Riccardo’nun Anlatımıyla
Yaşıyor muydum? Ölüyordum belki de. Nefes alıp almadığımı bilmiyordum. Kalbim hâlâ atıyor muydu, ondan da emin değildim. Belki de atmıyordu artık. Belki çoktan durmuştu ama beni terk edemediği için hâlâ çırpınmaya devam ediyordu. Kalbim bir kadına dönüşmüşken hâlâ nasıl çarpabiliyordu ki? Her atışında onun adını haykırıyor, her çırpınışında beni onun yokluğuna biraz daha mahkûm ediyordu. Sanki yalnızca bana işkence etmek için hâlâ göğsümün içinde debeleniyordu.
Odamın içi bir mezarlık kadar sessizdi. Perdeler yarım aralıktı, içeri sızan solgun ışık duvardaki çatlakları olduğundan daha derin gösteriyordu. Zaman bile bu odada parçalanmış gibiydi, dökülüyordu her köşeden. Etrafa boş boş bakıyordum. Ne zamandır bu bakışlara sahiptim, hatırlamıyordum. O gittikten sonra ne zamandır nefes alıyordum, onu da bilmiyordum. Aslında artık hiçbir şeyi bilmiyordum.
İki ay, yirmi yedi gün, on yedi saat… Onsuz geçen zaman buydu. Benim ölümümün süresi. Ve hâlâ yaşıyor sayılıyordum. Ne acı.
Gözüm odanın köşesindeki askılığa takıldı. Siyah bir takım elbise… Ütüsü çoktan kaybolmuş, yakasında bir zamanlar onun ellerinin izi vardı. Belki hâlâ kokusu sinmiştir diye birkaç kez gömleğin yakasını avuçladım ama hiçbir şey yoktu. Artık hiçbir şey kalmamıştı. Boşlukla doluydu bakışlarım; gözlerim bakıyor ama ruhum görmüyordu. Sadece onun sesi yankılanıyordu zihnimde. Bir zamanlar kulağıma fısıldadığı cümleler artık zihnimin duvarlarında yankı olup çarpıyor, durmaksızın dönüyordu.
“Beyaz ne kadar yakışırdı sana…” dedim usulca. O anda fark etmeden kapıya çevirdim başımı. Oradaydı. Her zamanki gibi. Kapının girişindeydi. O masmavi gözleriyle bana bakıyordu; öyle derin, öyle incelikli… Sanki her bir hücremi ezberlemek ister gibiydi. Gözlerindeki anlam hâlâ yerindeydi; benliğimi söküp alırken bile yumuşak kalmayı başaran o bakış…
“Sevgilim… Biriciğim…” diye mırıldandım. Ayağa kalktım. Dizlerim titredi ama onu gerçekten oradaymış gibi gören gözlerimden cesaret alarak birkaç adım attım. “Beyazdan kastım kefen değildi. Gelinlikti, sevgilim… O beyazı giymeni istiyordum. Yanımda. Benimle. Sonsuzluğa yürürken değil, sonsuzluğu kurarken…”
Boğazımda bir düğüm vardı artık. Konuşmak ağırdı. Nefes almak da öyle. Yaşamak zaten en zoruydu. Her şey onunlayken kolaydı. Şimdi her şey onun yokluğuyla şekilleniyordu. Bir elin uzansa, göğsümün ortasındaki bu sancıyı durduracak gibi hissediyordum ama o el artık sadece hayalimde vardı.
Oysa ne kadar güzel gülerdi… Ve ne kadar güzel sarılırdı bana… Koskoca bedenimi o küçücük bedeniyle ısıtırdı. Dünyanın en büyük yangınından o minicik kolları kurtarırdı beni. Şimdi ise içimdeki yangını söndürebilecek tek kişi toprağın altında…
Hayallerim vardı. Gerçekten vardı. Beyazlar içinde görecektim seni. Kilisede ya da bir sokakta, fark etmezdi. Gözlerin gözlerimdeyken dünya dönmeyi bırakırdı. Düşünebiliyor musun, Lavinia? Ben… Riccardo… Ölüm kusan bir adam, hayatı senin gözlerinden öğrenmişti.
Ama şimdi, her sabah seni yeniden kaybediyorum. Her akşam, seni son kez görüyormuşum gibi yaşıyorum. Her gecede zihnimde bir mezar daha kazılıyor ve içimden bir parça daha gömülüyor toprağa.
Yüzümde bir sıcaklık hissettim. Elimi sürdüm. Gözyaşıydı. Gerçek miydi, hayalin mi bana dokundu, ayırt edemedim. Başımı yavaşça çevirdim. Oradaydın.
Sana yemin ederim, Lavinia… Oradaydın.
Kitaplığın yanında… Başını hafif yana eğmiş, gözlerinle beni delip geçiyordun.
Gülümsüyordun. O gülümsemeyi ezbere biliyordum.
Ama bu sefer… Bir şey farklıydı.
İlk kez biriyle kurmuştum o hayalleri. Bir insanın ellerini tutup da “gelecek” denen sisli ufka yürümek istemiştim. İlk defa... Kalbimde bir yer, sırf onunla birlikte atmaya başlamıştı.
Küçükken hiç hayalim yoktu benim. Düş kurmak yasaktı sanki. Gözlerim yere bakar, kalbim susardı. Odanın loş köşelerinde, kırık oyuncakların arasında hiçbir “yarın” barınamazdı. Ben, hayal kurmaya bile izin verilmeyen bir çocuklukta büyüdüm.
Ve evet... büyüdüm.
Ama o küçük çocuk, zamanla kabuğunu kırmadan çatladı. Büyümenin adı bende başka bir şeydi. Ne zaman çocukluk geçse içimden, yerine bir sessizlik otururdu. Sonra biri geldi, elime bir silah tutuşturdu: “Kendini koru. Aileni koru,” dedi. Ardından biri daha; “Herkesten nefret et,” dedi. Ve en çok da biri, “Kimseyi sevme.”
Ben de sevmedim. İçimdeki bütün ışıkları söndürdüm. Karanlığı bağrıma bastım. Nefret ettim herkesten, her şeyden.
Ama... o geldi.
Benim Peri’m geldi.
Gözleriyle konuştu önce. Hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan… Sadece baktı. Ve öyle bir baktı ki... Kalbim, donmuş bir gölden taşmış gibi çatladı. Buzlar çözülürken ben onu sevdim. Söyleyemedim ama sevdim. Kalbim onun adını her atışında fısıldamaya başladı.
Ben onu, uğruna hayal kuracak kadar çok sevdim.
Ben onu, uğruna yaşamayı isteyecek kadar çok sevdim.
O neye gülerse ben ona hayran oldum. O neyi sevmezse, ben ondan nefret ettim. Her küçük ayrıntısı dünyam oldu: kokusunu ezberledim bir dua gibi, gülüşünü kalbime kazıdım yara gibi. Saçlarını okşamak istedim rüzgâr gibi. Bakışlarını avuçlarımda saklamak istedim sır gibi.
Yüzünü... Her bir zerresini... Ben sevdim.
Parça parça değil, tümüyle.
Beni paramparça eden bir sevgiyle...
"Peri..." dedim, gözlerimi onun yüzüne sabitlemişken. Hâlâ oradaydı. Tam karşımda. Sessiz, sakin, sanki zaman bile onun etrafında yavaşlamıştı. Bir hayal gibi… Ama o kadar gerçekteydi ki nefesim boğazıma düğüm olmuştu. “Ben sevgi taşıyamıyorum. Kimseyi sevemezmişim ben… sevdiklerimi mezara koymaktan başka elimden bir şey gelmedi çünkü.”
"Sevgilim, affedecek misin beni?" diye fısıldadım. Sesim, içimde yankılanan kırık bir dua gibiydi. Dudaklarım titriyordu. "Sevecek misin beni?" dedim ardından, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan. Ama o sustu. Yine sustu. Sessizlik, içime kurşun gibi saplandı. O sustukça ben paramparça oluyordum. Neden? Neden konuşmuyordu? Neden affedeceğini söylemiyordu? Neden sevdiğini itiraf etmiyordu hâlâ? Yoksa... benden nefret mi ediyordu?
"Peri’m..." dedim yeniden, sesimde titrek bir umutla. "Gelmiyorsun rüyama artık." Gözlerim hâlâ ondaydı. Hâlâ karşımdaydı. O ölümsüz, suskun suretiyle... Baktıkça içimde yıllar önce kurumuş bir kuyu yeniden yankılanıyordu. "Senin olduğun rüyalara kâbus diyorlar, sevgilim." Sesim bu kez çatallandı. Biraz daha kırıldı. "Senin varlığını kâbus sanacak kadar aptallar onlar. Senin olduğun bir rüya... kabus olamaz. Olamaz!"
Yutkundum. Kalbim o kadar sert atıyordu ki, göğsüm daralıyordu. Nefes almak bile işkenceydi artık. "Gitme Lavinia..." dedim, yavaşça ayağa kalkarken. Dizlerim titredi. Boğazımdan aşağı bir yangın iniyordu; sanki içimde bir ağıt sızıyor, her nefeste biraz daha yanıyordum. Sonra... elini uzattı sanki. “Seni sevmeseydim… belki yaşardın.” dedim ona bakarak. “Bana değdiğin anda kaderin değişti. Benim yüzümden öldün.”
O bembeyaz, zarif eli bana doğru süzüldü. Gözlerimi ondan ayıramadım. Avuçlarına bakakaldım. "Gideceksen... Beni de al yanına. Yalvarırım sevgilim," dedim. Adım attım ona doğru. Titreyen bacaklarım, alkolün ağırlığına yenik düşüyordu. Yerdeki boş şişelere çarpa çarpa ilerledim. Kırık camlar cızırdadı ayaklarımın altında. O ise hâlâ oradaydı. Bir hayal… bir gölge… belki de bir hayalet. Ama benim gerçeğimdi.
"Abi!" diye bağıran Arman'ın sesini duydum ama umursamadım. Hemen devam ettim. "Bana bak Lavinia..." dedim, hâlâ o hayale kilitlenmiş gözlerimle. "Bana bak sevgilim." Ama bana bakmıyordu. Arkamda bir yere mi odaklanmıştı? Orada ne vardı? Yüzüme bakmak istemiyor muydu artık? Her gün baktığı bu yüzden nefret mi ediyordu?
"Peri'm..." dedim yeniden. Tam o sırada elini kaldırdı. Bir yeri işaret ediyordu. İşaret ettiği yerde ne olduğunu biliyordum.
"Onu mu giyeceksin?" diye sordu. Bu kez gözlerini benimkine kilitledi. Gözlerimin en derinine baktı. Beni öldürmek ister gibi. Ama hayır... Benden nefret etmiyordu. Lavinia, bana her zaman baktığı gibi bakıyordu.
Dün gece sızarken bir rüya görmüştüm. Lavinia'nın üzerinde bembeyaz bir elbise vardı. Ve ben o rüyada gülümsüyordum. Ona ait olan her rüyada gülümsüyordum. Bu bir kabus değildi. Rüyaydı. En az onun kadar güzel, yüzündeki yıldızlar kadar parlak bir rüyaydı. Üzerinde bembeyaz bir elbise vardı. O kadar yakışmıştı ki... Benim yanımda bir kez bile beyaz giymeyen sevgilimi ilk kez beyaz içinde görüyordum.
Eli karnındaydı. Karnı şişmişti...
Hamileydi...
Benim biriciğimin bebeği vardı.
Bizim bebeğimiz vardı.
Yüzü gülerek bana bakıyordu.
vdiye seslendi her zamanki o neşeli sesiyle. Ona bakarken o da o masmavi gözleriyle bana bakıyordu.
"Gel, neden orada duruyorsun?" diye bağırdı bu sefer de.
"Koşma Peri!" dedim, ona yetişmeye çalışırken. Gülerek oradan oraya kaçıyordu, bir an yerinde durmuyordu.
"Kolaysa yakala!" diye bağırdı. Kahkahaları beyaz gül bahçesini dolduruyordu.
Ben de güldüm bu hâline. "Diken batar!" dedim, ama beni dinlemeye pek niyeti yoktu.
"O zaman acele et sevgilim!" dedi, yine kahkahalarla kaçarken. Onu yakalamam uzun sürmemişti. Paytak paytak kaçan bir penguene benziyordu. Hatırladıkça yine güldüm.
Kızıl saçları yüzünün önüne düşmüştü. Yüzüne bakmaya devam ettim. O saçları yavaşça çektim. Gül bahçesinden kaçma denemelerine rağmen, yüzünü sonunda görebildim.
"Durmadın iki dakika yerinde," dedim gülerek. Hâlâ kaçmak için hamle yapıyordu.
Başardı da.
"Duman ben yerimde!" diye bağırarak kaçtı. "Yakala-maaa!" diye kahkahalar atıyordu.
Yakalayamadım...
Ben onu bir kez daha yakalayamadım...
O benden bir kez daha gitti...
Uyandığımda nerede olduğumu sorguladım dakikalarca. Yataktan kalkar kalkmaz en yakın beyaz gül bahçesine gitmiştim. Ama yoktu...
Orada olmasını o kadar çok ummuştum ama... yoktu.
Ben onun mezarına bu sefer de beyaz güller bırakmıştım.
Önümdeki Peri'me döndüm bir kez daha.
"Ben rüyanda da yakalayamadım seni," dedim, elimi ona doğru uzatarak.
"Tut elimi sevgilim..." dedim dolu gözlerle. "Yalvarırım, sevgilim. Bir hayatta tutunamadım... Gel, noktayı beraber koyalım."
Hâlâ aynı yeri gösteriyordu. "Onu mu giyeceksin?" dedi yine, fısıltı gibi.
En son onun elleri değmişti. O gün onları en son o asmıştı oraya. O yapmıştı her şeyi.
Bir şey demedim. Sadece: "Lavinia..."
Ona yaklaşmaya korkuyordum. Benden bir kez daha gitsin istemiyordum. Görünüp kaybolmasın, ne olur... Ben onsuz yaşayamıyordum.
Ben neden yaşıyordum?
“Peri, yalvarırım al beni yanına,” dedim, sesim kırılmıştı. Gözümden süzülen bir damla yaş yanağımı ıslatırken dizlerimin üstüne çöktüm; soğuk ve sert zemin sanki yüreğime saplanan binlerce iğne gibiydi. “Bir kez daha beni yanına almadan gitme.” İçimdeki çaresizlik, kelimelerimin titrek yankısıyla odayı dolduruyordu.
“Kavuşacağız...” O, gözlerimi değil de sanki çok uzaklara, başka bir yere bakıyordu. Sesinde hem umut vardı hem vedanın ağırlığı... “Kavuşacağız...” diye yineledi, bu kez biraz daha yakın ama hâlâ dokunulmazdı.
“Yanına geleyim, kavuşalım.” Çaresizce fısıldadım. Gözlerimden ikinci bir yaş damlası süzüldü; kalbim göğsümde kıvrılıyordu. “Aldığım nefes kalbime batıyor, Peri...” İçimde donmuş, zamana yenilmiş bir acı vardı.
“Bize geleceksin.” O, bu sözleri söylerken gözleri hâlâ gözlerimdeydi, sonra ağır adımlarla geriye doğru bir adım attı. “Biz sana geleceğiz.” Dedi, yüzünde kesinlik ve hüzün vardı.
“Yalvarırım, sevgilim...” Bir kez daha ellerimi ona doğru uzattım, dolu dolu gözlerimle yalvardım. Ama durmadı. Gözlerimin içine baka baka ağır ağır uzaklaştı. Sadece gitti. Sessizlik, üzerime çöken bir karanlık gibi yayıldı.
Tam o anda Arman odaya girdi. Onun gelişiyle yüzümü başka yöne çevirdim. “Abi, daha hazırlanmamışsın bile,” dedi, adımlarıyla yanıma yaklaştı.
“Siktir git,” dedim sadece, sesi sert ve kırılmıştı.
“Ab-” diye başlayınca sinirimden bağırdım: “DEFOLUN HEPİNİZ DEFOLUN! KİME HAZIRLANIYORUM BEN?! SÖYLESENE BANA! SEVDİĞİMLE Mİ EVLENİYORUM?! NEYE HAZIRLANIYORUM BEN, NEYE?!”
“Onunla ölemezsiniz, abi,” dedi Arman, gözlerimin içine bakarak. “O öldü-” derken lafını kestim.
“O ölmedi!” Sesim öfkeden titriyordu. “Onu öldürdüler!” Ayağa kalktım, ellerim yumruk olmuştu. “Benim perimi öldürdüler!” Kalbim paramparçaydı.
“Eğer biraz daha orada olmazsan, onun gibi herkes ölecek!” Bağırdı Arman, sesi tiksinti ve korkuyla karışmıştı. “Betül’ü, yeğenini, Sofia’yı, beni, hepimizi!”
“Neden hep kendinizi düşünüyorsunuz?” Dediklerim bir çığlık, bir isyan oldu. “Benim kalbimi aldılar benden! Neden acı çekmeme izin vermiyorsunuz?” Onun gözlerine baktım; karşısında kırık bir savaşçı duruyordu.
“Bu hayatı sen seçtin,” dedi, sesi acı dolu bir gerçeklik gibiydi. “Sen istedin gücü, sen istedin tehlikeyi, sen istedin Lavinia’yı!” Sözleri kalbimi deldi. “Söylesene Riccardo, Lavinia seni kendi seçer miydi? Elinde insanların kanı varken seni sever miydi?” Baktım ona. Yüzümde hiçbir ifade yoktu; içerimde fırtınalar kopuyordu ama bunu göstermiyordum.
“Sen onun seni seçmesine mecbur bıraktın, abi,” devam etti. “Sen onu ülkesinden alıp yanına getirdin, ona hain dedin, kalbini kırdın. Ailesiyle vurduğun darbeler onu bir katilin eline düşürmesine sebep oldu.”
“Ben onu çok sevdim,” dedim sadece. Yüreğimi dökmek istercesine.
“O seni sevdi mi?” Arman sordu, eliyle o takımın durduğu yere işaret ederek. “Onu giy, abi.” Ve odadan çıkmadan ekledi: “Bizim de sonumuz onun gibi olmasın istiyorsan, giy.”
Ayağa kalktım. Vücudum kendi kendine emir veriyor gibiydi; yorgundu, bitkindi ama savaşmaya devam edecekti.
Gözlerim, pencerenin ardında asılı kalmış gri bulutlara takılıydı. Hava değil, ben sıkışıyordum. Göğsümdeki yük büyüyordu; her nefes alışımda biraz daha gömülüyordum kendime. Yalnızlığa. Sessizliğe. Lavinia’nın yokluğuna.
Kapı yavaşça aralandı.
Kulağımda yankılanan o metalik gıcırtı bile fazlaydı artık. Duyularım ölmüş gibiydi ama ruhum hâlâ direniyordu. Oraya, onun gittiği yere sürünmek isteyen bir ceset gibiydim. Yaşıyordum belki ama içimde çürüyen bir adamdan başka bir şey kalmamıştı.
Ve o geldi. Sofia.
Üzerinde beyaz bir gelinlik. Dantelleri ışığı kesiyor, dokusu iğrenç bir kibirle vücudunu sarıyordu. Odaya girerken adımlarında ne gurur ne utanma vardı. Sanki zafer kazanmış gibiydi. Sanki bu mezarlıkta kutlama yapılıyordu. Ve ben, tabutumun başında duran damattım.
O beyazlık, Lavinia’nın hayaliydi. O gelinliği ben, başka biri için hayal etmiştim. Gelinliğin eteklerine papatya bastıracaktım, üstüne beyaz güller serpecektim. Dudaklarıma “evet” değil, “özledim” diyecekti. Gözlerinin denizinde boğulacaktım, sonsuza dek...
Ama şimdi karşımdaki kadında o beyazlık vardı. Ve ben nefes alamıyordum.
“Sana yakıştıramadım,” dedim. Sesim boğuktu. Sanki dilim, boğazıma gömülüyordu. “O elbise, senin için dikilmedi Sofia. O benim hayalimdi. Bir hayal daha çalındı benden.”
O susmadı. Hiç susmazdı.
“Riccardo,” dedi, adımı söylerken içime buz gibi su serpiyordu. O su içimdeki her şeyi daha da buza çeviriyordu. “Ben buradayım. Gerçek olan benim. Lavinia’nın hayaletiyle yaşamaktan vazgeç.”
Başımı ona çevirdim. Gözlerim bomboştu. Ne öfke ne acı. Sadece çürümüş bir bakış. “Sen bana nefes gibi gelmiyorsun Sofia. Girdiğin her yerde içimdeki tüm havayı çekiyorsun. Lavinia’nın adını anarken bile midem bulanıyor çünkü senin yanında söylemek bile günah gibi geliyor.”
Bir adım daha attı, gelinliğin etekleri süründü. Lavinia olsa çiçek kokardı, Sofia’nın gelişi cenaze gibi kokuyordu.
“Ben seni istiyorum,” dedi. O söz boğazıma yumruk gibi oturdu. “Sana huzur verebilirim Riccardo. Kalbini iyileştirebilirim.”
Gülümsedim.
İğrençti o an. Kendi gülüşüm midemi kaldırdı. “Benim kalbimi toprağa gömdüler Sofia. Üstüne beyaz güller ektim. Orada yatıyor hâlâ. Seninle iyileşmez hiçbir şey. Çünkü sen, onun adını kirletiyorsun.”
“Ben Lavinia değilim!”
“Farkındayım,” dedim, kaskatı bir ifadeyle. “Ona benzemeye çalışman... işte o, seni daha da uzaklaştırıyor ondan.”
O sessizce geri çekildi. Ama biliyordum, bu savaş yeni başlıyordu.
Onun suskunluğu, odadaki bütün yankılardan daha gürültülüydü. Bir adım attı geriye; ama bakışlarında hâlâ o lanet ısrar vardı. Bir kadın değil de bir gölge gibiydi karşımda. Lavinia’nın ardından yollanmış, onun yerine geçmeye çalışan sinsi bir kopya. Gözlerimi tekrar pencereye çevirdim. Dışarıda hâlâ yağmıyor oluşuna sinir oldum. Gökyüzü bile yas tutmuyordu artık. Herkes unutur, değil mi? Ama ben değil. Ben o geceyi her saniyesiyle içimde taşıyordum. Onun çığlığı, onun kanı, onun soluğu... Hepsi hâlâ üzerimdeydi. Sofia’nın beyazı, o lekelerin yanına bile yaklaşamazdı.
“Ben bir hayaletle savaşmıyorum Riccardo. Yaşıyorum, hissediyorum. Ve seni istiyorum,” dedi. Yavaşça ayağa kalktım. Elimi cebime attım. Parmak uçlarım bir zamanlar Lavinia’nın mektubunu taşıyan kırışık kâğıda dokunacakmış gibi titredi ama cebimde hiçbir şey yoktu. Boşluk. Sofia’ya döndüm. Yüzüme o bildiği ifadesizliği yerleştirdim.
Ondan nefret etmeyi bile lüzumsuz buluyordum artık. Ama sesimdeki keskinlik cam kesiği gibiydi: “Ben, sadece birini sevdim Sofia. Onu sevmek için doğmuş gibiydim. Nefes almak gibi, güneş görmek gibi… Lavinia benim mucizemdi.”
O kıpırdadı. Elleri gelinliğinin önünde kenetlendi. Gücünü kaybeden bir savaşçının gururla ayakta durmaya çalışması gibiydi bu. Ama gözleri, bu savaşı kazanamayacağını bildiği hâlde yine de savaşmak isteyen birinin karanlığıyla doluydu. O anda içimde bir fısıltı daha yükseldi: “Benim Perime beyaz çok yakışmaz mıydı?” O cümle, ciğerimin en derin yerinden döküldü. İçimdeki ölü toprakta açan tek çiçek oydu belki de. Sofia’nın gözleri doldu. Ama bu gözyaşı bana dokunmadı. Çünkü o, ağlayarak bile Lavinia gibi değildi. Lavinia ağlarken bile güzeldi. Hatta ben onun gözyaşına razıydım, çünkü acısı bile bana aitti.
“Evlenmemiz gerek Riccardo,” dedi sonunda, dudakları titreyerek. “Bunu ikimiz de biliyoruz. Ailen için. İnsanların huzuru için. Her şey bu karardan geçiyor.” Başımı eğdim. Boğazımda bir düğüm, ciğerimde kurşun gibi. Lanet kaderim yeniden ellerini boğazıma doluyordu. “Biliyorum,” dedim sadece. Ve Sofia bunu zafer sanıp derin bir nefes aldı. Ama bilmediği şey şuydu: Ben o nikâhta evet demeyeceğim. Ben o geline değil, o mezara bağlıyım.
İçimden yine fısıldadım, kimsenin duyamayacağı bir yerden: “Beni en güzel Lavinia sevdi… en güzel o öldürdü.”
Sofia’nın dudakları kıpırdadı. Gözlerindeki yaş, öfke ile kırılmış bir aynadan yansıyan ışık gibiydi. Saniyelik bir sessizlik oldu. Sonra içindeki lanet taştı. “Bir gün,” dedi, sesi titriyordu ama kelimeler taşa kazınır gibiydi, “bir gün senin kalbin de bana ait olacak Riccardo. Tüm bu nefretin, tüm bu acının altında beni göreceksin. Ve geç de olsa anlayacaksın… senin tek gerçek kadının bendim.”
Kulağımda bir uğultu oldu. Kapı sertçe kapandı arkasından. Gelinlik bir hayalet gibi odadan süzülüp gitti. Ve geriye, yalnızca onun kokusu ve dizlerime çökmüş yorgunluğum kaldı. Elim, gömleğimin düğmesinde takılı kaldı bir an. Sonra gözüm, köşede asılı duran damatlığa kaydı. O siyah, o keskin çizgili, o gösterişli kumaş… Bir zamanlar Lavinia için seçilmişti. Ona yakışsın diye, onun gülüşüyle bütünleşsin diye dikilmişti. Şimdi ise… bir kefenden farkı yoktu.
Ağır adımlarla yanına gittim. Parmağımla omzunu yokladım, üzerindeki toz sanki yıllardır orada gibi hissettirdi. Lavinia’yla geçireceğim hayatın kırık bir maketi gibiydi bu takım. İç geçirdim. “Benim perime beyaz çok yakışmaz mıydı?”
Bu kez fısıltı değildi. Bu kez kelimeler odaya yayıldı. Sanki o bile duysun istedim. Lavinia. Gülüşünü unutmamak için her gece göz kapaklarımı kırpmadan beklediğim o kadın. Onun hayalini giydirdim gözlerime. Bir anda duvarda asılı duran damatlık, anlamını yitirdiği kadar anlam kazandı. O bana mezar elbisesiydi artık.
Düğmeleri çözdüm. Yavaşça üzerime geçirdim o lanet kıyafeti. Her parça tenime değdikçe, ciğerlerimde başka bir boşluk oluştu. Ceket omuzlarıma oturduğunda içimden bir parça daha düştü. Kravatı boynuma geçirdim. Bu bir düğün değil, bir veda töreniydi artık. Ayakkabıları bile ağrılıydı. Ayağım değil, ruhum sıkıştı içine.
Aynaya baktım. Orada duran adam ben değildim. Orada duran bir ölüydü. Gözleri çukura dönmüş, dudakları Lavinia’nın adını fısıldarken çatlamış bir ceset. Ama o hâlâ ayakta. Çünkü aşk, bazı adamları öldürmez. Sadece diri diri gömer.
Düğün salonu, soğuk ve steril bir hastane odası gibiydi. Her yer beyaz güllerle kaplanmış, ama o beyazlık kanı silmiyor, sadece acıyı büyütüyordu. Gözlerim o çiçeklere takılıp kaldı; her bir yaprakta Lavinia’nın yokluğu çığlık atıyordu. Beyaz güller… Bir zamanlar onun için düşlediğim o saflığın simgesi şimdi kabusumun süsü olmuştu.
Kalbim göğsümde değil, çoktan mezarının yanına gömülmüştü. Her nefes alışım, sanki onun hayaletinden kaçan bir kurbandı. Yanımda herkes gülüyor, şenlik yapıyor ama ben ölü gibiydim. Öyle bir ölü ki, içimdeki yangın hiç sönmeyecek, ama dışımdan kimseye hiçbir şey yansımıyor.
O an, kalabalığın içinden biri bana fısıldadı: "Riccardo, ölü gibisin." Söylediği her kelime bir bıçak gibi saplandı ruhuma. Çünkü evet, ölüydüm. Ama Lavinia’nın yokluğunda değil, yaşarken ölmüştüm ben. Ona ait olan her şey, benden çalınmıştı.
Ve o an gözlerimiz buluştu. Lavinia. Hamile, narin, ama kalbinde benden çok kırgın. Gözlerindeki acı, içimdeki yangını körüklüyordu. O beyaz güller arasında, dünya üzerindeki en yalnız adamın hikayesiydik biz.
“Benim perime beyaz çok yakışmaz mıydı?” diye geçirdim içimden. Ama biliyordum; artık o beyazlık benim için değil, sadece hatıralarımın mezar taşında vardı.
Hayali oradan kaybolmadığında ona bakmaya devam ediyordum.
O hayal değildi...
BÖLÜM SONU
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
26.53k Okunma |
2.42k Oy |
0 Takip |
58 Bölümlü Kitap |