sesim bana ait değildi. “Babam… nasıl yani?”
“Onu karakola götürmüşler. Müdür aradı. Avukat çağırmamızı söylediler. Umay… lütfen hemen gel.”
Telefon elimde kaldı. Yol birden bulanıklaştı. Gözlerimin önüne babam geldi. Her sabah aynı saatte kalkıp kravatını özenle bağlayan, asla geç kalmayan, dürüstlüğüyle övünen adam… Karakol… zimmet… Bu kelimeler babamın yanında bir araya gelemezdi. Gelmemeliydi.
Emniyet binasının önünde durduğunda taksiciye bir miktar para verip araçtan indim. Aracın içinde hava ağır, kalbim ritmini şaşırmış gibiydi. Babam... zimmet... ve karakol. Kafamda bu üç kelime arasında bağ kuramıyordum.
Kapıyı açıp indiğimde dizlerim hafifçe titredi. İçeri adımımı attığım an soğuk floresan ışıklarının altındaki steril koku burnuma çarptı. Görevli masasına yaklaştım.
Babamın adını soyadını verirken ne konuştuğunu asla bilmiyordum.Herşey o kadar hızlıydı ki...
“Mali suç mu? Detay alabilir miyim? Babam bir muhasebeci değil. Onun doğrudan para akışına erişimi bile yoktur.”
Memur başını kaldırdı. Hafifçe başını sağa yatırdı, yumuşak ama mesafeli bir sesle konuştu:
"Hanımefendi, dosya soruşturma kapsamında. Ancak şunu söyleyebilirim: Şirket hesabından şahsi bir hesaba yaklaşık iki haftada parça parça aktarılan toplam 3,4 milyon Brezilya Reali tespit edildi. Gönderilen hesap, babanızın kendi adına açılmış ama daha önce aktif olmayan bir hesap. Şirket şikâyetçi olmuş."
“N-nasıl yani?” Boğazım kurudu. “Hangi şirket?”
Polis, tekrar bilgisayara döndü, göz ucuyla ekrana baktı.
"Mavros Grup... bir iştirak firmasıymış. Sizin tanıdığınız olabilir mi?”
İçime bir şey çöktü. Dizlerimin arkası boşaldı sanki. Mavros… Bu ismi duyduğum an zihnimde o geceki büyük davetin yankısı çınladı. Kartal Mavros mu demişlerdi. Doğanın babası..Doğan’ın yüzü. Mâran Velásquez’in kayıtsız bakışları. Kaybolan sayfa. Tüm yollar bir yere çıkıyordu. Doğan’a.
“Ben bu şirketi biliyorum,” dedim yutkunarak. “Ama babam onlarla nasıl bağlantılı olabilir?”
Polis, ilgisini kaybetmiş gibi omuz silkti. “İş ilişkisinin ne olduğu şu an net değil. Ama babanızın çalıştığı yerle bu şirket arasında alt yüklenici sözleşmeleri varmış. Aynı projelerde çalışıyorlarmış. Bu tür işler genelde kurumsal muhasebe ağına düşer ama burada bireysel hesaba aktarım yapılmış. Bu yüzden zimmet şüphesi doğdu.”
Şoktaydım. Babamın şirketi büyük müteahhit firmalarla altyapı işleri yapardı ama onun sadece teknik bölümde çalıştığını, finansal kararlar almadığını biliyordum. “Babam bunu bilerek yapmış olamaz,” dedim. “Bir yanlışlık var.”
“Hanımefendi, bunu söylemem uygun değil ama bu tür davalarda bazen çalışanlar paravan olarak kullanılır.” dedi memur. “Bazı hesaplar adına açılır, kullanılır, sonra çalışan bile anlamadan sorumlu hale gelir.”
İçimde bir şey zonkladı. “Yani… biri babamın üzerine hesap açıp, onun adına bu paraları mı aktarmış olabilir diyorsunuz?”
“Bunun gibi vakalar oldu,” dedi. “Ama bu, sizin babanızın ifadesiyle netleşecek. Kayıtlar inceleniyor. Şirket tarafı konunun peşini bırakmıyor çünkü bu para büyük bir proje ödemesiyle ilişkiliymiş. Brezilya’dan gelen bir fonun dağıtımı sırasında fark edilmiş.”
Brezilya…
Boğazımdan aşağı bir buz kütlesi indi. O an her şey birleşti. Bu para… bu isimler… Doğan’ın ailesi, kartel ilişkileri ve babamın bambaşka bir düzlemde içine çekildiği karanlık. Bilmeden, kontrolsüzce.
Dudaklarım titredi. “Babamla konuşabilir miyim?”
Memur başını salladı. “Mâalesef. Daha fazla yardımcı olamayacağım."
Yakınımdaki sandalyeye kendimi bıraktım neden bunlar benim başıma geliyordu. Neden herşey üst üste geliyordu. Etrafımdaki masumlar neden benim hatalarımın diyetini ödüyordu.
Başımı ellerimin arasına alırken emniyet koridorunda bana koşarak gelen Sema ve Dilayı bile zar zor seçebildim. Allah bilir annem nerede ne haldeydi şimdi!
" Hiç merak etme boşuna polis akademisi öğrencisi değilim. Halledeceğiz bir şey olmayacak."
Kafamda koca bir uğultu vardı. Kim ne söylüyor bilmiyordum. Kendimi yere bıraksam ne olurdu ki sanki...
" Baran beyimiz telefonu açarsa iyi bir avukat bulacağız.."
Diye mırıldanarak dolaşıyordu başımda Sema.
Sema’nın sesi, zihnimde yanan bir lamba gibi yankılandı.
“Baran Beyimiz telefonu açarsa iyi bir avukat bulacağız...”
Duyuyordum, ama anlamıyordum. Sesler suyun altındaymış gibi boğuk, uzak ve kopuktu. Kafamın içinde uğuldayan o yoğun baskı, kulaklarımın içini sıkıştırıyordu. Yüreğim göğsümde daralıyordu. Baran’ın telefonu açmaması…
Bu detayı zihnim neden bu kadar ciddiye alıyordu?
Baran hep açardı. Daima, her koşulda. Hatta Sema’yla ne zaman tartışsalar, ikisi saat fark etmeksizin yine birbirlerine ulaşmanın bir yolunu bulurdu. Ama şimdi? Şimdi ortada Umay’ın babası vardı. Mavros Grup vardı. Brezilya’dan gelen şüpheli paralar vardı. Ve Baran yoktu.
Boğazım düğümlendi. Elleri cebinde, önünde gezinen Sema bir yandan çaldırıyor, bir yandan kendi kendine söyleniyordu.
“Kaç kere aradım. Sessizde mi ki telefonu? Açsa bari...”
Telefon açılmıyordu.
Sanki bir kıymık, derimin altına girdi. Baran… neden şimdi ortadan kaybolurdu?
Gözlerim yavaşça yukarı, emniyetin soluk duvarlarına doğru kaydı.
Yutkundum. Boğazımdaki düğüm büyüdü.
“Baran... açmaz,” dedim fısıltıyla. “Açmayacak.”
Sema, irkilmiş gibi döndü bana. “Sadece uygun değildir, bilirsin işte...”
“Hayır, Sema,” dedim, yavaşça doğrulurken. Başımda bir zonklama vardı ama ayakta durmalıydım. “Baran bir şey biliyor. O hep bir şey biliyordu. Ve şimdi telefonu açmıyorsa... ya korkuyordur... ya da susması gerekiyordur.”
“Saçmalama, Baran korkmaz."
“Ya da susturuluyor.”
Dedim sessizce. Ayağa kalktım. Belkide kabul etmeliydim her şeyi...
Kaçmamalı bana sunulan hayata alışmaya çalışmalıydım.
Onu bulmam gerekiyordu.
Onun gözlerinin içine bakıp, "Neden?" demem gerekiyordu.
Ya da belki sadece, "Tamam." demek. Kabul etmek. Kendi geçmişimi, onun geçmişini, yaptıklarını, yapamadıklarını… ve aramızda örülen o görünmez bağın bir illüzyon değil, belki de en gerçek şey olduğunu.
Çünkü bazı insanlar, seni yıksa da senden geçemez.
Ve bazı hakikatler, seni paramparça etse de onları yaşamadan tamamlanamazsın.
Beni karanlığıyla tanıştıran adama doğru yürüdüm. İçimde hiç olmadığı kadar güçlü bir ışıkla. Kabullenerek, vazgeçmeyerek.
Ve belki de ilk kez... tamamlanarak.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
25.2k Okunma |
1.68k Oy |
0 Takip |
74 Bölümlü Kitap |