65. Bölüm

64. Bölüm

yaren bayraktar
yarenbay30

64.Bölüm: Gölgeler Ve Fısıldayanlar

Bütün gün boyunca içimde bir karın ağrısı gibi kıpırdayan gerginliği bastırmaya çalıştım. Çalıştım ama zaman nasıl geçti bilmiyordum.

Ne yedim tadı geldi, ne içtiğim su boğazımdan rahatça geçti. Zihnim sürekli aynı noktaya takılıp kalıyordu: O sayfa. Kayıp sayfa.

Geceleri uykumu bölen, zihnimde kıvrılan, adı anılmasa bile varlığıyla beni dürtükleyen şey…

Eve girecektim.

Milyonuncu kez daha kendimi ortaya atacaktım.

Sonu gelmiyordu, yaşadıklarımın...

Doğanın, anne ve babasının Almanya'dan gelmesi şerefine verilen davet işimi kolay bir hale getirmişti. İş dünyasından, uzak yakın akrabaları ve örgütün üyelerinin katılacağı bu davet kesinlikle farklı bir deneyim olacaktı benim açımdan...

Bu davete Baranda katılacaktı nişanlısı Sema ile birlikte..

Ve tabiki bende.

 

Güneş battıktan sonra, karanlık sokağın ucunda buluştuk.

Sema ve Baran siyah bir araçla geldiler. Baran direksiyondaydı, Sema ön koltukta. Arka kapı sessizce açıldığında, içeriden yükselen araba parfümünün yoğun kokusu yüzüme çarptı. İçeri süzüldüm, çantamı dizlerimin arasına sıkıştırdım.

 

Dalgınlıktan farketmediğim Dilay soru sormama fırsat vermeden açıklama yaptı.

" Bakma öyle sizi yanlız bırakamazdım."

Araba hareket etti. Sokağın lambaları gözlerimizin üzerinde birer flaş gibi kayıp geçiyordu.

 

Baran dikiz aynasından bana baktı.

" Bunu bana yaptırdığınıza inanamıyorum. Ben sizi korumaya çalışırken nasıl olurda kendinizi bu kadar hiçe sayarsınız. Ya farkedilirsen?"

 

İçeri girmemin nedenini bilmiyordu. Bu çok uçuk bir açıklama olurdu zaten. Bu işi Sema halletmiş onu nasıl yaptıysa ikna etmişti.

" Bebeğim! Bu konuları ben sana anlattım. Şuan bizimle, hele benimle bu konuyu tekrar tartışmak istemezsin. Bize doğrudan yanlıştan bahsetmeden önce bana neden hâlâ bu işlerin içinde olduğunla alakalı bir açıklama borçlusun.."

 

Sema yan koltuktan iğneli laflarını sokarken ağzımı açmayı hiç düşünmemiştim.

Baran pes etmiş bir şekilde omuzlarını bıraktı.

 

" Harika...Bakalım elimizde ne var? Bir polis akademisi öğrencisi, birde Doğanın uğruna milleti kurşun yağmuruna tuttuğu eski platoniği ve bir açıklama bile yok ne olduğuyla ilgili.

Unatmadan ikisini de içeri gizlice sokacağım ve Umay,anlamadığım bir şekilde Doğanın odasını karıştırmak için geliyor. Eğer bugün başıma bir iş gelmezse bu konuyu tekrar konuşalım, bebeğim!"

Diye söylendi Baran stresli bir şekilde kravatını gevşetirken.

" Bu da amma korkak çıktı. Biz nerelere girip çıktık ne mekanlar yandı, ne baskınlar verildi, ne insanlar zehirlendi,ne kumarhaneler gördü bu gözler..."

Diye söylendi Dilay yan tarafımda. Baran duyduklarını anlamamış gibi Semaya baktı.

" Ne dedi, o?"

Sema bir şey olmamış gibi gülüp geçti.

Ben sadece sırıtmayla kaldım.

Bir süre sonra Baran tekrar sessizliği bozdu.

“Plan net. Biz ön kapıdan giriyoruz, misafir listesindeyiz zaten. Sema seni mutfak tarafındaki hizmet girişinde karşılayacak. Orası şimdi çok yoğun, dikkat çekmeyeceksin. Sonrası sende.”

 

Gözlerini tekrar yola çevirdiğinde ellerinin direksiyonda daha sıkı kavrandığını fark ettim.

Gerilmişti. Belki bu oyunun gerçekliğinden ürkmüştü. Belki de benden.

 

Sema dönüp bana baktı.

“Hazır mısın?”

 

Derin bir nefes aldım.

“Hazır değilim,” dedim. “Ama mecburum.”

Nihayet uzun üflemeli püflemeli bir yol sonunda

Malikânenin tanıdık demir kapılarından içeri girerken içimdeki gerilim neredeyse maddesel bir ağırlığa dönüşmüştü.

Demir kapılar arabanın yanaşmasıyla otomatik açılırken arkamızda sırayla bir yığın araba bu amaça hizmet eder gibi peşinizden geliyordu.

Ortamın fazlasıyla kalabalık olacağı avludan belliydi ve arkamızdaki kuyruktan.

Ellerimi elbisemin üzerine sürterken saçımda yüzümün üçte birini kapatan tül bezeli aksesuarda etrafı incelemekle meşguldüm.

Yüksek ağaçların arasındaki taş yoldan ağır ağır ilerlerken gözüm her köşeye takılıyordu. Geniş peyzajlı bahçeler, mermer heykeller, dikkatlice kesilmiş çalılar…

Sanki bu yer sadece servetin değil, korkunun da mimarisiydi.

Buraya ait olmayan her şey kendini dışlanmış hissederdi.

Ve ben burada bir yabancıydım.

Avludan itibaren bizi malikanenin garajına doğru giden bir yol karşıladı. Baran aşina olduğu yolu takip ederken kimse çıt çıkarmıyor etraftaki insan yoğunluğunu izliyordu.

Çok geçmeden arabayı garaja park ettik.

" Dilay arabada kalıyor. Arabanın anahtarları onda kalacak ve hiçbir şekilde arabadan inmeyecek."

Baran omzunun üzerinden bize bakarken sözlerine devam etti.

" Ve biz Sema ile ana kapıdan olağan bir şekilde içeri gireceğiz. Listede ismin yok o yüzden ana kapıdan değil, de servis kapısından alacağım seni. İçeride dikkat çekme."

Ve dediğide oldu. Söylediği merdivenlerden inince bahsettiği kapı karşıladı beni.

Kapıyı aralık bırakmıştı.

Hemen bir çırpıda içeri girdim. Çalışanların odası diye tahmin ettiğim odadan evin dahada iç kısımlarına süzüldüm içeri ilk defa giriyordum. Odadan çıkınca beni uzun koridor karşılada hızlı temkinli adımlarla üst kata çıkan merdivenleri aradım ve buldum da...

Merdivenleri sessizce çıkarken ayakkabılarımın topukları kalın halının üzerinde kayboluyordu. Üst kata ulaştığımda sesler daha net duyulmaya başlamıştı. Kristal avizelerin altından süzülen ışık, mermer duvarlara çarpıp yüzeylerden yansıyor, loş bir parıltı içinde insanları altın sarısına boyuyordu. Sanki her şey bilinçli bir ihtişamla seçilmişti; gösterişli ama soğuk, şatafatlı ama içi boş.

 

Büyük salon davetlilerle dolup taşmıştı. Erkeklerin çoğu koyu renkli takım elbiseler giymişti. Omuzlarında prestij, ellerinde kristal bardaklar. Kadınlar şifon, saten ve taşlarla süslenmiş elbiseleriyle birer porselen heykeli andırıyordu. Ama hepsi birer maske takmış gibiydi; gülümsüyorlardı ama gözleri buz gibiydi.

 

Salonun orta yerinde, büyük bir piyano vardı. Bir köşede keman çalan bir adam notalara nefes verirken insanlar neredeyse ona hiç dikkat etmiyordu. Gülüşmeler, fısıltılar, alkışlar arasında boğuluyordu müzik. Herkes sahte bir zarafetin içinde, birbirine üstünlük taslamaya çalışıyor gibiydi.

 

Gözlerim Sema ile Baranı ararken olabildiğince etrafıma bakarak yürüyordum. Küçük bedenimi koca insanların arkalarına gizliyordum tanıdık yüzlere rastlamamak adına. Koca salonda kalabalığın ilerde çok daha fazla yoğunlaştığı yer çekti dikkatimi.

Doğan.

Arkası dönüktü fakat üzerindeki diğer insanların giyiminin aksine daha özensiz duran sade beyaz gömleğiyle aykırılığını bağırıyordu.Önündeki bir kaç adamla konuşuyordu.

Bir tanesi vardı ki daha önce sanki bir yerde rastlaşmışız gibi içimi kemirdi.

Mavi gözleri, keskin yüz hatları ve kırışmaya yüz tutmuş parmaklarındaki dövmeler ile Hollywood oyuncularına taş çıkaran bir fizik ile Doğanın omzunu gururla tutmuştu.

Babası olabilirmiydi bilmiyordum?

Bulundukları alan daire şeklinde sarılmıştı. Sanki birisi bir konuşma yapmış ve diğerleride onu dinler gibi. İnsanların odak noktası birden değişti başka bir yöne..

 

Beyaz saten elbisesi ve ona uyumlu beyaz dirsek eldivenleriyle, salonun ortasında adeta parlıyor, gözlerimi kör edercesine ışıldıyordu. Platin sarısı saçları, yeni boyatılmış gibi pırıl pırıldı. Saçlarının her telinin ışıkla oyun oynadığı bir an vardı; sanki zaman duruyor, her şeyin sadece o anın etrafında döndüğünü hissediyordum. Ama görünen tek şey buydu; o kadının varlığı, ışığı, zarafeti. Ve uzaklık… Her şey o kadar uzak ve erişilemezdi ki, salonun karışıklığı içinde, etrafımda konuşan insanlar arasında o kadını tam olarak görebilmek bir hayal gibi geliyordu.

 

Önümdeki koca adamlardan, ince siluetler arasından onu net bir şekilde seçemiyor olsam da, yaşına göre sahip olduğu güzellik aşikardı. Yavaşça, gözlerim üzerinde yoğunlaştı. Kimdi bu? Bu kadar etkileyici bir kadının kim olduğunu bilmiyor olamazdım, değil mi?

 

Yanımda, orta yaşlarda, diğerlerinin arkasına geçmeye çalışan iki adamın sesini duydum. Adamın biri, karşısındaki arkadaşına sorar gibi, merakla sordu:

"Bu o mu?"

 

Arkadaşı ise, tanıdık bir şekilde, biraz daha emin bir sesle mırıldandı:

"Mâran Velásquez."

 

O an, gözlerim irice açıldı. O ismi duyduğum an, tüm etrafımda yankılandı sanki. Hadi ama, bu ismi biliyordum! Mâran… Rüyamda gördüğüm kadın… Bu o muydu? Gerçek miydi, yoksa hala bir hayal mi? Her şey kafamda çakışıyordu. Bir anda zihnimdeki o bulanık, kesik kesik görüntüler canlandı: O kadının ismi, rüyalarımda dolaşan o isim, şimdi karşımda gerçek oluyordu. Ama kimdi o?

 

Kesinlikle başka bir dünya gibiydi. Bir kadının varlığını bu kadar hissetmek, her şeyin onun etrafında döndüğünü düşünmek… Garipti. Ne kadar içimden, "Evet, bu o!" demek istesem de, adımlarımda, duygularımda, hatta düşüncelerimdeki kaos buna izin vermiyordu.

 

Düşüncelerim o kadar dağılmışken, birden önümdeki kalabalığa odaklanıp, yüzümü daha fazla ona yaklaştırmak için ileriye doğru ilerledim. Küçük bir facia yaratmıştım aslında. İnsanları iterken, birbirine çarptığımı fark etmedim bile, sanki bir fırtına gibi onların arasından geçiyordum. O kadar kalabalıktı ki, her adımda onu yakalamaya çalışıyor, fakat her adımda daha da uzaklaşıyordum. Etrafımda herkesin gürültüsü içinde, ben sadece o kadına odaklanıyordum.

 

Neyse ki, bir şekilde ilerledim ve sonunda onu daha net görebileceğim bir noktaya geldim. Burada, salonun genişliğinden dolayı rahatça görebiliyordum. Fakat gördüklerim, ellerimi titretmeye başlattı. Sadece izlemekle yetinmek değil, ona bir adım daha yaklaşmak istedim, ama ellerim zangır zangır titriyordu. Zühre… Mâran Velásquez… İnsanları kendine hayran bırakacak kadar güçlü olan kadın, şimdi gözlerimin tam önündeydi. Gerçekten bu kadın mıydı? O kadar uzakta olan bir hayal, şimdi karşımdan bakıyordu. Onun bu dünyadaki gücünü ve etkisini hissedebiliyordum.

 

O an, salonda konuşmalar artmaya başladı. Biri bir şeyler mırıldanıyor, başkaları ise zenginlik ve güç üzerine sohbet ediyordu. Duyduğum her cümle, beni biraz daha Zühre’nin dünyasına çekiyordu. "Uzun zamandır ortalarda yoktu," dedi biri. "Servetini bağışladıktan sonra elini eteğini çektiğini sanıyordum, fakat hâlâ çok güçlü…"

 

Diğer adam ise, gülerek, "Katılacağını bilseydim, çok daha öncesinde ön saflarda alırdım yerimi," dedi. Her cümle, Zühre’nin geçmişine dair bir ipucu taşıyor, ama asıl mesele, bunların ne kadar doğru olduğuydu. O kadının güçlü olduğu, bir zamanlar her şeyin onun etrafında döndüğü belli bir şekilde konuşuluyordu. Fakat o güçlü kadının hâlâ burada olmasını anlamak, her şeyin bir sır perdesi gibi aralanmasını istiyordu.

 

Ve sonunda, ona daha yakından bakabileceğim bir yer bulduğumda, çok daha net bir şekilde gördüm. Salonun tam ortasında, uzun ve zarif bir şekilde duruyordu. O kadar derin bir etki vardı ki, onu sadece izlemekle kalıyordum. Herkesin dikkatini üzerinde topluyordu. Zühre, kadehini zarifçe havaya kaldırırken, salonun içinde nehir gibi akan sesler arasında kendine bir yer edindi. Herkes ona hayranlıkla bakarken, bir an için çok yalnız hissettim. Çünkü o an, sadece Zühre vardı; diğerleri sadece gölgelerdi.

 

Zühre’nin sesi, salonun içine yankılandı. Çok sakin ve derindi. "Bu gece burada olmak benim için garip…" dedi, sesi hafifçe alçalarak ama her kelimesi keskin bir şekilde vuruyordu. "Ama gariplikler içinde yaşamaya alışkın olan biri için, bu da geçici."

 

Sonra kadehini biraz daha yukarı kaldırarak, "Uzun zamandır böyle bir kalabalığın karşısına çıkmamıştım. Eski dostum, Kartal Mavros’un da ricası ile tekrar aranızdayım. Fazla uzatmayacağım; hepinizin keyifli bir gece geçirmesini diliyorum."

 

Kartal Mavros… O ismi duyduğum anda gözlerim bir anda ona kaydı. Doğan’ın babası olduğuna inandığım adam, arkasında elinde şarap kadehini tutarak tıpkı bir koruma gibi duruyordu. Dalgın bakışları, Zühre’ye değil, geçmişine doğru kayıyordu sanki. Bu adam, Zühre ile ne kadar güçlü bir bağa sahipti, bilmiyordum ama şüphelerim giderek büyüyordu.

 

Fakat en önemli şey, rüyamda gördüğüm o adam… O mavi gözlü, iri, yara izleriyle dolu adam. Bu kişi kimdi? Kartal Mavros’un yanında değil, ama ondan daha iri, daha tehditkar biriydi. Yüzündeki sertlik, bakışlarındaki derinlik, her şeyi bir araya getiriyordu. Düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyordu.

Sonrasında benim anlamadığım fakat salonun coşkuyla karşılayacağı anlamadığım kelimeler dizdi.

“Brindemos por el pasado, que aún susurra en el presente.”

(Geçmişe kadeh kaldıralım, hâlâ bugüne fısıldıyor.)

O an, Zühre’nin bakışları yeniden üzerimdeydi. Gözlerimiz bir an için tekrar kesişti. Kaşlarım çatılı bir şekilde, neyin peşinde olduğunu çözmeye çalışıyordum. Kadehini dudaklarından uzaklaştırıp, gözlerime dikkatlice bakarak hafifçe bana doğru kaldırdı. Bir yudum alacakken, göz teması kesildi ve etrafındaki kalabalık tarafından sarıldı. Gözlerim, o an için her şeyin gerisinde kaldı.

 

Zühre, geçmişinin izleriyle, o saygınlık, güç ve popülerlik her şeyi etrafında hissettiriyordu. Ama… Yaptığı büyüler mi? Yoksa başka bir güç mü? Adının ve soyadının ne kadar tuhaf olduğunu düşündüm. Mâran Velásquez… Bu isim, sanki bana bir yerden aşina geliyordu, ama bu sır hâlâ çözülmemişti.

 

Bir kol, aniden elimi tutup beni kalabalığın içinden çekip çıkarana kadar olduğum yerde donakalmıştım. Gözlerim, Zühre’nin bulunduğu yere doğru kilitlenmiş, her şey etrafımda bulanıklaşmıştı. Zühre’nin varlığı, etrafımdaki gürültüyü, insanların seslerini silip, sadece onu duyulmaz bir şekilde odaklamamı sağlıyordu. İçimden geçen karmaşık duygularla, bir adım bile atamıyordum. Ama ne olursa olsun, bir şeyin farkındaydım. Bu kadının bende bıraktığı etki, normal bir şey değildi.

 

Birden, o keskin sesle irkilerek kendime geldim.

 

"Ne yaptığını sanıyorsun, sen?" Sema, elimi sertçe çekiştirerek bana yaklaşmıştı.

 

Bana doğru bir adım atarken, bakışlarındaki öfke ve şaşkınlık karışımı bana daha da bir ağırlık hissettirdi. Sesindeki sertlik, vücudumu geriye doğru itti. Hemen gözlerimi ondan kaçırıp, bir adım geriye attım, ama hala zihnimde Zühre'nin görüntüsü vardı.

 

"Görmedin mi? O kadında bir şeyler var demiştim size!" dedi, sesinde bir titreme ve kaygı vardı. "Git gide içimize girdi. Zaten her şey onun yüzünden başlamıştı. Bir şey istiyor bu kadın benden. Bilmiyorum… Delireceğim!"

 

Sema’nın sözleri, kafamda yankılanırken, içimdeki korku ve belirsizlik de giderek büyüdü. Zühre’nin gözlerinde, sakin ve derin bir gücün yansıması vardı. Onu görmek, hissetmek, istemsizce bir adım daha atmamı sağlıyordu. Fakat Sema’nın söyledikleri doğru olabilirdi. Gerçekten bir şeyler vardı bu kadının içinde… Ama neydi?

 

Sema, gözlerini tavana dikerek derin bir nefes aldı. O an için bir anda her şeyin yükü omuzlarında gibiydi. Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde, o sert bakışlarını hissedebiliyordum. "Bende senin kadar şaşkınım ama bunun sırası değil," dedi, sesi biraz daha soğuk, biraz daha mantıklı. "Hem öyle olsa bile buraya geliş amacın farklı. Önce o sayfayı bul, aklını buna ver… Bu kadına ne yapacağımızı, seni bu işten sıyırdıktan sonra düşünürüz. Ama öncelik o sayfa..."

 

Sema’nın söyledikleri, bir yanda kulağımda yankı yapıyor, bir yanda ise içinde bulunduğum bu karmaşanın merkezinde neler olduğunu bir türlü çözmeme engel oluyordu. Zühre'nin etrafındaki gizem, çok daha büyük ve tehlikeli görünüyordu. Ama Sema haklıydı. Önceliğimiz kaybolan o sayfa olmalıydı. Bir anlığına bile olsa, Zühre'nin etkisinden kurtulmam, mantığımı toparlamam gerekiyordu.

 

Sema etrafına tedirgin bir şekilde bakarken, adımlarını sıklaştırdı. "Baran, Doğan’la beraber dışarıda," dedi, sesinde bir aciliyet vardı. "Ben de her ihtimale karşı buralarda olacağım. Hadi!"

 

Son cümlesindeki aceleci tavrı, bu durumun sadece bizim için değil, herkes için çok daha karmaşık ve tehlikeli olduğunu belli ediyordu. O kadar tedirgindim ki, bir an için yerimde durmamın ne kadar tehlikeli olabileceğini düşündüm. Ama hâlâ zihnimde, Zühre’nin bakışları, her şeyin tam ortasında yerini buluyordu. Kafamda, o kaybolan sayfa ve Zühre’nin gizemi arasındaki dengeyi kurmaya çalıştım.

 

Sema’nın benden önce hareket etmesi gerektiğini biliyordum. Kendimi toparlamak zorundaydım. Ama içimdeki fırtına dinmedi. Zühre, bu işin tam neresindeydi? Ve neden her şeyin ortasında o vardı? Zihnimde bu sorular dönüp dururken, her geçen saniye bir adım daha derinleşen bir çukura düşüyordum.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 04.05.2025 20:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...