Bölüm 67: Fırtına Öncesi
Davetin üzerinden üç gün geçmişti. Her şey dışarıdan bakıldığında olağan seyrinde ilerliyordu. Ama içimdeki ses susmuyordu. O gece yaşananlar, açılan kasa, bulamadığım sayfa ve elime geçen o fotoğraf… Hâlâ boğazıma düğümlenmişti. Zühre’yle hâlâ konuşmamıştım. Karşı taraftan da bir çaba gelmemişti zaten. O kadar öfkeliydim ki herhangi bir karşılaşmada ağzımdan çıkacak kelimeler geri alınamaz olabilirdi. Kendime bile yabancıydım. Yaptığım her şey elimde patlıyordu.
Tek şansım, çalışmaktı. Hastane, zihnimi uyuşturmanın en güvenli yolu olmuştu son zamanlarda. Beyaz duvarların soğukluğu, acil servisin kaosu, monitör bipleri, kan kokusu ve kahve... Bunlar bile huzur veriyordu artık bana.
Vardiyam bitmişti. Parmak uçlarım uyuşmuş, omuzlarımda günün yükü ağırlaşmıştı. Üzerimdeki personel kimliğini çıkarırken saate baktım. Geçti. Ama ne zamandır geç kalıyoruz ki zaten kendimize?
Koridorlar hâlâ kalabalıktı. Sedyeler bir yanda geçiyor, hemşireler hızlı adımlarla evrak taşıyor, doktorlar ise yüzlerinde yorgun bir ciddiyetle dolaşıyordu. Beyaz ışıkların altında hepsi aynıydı: Bitkin ama ayakta. Ben de onlardan biriydim işte.
Sema’nın odasına vardım. Kapıyı usulca açtım. İçeride yalnızdı. Ceketini giymiş, çantasını toplamış, kahve makinesinin önünde dikiliyordu. Yoğun geçen bir günün ardından, sonunda yalnız kalabilmiştik.
Sema başını çevirmeden konuştu. “İyi misin?” dedi, karton bardağa kahve doldururken. “Üç gündür seninle doğru düzgün konuşamadık. O geceyi düşünüyor musun hâlâ?”
Oturmakla ayakta kalmak arasında kısa bir tereddüt yaşadım ama sonunda olduğu yerde çöktüm bir sandalyeye. “Her şey olması gerekenden fazla düzgündü,” dedim. “O ev… o gece… Doğan. Hiçbir şeyin gerçekten orada olduğunu hissetmedim.”
Bardağı bana uzattı. Parmak uçlarım sıcaklığı hissederken içimde buzlar çözülmedi. Hâlâ kasayı açtığım o anın, titreyen ellerimin ve göğsüme çöken boşluğun ağırlığındaydım.
“Sayıklayıp duruyorum ama… sayfa yoktu, Sema. Her şeyi bulmuş gibi hissettiğim anda en önemli şey elimden kayıp gitti.” Gözüm bardağın içinde dönen kahvede takılı kaldı. “Sadece... bir fotoğraf. Ve geçmişten bir parça daha.”
Sema dudaklarını büzdü, bir yudum aldı. “Ya sayfayı yanlış yerde arıyoruz ya da Zühre denen o şıllık, bizimle oynuyor. Sanırım ilk seçenek,” dedi, yüzünde inceden gelen o sabırsız sinir haliyle. “Doğan’ın babası, annesi ve Zühre... Bir bağ var. Ama ne?”
Gözlerim yavaşça odanın penceresine kaydı. Camın ardından hastanenin loş dış ışıkları görünüyordu. “O kadının baştan beri yalan söylediğini biliyordum. Kendini bize farklı tanıttı. Ona ihtiyacın olmasa—”
“Yalan söylediğini düşünmüyorum.” Sözünü kesmedim, sadece yavaşça araya girdim. “Zenginliği belliydi zaten. Bunu saklamıyordu. Sadece bazı şeyleri gizledi. Yanlışı yoktu; bize eksik bilgi verdi sadece.”
Bu sefer Sema bana döndü, bakışları kararsız ama daha yumuşaktı. “Eksik bilgi dediğin şey bu kadar tehlikeli olmamalıydı. Ama senin başını belaya soktu. O yüzden güvenemem ona.”
Ben kahveme bakarken o bardağını buruşturdu, çöpe attı. Ses, odadaki sessizliği böldü. Derin bir nefes aldım.
“Her ne yapıyorsa, çoktan gözüme batmaya başladı.” Kapıya yönelirken bana geçmem için eliyle işaret etti.
Yanına geçip onunla beraber koridorda yürümeye başladım. Ayak seslerimiz, loş koridor boşluğunda yankılanıyordu. Ayakkabılarımın tabanı yerle her temas ettiğinde içimde bir boşluk daha yankılanıyordu.
Merdivenlerden inerken bizim aksimize yukarıya çıkan ayak sesleriyle duraksadık. Basamakları ağır ağır çıkan kişi Kuzey’di. Beni görür görmez adımlarını yavaşlattı. Yüzünde kısa bir tereddüt belirdi. Sema’yla göz göze gelince başıyla selam verdi. Sonra bakışları bana döndü.
Gözleri bir anlık endişe ve heyecanla doluydu. Ellerini cebine sokmaya çalıştı ama sonra vazgeçti, ensesini kaşıdı. Duruşu, yüzü... her şeyle mahçuptu ama aynı zamanda içten.
“Umay…” dedi, sesi yumuşak ama aceleciydi. “Yanlış anlamazsan… bu akşam seni yemeğe çıkarmak istiyorum. Evinden alabilirim. Uygun olur mu?”
Gözlerim kısa bir an Sema’ya kaydı. Beklenmedik bir tepkisizlik içinde bana bakıyordu. Ama gözleri belirgin şekilde büyümüştü. Bir yandan da onu baştan aşağı incelemeyi bırakmamıştı.Kuzey’den haberi vardı belki ama bu samimiyeti ilk kez görüyordu.
“Tabii,” dedim. “Yedi gibi alabilirsiniz. Size de uygunsa…”
Kuzey’in yüzü bir anda gevşedi. Derin bir nefes aldı. Gülümsemesi kendini zor tutar gibi dudaklarının kenarına ilişti. Bir an gözlerini Sema’dan kaçırdı, sonra bana döndü.
“Peki... yedide oradayım o zaman,” dedi ve kısa bir baş selamıyla yanımızdan geçip merdivenleri hızla tırmanmaya başladı.
Onun gidişini izlerken, kalbimin nasıl da sessizce hızlandığını fark ettim. Ne olurdu, ne olmazdı bilmiyordum ama içimde bir şeyler kıpırdıyordu. En azından... bir yerlerde hâlâ yaşadığımı hatırlatan bir şeydi bu.
Sema ise yanımda çenesini tutmakta zorlanıyordu. “Ayyy! Çenem açık kaldı. Maşallah, işi bayağı ilerletmişsiniz. Evini nereden biliyor senin? Daha önce geldi mi yoksa? Baban duymasın, Umay!”
Hızlıca arka arkaya sıraladığı cümlelerle beni darlamaya başladı.
Gülerek bir elimi ağzına götürdüm. “Hâle aracılığıyla tanışıyorlar. Daha önce evime gelmedi. Böyle konuşma, bir duyan olacak,” dedim. “Babamdan utanmam gereken bir şey yapmıyorum ki... Zaten evlenmemi istemiyor mu?”
Elimi ağzından çekince hâlâ gülümsüyordu. “Maşallah... Çocukta iyi birine benziyor.Başında bu kadar dert varken gönül işine bakıyorsan helal olsun valla. Vurdumduymazlığın bana kendimi hatırlatıyor da şeyin haberi var mı bundan?”
Son basamağı da inip çıkış kapısına vardığımızda, onun bakışlarındaki ciddiyeti hissettim. Durduk.
“Doğan’ın…” diye tekrarladı. “Onun haberi var mı? Bu iş çözülmeden sana Kuzey yolları kapalı, haberin olsun.”
O an, içimde bir şeyin düğümlendiğini hissettim. Sema’nın sesindeki gerçeklik, kalbime dokundu. Bir adım daha atamıyordum.
" O manyağı ismini anma.Unuttu bitti gitti işte...Yediğim halt yüzünden öyle düşünüyordu.Onu da unuttu zaten...Hem kararlıyım sayfayıda bulacağım. Ne Doğan ne de geçmiş, her şeyi belirlemek zorunda değil, değil mi?”
Sema bir an sustu. Sonra koluma girdi ve hafifçe başını salladı. “Değil,” dedi. “Ama geçmiş, bazen yemeğin ortasında masaya oturur. Bunu unutma.”
" Yine de yakışıklı çocukmuş...Aferin sana."
Verdiği bu tepkiye hafifçe gülüp geçtim.
Dışarı adım attığımızda hastane binasının iç havasını kesen serinlik yüzümüze çarptı; sanki içeride biriken tüm sorular, tüm yorgunluk, o tek nefeslik anda donmuştu. Gökyüzü, ağır gri bulutlarla örtülmüştü ve hava, yağmurla tehdit eden bir sabırsızlık taşıyordu.
Ama yüzümüze çarpan yalnızca hava değildi.
Baran.
Girişteki park yerinde durmuş, siyah arabasının yanında bekliyordu. Elini cebine sokmuştu ama beden dili gergindi; dimdik duruyordu, ama o diklik bir güç göstergesinden çok, içeriden çatırdayan bir binanın son gayretle ayakta duruşunu andırıyordu. Gözleri sabitti. Bizim yöne değil, çok daha uzaktaki görünmeyen bir noktaya odaklanmış gibiydi.
Sema’nın adımları hızlandı. Hemen arkasından ben de yürümeye başladım, ayak seslerimiz mermer zeminde yankılanarak atmosferi ağırlaştırdı. Göz göze geldiklerinde Baran bir adım öne çıktı, arabadan ayrıldı ama hareketi sanki biraz dengesizdi. Yavaş, kontrollü ama içten içe çökmekte olan bir şey vardı o yürüyüşte.
“Baran! Neyin var?”
Sema’nın sesi endişeyle yükseldi, elleri hızlıca onun alnına gitti, nabzını kontrol eder gibi ellerini bileklerine kaydırdı.
Baran gülümsedi. Ama o gülümsemede tuhaf bir gevşeklik vardı; içten değil, bir başkasının ağzından ödünç alınmış gibiydi.
“İyiyim... Bir şeyim yok. Artık düğün hazırlıklarına başlayabiliriz, bebeğim...”
Sözleri yumuşaktı, neredeyse fısıltı gibi ama içinde alışılmadık bir yorgunluk vardı. Sanki bu cümleye ulaşana kadar uzun bir savaştan geçmişti. Sema duyduklarıyla kısa bir an için gülümsedi, ama hemen ardından yüzündeki ifade sertleşti. Şaşırmış, hatta biraz ürkmüştü.
“Şartımı biliyorsun değil mi?” dedi, sesi ani bir netlikle yükseldi. “Evlenmek istiyorsan bu işleri bırakacaksın.”
Bir meydan okuma değildi bu, ama içinde ciddi bir tehdit barındırıyordu. Baran’ın gözlerinde bir kıvılcım çaktı o an. Hem aşktan hem de karanlıktan doğan bir kıvılcım.
Etraf sessizdi. Park alanındaki diğer arabalar hareketsiz, dış dünya bir anlığına durmuş gibiydi. Sadece uzaktan gelen bir siren sesi gerçeğe bağlar gibi çınladı.
“Nasıl oldu?” diye sordum.
Cümle ağzımdan döküldüğü an havada asılı kaldı. Biliyorum, Sema için bu soru sadece prosedürdü ama benim için kilitti. Olanları değiştirebilecek, hatta yeniden yazabilecek bir cevap saklıydı ardında.
Baran başını eğdi, gözleri gölgelerin içine daldı.
“Dün, Doğan’la konuştum,” dedi. “Bu işlerden ayrılacağımı, silahı bırakacağımı söyledim… Böyle anlattığıma bakmayın, bu alemde bırakmak yoktur. Ya sürdürürsün, ya da ihanet etmiş sayılıp infaz edilirsin. Tek kural budur.”
Sema’nın gözleri dondu. Benim de boğazımda ince bir düğüm oluştu. Peki, nasıl sağ çıkmıştı?
Baran devam etti, sesi gittikçe uzaklaştı sanki, ama sözlerinin ağırlığı artıyordu.
“Neyse… Söyledim. Sanki bekliyormuş gibi... Bir şey demedi. Kabul etti. Bu kadar kolay olmasına ben de şaşırdım. Belki de geçmişimiz onu durdurdu.”
Derin bir nefes aldı.
“Karşılığında… yanında durduğum süre boyunca kazandığım her şeyi geri istedi. Şirketlerdeki payım, hisselerim, arkamdaki araba, kolumdaki saat... Hepsi. Kabul ettim.”
Bakışları çevreyi taradı ama hiçbir şeye odaklanmıyordu. Havanın kasveti omuzlarına çökmüştü, sanki sözcükleri de bu ağırlıkla çıkıyordu ağzından. İçinde, neye dönüşeceğini kestiremediğimiz bir öfke vardı ama onu bastırıyordu.
“Farklı bir şey var,” dedi sessizce. “Normal şartlarda önce boğazıma çöker, sonra da ölüm emrimi verirdi. Muhtaç bırakır, süründürürdü. Ama… öyle olmadı.”
Sözleri içime işledi. Ne demek istediğini anlamıştım. Doğan artık aynı Doğan değildi. Hafızasını yitirmişti. Zaten öncesinde de tutarlı biri değildi ama şimdi boşluğun ortasında, yeni kararlarla yol almaya çalışan bir yabancı gibiydi. Belki bu yüzden Baran’a acımış, belki de onu tanımadığı için cezalandırma gereği duymamıştı.
Sema da öyle düşünmüş olmalı ki, bir an bile tereddüt etmeden sarıldı Baran’a.
“Saçmalıyorsun Baran,” diye mırıldandı. “İyi bir üniversite okudun. Şirketteki başarıların ortada. Özel sektörde iyi bir iş bulabilirsin. Hiçbir şeyin olmasa da olur…”
Sema’nın sesi yumuşak ama kararlıydı. Baran’ın sırtında titreyen elleriyle güven vermeye çalışıyordu.
Gözlerim bir yere dalıp giderken bulunduğum ortamdan soyutlaşmıştım bile.
******
Bugün, diğerlerinden farksız başlamıştı. Fakat içimde tarifini yapamayacağım tuhaf bir kıpırtı vardı. Aynanın karşısında saçlarımı hafifçe dalgalandırmış, sade ama zarif bir elbise seçmiştim. Beline oturan kesimi beni olduğumdan daha dik gösteriyordu. Gümüş tonlarında hafif bir göz makyajı yapmıştım, dudaklarımsa nötr bir tonla tamamlanmıştı. Sıradan olmadan dikkat çekmek istiyordum.
Aynanın karşısında bir adım geriye çekilip kendime baktım. “İyi olmuş,” diye fısıldadım. Tam o sırada odanın kapısı tıkırdayarak açıldı. Hâle başını uzattı, gözleri üstümde bir tur gezdi ve alaycı bir gülümsemeyle içeri daldı.
Ona eskisi gibi bakamıyor.Yüzüne ise eskisi gibi gülmek istemiyordum. Ne var ki hayat bana bunu da öğretmiştim,içim yanarken dışarıya buz gibi durmayı ya da -mış gibi davranabilmeyi...
“Biri randevuya hazırlanıyor galiba…” diye laf attı.
Omzumu silkip aynaya bakmaya devam ettim. “Sadece yemek. Abartma.”
“Yemek diyor hâlâ…” Hâle yatağın ucuna oturdu. “Senin suratında az önce ruj sürdüğün sıradaki ifadeyi görmeliydin. Onu sadece yemeksever biri takınmazdı.”
Kahkahası odayı doldurdu. Ben de hafifçe gülümsedim. Bir zamanlar onun bu eğlenceli halleri bana hep iyi geliyordu.
“Abartıyorsun. Kuzey nazik biri, hepsi bu.”
“Tabii tabii… Nazik biri… Hem de her gece rüyalarına girecek kadar nazik,” dedi göz kırparak. Bu kesinlikle yalandı.“Ayrıca sana çok güzel bakıyor. Farkında mısın?”
İçimden bir şeyin kımıldadığını hissettim. Bu his... Tanıdıktı ama uzun süredir unuttuğum bir duyguydu. Bayağı uzun süre.. En son lise zamanlarımdan kalan bir tanıdıklıktı bu.
O sırada çantama uzandım, küçük parfüm şişesini bulup bileklerime sıktım. Gözüm saatteydi. Yediyi on geçiyordu. Hafif bir kıpırdanma hissettim içimde.
“Gecikti...” dedim, saatin ekranına tekrar bakarak.
“Belki trafik vardır,” dedi Hâle, ayağa kalkıp pencereyi aralayarak dışarı baktı. “Ya da heyecandan evin yolunu unuttu.”
Zoraki bir gülümsemeyle onunla bakıştım. Bakalım bu seferde peşimize takılıp fotoğraf çekebilcekmiydi? Bu sefer çok dikkatli olacaktım ve ona o fırsatı vermeyecektim ve bir gün şartlar benim lehime döndüğünde ise biletini kesecektim.
Yine de içimde bir huzursuzluk kıpırdanmaya başlamıştı bile. Elimi çantama atıp telefonumu çıkardım. Numarayı tuşladım. Telefon çaldı… Bir kez… İki kez…
Üçüncü çalmaya geçmeden arama durdu. Bir ses geldi.
Ama… O ses Kuzey’e ait değildi.
“Merhaba, bu telefonun sahibi şu an acil bir durumda. Ben polis memuru Ahmet Karagöz. Kimsiniz, nasıl yardımcı olabilirim?”
Birkaç saniye boyunca hiçbir şey duymadım. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Kalbim sanki kaburgalarımın arasından çıkacak gibi atıyordu.
“…Ben Umay… O telefon… Kuzey’in mi? Ne oldu?” Sesim yabancılaştı. Boğazımdan değil de başka bir yerden çıkmış gibiydi.
Telefonun diğer ucunda bir duraksama oldu. Sonra gelen ses ne çok sertti ne de yumuşak—ama içimi donduracak kadar ciddiydi.
“Lütfen sakin olun. Olay yerindeyiz. Kazayla ilgili bilgi vermem mümkün değil ama sizi en yakın karakola ya da hastaneye yönlendirmem gerekebilir.”
“Ne kazası?! Ne diyorsunuz siz?! Kuzey iyi mi?! Yaşıyor mu?!”
Sesim çatladı. Hâle bir anda yanımda belirdi. Gözleri korkuyla büyümüş, dudakları titriyordu. Telefon elimden düşecek gibi oldu ama son anda kavradım.
“Hemen çıkıyoruz. Nereye gelmeliyiz?” diye sordum, nefes nefese. Artık makyajım, kıyafetim, o uğruna süslenip aynada kendimi tekrar tekrar süzdüğüm anlar… Hepsi bir kül gibi üzerimden süzüldü.
Telefon kapandığında odadaki hava bir anda buz kesmişti. Hâle bir şey demedi. Sadece çantamı bana uzattı. Ben ise aynadaki yansımama son bir kez baktım. Gözlerim donuk, ten rengim uçmuştu. Rujumdan geriye bir iz kalmıştı ama artık ne önemi vardı ki?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
25.2k Okunma |
1.68k Oy |
0 Takip |
74 Bölümlü Kitap |