Sevgili Okuyucularım,
Finale çok az kaldı! Yaklaşık 5-7 bölüm gibi bir planım var ve ardından kitabımızı düzenleyip sizlere özel bölümlerle gelmeyi düşünüyorum. Şimdiye kadar yanımda olan, desteğini esirgemeyen herkese sonsuz teşekkürler! Sizler olmasaydınız bu yolculuk çok daha zor olurdu.
Hepinizi çok seviyorum ve öpüyorum! Keyifli okumalar dilerim, iyi ki varsınız!
Sevgiyle,
Sizin yazarınız Zeze
***
İnsanları tanıdığımızı sanıyoruz. Gülüşlerine, sözlerine, bize gösterdikleri o dikkatle seçilmiş yüze inanıyoruz. Oysa herkesin bir maskesi var. Kimileri bu maskeyi çıkarmaz yıllarca, kimileri ise tam da güvendiğin anda indirir ve en tanıdık sandığın yabancıya dönüşür. En çok kime güveniyorsan, en derin yarayı da ondan alırsın. Çünkü düşman açık oynar, dost zannedilen ise arkadan gelir.
Zaten hayat da bunu öğretir; insanlar göründüğü gibi değildir. Nice dostluklar aslında sabırla bekleyen ihanettir. Nice “asla yapmaz” dediğimiz kişiler, en beklenmedik anda yapar. Çünkü kimse düşündüğümüz kadar masum, hissettiğimiz kadar gerçek değildir. Ve biz en büyük hatayı, insanların sözlerine değil gözlerindeki yalanlara bile bile inanarak yaparız. Bir noktadan sonra öğrenirsin: Herkesin bir niyeti vardır. Kimi seninle yürümek için, kimi seni ezmek için. O yüzden zamanla güvenmezsin artık bakışlara, gülüşlere, yeminlere. Çünkü bilirsin ki bazı insanlar sadece insan gibi görünür.
“Lavinia çiçeklerinin hikayesini bilir misin?” diye sordum kısık bir sesle. Sesim, mezar taşlarının arasında yankılanan bir fısıltı gibiydi; geceye, geçmişe ve içimde küllenmeyen öfkeye karışıyordu. Toprağın üzerine düşen ay ışığı, yüzümün yalnızca bir yarısını aydınlatıyordu. Diğer yarısı... karanlıkta kalmıştı. Tıpkı içimdeki o kırık taraf gibi.
Arman, gözlerini hafifçe kısarak bana baktı. Ardından aniden, sahte bir neşeyle dolu, tiz bir kahkaha patlattı. Kahkahası kulak tırmalayıcıydı, sanki ölülerin bile mezarında huzursuzlukla kıpırdanmasına neden olacak kadar tiz ve boş. “Beni öldürecek misin?” dediğinde, göz bebekleri küçülmüş, ama dudaklarında alaycı bir kıvrım vardı. Gülümsemesini görmezden geldim. Benimkisi... onunkinden daha soğuktu.
“Ölmek mi?” dedim yavaşça. Dudaklarım kıpırdarken gözlerim onun gözbebeklerine saplandı. Boğazımda düğümlenen hıncı, kelimelere yediriyordum. “Ölmek sana verilen bir ödüldür, Arman.” dedim. Sözlerim zemheri gibi sertti. Ve ben susarken bile onu soğukta bırakıyordum.
Arman, başını hafifçe sağa eğip burun kıvırdı. Onaylamadığını belirten, boğuk ve tiksinti dolu bir ses çıkardı. “Oysa ben senin aileni acısız bir şekilde öldürmüştüm.” dediğinde... kalbim bir anlığına durdu sandım. O cümle içime koca bir kurşun gibi saplandı ama dışarıdan belli etmedim. Gözlerimi kaçırdım. Yüzümdeki tüm ifadeyi sildim, çünkü o acıya yakalanmak istemiyordum.
İçimde bir şeyler devrildi. Ruhumun duvarlarına bir fırtına çarptı ama sessiz kaldım.
Sadece rüzgarın uğultusu duyuluyordu artık.
“Oğlumun acı çekmesini istemedim.” dediğinde... elindeki silahı bana doğrultmuştu. Elinin titrediğini görüyordum ama o, kendini güçlü sanıyordu. Namlu bana kilitlenmişti. Soğuk metalin ucu, sanki göğsümün tam ortasını hedef alıyordu. Zaman donmuş gibiydi. Her şey gri, her şey sanki kurumuş kan gibi mat bir kızıllıktaydı. Ama tam o an... dakikalardır kıpırdamadan mezar taşının gölgesinde duran Riccardo, bir fırtına gibi önüme atıldı.
Gözleri bıçak gibiydi. Yüzünde öfkenin hiçbir kontrolsüzlüğü yoktu; tam tersine... tehlikeli bir sükûnet vardı. “O silahı ona uzatma.” dedi. Sesi... tarif edilemeyecek kadar sertti. Şu an içinde bulunduğumuz bu mezarlık bile, onun sesinden daha soğuk değildi. Sesine ölüm çökmüştü sanki. Ve Arman, ilk kez... gerçek korkunun tadına varıyordu.
“Üvey kızımın ölümü de benim elimden olmalı, Riccardo...” dedi Arman, dudaklarını alaycı bir şekilde bükerek. Gözleri Riccardo’nun gözlerine saplanmıştı; ifadesi sakin görünüyor olabilir ama sesinin altında saklanan o karanlık niyet, buz gibi o mezarlığın içini daha da soğuttu. “Senin ölümün de öyle.” diye ekledi. Tıpkı bir listeyi tamamlarcasına, sıradaki maddeyi işaret eden biri gibiydi. Gözlerini hiç kaçırmadan, adeta bir cerrah titizliğinde konuşuyordu.
“Annenin, babanın, abin’in, o Türk kızının...” dediğinde Riccardo’nun vücudu sertleşti. Adeta vücudundaki tüm kaslar aynı anda gerildi. Arman o an tam anlamıyla zehrini kusan bir yılandan farksızdı. Ardından bir kahkaha attı, kısa ama diken diken eden türden. “O Türk kızının isimsiz bebeğini öldürmedim. Unuttum, görüyor musun?” dediğinde gözlerinde bir pişmanlık yoktu. Aksine, unuttuğu için hafifçe gülebildiği bir kibir vardı. Bu sözler Riccardo’nun içinde patlayan bir volkan gibiydi ama adam yerinden bile kıpırdamadı. Sadece çenesini sıktı, bakışları karardı. İçinde fırtınalar koptuğu belliydi ama kontrolünü kaybetmiyordu. Henüz.
Arman gözlerini ondan ayırarak bu sefer bana çevirdi. Adımlarını ağır ama kararlı bir şekilde attı, sanki her adımıyla ölüme biraz daha yaklaştırıyordu beni. Gözlerini karnıma dikti. “Senin de karnındaki o bebekle birlikte ölmen lazım.” dediğinde sesindeki ton… tarif edilemezdi. Ne bağırıyordu ne fısıldıyordu ama içime işliyordu. Gözlerim istemsizce karın bölgeme kaydı. Sanki oraya dokunmuştu sözleriyle. İçimdeki canlıyı, benliğimin en savunmasız noktasını hedef almıştı.
“Hadi ama Lavinia… Bu adamdan neden bir bebek yapar ki insan?” diyerek gözlerini Riccardo’ya çevirdi ama silah hâlâ onun üstündeydi. Arman hem bedenen hem sözleriyle baskı kuruyordu. Yılan gibi. “Bebeğinin de zaten düşme tehlikesi vardı.” dediğinde gözlerini tekrar bana çevirdi. Bu cümleyle birlikte, içimde bir şey koptu. Bacaklarımın bağı çözülmek üzereydi. Yüzümdeki her kas titreşti, içimdeki korku ve öfke bir noktada birbirine karıştı.
“Ölmek için bana yalvaracaksın...” dedi Riccardo, dudaklarının arasından sızan kısık bir sesle. Sesi öyle düşüktü ki, mezar taşları bile nefesini tutmuş gibi sustu. Ama o sözler… karanlığa düşen en keskin yemin gibiydi. Bakışları Arman’ın gözlerine kilitlenmişti. Ne bir kaş kıpırtısı, ne bir göz kayması… sadece ölüm gibi bir sabır. “Beni öldür diyene kadar, hatta dedikten sonra bile... seni öldürmeyeceğim.” dediğinde sesi bir buz gibi Arman’ın tenine değmiş olmalıydı. Soğuk, keskin ve kararlıydı.
Arman ise bir anda kahkahayı bastı. Öyle bir kahkaha ki, deliyle şeytan arasında kalmış bir varlıktan çıkıyor gibiydi. “Riccardo… Riccardo… Riccardo...” diyerek adını tekrar tekrar söylemeye başladı, başını sağa sola sallayarak. Sözde acıyordu ona, ama gözlerinde tek bir gram bile merhamet yoktu. Tam aksine, küçümsemenin en kirli haliyle bakıyordu. “Tam bir aptalsın.” dedi sonunda ve parmağıyla beni işaret etti. “O da öyle.” dediğinde, sesi kahkahaya karışmıştı. Sanki bir sirkin palyaçosu gibiydi ama bu sirkin ortasında ölümler vardı, kan vardı.
Riccardo, olduğu yerde dimdik duruyordu. Ne bir adım ileri, ne bir geri. Gözlerinde yangın vardı ama sesi hâlâ soğuktu. “Evet, aptalım.” dedi. O an sessizlik çöktü, rüzgar bile susmuştu. “Seni adam sandığım için... sana güvendiğim için... sana kardeşim dediğim için... seni sevdiğim için... sana güvendiğim için...” Sesinin her tekrarı, geçmişten bir hançer daha çıkarıp kendi kalbine saplamak gibiydi. Kelimeleri söylerken boğazı düğümlenmedi ama gözlerinin içi dolmuştu. “Ben tam bir aptalım.” diye bitirdiğinde… o cümle mezarlığın soğuk taşları arasında yankılandı. Arman gülüyordu, Lavinia titriyordu, ama Riccardo... yanıyordu. Sessizce, içten içe, parça parça.
“Hayatın... bu saydıklarınla geçti, öyle değil mi?” dedi Arman, sesi kısılmıştı ama öyle doluydu ki… her kelimesi yürekten fışkıran bir kan gibi. Gözleri Arman’ın üzerine saplanmıştı. Az önce onu kolundan vurmuştum. Ve ne ironiktir ki, o kol yıllar boyunca omzuna yaslandığı adam tarafından doğrultulmuştu ona. Arman’ın kolu sarkmıştı, acıdan nefesi kesiliyor gibiydi. Dişlerinin arasından inleyen bir sesle konuşuyordu. Ama Riccardo'nun, sadece bedenini değil, ruhunu hedef alıyordu sözleri ile.
Arman ayakta durmaya çalışırken hâlâ ukalaydı, hâlâ o bozuk sırıtışı suratındaydı. “Bana her zaman güvendin. Her an güvendin. Ne oldu sonra?” dedi. Gözlerinde en ufak pişmanlık yoktu. Kollarını iki yana açtı, sanki yaptığı ihaneti kutsal bir zafer gibi sergiliyordu. Ama yaralı koluyla bu hareketi yaparken yüzünü acı bir ifade buruşturdu. İç çekmedi, inilmedi bile. Sadece tısladı. “Bu durumdayız.” dedi ve kanlı kolunu göstererek bana döndü. Gözlerini dikti. “Bu kol yüzünden... seni daha acılı öldüreceğim.”
O an içimdeki bebek bir kıpırtı yaptı, sanki o da korkmuştu. Ama ben... donmuştum. Arman konuşmaya devam etti, sesi daha da zehirliydi şimdi. “O koldan çektiğim her acının fazlasını sen çekeceksin.” Gözleri Riccardo’ya döndü. “Bu mezarlıkta ben ölmüştüm.” dedi ve başıyla, Lavinia’nın mezarı sandığı eski mezar taşını gösterdi. Orada Riccardo onu ölü bıraktığını sanmıştı belki. Ama şimdi, karşısında sapasağlam, kurşun yaralı ama hâlâ iğrenç bir gülümsemeyle duruyordu. “Sana yemin ederim... senin her bir parçanı buraya gömeceğim.” dediğinde... Riccardo’nun yüzü hiç değişmedi. Ama gözleri... evet, gözleri artık ağlamıyordu. O gözler, çoktan intikam yeminiyle mühürlenmişti.
Ve Lavinia… ben... o an nefes almayı bile unuttum. Çünkü karşımda duran adam, Riccardo’nun bir zamanlar kardeşim dediği kişiydi. Ama o kişi artık yoktu. Yerinde ihanetin yürüyen hâli vardı.
“Hadi ama... çok konuşmadık mı?” dedim, mezar taşlarının arkasından ağır adımlarla çıkarken. Sesim soğuktu, ayaz gibi keskin. Elimdeki silahı havaya kaldırdım, parmaklarım tetiğe çoktan alışmıştı. Arman’ın gözleri bana çevrildi, bir anlık şaşkınlıkla karışık bir gülümseme belirdi dudaklarında.
“Sen dur.” dedi Riccardo. Sesi sertti, keskin ve buyurgan. Ama ben onu dinleyecek durumda değildim.
“Bunun kalbine Lavinia çiçeği gömmeden mi?” dedim, gülümseyerek. Gözlerim Arman’a kilitlenmişti ama asıl oyun... başka yerde dönüyordu. “Hadi ama Riccardo… beni hiç tanıyamadın mı?” diye ekledim. Sesim aynı tondaydı ama adımlarım dikkatliydi. Bir adım daha geriye attım, kontrollüydü. Aynı anda çantamın fermuarı sessizce aralandı. Parmaklarım iğneyi buldu. Buz gibi metal parmaklarımda ısınmadan önce hazırdı artık.
“Bir tane... kardeşim Özgür için derine gömeceğim Lavinia çiçeğini.” dedim ve gözlerimi hiç kaçırmadan Arman’a sabitledim. Sözlerim, ağzımdan çıkan cümleler değil... yemin gibiydi.
İğneyi hazırlarken hâlâ önümde duran Riccardo’nun varlığı bana zaman kazandırıyordu. O fark ettirmeden korumaya devam ediyordu.
“Bir tane... annem için gömeceğim.” dedim.
Ve yüzümdeki gülümseme hiç bozulmadı. Belki de ilk defa bu kadar sabittim.
“Hayaller, hayatlar...” dedi Arman ve o an silah bana çevrildi. Tetik parmağının gerildiğini gördüm. Artık zaman daralıyordu.
Ama ben hazırdım.
İğneyi fırlatabileceğim o kısacık açıklık artık önümdeydi.
Riccardo ise hareketsizdi… ilk bakışta.
“Hayallerinde burada bizi öldürmek vardı, öyle değil mi?” dedi Riccardo. Ve ben, iğneyi onun avcuna bıraktığımda hiçbirimiz nefes almıyorduk sanki. Elimi uzattım, metal onun eline değdiği an gözlerimiz buluştu.
“Gerçekler...” dedi, sesi düşüktü ama sert.
“Gerçekler burada. Ve şu anlık... kimse ölmeyecek.”
Cümlesini tamamladığı anda... bileği bir fırtına gibi döndü.
İğne, havayı keserek gitti.
Ve saplandığı yer... Arman’ın boynu oldu.
İğne o kadar hızlı saplanmıştı ki, Arman önce hiçbir şey anlamadı. Sonra dizlerinin bağı çözüldü. Gözleri büyüdü. Ağzı açık kaldı.
Ve mezar taşlarının dibine yığıldı.
Henüz ölmemişti.
Ama gerçekler dediğimiz o şey... artık kanlıydı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
26.52k Okunma |
2.42k Oy |
0 Takip |
58 Bölümlü Kitap |