55. Bölüm

51. Bölüm

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

Var mıydı?

Hayal miydi?

Kalbim hâlâ atıyor muydu, yoksa aylar önce onunla birlikte toprağa mı gömmüştüm bilmiyordum. İçimdeki boşluk, nefes aldığım hâlde nefessiz kalmanın tarifi gibiydi.

Çiçeklerle süslenmiş beyaz çardağın altında, insanların fısıltıları arasında, sadece ona bakıyordum. Karşımda, siyah smokinin içinde tarifsiz bir zarafetle duran adam… Gözleri gözlerime kilitlenmişti. O yemyeşil gözlerde, uzun süredir aradığı huzuru bulmuş gibi bir parıltı vardı.

Sanki onu hiç terk etmemiş gibi.

Ama terk etmişti.

Beni o terk etmişti.

O da gitmişti. O da benden vazgeçmişti.

Ama şimdi... Düğün yerinde onlarca insan kahkahalarla birbirlerine gülümserken, biz ikimiz sadece birbirimize bakıyorduk. Onun gülümsemesinin ardında bir hüzün vardı. Ve benim gözyaşlarım, yalnızca içime akıyordu.

Geriye bir adım attım. Çimenler ayakkabılarımın ucunu okşarken kalbim ağzıma geldi. O ise yerinden kıpırdamadı. Gözlerini gözlerimden kaçırmadan, sesi neredeyse fısıltıya dönüşerek;

"Peri’m..." dedi.

Donup kaldım.

Aylar sonra... Belki de yıllar sonra... Bana ilk kez yine böyle demişti.

"Peri’m..."

Eskiden her ‘Peri’m’ deyişinde dünya susardı benim için. Zaman yavaşlar, rüzgâr bile saygıyla beklerdi kelimelerimizin arasında. Ama şimdi, kelimeleri bile kırılmıştı. Sesi çatallı, yorgun, ama yine de beni çağırır gibi.

Derin bir nefes aldım. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan;

“Mutluluklar, Riccardo...” dedim.

İtalyanca konuştum.

Onunla ilk kez.

Aslında hep hayal etmiştim onunla İtalyanca konuşacağım anı. Belki küçük bir İtalyan kasabasındaki bir akşam yemeğinde olurdu... Belki de nikah masasında, bir ömürlük yemin ederken... Ya da bir gece onu sevdiğimi söylerken...

Ama gerçek neydi biliyor musunuz?

Ben onunla ilk kez İtalyanca konuştum...

O başkasıyla evlenirken.

Ve ben, bu masalın başrolü olmam gerekirken, pastasını hazırlayan aşçıydım. Hayatımın en acı tarifini yoğururken, karnımdaki bebeğe onun sesini anlatıyordum. Ellerim kremaya batarken kalbim kanıyordu. O pastayı süslerken içime gömdüm onu. Süslemelere sakladım kalbimin kırıklarını.

Çocuğumun babasına, başka bir kadınla evlenirken, pastasını ben hazırladım.

Arkama doğru bir adım daha attım. Sonra bir adım daha... Nefesim ciğerlerime değil sanki boğazıma doluyordu. Ayaklarım çimlere gömülürken içimdeki yangın bedenime sığmıyordu. Kendimi bir anda hızla yürürken buldum, gözlerimdeki yaşlar yavaş yavaş değil, utanmadan düşüyordu artık. Kalabalığın uğultusu geride kaldı. Düğün müziği, kahkahalar, alkışlar... hepsi bir perde gibi arkamda kapanıyordu. Ben sadece arabaya ulaşmaya çalışıyordum. Sanki oraya ulaşırsam kaçabilecektim her şeyden, herkesten... ondan.

Arabaya bindiğim anda kapıyı hızla çekip çarptım, hemen kitledim. Ellerim titreyerek anahtarı buldu. Kontağı çevirdiğimde motorun sesi içimde bir yerleri parçaladı. Direksiyona sıkıca sarıldım. Ve sonra bir anda...

"Neden!" diye haykırdım, boğazımı yırtarcasına. "NEDEN, NEDEN, NEDEN!" Yumruklarım direksiyonu dövüyordu. "Neden canım bu kadar acıyor, neden!" Arabayı sürmeye başlamıştım bile. Gözlerim neredeyse kapanacak kadar yaş doluydu ama önümdeki yoldan vazgeçmiyordum. “Neden yaşıyorum Allah’ım? Bu acıyı neden taşıyorum hâlâ? Neden?! Neden herkes gidiyor?! Neden her sevdiğim kayboluyor?”

Silecekler çalışmıyordu ama çalışsaydı da o gözyaşlarını silemezdi. Yol bulanıktı, karanlıkta farların aydınlattığı kadarını görebiliyordum. Ama içimdeki karanlık çoktan tüm yolları yutmuştu. Arkamdan geliyor muydu? Bilmiyordum. Gelmesini istiyor muydum? Sanmıyordum. Gelseydi neyi değiştirebilirdi ki?

O beni bırakmıştı. Sevdiğini iliklerime kadar hissettirip sonra hiçbir açıklama yapmadan çekip gitmişti. İçimde kalan sadece sessizlikti. Onun yokluğunun sessizliği. Beni sevdiğini söyleyen adam şimdi başka bir kadına “evet” diyordu. O an fark ettim. İçimde artık bir mezar taşıyordum. O mezarın adı Riccardo’ydu.

Alnımı direksiyona yasladım. Ağlamaktan nefesim kesiliyordu. Fısıltı gibi ama kendimden saklayamadığım bir cümle döküldü dudaklarımdan. "Ben çok mu kötü bir insanım?" Aynaya baktım. Gözlerim şiş, yüzüm allak bullaktı. Dudaklarımda rujdan eser yoktu artık. "Çirkin miyim?" dedim sonra, kelimelerim yorgun ve ürkekti. Aynadaki kadın tanıdık değildi. Ne Lavinia’ya benziyordu, ne de Riccardo’nun bir zamanlar sevdiği o “Peri”ye.

Yüzümü aynadan kaçırdım. Kazaya neden olmamak için önümdeki yola döndüm. Ama yol nereye gidiyordu, bilmiyordum. Gidecek bir evim, sığınacak bir kalbim, sarılacak bir kucağım yoktu. Sadece karnımdaki bebek... Ve ben... O pastayı yaparken ninniler söylemiştim ona. Şimdi, babasının düğününden kaçarken titreyen ellerimle direksiyonu tutuyordum.

“Çok yoruldum…” dedim, sesim neredeyse bir fısıltıdan da sessizdi. “Yemin ederim, çok yoruldum…” dedim bir kez daha. Kelimeler boğazımda düğümlenmeden dökülüyordu ama içimdeki ağırlık hiç hafiflemiyordu. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Gözlerim yolda, ruhum çoktan kaybolmuştu. Sadece bir an… bir durma hissi sardı içimi. Artık devam edemezdim. Direksiyonu sağa kırdım ve arabayı yol kenarına çektim. Geldiğim yere döndüm, aynadan değil… hayatımdan baktım. Nerede olduğumun bir önemi yoktu ama nefes almak zorundaydım. Elim refleksle karnıma gitti.

“O da benden gider mi?” dedim usulca. Gözlerim istemsizce karnıma kaydı. İçimde atan küçük bir kalp vardı artık. Henüz bir sesi yoktu ama varlığıyla beni hayatta tutan tek şeydi. Gitme ihtimali… düşüncesi bile… beni hayattayken öldürüyordu. Gözlerim doldu. Mideme, kalbime, boğazıma kadar yayılan o panik… içimi kemiren korku… tek bir soruya sıkışmıştı: O da mı beni bırakacaktı?

Arabadan indim. Bacaklarım titriyordu ama buna rağmen ilerledim. Nerede olduğumu hâlâ bilmiyordum ama önümde uzanan manzara kalbime biraz su serpti. Deniz… Dalga sesleriyle inliyordu. Gece karanlığı suya gölgeler düşürmüş, ay ışığı usulca yüzeyine dokunuyordu. Sanki dünya sessizce ağlıyordu benimle. Kendimi suya yakın bir yere bıraktım. Oturdum. Kollarımı dizlerime sardım, başımı yasladım. Derin bir nefes aldım ama o nefes ciğerlerime değil, yaralarıma doldu.

Sadece oturdum. Konuşmadım, düşünmedim. Sadece ağladım.

“Hanımefendi…” dedi biri, ses tonu yumuşaktı ama hafif bir tereddüt taşıyordu. Yanımdan gelen bu sesle birlikte başımı kaldırdım. Gözlerim yaşlıydı, yüzüm solgundu ama yine de karşımdakine dikkatlice baktım. Otuzlarının sonlarında, düzgün yapılı bir adamdı. Üzerinde lacivert bir palto vardı, içindeki beyaz gömleğin yakaları dağılmış, sanki aceleyle çıkmış gibiydi. Sakalını o sabah tıraş etmemişti ama bakımsız da durmuyordu. Gür, hafif dalgalı koyu kestane saçları alnına dökülmüştü. Gözleri koyu yeşildi; ama Riccardo'nun o tanıdık bakışlarındaki karmaşa onda yoktu… O sadece merak ediyordu.

“İyi misiniz?” diye sordu tekrar, gözleri gözlerimdeydi. Ve o an, iyi olmadığımı anladığını fark ettim. Gözlerime bakan biri, içimde kopan fırtınaları duymasa bile hissederdi.

“Lütfen gider misiniz?” dedim, yavaşça. Sesim ağlamaktan kısılmıştı, kurumuş bir yaprağın hışırtısı gibiydi. “Yalnız kalmak istiyorum.” Gözlerimi ondan kaçırmadım, çünkü o an biri yüzüme bakarsa, ne kadar kırık olduğumu anlasın istedim. Cebinden yavaşça beyaz bir mendil çıkardı. Katlanmış, temiz, ütülü. Bir kadına uzatmak için özel saklandığı belliydi.

“Bu mendili alırsanız ve siz isterseniz... evet, gideceğim,” dedi. Sadece uzatmakla kalmadı, karşımda tek dizi üstüne çöktü. Hareketleri nazikti. Yüzünde yumuşak ama belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Sizin gibi güzel bir hanımefendiyi bu kadar ağlatmak… kesinlikle akıl işi değil,” dedi.

Bir şey söyleyemedim. Sadece gözlerim doldu. Yabancıydı, ama iyi niyetliydi belli ki. Belki bir an için bile olsa, bir insanın ilgisi iyi gelmişti. Ama o an, arkadan gelen o sesle birlikte tüm dengem değişti.

“Sana soran oldu mu?” dedi biri, sesi tok ve buz gibiydi. Tanıdık... yakıcı kadar tanıdıktı. Başımı hızla çevirdim. “Uza.” dedi, daha da yaklaşırken. Ayak sesleriyle birlikte kalbim hızlandı. Her adımında içimdeki yıkıntılar bir kez daha yerinden oynuyordu.

Riccardo’ydı.

Adam, Riccardo’ya dönerek kendini açıklamaya çalıştı. “Ağlıyordu… yardım edelim dedim sadece.” Sözleri sakindi ama arada kalanların o tipik şaşkınlığı yüzündeydi. Sonra tekrar bana döndü ve, “Tanıyor musunuz?” diye sordu.

Gözlerimi Riccardo’ya çevirdim. Kalbim duracak gibiydi.

“Tanıyor,” dedi Riccardo, sesi sarsılmazdı. Bakışları karnıma kaydı. “Karnında olan bebeğin babasıyım.”

Zaman durdu. Gözlerim kocaman açıldı. Adam bir adım geri çekildi. Ben nefes almayı unuttum.

Ve denizin sesi bile susmuş gibiydi artık.

Adam, bir kez daha hem bana hem Riccardo’ya baktı. Gözleri kısa bir kararsızlıkla dolaştı aramızda. Ama Riccardo’nun bakışları… kelimenin tam anlamıyla bir tehditti. Dudaklarının kenarı sertçe çekilmişti, göz bebekleri büyümüştü, çenesindeki kaslar sıkılıydı. Sanki adama bir adım daha atarsa denizin kıyısında değil, mezarın eşiğinde bulacaktı kendini. Bu bakış beni bile ürküttü.

“Lütfen gidin,” dedim adamın gözlerine bakarken. Sözüm nazik ama kırılgandı. O da bunu fark etmiş olacak ki, başını yavaşça salladı. Gitmek istemediği çok belliydi… ama çekilmek zorunda kaldı. Sessizce arkasını döndü ve uzaklaştı.

Riccardo ise önümdeki yere doğru geldi, hiçbir şey söylemeden kuma oturdu. Hareketleri kontrollüydü, ama içinde fırtınalar koptuğunu her hâlinden anlayabiliyordum. Gözlerini benden ayırmıyordu. Bense göz göze gelmemek için başımı çevirdim.

O başkasına aitti artık. Beni bırakmış, benden gitmişti. Benim acımın sahibi oydu. Ve şimdi burada ne işi vardı?

“Git,” dedim, gözlerim sabit ufka bakarken. Sesim titremedi. Oysa içim buzla kaplıydı.

“Gidemem,” dedi, o tanıdık ses tonuyla. Hâlâ bana bakıyordu, gözlerini hiç kaçırmadan. Olduğu yerden kıpırdamadı. O sabitlik yokluğuna ihanet eder gibiydi.

Ben ise bir anda ayağa kalktım. Bu konuşmanın burada yapılmasına izin vermeyecektim.

“Ben giderim o zaman,” dedim, ve o an tam arkamı dönüp yürümek üzereydim ki bileğimde bir baskı hissettim. Sert ama zarar vermeyen bir tutuştu. Sadece durdurmak için. O an göz göze geldik.

“Sen de benden gidemezsin,” dedi. Sesi yavaş, ama içindeki kırıklık feryat gibiydi.

Gözlerimi kaçırmadım. Beni öyle bir bakışla izliyordu ki… geçmişte bana her "Peri’m" dediği bakışın gölgesi vardı orada. O tanıdık yeşiller… beni ilk kez görüyormuş gibi değil, hep benmişim gibi bakıyordu.

TERK ETTİN!” diye bağırdım, boğazımdan çıkan ses içimde ne varsa döktü dışarıya. Kum, deniz, gece… her şey sustu. “BAŞKASINA GİTTİN!” dedim yeniden, nefes almadan, gözlerimden yaşlar boşalırken. “ŞİMDİ BEN SENDEN GİTMEK İSTİYORUM!

Sesim çatladı. Ama sözlerim dimdik durdu.

O ise susuyordu. Gözleri gözlerimdeydi. Ve sanki ilk kez gerçekten dinliyordu beni.

“Benim senden gittiğime kendin inanıyor musun, Peri’m?” dedi Riccardo, sesi öyle yavaş ama öyle derinden geldi ki, içimde bir şeyler sarsıldı. Tuttuğu bileğimi yavaşça kendi göğsüne, kalbinin tam üzerine yerleştirdi. “Bu kalbin bir başkası için attığına inanıyor musun?” dediğinde gözleri yüzümde geziniyordu. Her bakışı bir adım daha yaklaşmak gibiydi. Dudaklarımı kıpırdatamadım.

Avcumun altındaki kalbi… deli gibi atıyordu. Hızlı, düzensiz ve sanki boğulacakmış gibi. Bu atışlar, o gözler, o ses... hepsi benimdi bir zamanlar.

“Kalbim bile senken, Peri… bir başkasına nasıl gideyim?” dediğinde elinin sıcaklığını karnımda hissettim. Avuç içi dikkatli, özenli… kırılmaktan korkarcasına dokundu. “Seni bırakıp nasıl gideyim?” diye fısıldadı. Parmak uçları nazikçe karnımda dolaşıyordu, sanki bebeğe değil de hatıralara dokunuyordu.

Ve o an…

Babası sen değilsin.” dedim.

Gözlerim gözlerinde. Sesim bir hançer kadar soğuk. Kalbimi buz yapıp ona saplıyordum. Canını yakmak istiyordum. O acıyı, beni bırakıp gittiği o günü… ödetmek istiyordum. Yüzüme bakmaya devam etti. Gözlerinde bir anlık bir kıpırtı… ama asla inançsızlık değil.

“Yalan söyleme bana, Peri…” dedi, neredeyse okşar gibi. Sesinde öfke yoktu. Kırgınlık da yoktu. Sadece… sevgi. Derin, bildiği hâlde inanmak isteyen bir sevgi.

“Söylemiyor-” dedim hemen, savunmaya geçerek ama sözüm yarıda kaldı.

“Hadi ama, Peri…” dedi usulca. Yüzüme daha da yaklaştı. Gözleri gözlerimdeydi. Ama öyle bakıyordu ki… sanki gözlerimi değil, içimdeki sakladığım her şeyi okuyordu. “Gözlerin ‘ben yalan söylüyorum’ diye bağırıyor… ama dudakların hâlâ neden yalan söylemeye devam ediyor?”

Yeşilleri gözlerimin en derinine bakıyordu. Bildiği hâlde kırılmak için susuyordu. Anlıyordu ama beni incitmemek için acele etmiyordu.

Ben nefes bile alamıyordum.

Yalan dilimde ama gerçek kalbimdeydi.

Ayağa birden fırladı, öyle aniden olmuştu ki ne olduğunu anlayamadım. Gözlerim, bana doğru uzattığı eline takıldı. Her yanı yara bere içindeydi; kan kurumuştu parmak aralarına kadar, tırnaklarının ucunda toprak birikmişti. Parmak uçları titriyordu… Sanki o ellerle bir mezarı kazmış gibiydi.

Yaralarına bakarken içim sızladı, ama o… o benim kalbimi çoktan paramparça etmişti. İçimdeki acı, bedenindeki kesiklerden daha derindi.

Elini tutmadım.

Sadece yüzüne baktım. O yabancı, tanıyamadığım adama. Gözleri hâlâ aynıydı… ama içindeki adam çoktan ölmüştü sanki.

"Git," dedim, yutkunarak, içimdeki yangını bastırmaya çalışarak. "Yine git..." Sesim çatlamıştı ama gözlerim ondan hiç ayrılmadı. Dudaklarımı ısırarak ağlamamı bastırdım.

"Sana bir yeri göstereceğim, Peri'm," dedi. O ses... hâlâ aynı tonda, hâlâ aynı sıcaklıkta yankılanıyordu kulağımda. Ama artık bana güvenli gelmiyordu.

"Sonra gidecek misin?" diye sordum, boğazımda düğümlenen hıçkırıkları zorla bastırarak. O ise başını yavaşça iki yana salladı. Gözlerinde bir yemin, bir pişmanlık vardı… ama benim gözümde cevapsız kalan geceler, kimsesiz sabahlar vardı.

"NE İSTİYORSUN YA BENDEN!" diye bağırdım bir anda. Çığlığım odada yankılandı, susturulmuş onca haykırışın intikamı gibi. Elim karnıma gitmek istedi istemsizce… ama durdurdum kendimi. O hâlâ bilmiyordu. Bilmeye hakkı var mıydı, onu da bilmiyordum.

O ise yalnızca bir adım attı bana doğru.

“Beni dilemen lazım,” dedi kısık bir sesle, neredeyse fısıltıyla. O sakinlik, o kırık ama kontrollü ton… işte bu, delirtici olan buydu. Sessizliğinde boğuluyordum.

Ama ben... çoktan içimde kaybolmuştum.

"Ben seni dinlemek için… yıllarca beklerdim, Riccardo…" dedim titreyen bir sesle, gözlerimi yüzünden ayırmadan. Dudaklarımda bir tebessüm yoktu; kelimelerim sadece acıydı, kanayan bir yaranın üzerinden geçen parmak gibi.

Ama sonra…

"Eğer senin düğün pastanı… kendi ellerimle yapmasaydım."

O cümle... sanki her harfi bir bıçaktı. Söylerken bile içime battı. Göğsümün ortasında bir yer, acıyla kasıldı. Kendi ellerimle yaptığım o pasta, aslında kendi kalbimi mezara gömdüğüm gündü.

O an dizlerinin bağı çözüldü sanki. Birden tek dizi üstüne çöktü.

"Özür dilerim," dedi kısık ve çaresiz bir sesle. "Çok özür dilerim… Sana bunu yaşattığım için... özür dilerim." Gözleri doluydu. Nefesi düzensizdi. Ama ne söylese artık eksikti. Çünkü hiçbir kelime, içimdeki boşluğu doldurmaya yetmiyordu.

Sonra birden, beklemediğim bir şey yaptı.

Kollarını uzattı ve beni kucağına aldı, öyle aniden ki kendimi savunacak fırsat bile bulamadım.

"Riccardo! İndir yere!" diye bağırdım çırpınırken, yumruklarım göğsüne isabet ediyor ama o hiçbirini umursamıyordu. "İNDİR BENİ YERE!"

Ama o beni taşımaya devam etti. Ayakları kararlılıkla yere basıyor, bir noktaya doğru ilerliyordu. Arabaya…

“Beni dinlemen için… seni götürmem gerek, Peri,” dedi, yürürken yüzüme baktı bir an. Gözlerimizin kesiştiği o saniyede sanki içinde bir şey koptu. “Ağlama…” dedi, neredeyse fısıltıyla. Ama o fısıltının içinde boğuluyordu. Gözlerindeki acı, kelimelere sığmıyordu. "Yalvarırım… artık ağlama."

"AĞLATMA O ZAMAN!" diye haykırdım, ellerim omzuna çarparken. Sesim sokakta yankılandı, o geceye kazındı sanki. "İNDİR BENİ YERE!"

Ama o hâlâ susuyordu.

Ve susması, en az kelimeleri kadar yakıyordu canımı.

“Seni ağlattığım… o her damla için… kendimi cezalandıracağım,” dedi Riccardo. Sesi, neredeyse bir ant içiyor gibiydi. Dudaklarından dökülen kelimeler sanki ilmek ilmek boğazıma düğümleniyordu.

O anda çırpınmayı bıraktım.

Artık kollarımda direnç kalmamıştı, sadece gözlerim kaldı ona karşı. Ve yorgun kalbim…

“Ama ben…” dedi gözlerimin içine bakarak, “…sensizlikle zaten en büyük cezayı çektim.”

Her adımda daha da yavaşlıyordu. Sanki bedenime değil, ruhuma dokunmaktan korkuyordu. Sanki her temas, onu da biraz daha yakıyordu.

Arabaya vardığımızda elleri titreyerek kapıyı açtı. Beni incitmemek için öylesine dikkatliydi ki… sanki kristal bir cam parçasını taşıyordu. Yavaşça koltuğa yerleştirdi beni. Kıpırdamadım. Sadece izledim onu.

“Sen…” dedim gözlerimi kaçırmadan. “Sen kendin terk etmesen… şu dediğinle ben… seni terk ettiğini sanırdım, Riccardo.”

Bakışlarıma kilitlendi. Gözleriyle özür diliyordu, dilsizce.

Emniyet kemerini yavaşça bağladı, parmakları her harekette titriyordu. Ardından birden, beklemediğim bir şey yaptı…

Eğildi. Başını usulca eğdi ve karnımın üzerine, tüy gibi hafif bir öpücük bıraktı.

Ellerim havada asılı kaldı… donmuş gibi. Ne diyeceğimi bilemedim. O tek dokunuşta sanki bir ömür özür saklıydı. Bir ömür pişmanlık… bir ömür sevgi.

Ve sonra fısıldadı:

“Senden de… özür dilerim…”

Sesi… o kadar acı doluydu ki… o fısıltı içime işledi. Karnımda taşıdığım küçük varlık, bu kelimelerin altında sanki bir an kıpırdadı.

O an her şey durdu. Kalbim bile nefes almaktan vazgeçmişti san

Riccardo arabayı çalıştırmadan önce gözlerini bir an bana çevirdi, ama ben başımı çevirdim, karnıma sımsıkı sarıldım. Ellerimle korumaya aldım orayı… bedenimin içindeki o minik mucizeyi. Tek sığınağım oydu artık. Onun sessiz varlığına sarıldım.

Arabayı çalıştırdı. Ve biz… sessizliğe gömüldük.

Sadece motorun boğuk sesi vardı ve benim zaman zaman içime çektiğim gözyaşları. Sessizce ağlıyordum. Bazen hıçkırığımı bastırmak için derin nefesler alıyordum. Ama ağlamamak, kelimeleri boğmak daha çok acıtıyordu.

O konuşmuyordu. Ben de konuşamıyordum.

Sonunda dayanamadı… Sesi, boğazında düğüm olmuştu.

“Yalvarırım sana…” dedi. “Yalvarırım, ağlama.”

Sanki sesinde diz çöküyordu. Ama ben hâlâ susuyordum. Dudaklarımı bastırmış, bakışlarımı cama sabitlemiştim. Çünkü ona bakarsam… çözülürdüm.

“Neden gittin?” dedim aniden. Sessizliği yırttım bir bıçak gibi.

“Gitmedim,” dedi. Fısıltı gibiydi sesi, ama içinde fırtınalar kopuyordu. “Hiç mi tanımadın beni Lavinia? Ben senden… nasıl gidebilirim?”

O cümle beni yaktı. Kalbimin orta yerine çarptı.

“Ya gittin!” dedim, gözyaşlarımı daha fazla tutamadan ona döndüm. “Gittin işte! Uyandım… yoktun sen benim yanımda!” Sesim çatladı. Kelimelerim yarıldı içimden. “O gün... ellerim boştu, Riccardo. Sen gitmiştin. Kalbimin yerinde koca bir hiç vardı.”

O an, arabada zaman dondu. Motor çalışıyordu ama biz durmuş gibiydik.

Riccardo, o cümleden sonra bir daha konuşmadı. Yalnızca gözlerini yola dikti ve sürdü. İçinde ne fırtınalar koptuğunu bilmiyordum ama elleri direksiyonu öyle sıkıyordu ki, eklemleri bembeyaz kesilmişti.

Ben hâlâ karnıma sarılıydım.

İçimdeki bebeği değil, kendimi tutuyordum aslında. Parçalanmamış halimi.

Arabadan dışarı baktım. Giderek şehrin dışına çıkıyorduk. Binalar azaldı, ağaçlar çoğaldı. Sessizlik daha derinleşti. Sanki dünya bile nefesini tutmuştu.

Yolun sonunda, arabayı toprağı çatlamış bir patikanın kenarına park etti. Kontağı kapattı ama inmedi hemen. Bir an gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Sanki birazdan çökecekmiş gibi duruyordu.

Sonra kapısını açtı, indi. Sessizce diğer tarafa geldi, kapımı açtı. Elini uzattı. Bu kez eline baktım uzun uzun. Yaraları kabuk bağlamıştı ama hâlâ oradaydı. Tıpkı içimizdeki yaralar gibi.

Ona dokunmadan indim.

Çıplak toprağa bastım ayaklarımla. Kalbim göğsümde çırpınıyordu.

Birkaç adım attık. Çimenler hışırdadı. Ay ışığı, yolumuzu aydınlatıyordu. Rüzgar yavaştı ama keskin. Kokusunda çiçek değil, toprak vardı.

Sonra durdu.

Ben de onun yanında durdum. Gözlerim yavaşça önümüzde duran mezar taşına kaydı. Kalbim bir anlığına tamamen sustu.

O ise yere çöktü. Hemen mezarın başına. Sırtı kamburlaştı, elleriyle toprağı yokladı.

“Sana gelmediğim tek bir gün olmadı,” dedi neredeyse fısıltıyla. “Senin öldüğünü sandığım her gece… burada uyudum. Senin sessizliğinle konuşmaya çalıştım…”

Bir elini mezar taşına yasladı. Diğeriyle toprağı okşar gibiydi. O hâlini görürken gözlerim doldu ama bir damla bile akmadı bu kez. Bedenim buz kesmişti.

Adım adım yaklaştım.

Mezar taşının ucunda çiçekler vardı. Solmuş… ama dikkatle dizilmiş. Her biri gün sayıyor gibiydi. Belki de her birini bir gece bırakmıştı oraya.

Ve sonra…

Gözlerim yavaşça taşın üzerine kaydı.

İlk harfi gördüğüm an, kalbim göğsümden dışarı fırlayacak gibi oldu.

Mezarda kendi adım yazıyordu.

 

BÖLÜM SONU

 

 


 

Bölüm : 24.06.2025 22:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...