65.Bölüm: Saklanan Ama Kayıp
Başımı hafifçe salladım. Gözlerim hâlâ Mâran’ın kaybolduğu kalabalıkta bir iz ararken, ayaklarım Sema’nın beni hafifçe ittiği yöne doğru dönmeye başladı. İçimde hâlâ ağır ağır salınan bir huzursuzluk vardı, ama aynı zamanda tarifsiz bir kararlılık da. Sayfa... Kayıp sayfa… Bütün bu kargaşanın ortasında o parçayı bulmalıydım. Bu, sadece bir kâğıt parçası değildi. Benim özgürlüğüm, aklımın ve kalbimin sınırlarını yeniden çizme hakkımdı belki de.
Kafamı öne eğip etrafımdaki kalabalığın arasından sıyrılarak salonun köşesindeki merdivene yaklaştım. Gözler üzerimde miydi, yoksa bu sadece suçluluk duygusunun oyunu muydu, emin olamıyordum. Başımı kaldırmadan, adımlarımı ölçülü ve dengeli atmaya çalıştım. Her adımda kalbim biraz daha hızlanıyordu. Alt kata ait uğultu, merdivenin ilk basamağında ayağımı kaldırdığımda geride kalmaya başladı.
Merdivenler genişti ama eskiydi. Halılar kadife sessizliğini yansıtıyordu ama altında gıcırdayan ahşap, bu geceye ait sırları taşıyamayacak kadar yorgun gibiydi. Her basamakta içimdeki korku biraz daha büyüyordu. Fakat bu korku, beni durdurmadı. Merdivenin sonuna geldiğimde durdum. Geniş bir koridor açılıyordu önümde. Loş sarı ışıklarla aydınlatılmış, duvarlarında eski aile portrelerinin asılı olduğu, her biri gözleriyle beni izliyormuş gibi bakan bir geçit…
Sema’nın tarifini hatırladım. “İkinci koridordan sağa döneceksin. En sondaki oda.” Adımlarımı saymaya başladım. Biri, ikisi, üçü... Kalbim sanki o odanın ardında ne olduğunu biliyormuş gibi kafesinden çıkmak istercesine atıyordu.
İkinci koridor geldiğinde sağa döndüm. Soluk ışık burada daha da azdı. Camdan süzülen ay ışığı parke zemine ince çizgiler halinde düşüyordu. Kapalı kapılar… Sessiz duvarlar… Her şey bir sırrı bekliyordu sanki. Parmak uçlarım titreyerek geçtim odaların önünden. Sondaki kapıya geldiğimde elim kapı koluna uzandı. İçimden bir dua mırıldandım. Sessizce… Kimseye duyurmadan... Ve kapıyı ittim.
Kapı içeri doğru açıldığında burnuma çam ağacı ve eski kitap kokusu karışımı bir koku çarptı. Doğan’ın odası, tahmin ettiğimden farklıydı. Soğuk ve düzenli bir yer bekliyordum. Ama burası… Burada bir yaşamın izleri vardı. Cam kenarında bir koltuk ve karşısında küçük bir sehpa duruyordu. Duvarlarda birkaç tablo vardı; biri bir fırtına denizini resmediyordu, diğeri sisler içindeki bir ormanı. Karanlığın içinden sızan bu manzara, bana derin bir yalnızlık hissi verdi.
Kapıyı ardımdan kapatıp sırtımı dayadım. Nefesimi tutmuş olduğumu fark ettim. Bir an öylece durup dinledim. Sessizlik… Sadece kendi nefesim… Yavaşça odanın içine doğru yürüdüm. Masa... Evet, masa ilk bakmam gereken yerdi. Kitaplar üst üste dizilmişti. Bazılarının arasında küçük kâğıt parçaları vardı, sayfa işaretleri gibi. Çekmeceleri yoklamaya başladım. Her birini usulca, sessizce çekip içlerine baktım. Kalemler, boş defterler, bir çakmak… Ama aradığım şey yoktu.
Çekmeceler boştu. Kalemler, bir paket mendil, yıpranmış bir fotoğraf karesi… Ama sayfa yoktu. Ellerim titreyerek çekmecenin içini bir kez daha yokladı. Parmak uçlarım her köşeye, her kenara dokundu. Sanki gizli bir bölme çıkıverecekmiş gibi umutsuzca bastırdım tahtaların birleşim yerlerine.
Koca yatağının iki tarafında ki komodinlere ilerledim. Hızlıca açıp kapattım ama kayda değer bir şey yoktu.
Kulaklarıma gelen hışırtı ile irkilirken gözlerim karıştırmayı yeni bıraktığım komodinin yanında ki boydan cama kaydı. Camlar içeriyi dışarıya yansıtmayan türdendi. İsmi her neydi ise.
Tıkırtı sesimiydi o?
Camda hiçbir şey yoktu.
Aşağıya baktığımda arka bahçeyi olduğu bini gördüğünü farkettim. Ne çok insan vardı böyle...
Derin bir nefes aldım. Odanın tam ortasında dikildim. İçimden geçenleri bastırmak istercesine gözlerimi kapadım. Bu bir çıkmaz gibi görünse de, içgüdülerim hâlâ bana burada bir şeyler olduğunu fısıldıyordu. Buraya boşuna gelmemiştim. Kalbim hâlâ buraya ait bir sır attığını söylüyordu bana.
Nereye koyabilirdi?
Özel eşyalar, özel yerlere layıktı..
Başımı çevirdim. Odanın köşesinde yarı aralık duran başka bir kapı dikkatimi çekti. Önce fark etmemiştim, çünkü ışığın loşluğuna karışmıştı. Küçük, sade bir kapıydı. Muhtemelen bir banyo ya da dolap odasıydı. Ama şu an her ihtimal önemliydi.
Yavaşça yaklaştım. Kapıyı araladım. İçeriden yayılan hafif lavanta kokusu beni karşıladı. Küçük bir giyinme odasıydı bu. Yumuşak halı döşemeli, duvarlarında aynalar olan, lambası sönük ama ay ışığı sayesinde şekillerin seçilebildiği bir oda. Duvar boyunca uzanan açık askılıklarda birkaç takım elbise, dikkatle katlanmış ceketler ve şık gömlekler yer alıyordu. Raflarda özenle yerleştirilmiş kravat kutuları, kol düğmeleri, parfümler... Her şey düzenliydi, neredeyse askeri bir titizlikle dizilmişti.
Ayaklarım halıya batarken çıkardığı sessizlik beni biraz rahatlattı. Bu odada yalnızdım. Tüm dünya, birkaç adım geride kalmış gibiydi. Bu dar alanda, zaman da bükülmüş gibi hissediliyordu.
Sağ duvarda, yere kadar uzanan bir ayna vardı. Karşısında ise üç çekmeceli küçük bir dolap… İçimdeki ses tekrar konuşmaya başladı. Oraya git. Bak. Henüz bitmedi. Hâlâ bir şey var…
Çekmecelerin ilki oldukça sıradandı. İç çamaşırları, siyah çoraplar, tıraş malzemeleri… İkincisi... kravatlar, pahalı görünümlü saat kutuları… Ve üçüncüsü... boş gibiydi. Neredeyse kapanmaya yüz tutmuş gibiydi. Ama elimle alt kısmına dokunduğumda, bir anlığına tahta bir yükselti fark ettim. Parmaklarımla tahtanın altına uzanıp nazikçe bastırdım. Kapağın hafifçe kımıldadığını hissettiğim anda kalbim yeniden hızlandı.
Alt kısımda gizli bir bölüm vardı. Ve onun altında… mat gri renkli, soğuk metalden yapılmış küçük bir kasa.
Elim göğsümdeydi şimdi. Sanki kalbim oradan dışarı fırlayacak gibiydi. Kasaya dokunduğumda parmaklarım üşüdü. Metalin soğukluğu avuç içime işledi. Bu, buraya ait olmayan bir soğukluktu. Hani bazen bir eşyanın dokusunda geçmişten kalan bir yük olur ya, işte öyle… Sanki bu kasa, içinde sırlarıyla birlikte yutulmuş bir zamanı saklıyordu.
Kasanın dijital bir paneli vardı. Küçük, gri bir ekran… Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu ama sayılar için tuşlar belirgindi. Parmağım istemsizce bir tuşa gitti ama durdum. Şimdi olmazdı. Doğru kombinasyonu bilmeden denemek, kilidi tamamen devre dışı bırakabilirdi. Belki de parmak iziyle açılıyordu. Belki Doğan’a ait bir kod gerekiyordu. O an zihnimde dönüp duran tüm tarihler, tüm isimler birden boğuk bir uğultuya dönüştü.
İçimdeki panik tekrar yükselmeye başladı. Ya buraya kadar gelip açamazsam? Ya aradığım sayfa içindeyse ve ben buna ulaşamazsam?
Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Önünde diz çöktüm.
Kasayla göz göze geldim. Benimle konuşur gibiydi. Soğuk ve sessizdi ama varlığı bile beni içine çekmeye yetmişti. İçimde tuhaf bir his vardı. O sayfanın burada olduğuna emindim. Bunu hissediyordum. Tüm gece boyunca kalbimi buraya çeken şey buydu belki de. Sadece bir eşya değil… bir karar anıydı bu.
4 haneli bir şifre lazımdı bana ve bu aşamada telefon joker hakkımı kullanmam gerekiyordu.
Ellerim hızla telefonuma gitti ve önüme gelen ilk numarayı tuşladım. Kalbim kasanın soğukluğuna rağmen göğsümde yanıyordu sanki. Telefon bir kez çaldı… İki… Sonra açıldı.
“Umay? Nerdesin, iyi misin?”
“Sessiz ol." dedim hemen, fısıltıyla. “Doğan’ın odasındayım. Giyinme odasında bir kasa buldum. Dijital şifreli. İçinde o sayfa olabilir.”
Dilay’nın sesi gerildi. “Kaç haneli?”
“Dört. Sadece dört rakam. Ve hiçbir ipucu yok.”
“Doğan’ın doğum tarihi olabilir mi?” dedi hemen, analitik zekâsı devredeydi. “Ya da sana bağlı bir şey. Sizinle ilgili bir tarih? İlk tanıştığınız gün?”
Nereden biz olmuştuk ki.. Biz olacak bir şey yaşamamıştık.
“Benim bu adamla ne özel günüm olacak, hem ne münasebet birşeyde yazamıyorum zaten.Denemeye korkuyorum." dedim. “Yanlış bir şey yaparsam tamamen kilitlenebilir.”
“Kilitlenme sınırı var mı? Beş denemeye kadar mı, üç mü?”
“Bilmiyorum. Ama… bir tahminin varsa şimdi söyle. Çünkü burada çok uzun kalamam.”
Kısa bir sessizlik oldu. Dilay’nın nefes alışverişini duyabiliyordum. Sonra sesi geldi:
“Senin doğum tarihin? 0603 mesela?”
“Hayır. Çok kişisel olurdu. Belki de... daha çok onunla ilgili bir şey…”
Yine de dediği dört rakamları tuşladım umutsuzca.
Parmaklarım terliyordu.
Onay tuşuna bastım.
Bip.
Yanlış.
Ekran kızardı. Küçük ama tehditkâr bir kırmızılık. Sadece sayılar silindi.
“Bir hakkımı kullandım,” dedim. “Sakin olmam gerek.”
“Düşün, Umay. Doğan neyi unuttu? Seni. Belki sana dair bir şeydir. O seni unutmuş olabilir ama bilinçaltı bir tarihi unutmamıştır. Belki ilk görüşme?”
“Ya da belki benimle beraber kasaya koyduğu tarihi de unutmuştur. Neyse.. Düşüneyim... Evet...İlk karşılaşmamız... O parkta...”
Her andığımda lanet ediyordum o güne.
1212
Yine yazdım. Derin bir nefes alarak bastım.
Bip.
Yanlış.
İçim daraldı. Kalbim sanki ritmini şaşırmıştı.
" İyi de seni o zaman önemsemiyordu ki. O günü tarih yapması saçma olur."
Diye mırıldandı.
O an beynimde bir kıvılcım çaktı.
" Peki, zihnine düştüğüm ilk gün.Kendince beni önemsediği ilk an. Büyüyü yaptığımız ilk gün..."
" Evet! Staj başvurumdan bir kaç gün sonraydı o gün. Hatta flashımı kaybetmiştiniz. Bir dakika bakmam lazım tarihe çarşamba günüydü.Hangi gene denk geliyor.Bakıyorum... Tarih... 1202...Sanırım."
“Deniyorum,” dedim fısıltıyla.
Tuşlara tek tek rakamları girdim.
Yeşil ışık beraberinde kilit sesi yüzüme yansırken o anın heyecanıyla ' oldu ' diye mırıldanarak telefonu Dilayın yüzüne kapattım.
" Bakalım neler gizli burada." Diye mırıldandım heyecanla. Bir yandan da şu fikir düştü aklıma...
Doğan beni ve benimle ilgili herşeyi unutmuşsa o zaman belkide kasayı hiç açamamıştı, olabilirmiydi bu?
Sayfayı neden burada arıyordum onu da bilmiyordum. Bu adam öyle bir kağıt bulsa yada denk düşse açıp inceleyecek biri gibi değildi. Buruşturur çöpe atardı. Kasaya saklamazdı ki..
Bir şeyler bulmaya çalışıyordum fakat onun aradığım yerlerde olmadığını da seziyordum.
Zaten maksat aramak değilmiydi?
Zühra hanım pardon Mâran hanım çok biliyorsa yerinde söyleseymişte bu kadar aramasaymışım bende..
Elimi temkinli ama sabırsızca uzatıp kasanın kapağını açtım. İçeriden çıkan metalik tıslama sesiyle birlikte, içimdeki gerginlik de bir anda yükseldi. Sanki yalnızca bir kutu değil, geçmişe ait kilitli bir anı açılmıştı.
Kasanın içinde tavanındaki sensör kapağın aralanmasıyla içine ışık saçtı.
Gözlerim, kasanın içini taradı.
İlk dikkatimi çeken, siyah deri bir ajanda oldu. Dışı yıpranmıştı ama köşelerinde hâlâ eski bir zarafetin izleri duruyordu. Parmaklarım terliydi ama yine de dikkatlice aldım. Sayfalarını hızla karıştırdım. Tarihler, notlar, kısa cümleler… Ama büyü kitabına ait hiçbir şey yoktu. Ne kayıp sayfa, ne de ona dair bir iz.
Onu bir kenara bıraktım. Kalın kaplı bir dosyayı aldım elimle. O kadar kalındı ki tek elimle zor tutmuştum. Yere bıraktım hemen sayfalarını çevirmeye başladım. Bir dünya haritası karşıladı beni. Sonra bir liste..
Ülkeler, tuhaf isimler ve karşılarında adres benzeri herşey...
Telefonumu elime alararak bir kaç sayfanın resmini çektim ve üstün körü diğer sayfaları karıştırarak aradığım şeye dair bir iz aradım.
Yoktu..
Kasaya baktım tekrar bir sürü ne olduğu belirsiz ıvır zıvır kağıtlar..Deste deste duruyorlardı.
Derken bir şey önüme düştü.Bir fotoğraf...
Bir masanın karşısında oturuyordum. Loş bir akşam ışığında, gözlerimin kenarında belirsiz bir gülümseme vardı. Karşımdaki adam —Kuzey bey başını eğmiş, bir şeyler anlatıyordu. Gülüşler, gölgelerle örülmüştü.
Habersiz olduğum bu fotoğrafı ne çok kişi biliyordu böyle. Kaçıncı rastlayışımdı...
Boğazım kurudu. Bu kare… bu fotoğraf, o kaçtığım döneme aitti. Doğan’dan uzaklaştığım, nefes almayı öğrendiğim, bir anlığına kendisi olmaya cesaret ettiği o kısa zaman dilimine. Ama biri onları takip etmişti. Hâle...Bu kare, Doğan’ın eline geçmişti.
Doğana mı çalışıyordu gerçekten?
Olamazdı..
Eğer öyle olsaydı çok öncesinden beni bulurdu.
Altı ay bekleyıp oyun oynayacak biri değildi sanırım..
Zaten ne olduysa bu fotoğraftan sonra olmamışmıydı? Kısa bir zaman sonra bulunmuştu.
Doğanda ne işi vardı?
Tehtid?
Şantaj?
Belkide kışkırtma?
Parmaklarımla fotoğrafın arkasını çevirdim. Bu sadece bir refleksti fazlası değil.
Rastgele yaptığım bu davranış bana pahalıya mâl olmuştu. Orada, kömür gibi bir yazıyla yalnızca bir cümle vardı.
"Bir gün her şeyi unutursan bu fotoğrafı aç; Çünkü ona baktığımda her şeyi tekrar yakacağım ve eğer bunu okuyorsan uyan, hatırlama zamanı..."
Hiç bir şey hatırlamayacaksın aptal herif..
Fotoğrafı dört parça halinde yırttım telefon kabımın arkasına yerleştirdim bir çırpıda...
Kaldığım yerden kasayı karıştırmayı devam ettirdim. Bu sefer sayfayı bulmak uğruna değil,bunun gibi başka belgeler bulmak hakkımda ne kadar bilgiye sahip olduğu konusunda şeyler olabilirmi diye bakıyordum.
Ya da belkide buldum.
Mavi küçük bir kutu..
Gözümün önünde ölen o adam...
Deponun soğukluğu,uğultular, beğenme nidaları...Sonrası yoktu zaten.
Yavaşca kutuyu araladım ve bir kaç ay öncesinde kanlı parmaklarımda bir bütün gibi durduğunu günü anımsadım.
En son kaçtığım gün avuçlarımdaydı.
Elektrik akımı verilmişcesine titredim.
'Hazırlıklarım bitmişti bugün gidiyordum.Sabahın ilk ışıklarıydı.Öğle saatlerinde buralardan gidecektim.Bar neredeyse boştu. Olması gerektiği gibi. Burası Doğan’ın mekânıydı ama bir bar değil, bir karargâh gibiydi. Her şey kontrol altındaydı. Her şey onun gibiydi, sert, sessiz, ve tehlikeli.
Adımlarımı ağırlaştırarak içeri yürüdüm. Beni gören kimse olmadı. Belki de göz ardı edildim. Belki de çoktan vazgeçilmiş bir gölgeydim onlar için. Ama o sabah buraya bir gölge olarak değil, bir iz bırakmaya gelmiştim.
Toplantı odasının kapısını açarken içimdeki her ses sustu. O masa... Ortasında kanlı kararların alındığı, sessiz tehditlerin fısıldandığı o yuvarlak masa... Üzerine eğilen adamlardan bazıları artık hayatta değildi. Bazıları kaçtı, bazıları kayboldu. Ama Doğan hâlâ o masaya hükmediyordu.
Ve ben oraya, o tahtı parçalayan küçük bir anı bırakmaya gelmiştim.
Elimi cebime attım. Kadife mavi kutu neredeyse avucuma yapışmış gibiydi. Uzun süredir tutuyordum onu. Terim geçmişti üzerine. Ama kutunun içindekinden daha ağır olan, yanındaki nottu.
Odaya yaklaştığımda bir anlık tereddüt yaşadım. Yüzüğe baktım. Üzerindeki çizik bile şimdi bana anlamlı geliyordu. Bu, sevgi değildi. Bu, bir işaret gibiydi. Sahiplik.
Kontrol.
Masaya yaklaştım. Boştu. Düzeni severdi. Hükmetmeyi de.
Kutuyu yavaşça masanın tam ortasına bıraktım. Sanki kutsal bir şey bırakır gibi...
Yanına notu yerleştirdim.
" Üzgünüm! Bu yüzük, hükmünün bittiği yer."
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi ama yüzüm ifadesizdi.
O masada, senin ellerin kanla karıştı.
Benimse artık yalnızca izim kalacak.'
Sonrasında ne olduğunu bilmiyordum.Bildiğim tek şey korkarak girdiğim o kapıdan, büyük bir kibirle çıkışımdı.
Hiçbir şey istediğim gibi gitmemişti en azından bir süre.
Kesinlikle öyle olmamıştı.
Telefonumun dizlerimin yanında titremesiyle gerçeğe uyandım.
Semaydı arayan... Aradığına göre ters giden bir şeyler vardı. Omzumun üzerinden geriye odaya doğru baktım
Telefonu elime alıp açtım.
" Birileri yukarı çıkıyor. Çık oradan..."
Hızla yüzük kutusunu kasaya fırlattım ve gelişigüzel kasayı kapattım. Arkama bile bakmadan oradan çıktım.
Sayfa falan da yoktu zaten burada..
Ya da ben yanlış yerde arıyordum. Bunun için vaktim yoktu.
Doğruca odanın kapısına yöneldim ve kulağımı oraya yasladım. Bir adım sesi yoktu çıkıp çıkmamak arasında gidip geliyordum.
Aklım ve kalbımle baş başa kalmışken arkadaki camdan tekrar tıkırtılar gelmiye başladı. Bir korkuyla geriye dönerken kaşlarım çatılmaya başlamıştı bile.
Bir kuzgun dışarıda çıldırmış gibi bağırarak camı gagalamaya çalışıyordu. Sanki burada olduğumu herkese duyurmak ister gibi.
Bu o kargaydı? Başında beyaz lekesi olan.
O burada ise sayfada mı buralardaydı?
Gözlerimi olabildiğince açmışken aldığım ani kararla kapıyı açtım.
Belkide o kadar kötü sayılmazdı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
25.2k Okunma |
1.68k Oy |
0 Takip |
74 Bölümlü Kitap |