9. Bölüm

7. Bölüm : "Görev"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

 

 

Senin adını her nefeste içime çekerken, başka birini sevmek, ihanet değil imkânsızlıktır.

 

 

Mavi Derin Yıldırım’ın Günlüğünden

 

Günlük 1 - Sayfa 3

 

2011

 

Bu satırları buraya yazmak doğru mu bilmiyorum, Kalbim… Defterin yaprakları incecik, parmaklarım titreyerek kayıyor üzerinde. Sanki her harfi kâğıda kazıdıkça, ruhumun bir parçası da oraya düşüyor. Ama canım o kadar yanıyor ki, susarsam boğulacağım. Yazmak nefes almak gibi bir şey benim için; yoksa içimdeki taş daha da ağırlaşıyor.

Ama seni benden aldıkları gibi kelimelerimi de alacaklarını biliyorum. Bir anda sana yazamasam diye çok korkuyorum.

Üzülürdün dimi? Sen unutulmaktan korkarsın değil mi?

Beni ben yapan ne varsa, birer birer elimden çekip alıyorlar. Sesimi, oyunlarımı, düşlerimi, seni, ailemi… Aldıkları her şeyde biraz daha küçülüyorum. Karanlık bir odada giderek silinen bir gölge gibi. Ve sen, Kalbim… Senin yokluğun büyüyor içimde. Her geçen gün biraz daha uzaktasın; sesin mezar toprağının altından yankılanıyor sanki. Ben hâlâ seni duyuyorum, ama yetişemiyorum. Yanına gelmem çok mu zor, bilmiyorum. Ölüm diyorlar bana fısıldayarak; bu kelime dudaklarımda taş gibi duruyor. Ben ölümü öğrenmek istemiyorum. Ama bana zorla öğretiyorlar; hem de kelimelerle değil, elleriyle, bakışlarıyla.

Saçıma dokunuyor. Ama senin gibi değil… Sen her telini tek tek severdin, avucuna alır gibi incitmeden; kokusunu içine çeker, bana sarılırdın. Oysa onun elleri buz gibi; diken diken, yabancı. Saçıma değil, başka yerlere de dokunuyormuş gibi hissediyorum. Midem düğümleniyor, nefesim boğazımda kalıyor. İçim birdenbire daralıyor. Çok kötü bu, Kalbim. Anlatamayacak kadar kötü.

Özür dilerim, Kalbim.

Bedenim sana gelemeyecek kadar kirli artık. Senin sevdiğin koku, senin sevdiğin masumiyet yok üstümde. Yerine onun iğrenç nefesinin kokusu sinmiş; saç tellerime, tenimin her kıvrımına. Sanki üzerime kara bir bulut çökmüş ve gitmiyor. Yıkıyorum ama gitmiyor.

Ben kötü bir şey mi yaptım, Kalbim?

Özür dilerim…

Çok özür dilerim…

Seni seviyorum. Yıldız tane...

 

2001

“Gökhaaan!” diye bağırdı Şeyma, sesinin yankısı karanlık sokakta ince bir zil sesi gibi çınladı. Gökyüzü simsiyah bir battaniye gibiydi, arada bir sokak lambasının zayıf ışığı titreyip duruyordu. Rüzgâr çöplerin arasından geçerken teneke kutular devrildi, pas ve toz kokusu havaya karıştı. “Gökhan, çabuk gel! Görmen gereken bir şey var!” dedi Şeyma, nefes nefese. Dudaklarından çıkan buhar havada kayboldu, gözleri heyecanla parlıyordu.

Küçücük Gökhan, yerdeki tahta parçasını bırakıp elindeki paslı çiviyi bir kenara attı. Üstü başı toz içindeydi; dizleri yırtık pantolonundan sızan morarmış çizikler görünüyordu. Ellerini pantolonuna sürüp, “temizmiş gibi” yaparak ayağa kalktı. Gecenin soğuğu ayak parmaklarını donduruyordu ama o bunu önemsemedi. “Ne oldu Şeyma?” dedi hafif kısık bir sesle. Gözlerinde yorgun bir çocuk ışıltısı, sesinde ise büyümeye zorlanmış bir sabır vardı. “İşim var, bebeyse sen ilgilen,” diye homurdandı ama Şeyma çoktan koluna yapışmıştı.

“İki dakikanı ayır, Gökhan! Hemen gel!” diye çekiştirdi, onu neredeyse sürükleyerek. Küçük çocuk sendeleyerek yürüdü, dizlerinden çıkan hışırtı sesine karışan ayakkabı tıkırtıları sokakta yankılandı.

Ve birden durdu. Gökhan’ın gözleri büyüdü, nefesi kesildi. Orada, sokak lambasının sarı ışığı altında, küçücük bir bebek ayakta duruyordu. Toprağın üzerine çıplak ayaklarıyla basmıştı, ayak bileklerine kadar tozla kaplıydı ama o ayakta duruyordu dimdik şekilde ayakta duran bir bebek vardı.

“Bu… bu nasıl oldu?” dedi Gökhan, nefesini tutarak. Küçük göğsü hızlı hızlı inip kalkıyor, gözbebekleri ışığı yansıtıyordu. “Bebek ayakta!” diye fısıldadı sonra; sesi hem sevinçli hem inanamaz bir tondaydı. Şeyma’nın yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Sana dedim işte,” dedi usulca.

O bebeğe “Mor” diyorlardı. Gözleri ne açık ne de kapalı renk olan bir renge sahipti. Gözleri mosmor, içi pırıl pırıldı. Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı, sanki karanlığın ortasında tek ışık oymuş gibi. Küçük ellerini havaya kaldırıp birkaç adım attı. Ayaklarının altında kum tıkırtısı duyuldu.

Gökhan dizlerinin üzerine çöktü. Yere eğildiğinde burnuna gece toprağının kokusu geldi nemli, ağır ve biraz da yorgun bir kokuydu bu. Kollarını iki yana açtı, kalbi çocuk kalbiyle çarparken. Mor, sendeleyerek ona doğru yürüdü. Her adımda ayakları yere takılıyor ama o durmuyordu. Gökhan nefesini tutarak bekledi, gözkapakları bile kıpırdamıyordu.

Ve sonunda Mor, Gökhan’ın kollarına atladı. Gökhan onu kucağına almadan, bebek hâlâ ayaktayken sarıldı ona. Küçük omuzlarına dolanan kolları hissettiğinde içi bir sıcaklıkla doldu. Bebeğin teni soğuktu, ama o sıcaklığı Gökhan’ın kalbinden çekip alıyordu sanki.

Mor, başını Gökhan’ın boynuna gömdü. Saçlarından sabunla karışık süt kokusu geliyordu. Gökhan’ın burnu o an hafifçe titredi. “İncinmesin…” diye düşündü içinden, gözleri dalgın. Ama bilmeden, bu minik bebeğin bir gün kalbinde açacağı yarayı da o anda taşımaya başlamıştı.

Şeyma, geride, duvara yaslanmış onları izliyordu. Sokak lambası arada bir sönüyor, yanıyordu. Kızın yüzüne düşen ışıklar arasında bir tebessüm saklıydı. Ne Gökhan fark etti onu, ne Mor. Çünkü o an, o sokakta, rüzgâr bile sessizdi. Yalnızca iki çocuğun kalp sesi duyuluyordu; biri korkuyla atan, diğeri yaşamı yeni öğrenen.

Kapıdan içeri, elinde Ateş’in minik parmaklarını tutmuş hâlde Can girdiğinde, dışarıdaki soğuk hava da onlarla birlikte içeri sızdı. Şeyma, yaslandığı duvardan yavaşça ayrılıp ikisine doğru yürüdü. Ayaklarının altında tozlu taşlar çıtırdadı, loş sokak lambasından süzülen ışık aralarına düşüp gölgelerini duvara vurdu. Can, sırtındaki çöp dolu çuvalı indirirken Şeyma hemen tutup destek oldu, Ateş de diğer yandan yardım etti. Çuval yere indiğinde metal tenekelerin birbirine çarpan sesi kısa bir yankı yaptı.

Can, nefesini verirken etrafa baktı. “Bu ikisi yine neden sarılıyor acaba?” diye gülerek sordu, gözleri Gökhan ile Mor’a takılmıştı. Fakat bir an sonra gülüşü durdu. Bebeğin yere basan çıplak ayaklarını görünce kaşlarını çattı, gözlerinde hem şaşkınlık hem tedirginlik belirdi. “Gökhan alsana kızı kucağına,” dedi, sesinde bir karışıklık vardı. “Niye ayaklarının üzerinde tutuyorsun?”

Şeyma hemen dayanamayıp araya girdi. “Mor yürüyor!” dedi, sesi heyecanla titriyordu. Gözleri kocaman, ağzının kenarına minik bir gülümseme ilişmişti.

Ateş ile Can aynı anda bebeğe döndüler. Gözleri şaşkınlıktan büyümüş, nefesleri bir anlığına kesilmişti. Gökhan’a baktılar, sanki “şaka mı bu?” der gibiydiler. Gökhan sessizce başını eğdi, sonra kollarını yavaşça gevşetti. Minik kız, onun kollarından ayrıldığında birkaç saniye kararsız kaldı. Yalın ayaklarıyla taş zeminde dengede durmaya çalıştı, yüzünü hafifçe buruşturdu. Sanki “bıraktın beni” der gibi kırgın gözlerle Gökhan’a baktı.

Gökhan gülümsedi, parmağını kaldırıp Can’ı işaret etti. “Abiye yürü güzelim, hadi…” diye fısıldadı. Sesi o kadar yumuşaktı ki, rüzgâr bile o an dinlemiş gibiydi.
Mor, o fısıltıyı anlamış gibi küçük ellerini çırptı. Gözlerinde ışık vardı çocukça, saf bir ışıktı bu. O ışığın hiç sönmemesini diledi her sabah Gökhan.

Ama odadaki her bir kişi o ışığı söndürmeyi başarmışlardı.

Kimi ihanetle... Kimi ayrılıkla... Kimi ölümle... Kimi sakladıklarıyla...

Yavaş adımlarla Ateş ve Can’a doğru yürümeye başladı. Adımları titrek, nefesi kısa, ama yüzünde kararlılıkla karışık bir gülümseme vardı. Ateş’in yüzünde şaşkınlıkla karışık bir sevinç dondu, Can ise ellerini ağzına kapatıp sessizce güldü. O an, gece boyunca yankılanan bütün sesler susmuş gibiydi. Sadece bir bebeğin çıplak ayak sesleri duyuluyordu taşların üstünde. Ve o ses, sokakta yaşayan dört çocuğun kalbine umut gibi işleniyordu.

2024

Bir başkasının insana yaptığı kötülük insanı da kirletir mi gerçekten? Belki de kir sadece yapanın değil, dokunulanın da nasibiydi. Çünkü kötülük bazen temasla geçmez; bir bakışla, bir nefesle, bir susuşla bile bulaşırdı. İnsan farkında olmadan, başkasının karanlığını içine çekerdi. Hatta o karanlığın ta kendisi olurdu. Ve sonra kendi ışığını yavaşça kaybeder; sanki içinde biri gelip kandili üflemişti de geriye sadece duman kalmıştı.

Kimi karanlıklar insanın tenin altına işlerdi. Kimse onları göremezdi, ama insanın kendisi his ederdi; tırnak altına giren kir gibi, ne kadar ovsan da çıkmazdı. Su akar, sabun kokar, ama o koku asla gitmezdi. Kirlenmek bazen görünür bir şey değildi; birinin nefesi tenine değdiği anda bile olabilirdi. O an bir şey kırılır, bir şey eksilir, bir şey ölürdü. Ve sen, bunu hemen fark etmezdin; ama bir sabah aynaya baktığında, gözlerinin içinde o kırığın yankısını görürdün.

İnsan kendini temiz sanırdı. Ellerini yıkar, yüzünü siler, aynada kendine bakar; ama içi hâlâ bulanıktı. Çünkü insan, kirini derisinde değil, ruhunda taşırdı.

Ruh, yıkandığında değil, sustuğunda lekelenirdi. Her dokunuş bir iz bırakır; her kötü söz, bir tortu. Ve bir gün, içindeki saf yer bile yabancı gelir insana. “Ben böyle değildim” derdi.

Bir başkasının pisliği insanın içine sızdığında, artık hiçbir şey tamamen insanın değildir. Nefes bile kirlenir. Solunan hava, ten de kalan dokunuşu taşırdı; her nefes alışında o anı yeniden yaşardın. Bedenin senindir ama dokunuş ona aittir. Kalbin senindir ama korku ondan kalmadır. Ve insan, her defasında suyun altına girer, kendinden kaçardı. Ama suyun sesi bile bazen geçmişin sesine karışır; temizlik, hatıraya dönüşürdü.

Kirlenmek bir anlık değildi. Biri seni incittiğinde, o an değil, sonrasında başlar asıl kirlilik. Çünkü sonra susardı insan. Suskunluk, insanın içinde çoğaldıkça büyür; büyüdükçe karanlığa dönüşür. Ve bir gün, suskunluğunun sesini bile tanımazdı. Kendi içine dokunmaktan korkardı; çünkü orada hâlâ onun izi vardı.

Bazı lekeler zamanla silinmezdi. Bazılarını yıllar bile alamaz üzerinden. Çünkü o kir, suya değil, anıya işlemişti. Hafızanın derinliklerine saklanmıştı; uykunun kenarına, kalbinin köşesine, rüyalarının içine. Ve bazen sadece bir koku, bir ses, bir nefes yeter yeniden hatırlamaya.

Belki de asıl soru budur: Kir, dokunanın mıdır yoksa dokunulanın mı?

Yoksa kötülük, paylaşıldıkça mı var olur?

Kim kimi kirletir dokunan mı, dokunulan mı, yoksa ikisinin arasında kalan sessizler mi?

Çünkü bazen en pis olan şey, yapılan kötülük değil, o kötülüğe sessiz kalmaktı. Ve insan, sessiz kaldığı her şeyle biraz daha kirlenirdi.

Elimdeki telefonu yere düşürmemek için sıkıca kavramıştım ama ses çoktan kesilmişti. Benim konuşmama izin bile vermeden telefonu kapatmış, beni sorular dolu bir zihin ile sessizliğe gömmüştü.

Ellerim titriyordu hatta bedenimi uzun zamandır zaten var olan bir üşüme şu anda kendini daha fazla gösteriyordu. Aslında hava o kadar soğuk değildi ama soğukluk benim geçmişimden geliyordu.

Olduğum yerde kalakalmış o sesler ile baş etmeye çalışırken derin nefesler almaya çalışsam da her nefes ciğerlerime daha fazla batıyordu sanki. Nefesler bana yaşam vermek yerine her an daha fazla öldürüyordu.

Elimdeki telefonu güçlükle indirirken bedenimdeki bütün uzuvlarım sanki o beyaz odanın içinde buz tutmuştu. Hareket etmeye çalıştıkça sanki daha fazla üşüyordum. Aklıma gelen her bir görüntü ile daha fazla titriyor daha da hissizleşiyordum.

"Denek 11 getirin!"

"Sırtını aç güzel kızım baban seni tedavi etsin."

"Bağırma Mor. Sakın bağırma."

"Babana baş mi kaldırıyorsun güzel kızım?"

"Bu ilaç seni uysallaştıracak güzel kızım."

Bedenimin her yerinde onun elleri var gibi his ediyordum. Kirleniyordum. Zaten kirliydim ama şu anda her zamankinden daha kirli his ediyordum kendimi.

Sarsak adımlarla arkamdaki çocukları belki de ilk kez veda etmeden dışarı doğru yürümeye başladım. Çok üşüyordum. Üstüme kaç kat giyinsem de sanki o üşüme hiç geçmeyecek gibiydi.

Bedenimin her yerine dokunmuş her yerinde kendine ait izler bırakmıştı. O izler bedenimi kire bulamış ve ne kadar yıkansam da asla temizlenmiyor gibiydim.

Titremek ile beraber dümdüz yürüyemeden kapıdan dışarı çıktım ve kendimi yürümek zorunda bıraktım. Motoruma doğru giderken ara ara gözlerim burası yerine o odayı gösterip duruyordu.

Motora oturduğumda ellerim gidonun üzerinde öylece kaldı. Nefes almak bile zordu; ciğerlerim hava değil, kül çekiyordu sanki. Derin bir nefes aldım ya da almaya çalıştım ama her nefes, içimde bir yerleri kesiyordu. Birkaç saniye boyunca sadece motorun sessiz metaline dayadım alnımı. Soğuk demir, tenime değdiğinde geçmişin yankısı gibi ürperdim. Anahtarı çevirdim. Motorun sesi, sabahın sessizliğini paramparça etti. O an rüzgâr bile irkildi sanki. Gaza bastım; sert, öfkeli, bastırılmış bir çığlık gibiydi ses. Motorun gümbürtüsü yola değil, içimdeki o susmayan sese çarpıyordu.

Sabahın soluk gri ışığında ilerlerken şehir arkamda küçülüyor, ama içimdeki görüntüler büyüyordu. Yol önümdeydi ama ben orada değildim. Gözlerim yoldaydı; zihnim o beyaz odanın duvarlarındaydı. Her vites değişiminde, her hız artışında o ses kulağımda yankılanıyordu; “Bağırma, Mor. Güzel kızım, sakin ol.” O sözlerle birlikte parmaklarım daha da sıkı kavruldu gidona. Rüzgâr saçlarımı savuruyordu ama ben hâlâ o dokunuşun ağırlığını hissediyordum. Bedenimin her yerinde, en ulaşılmaz köşelerinde bile. Sanki tenim değil, ruhum kirlenmişti.

Yolun çizgileri gözlerimin önünde bulanıklaşıyordu. Rüzgâr, yüzüme çarptıkça yanaklarım sızlıyordu ama ben ağlamıyordum. Gözyaşım yoktu artık, hepsi içime akmıştı. Her gözyaşı, içimde bir yankıya dönüşmüştü; “Yıkanmalıyım…” nefes almaya çalışırken fısıldadım. “temizlenmeliyim…” Ama su bile neyi temizleyebilirdi ki? Tenimden kazısam bile, içimde kalacak olan o izleri mi? Kir dediğin bazen görünmez olurdu ama hep oradadır. Benimkisi de öyleydi. Bedenimde değil, ruhumun her çatlağındaydı.

Karargâha doğru sürerken düşünmemeye çalıştım. Zaten düşünecek hâlim kalmamıştı. Yalnızca gitmek istedim. Ben gitmek istiyordum ama gideceğim yer karargâh değildi. Ben gitmek istiyordum ama bir mezarsa gitmek istiyordum. Rüzgâr beni savursun, asfalt beni yutsun, bir yerlerde yok olayım istedim. Çünkü artık bir evim yoktu. Ev dedikleri yerler güven verir, sıcak olurdu. Bana öyle bir yer kalmamıştı. Ama hâlâ bir yuvam vardı. Evet bir yuvam vardı. Toprak kadar sessiz, taş kadar soğuktu. Ve ben oraya ait olduğumu biliyordum. Çünkü benim yuvam bir mezardı.

Karargâhın önünde motoru durdurduğumda ellerim hâlâ titriyordu. Sanki parmak uçlarımdan bütün vücuduma yayılan bir soğuk vardı, içten gelen bir donukluk. Yüzümde hiçbir şey olmamış gibi bir ifade takınmaya çalıştım; komutan olmalıydım, güçlü görünmeliydim. Ama içimdeki o kadın o artık yoktu. İçimde yaşayan bir şeyler hâlâ var mıydı ki? Adımlarım yankılandı koridorda; her yankı, kafamın içinde çınlayan o sesleri daha da yükseltiyordu.

“Denek 11 getirin!”

“Baban seni tedavi etsin.”

“Sakın bağırma Mor.”

"Babalar evlatlarını sever güzel kızım. Saçlarını okşamak istiyorum."

Tırnaklarımı avuçlarımın içine geçirip yürümeye devam ettim. Nefesim kesik kesikti. Odaya girdiğimde bavulumu yatağın üzerine atmıştım ve bir daha dokunmamıştım, fermuarı bile açarken ellerim zangır zangırdı.

Kıyafetleri rastgele çekip çıkardım. Her kumaş parçası derime değdiğinde, sanki onun parmakları üzerimden kayıyormuş gibi hissettim. Midem bulandı, nefesim daraldı. Kendimi aniden banyoya attım. Kapıyı kapatırken çıkan o tek mekanik sesi bile beni sıçrattı. Sırtımı kapıya yasladım, gözlerimi kapadım, içimde biriken her şey boğazıma tırmanıyordu.

Musluğu sonuna kadar açtım. Buz gibi su yüzüme çarptığında tenim yanıyor gibiydi ama durmadım. Su damlalarıyla birlikte her şeyin akıp gitmesini istedim. Sanki o su, beni geçmişten söküp alacakmış gibi; sanki yeterince uzun yıkanırsam, kirlerim değil ama anılarım akıp gidecekmiş gibi…

İki elimle kulaklarımı kapattım, çünkü sesler geri gelmişti.

“Güzel kızım…”

“Bağırma.”

“Usulu kızım benim babasının ona ihtiyacı var…”

Boğazımdan çıkan bir iniltiyle “Sus…” dedim. “Sus artık…” dedim. Kendi sesim bile bana yabancıydı artık. Kulağımda çınlayan o sesler, suyun uğultusuna karıştıkça sanki ikisi birleşip beni boğuyordu.

Bedenimde onun dokunduğu her yere tırnaklarımı geçirerek temizlemeye çalışıyordum ama ne kadar kazısam da geçmiyordu. Derimin altına işlemişti sanki o kir. Her tırnak darbesinde etim yanıyor, ama içim hâlâ kirli kalıyordu. Boynumu öpmüştü. Ben istemesem de, o öpmüştü. Boynuma tırnaklarımı geçirip ovaladım, kanla karışık sabun kokusu genzimi yaktı. O an anladım; ne kadar yıkarsam yıkayayım, o koku asla gitmeyecekti.

Saçlarım… Saçlarımı nasıl temizleyecektim? Onlar da onun ellerine karışmıştı. Avuç avuç köpükle yıkadım, parmaklarımı sertçe saç diplerime bastırdım. “Çık artık…” diye fısıldadım. “Çık benden…” Ama geçmiyordu. Ne o anılar gidiyordu ne de tenimdeki o kir hissi.

“Komutanım?” dedi dışarıdan bir kadın sesi. Genç, yumuşak bir sesti. “Derin Komutanım, siz misiniz?” Su sesiyle birlikte yankılandı sesi.

Gözlerimi kapadım. Boğazımda bir düğüm oluştu ama sesimi sabitlemeyi başardım. “Evet.” dedim kısa ve düz bir tonda. O an bile, sesimin titremesine izin vermedim. Adım sesleri uzaklaştığında dizlerimin bağı çözüldü. Duşun soğuk zemine oturdum, dizlerimi karnıma çektim. Suyun gürültüsü artık bir ağıt gibiydi. Başımı dizlerimin arasına gömdüm. Su hâlâ akıyordu; her damlası tenime değil, içimdeki çukurlara değiyordu sanki.

Kokusu bile değişmişti artık; su, temizlik değil, çürümenin kokusunu taşıyordu. Derimin altındaki o anılar, sanki buharlaşıp havaya karışıyor, odanın her köşesine siniyordu. Ve ben, kendi kokumdan bile tiksiniyordum.

Kendi bedenim sanki ben gibi kokmuyordu; sanki tenim bile bana ait değildi artık. Onun dokunuşları, parmak uçlarından süzülen o kirli sıcaklık, derime değil, ruhumun altına işlemiş gibiydi. Her nefes aldığımda ciğerlerime kendi kokum değil, onun kokusu doluyordu. Bedenimin kokusu bile beni terk etmiş, içimde yankılanan acı ile yaşamayı bana mecbur bırakmış gibiydi. Sanki yıkanmak bile yeterli olmayacaktı; ne sabun, ne su, ne zaman…

Hiçbiri bu pisliği temizleyemeyecekti.

Odamda dolaşan ayak seslerinin sahibini biraz daha burada kalarak şüphelendirmek istemediğim için, içim kan ağlaya ağlaya çıktım banyodan. Her adımımda yer sanki benden nefret edercesine gıcırdıyordu. Aynadaki suretime kısa bir an baktım; gözlerim kuru, ama içimde bir sel vardı. Gözümden tek bir damla yaş akmamıştı ama ellerim titriyordu. Titremesin diye sıktım, sıkınca damarlarım kabardı, kanım bile utanıyor gibiydi. Soğuktum sadece bedenim değil, bakışlarım da soğuktu artık. Yüzüme, duygusuz bir maske geçirdim. En az bedenim kadar donuk, cansız bir yüz ifadesiyle kapının koluna uzandım.

Üstüme sutyen ve şort giyip dışarı çıktığımda, odadaki kısa saçlı kız bana dönüp selam verdi. Selamı duydum ama içimde yankısı yoktu. Yatağa oturdum, çarşafın dokusu bile yabancı geldi. “Otur.” dedim, kısık ve kuru bir sesle. Boğazımdan çıkan kelime sanki benim değildi.

Bakışları birkaç saniye omzumdaki ize takıldı. Gözleri o noktada, kelimelerin söyleyemediğini görüyordu sanki. Ama sonunda gözlerini benden kaçırdı, sessizce yatağına oturdu. Ellerimi cebime soktum, çünkü başka nereye koyacağımı bilmiyordum. Ellerin bile suçlu gibi kalıyordu ortada.

Kızı inceledim. Yüzü ovaldi, sanki bir ressamın titizlikle çizdiği portre gibiydi. Belirgin elmacık kemikleri, hafif sivrilen bir çene hattı vardı; güçlü ama bir o kadar da kırılgan görünüyordu. Gözleri koyu ve badem şeklindeydi, kirpikleri öylesine belirgindi ki tek tek sayılabilirdi. Kaşları dolgun ve koyu, yüzüne keskin bir çerçeve çiziyordu. Burnunun ucu hafif kalkıktı, küçük ama dikkat çekiciydi. Dudakları dolgun ve pembe; ama o pembelik, yaşama değil, solgun bir yaraya benziyordu. Cildi pürüzsüzdü, buğday tonunda; fakat sanki altındaki her damar, yaşanmışlığın izini saklıyordu. Yüzünde hafif bir makyaj vardı; eyeliner’ı bile sanki gözyaşını saklamak için çekilmişti.

Omuz hizasında küt kesim saçları vardı; karanlığın içinden süzülen bir gölge gibiydi. Koyu kahverengi, neredeyse siyaha yakın bir renkti; ortadan ayrılmış ve yüzünü narin bir şekilde çerçeveliyordu. Belki de o saçlar, onun duvarıydı; benim gibi.

“Adın ne?” diye sordum, birbirimizi yeterince incelediğimize kanaat getirdiğimde. Sesim bir fısıltıydı, ama yankısı duvarlara çarptı. Vücudumdaki yara izleri solmuştu, çoğu sadece ince bir çizgiye dönmüştü artık. Ama çizgiler iyileşmiyordu; sadece gizleniyordu. İnsanlar o çizgileri görmedikçe, içimdeki yangını da bilmeyeceklerdi.

Zaten bilseler de umurlarında olmayacaktı. Çünkü kimse, yanığın kokusuna tahammül edemezdi.

“Üsteğmen Ebrar Sönmez, komutanım.” diye mırıldandığında başımı hafifçe salladım. Sesi düz, duygusuz ama içinde belli belirsiz bir çekingenlik vardı. “Akrep Timindeyim.” dediğinde usulca kafa sallayıp önüme döndüm.

Kafamı dağıtmak için konuşmayı devam ettirmeye çalıştım. “Kıdemli Üsteğmen Derin Yıldırım.” dedim hızlıca. Kısaca yüzüne baktım, sonra gözlerimi kaçırdım. Yerde duran bavuluma baktım. Parmak uçlarımın titrediğini fark ettim ama görmezden geldim.

“Dışarda bir işim var komutanım, izninizle.” dediğinde, Ebrar’a yalnızca başımla onay verip sessizce odada kalakaldım. O çıktıktan sonra sessizlik üzerime çöktü; kulaklarım uğulduyordu, sanki odada hava değil, acı birikmişti. Ayağa kalktım, kulaklığımı aldım. Müzik belki biraz sustururdu içimdeki sesi. Şarkıyı açtım.

Tenin sinmiş yastığıma,
Dün gece terk etmeden önce…

Keşke, kokusunu içime çekebileceğim bir yer olsaydı da, içimdeki çığlığı onun kokusuyla bastırabilseydim. Ama yoktu. Ne bir iz, ne bir nefes. Sadece yokluk kalmıştı geriye; o kadar yoğun, o kadar ağır bir yokluk ki, ciğerlerim onunla doluyordu artık. Bavulumdaki eşyaları yavaşça yatağa dizerken ellerim titrememeye çalışıyor ama beceremiyordu. Parmaklarım eşyaların üstünde gezinirken, her kumaş parçası bana geçmişimi hatırlatıyordu.

Bir numara, bir yüz, bir ses. Düşünmem gereken şeyler vardı ama düşünemiyordum. Zihnim doluydu ama aynı anda bomboştu. Her nefeste ciğerlerim daralıyor, sanki bir el göğsüme bastırıyordu. Bu bir nefes kesilmesi değildi bu boğulmaydı. Ben şu anda sadece geçmişim içinde boğuluyordum.

Geçmişim bir bataklıktı; herkesin içine düşüp unuttuğu ama benim çıkamadığım bir bataklık. Kimse hatırlamak istemezdi orayı, zaten benden başka kimse hatırlamazdı. Ama o hatırlardı. Beni nasıl tükettiğini, bana nasıl dokunduğunu, ellerinin nasıl kana bulandığını, her anı hepsini hatırlardı. Pis sözlerini, dişlerinin arasından çıkan o zehirli cümleleri, üzerimden aldığı hazları hepsini, gülerek hatırlardı.

Ben can verirken o, benden çaldığı hayatı kendi nefesine katıyordu. Her nefesiyle ben biraz daha ölüyordum.

Annem dâhil kimseye hakkım helal değildi. Anne olmuştu, evet, beni doğurmuştu; ama sonra? Sonra bir sokağın ortasında bırakmıştı. Bir çocuğu değil, bir yükü bırakır gibi. Sonra geri dönmüştü, bulmuştu beni. Bulmuştu ve beni bir adama “emanet” etmişti. O adam babamdı.

Kendi elleriyle teslim etmişti beni. O adamın ellerine. Ve sonra izlemişti. Sessizce. Sanki olup biten şey kendi canına değil de, yabancı birine yapılıyormuş gibi. Gözleriyle izledi; ne ağladı, ne durdurdu. Sadece sustu. Ve o sessizlik benden daha gürültülüydü.

Ama zaten yapan da canımdan bir parça değil miydi? Canımın diğer yarısıydı o ve o yarı beni paramparça etmişti.

Düşünceler beynimde yankılanırken eşyalarımı toplamayı bitirmiş, elimdeki kalemi fark etmeden kağıda bastırmıştım. Çizimlerimden birini yapıyordum ama ne çizdiğimi bilmiyordum. Belki bir yüz, belki bir yara izi, belki sadece bir çığlık. Kalem ucundan değil, içimden akıyordu.

Kulağımda aynı şarkı belki beşinci kez çalıyordu. Artık duymuyordum. Ne melodiyi, ne sözü. Sadece kalemimin kağıdı yırtan sesini duyuyordum. Hayatımı paramparça etmişlerdi. Beni benden koparıp içimde bir mezar kazmışlardı. Şimdi o mezarın içinde nefes alıyordum diri diri gömülmüş gibi.

Kulağımdaki müziğe rağmen, bir anda burnuma keskin bir koku doldu. Ağır, tanıdık, midemi bulandırmayan bir koku. Ve anladım. Kapı açılmıştı. Odaya biri girmişti. Şarkıyı durdurdum, sessizce. Kalbim hızla çarpmaya başladı ama yüzümdeki ifade dondu. Kimin geldiğini biliyordum. Ve bu, bilmek istemediğim her şey demekti.

Yanıma yaklaştığında, beni irkiltmek istemiyormuş gibi temkinliydi. Adımlarını sessiz atıyor, nefesini bile kontrol ediyor gibiydi. Ama sessizlik bile onu gizleyemiyordu çünkü bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. Havada, derimin hemen üzerinde gezinen bir sıcaklık vardı. Arkamda durduğunda, o sıcaklık omzuma çarptı. Elini kaldırıp, tam omzumdaki “G” şeklindeki damgaya dokunduğunda, içimden buz gibi bir şey geçti. Kas katı kesildim. Başımı kaldırdım ama arkamı dönmedim. Nefesim daraldı. O dokunuş, geçmişten kopup yeniden üzerime çökmüştü.

“Elini çek.” dedim soğuk, titremeyen ama içi buz tutmuş bir sesle. Odamda el kol sallayarak gezen kişi, Yiğit Kurt’tan başkası değildi. Elini yavaşça çekti ama o parmak uçlarının geçtiği yerde, sanki bir anlığına nefesim dondu. O eski izin üzerinde kalan bakışlarını hissetmemek imkânsızdı. Gözlerimi kapattım, sinirle derin bir nefes aldım ve aniden arkamı döndüm. “Odamda ne bok yemeye varsın?” dedim. Sesim sertti, keskin. Hava bile o sesle birlikte ağırlaştı.

Yiğit’in kaşları çatıldı. O da derin bir nefes aldı, sanki sözcüklerini seçmeye çalışıyordu. “Sen neden odanda bu şekilde oturuyorsun?” dedi sonunda, sesi kısık ama endişeyle dolu bir tonlaydı. Gözleri üzerimdeydi, ama bir anda kaçırdı. Bakışlarını başka bir yere sabitledi; belli ki beni rahatsız etmek istemiyordu ama o bile rahatsızdı.

“Sana ne lan?” dedim, aynı sertlikle. “Dalama gibi ne dalıyorsun odama? Hem odama daldığın yetmiyor, bir de beni sorgulama hakkını mı buluyorsun kendinde?” Kelimeler ağzımdan çıkarken dişlerim sıkılmıştı, sesimle birlikte içimdeki titreme de büyüyordu.

“Sana bir şey demeye gelmiştim! Kapıyı çaldım ama duymadın!” dedi, gözlerini hâlâ kaçırarak. Sesinde bir savunma, ama aynı zamanda bir yorgunluk vardı.

Benimse gözüm onun yüzündeydi. Çene hattı gergindi, dudak kenarı belli belirsiz titriyordu. O kadar tanıdık bir ifadesiydi ki bu hem kızgın hem üzgün, hem konuşmak isteyen hem susmaya mecbur. Kısık bir gülüş duydum ondan, alayla değil, acıyla kırılmış bir gülüştü bu.

“Ne gülüyorsun acaba?” dedim sinirle, yatağın üzerindeki tişörtü alırken. Kaan’a ait, bana birkaç beden büyük bir tişört. Üzerime geçirirken kumaşın serinliği tenime değdi, içimdeki yanığı biraz olsun bastırdı.

“Biraz daha öyle bakmasan mı?” dedi, ellerimi tişörtün ucuna bastırarak.

“Nasıl bakmasam?” diye sordum.

“İçimde bir ömür başlatacakmış gibi bakmasan?” dedi.

Ve o anda, zaman durdu. O cümle, havada asılı kaldı. Aramızdaki mesafe bir nefes kadar kısaldı, bir kelime kadar uzadı. Gözlerim onun gözlerinde kilitlendi. Şaşkınlıkla havaya kalkmıştım, dudaklarım aralanmış, kalbim gürültülü bir sessizlikte atıyordu.

“Anlamadım?” dedim, bir anda o büyüyü bozup eski halime dönerken. Göz göze geldik, saniyelik bir temas ama bu temasın yankısı saatler sürdü. Ben gözlerimi kaçırdım, o kaçırmadı.

“Özür dilerim, Mavi…” dedi sonunda. Sesi titrek, sanki her kelime bir yükmüş gibi. Devamını bekledim, sessizce, bir nefes bile almadan. “Sana geçen gün dediğim şeyler yüzünden özür dilerim.” dediğinde, gözlerimi kapadım. O an, anlamıştım. Umursamazca omuz silktim.

“O gün senin ağzından çıkan hiçbir şey canımı yakmadı.” dedim düz bir sesle. Ama içimde yankılanan başka bir acı vardı. “Çünkü sen beni tanımıyorsun.” dedim. Gözlerimi ondan çekmeden. “Ama Ateş’in dedikleri…” dedim, yutkundum, kelimenin devamı boğazımda kaldı. “O yakmayı başardı.”

O an, odada sadece nefes seslerimiz kalmıştı. Bir de geçmişin yankısı. Ve ben yine, bir damla gözyaşı bile dökmeden yanmaya devam ediyordum.

O bana üzgün bir ifadeyle bakarken, ben gözlerimi kaçırıyordum. Sanki göz göze gelirsek içimde tuttuğum her şey dışarı taşacakmış gibiydi. Gözleri yavaşça yüzümde dolaştı, alnımdan dudak kenarıma kadar. Nefesi titredi, derin bir iç çekişin içinde gizlenen çaresizlik kokuyordu. “Anlatacağın şeyler vardır elbet ona. Bir gün ona anlat, o seni anlar.” dediğinde dudaklarım istemsiz kıpırdadı, ama bakmadım. Sözleri yumuşak görünse de bir bıçak gibi içime saplanıyordu.

Gözlerimi yere indirdim. “Beni dinlemeyen birine laf anlatamam.” dedim, sesim yorgundu; uykusuz gecelerin, içe gömülmüş öfkenin ve susmanın ağırlığıyla çatallıydı.

Yatağın ucuna oturdum. Soğuk metal çerçevesi dizlerime değdiğinde ürperdim. Odanın havası ağırdı; duvarlarda biriken nem, insanın içine işleyen bir sessizlikle birleşmişti. Perdelerin arasından sızan loş ışık yüzüme vuruyor, gölgeler yanaklarımda oynaşıyordu. Ellerimi birbirine kenetledim, parmaklarımın arasında boşluklar kalmıştı, o boşluklar sanki hayatımdaki eksikliklerin şekliydi. Sadece bir gün... sadece bir gün huzur istiyordum. Belki Gökhan’a kavuştuğum gün bu olurdu; belki o zaman içimdeki savaş susardı.

Birden kapı çalındı. Sert, tok bir ses yankılandı odada. Kaşlarım istemsizce çatıldı, o küçücük sessizlik parçalandı. Kapı aralandı, Ebrar başını uzattı; yüzü tedirgindi. “Derin komutanım, İbrahim Albay söylememi istedi acil görev varmış.” dedi, sesi aceleyle titriyordu. Başımı kaldırmadan onayladım. “Toprak timini karargâh merkezine bekliyor.” diye eklediğinde ayağa kalktım. Üniformam sandalyenin ucunda asılıydı; buruşturulmamış ve hâlâ dimdik.

Bir anlık sessizlikte, yanımda hâlâ duran Yiğit’e baktım. “Duydun, hadi siktir git.” dedim, gözlerim buz kesmişti. O ise sadece gülümsedi, o gülümseme sinirlerimi yakıyordu.

“Ne kadar misafirperversin.” dedi, sesi iğne gibiydi. Cevap vermedim, üniformayı alıp kabine yürüdüm.

Kabin dar ve soğuktu; floresan ışığı titreşiyor, duvara çarpan yankısı kalbimin atışına karışıyordu. Üniformamı giyerken kumaşın sertliği derimi acıttı. Sanki beni askeri disiplin değil, hayatta kalmak tutuyordu ayakta. Aynadaki yansımam tanıdık değildi. Gözlerimin altı mor, yüzüm solgundu. Saçlarımı sıkıca topladım, parmak uçlarımda bir titreme vardı. Bordo bereyi başıma takmadan önce bir nefes aldım; içimdeki tüm çığlıkları o nefesin içine bastırdım.

Koridora çıktığımda ışıklar loştu, duvarlar griye bulanmıştı. Her adımım metal zeminde yankılandı, ayak seslerim yankı yankı büyüdü. Tam köşeyi dönerken karşımda Yiğit belirdi. Aynı ciddiyetle, ama aynı rahatsızlıkla. Umursamadım, yanından geçip gittim.

“Hop hop!” dedi arkamdan. Sesi uzun koridorda yankılandı, yankı bir gölge gibi üzerime yapıştı. Durdurmadım. “Seni bırakmam, aynı timdeyiz. Beraber yürüyelim.” dedi, sesi buğulu bir alay taşımaktaydı.

“Birçok insanla aynı timdeyim.” dedim, yürürken başımı çevirmeden. “Hiçbiriyle yan yana yürümüyorum, üsteğmenim.”

“Buz dağı mısınız herkese karşı?” dediğinde, adımlarımı yavaşlattım ama durmadım.

“Ruhumun donduğu günden beri, evet.” dedim. Sesim yankılandı, soğuk bir bıçak gibi keskin.

Karargâhın ağır kapısı önümüzde yükseldi. Metal kapının üzerindeki bayrak titriyordu, sanki rüzgar bile bu havaya tahammül edemiyordu. “Dikkat!” sesi yankılandı içeriden, biz de refleksle karşılık verdik. “Rahat.” dedik aynı anda; seslerimiz birleşti ama içimizdeki duvarlar hâlâ ayrıdır.

Kapı arkamızda kapandığında odadaki hava keskinleşti. Bütün bakışlar üzerimize döndü. Yorgunluk, merak, hafif bir kuşku… Hepsi o anın içinde gizliydi. Yüzüm ifadesizdi, ne en ufak bir duygu, ne de en ufak bir öfke vardı. Sadece görev. Sadece emir vardı artık.

Akın Komutan masanın kenarında oturuyordu. Elindeki çakıyı çeviriyor, her dönüşte metalin soğuk ışığı yüzüne vuruyordu. Gözlerinde o tanıdık alaycı parıltı kendine yer edinmişti. Önce bana, sonra Yiğit’e baktı. Dudak kenarı kıvrıldı. “Sizi yan yana görmek tuhaf.” dedi, kelimeleri yılan gibi sürünüyordu havada.

Cevap vermedim. Masadaki dosyayı aldım, parmak uçlarım titredi. Kâğıtlar bile bu soğukta kırılacak gibiydi. Yiğit yanımda dik durdu, sessiz ama fark edilir bir inatlaydı bu duruş. Akın Komutana döndüm, kaşlarım çatılmıştı. “Ne demek istiyorsunuz?” dedim, sesim sakin ama tehlikeli bir çizgideydi.

Komutan çakısını masaya sapladı, gürültü odayı doldurdu. Omuz silkti. Ama onun yerine Aren ciddiyetsiz bir tavırla konuştu. “Hiçbir şey komutanım. Sadece fazla uyumlusunuz.” dediğinde havadaki sessizlik bir anlığına kesildi. Aren kıpırdandı, gerginlik bütün bedenini ele geçirmiş gibiydi. Ne benim bakışlarıma dayanabiliyordu ne Akın komutanınkine. Boğazını temizledi. “Arkadaş komutanım. Silah arkadaşı.” dedi kısık bir sesle.

Gözlerimi ona diktim. “Uyum, işimizin bir parçası ya hani.” dedim. Kelimelerim duvara çarpıp yankılandı. Soğuk, düz, ama derinlerinde bir yara gizliydi.

Gözleri kıvrıldı Akın Komutanın; o kıvrım bir çakı gibi keskin, içeriye sinsice yayılan bir ısı yarattı. Gülüşü dudaklarından sızan bir zehir gibiydi tatlı bir şey beklerken dudaklarının arasında çakmak taşı çakıldı. O an odada hava katmanları gibi ayrıldı: biri soğuk, diğeri sıkışmış; nefeslerimiz arasında paslı bir metal tadı dolaştı. Ben ilgilenmedim ama ilgisizliğim bile bir yük gibi göğsümde baskı yaptı.

Yiğit konuştu; sesi taş gibi, boş bir çukurun içinden yankılanır gibiydi. “Sezgilerinle savaş kazanamazsınız, komutanım.” Her harfi simli bir ur gibi konuşmanın yüzeyinden sıyrılıp duruyordu. Aren mırıldanırken, onun sesi odanın arka köşesinden çıkan bir sinek hırıltısı gibi değersizleşti; benim için şu anda kimse toz zerresi bile değildi. Görev tek bir gerçekti tıpkı damarlarımda yükselen kan gibi kaçınılmaz.

Dosyayı açtım; kağıtlar parmaklarımın arasından kayarken onun kokusu beni sardı; kurumuş mürekkep, ter, ağır kahve ve uzak bir savaşın kalıntısın barutun ince, bildik kahverengi düşü. Her sayfa çevrilişinde parmak uçlarımda bir acı belirdi; kağıdın pürüzü yarayla temas eden bir cerrah elinin titreyişi gibiydi. Detayları beynime kazırken ağzımda acımsı bir tadı kaldı; kelimeler ağızımdan geçip bedenimi deliyordu.

Tolga sabırsızlandı; hareketleri iğneli, tırnaklarının etine bastığı anı duyabiliyordunuz. “Komutanım, hızlı bir özet geçer misiniz?” dedi; sesi boğazından zorla çekilip gelen bir parça cam gibiydi.

Omuzlarımı silkiverdim ve dosyayı ona attım; kağıt havada patladı, üzerindeki tozlar gözlerimize yapıştı. “Sikcez.” Sözlerim buz gibi keskinti odada ansızın daha soğuk bir esinti dolaştı, nefeslerimizden kaynaklanan buharın gözlerimizi nemlendirdiği kadar gerçekti.

Kapı pat diye açıldı; bir an için odanın bütün sesleri kesildi, sonra ağır bir gölge içeriye doldu. İbrahim Albay girdi. Adımı telaffuz etmeden önce bile varlığı tüm odayı sıkıştırdı; ter kokusu, ıslak deri, sigara külleri ve çelik bir disiplin karışımı etrafta asılı kaldı. Albay’ın sert bakışları üzerimde ağır ağır gezindi o bakışlar, ince bir bıçakla kaşınmış bir harita gibiydi; her çizgiyi, her yarayı okuyordu. Dosyayı masaya bırakırken masanın yüzeyine yayılan tık sesi uzun bir tokat gibiydi.

“Toprak Timi’nin yeni üyesi Derin. Uzmanlığı sızma ve operasyonel planlama. Sorununuz varsa şimdi söyleyin. Burada bireysel hareket yok.” Her kelime, odanın nemli havasına çivilenmiş bir tabela gibi yankılandı; sanki sözlerimiz camın içindeki böcek gibi kıpırdayıp parçalanacaktı.

“Emredersiniz,” dedik, seslerimiz soğuk ve netti; cümlelerimiz vücudumun kasılmalarıyla aynı anda atıldı.

Haritanın üstündeki kırmızı kalem lezyonlar gibiydi; parlak, taze ve ürkütücü düşman mevzileri kan lekesi gibi parıldıyordu. Akın komutan işaret etti. “Helikopterle direkt iniş, açık hedef. Keskin nişancılar her yerde.” Sözlerin ardından gelen sessizlik, boğazınızdaki bir yırtığın sesi gibiydi; herkes kulak kesildi, nefesleri daha ince, daha keskindi. Batur’un önerisi, Yiğit’in itirazı, Kaan’ın uyarısı hepsi odada birer titreşim, birer küçük deprem gibi diziliyordu; planlar birbirine çarpıyor, kıymık kıymık kırılıyordu.

Ben haritaya baktım; kafamda düşünceler soğuk bir bıçak gibi dönerken dudaklarımın kenarında acı bir gülümseme belirdi. “Yer altından gireriz.” dediğimde, kelime odanın içine bir bomba gibi düştü. Herkesin yüzü bir an için sertleşti; gözlerinin etrafındaki damarlar atıyor gibi gözüküyordu. Parmağımı eski su tünellerinin üzerine koydum; parmağımın altındaki kağıt dokusu soğuk, nemli bir taşın dokusunu çağrıştırdı. “Köyde eski, kurumuş su tünelleri var. Doğru noktayı bulursak, düşmanın beklemediği yerden gireriz.” Sesimin sonunda bir sır perdesi değil, çığlık gizliydi.

Albay kaşlarını çattı; o kaşların arasındaki gölge karanlık bir mahkûm gözlüğü gibi ağırlaştı. “Bu tünellerin hâlâ sağlam olduğuna emin misin?” dediğinde, sözleri adeta bir testere sesi gibi çıktı; havayı kesiyordu. O anda odanın kokusu daha da yoğunlaştı terin yoğun, metalin acımsı notası, eski tahta masanın reçinesi, içimizde biriken öfkenin asetonumsu keskinliği. Her birimizin yüzünde farklı bir çatlak belirdi; umut, şüphe, korku, öfke bütün bunlar bir mozaik gibi çatlamaya hazırdı.

Saatin tiktakları daha yüksek, daha plastikti. Birisi çarpık bir nefes aldı; o nefes odada yankılandı ve bir an için zaman durdu. Toz zerrecikleri tavandan sarkıp ağzımıza, gözüne, genişleyen gölgemizin üzerine düşerken, odada olan biten sadece plan değil, bir hayat parçası, bir yara, hepsi bir arada titreşiyordu. Ve ben, parmağımı tünelin üzerinde bekletirken, etimden geçen soğuk bir elektrik şu anın ağırlığını iliklerime kadar bastırdı ya doğruysa, ya değilse; sonuç her ne olursa olsun, kokusu, acısı ve izi burada, tam burada kalacaktı.

Albay kaşlarını çatıp bana baktığında, sesim soğuk ama emin çıktı. “Eminim, komutanım.” dedim, parmağımı tünelin üzerine bastırırken haritanın kağıdı altında parmak izimin bıraktığı kırılgan toz hissi gibi bir soğuk yayıldı. Albayın gözleri, masanın üzerindeki kırmızı işaretlere takıldı sonra bana döndü; odada hava bir anlığına daha da ağırlaştı.

“Nasıl girilecek, kaç kişiyle, çıkışlar nerede?” diye sordu; kelimeleri doğrudan ve sınayıcıydı.

“Noktayı eski taş köprünün hizasında alırız, oradan paralel tünel ağı başlar, içerisi kuru ama dar; iki takım içeri girip birbirine bağlı hat boyunca ilerler, ilk ekip sapıp ana depoya yönelirken ikinci ekip emniyet hattını sağlar, çıkışları kuzeydeki eski su çıkışında toplayıp sizi bekletiriz.” diye hızla, ama kontrollü bir tempoda anlattım; her cümlem haritanın üzerindeki kalemin çizgileri gibi keskin oldu. Her kelimeyi söylerken gözlerimin önünden bir avuç toprak, rutubet, eski taşların arasında ekmek kırıntısı gibi sıkışmış anılar geçti ama sesime yansıtmadım.

Tolga sabırsızlandı, elleri titredi; “Ne kadar sürede?” diye kısık sesle sordu. Saatin tik takı gibi soğuk bir ölçü gibi kulaklarımda çınladı. “İlk infilâk ile birlikte girişten itibaren kırk beş dakika içinde ana hedefte olacağız, çıkış süresi yedek güvenlikle birlikte doksan dakika.” diye netledim. Her rakam bir darbeydi; dosyadaki kırmızı lekelerle aynı ritme uydu.

Yiğit yanağını çekerken gözlerinde bir dikkat parıltısı belirdi; “Mayın riski?” diye ekledi. Parmağımı haritanın gölgeli kısmına sürttüm ve o bölgenin zemin yapısını anlattım, eski haritaların açılarını, köylülerin söylediği rivayetleri, tünellerin çökme ihtimallerini; sözlerim teknik, soğuk ve hesaplıydı. Her terim bir muhakeme, her cümle bir muhafaza gibiydi.

“Bölgedeki yaşlı köylülerden biriyle konuştum; göreve gittiğim köyün bir sakiniydi, çocukken o tünellere girdiğini anlatmıştı,” diye başladım, sesi kurumuş bir haritanın kıvrımlarını andıran bir huzursuzlukla; “Haritalarda tam işaretli değil ama bazı geçitleri kullanabiliriz, eğer giriş noktasını bulursak doğrudan köyün içine çıkarız.” dedim, parmağımı hassasça haritanın sol kıyısına bastırırken dudaklarımın arasından çıkan sözler haritanın kağıdına karanlık bir gölge gibi düştü.

Akın Komutan haritaya dikkatle eğildi, gözü kırmızı işaretlerin etrafında dolaştı, başını ağır ağır salladı; “Riskli ama mantıklı,” diye onayladı, sesi metal bir terazinin tıkırtısı gibiydi; “Düşman yer altından bir saldırı beklemiyor, eğer su tünelleri çökmediyse buradan köye sızabiliriz.” dediğinde odada kısa bir rüzgâr esti, herkesin nefesi haritanın üzerindeki çizgilerle bir oldu.

Akın komutan hafifçe öne eğilip çakısını parmak uçlarıyla çevirirken, dudaklarının kenarında o küçük alaycı kıvrım yeniden belirdi; “Risk var, ödül de var.” dedi. Sesi metalin tınısı gibiydi. Aren, Tolga ve Kaan birbirlerine baktı, odadaki hava bir planın doğuşunun kokusuyla doldu; ben ise haritaya bakarken içimde gizli bir buz erime sesi duydum strateji ilerledikçe kalbimde bir şey çözülüyor, bir yerden parça kopuyordu.

Albay uzun uzun düşündü, parmağını çenesine götürdü; sonrasında ağır bir nefes verdi ve dosyayı geri itti. “Hazırlıklarınızı tamamlayın. Gece yarısı hareket.” dedi, sesi emri mühürlercesine soğuktu. Odaya yayılan sessizlik bir onay gibi çöktü; herkes masadan kalktı. Ben dosyayı toplarken parmaklarımın arasındaki kağıdın kıtırtısı, koridorun soğuk zeminine düşen ayak sesleriyle birleşti; dışarı çıkarken koridorun havası burnuma eski taşların rutubetini, tünelin derinliğini ve gömülmüş bir şeyin unuttuğu kokusunu getirdi. “Mavi Derin, rehberimiz sensin. Operasyonu bu plana göre düzenleyin. Harekete geçiyoruz.” O sözler odada düğümlenmiş bir cümle gibi patladı; herkesin omuzuna bir ağırlık bindi, göğüslerde hüküm giymiş bir görev duygusu yayıldı.

Yiğit yanımdan geçerken omzuna çarpıp sessizce, “İyi iş.” diye mırıldandı; sözü kısa, tonu ise bir anlığına dostçaydı. Göz göze geldiğimiz anda, gözlerinde bir şeyi okudum ne tam destek, ne tam mesafe; sadece aynı vakada sınanmışlık. Kapıdan çıkarken arkamda kalan odaya, haritanın köşesinde kan kırmızısıyla parıldayan işaretlere bir kez daha baktım o işaretler hem görev hem de geçmişin sızan lekeleriydi. Nefesimi derin alıp verdim, düşünen değil yapan tarafı seçmiştim; içimde kıpırdanan her şey susmuştu, sadece soğuk bir karar ve gitmeye hazır bir adım kalmıştı.

Haritaya son bir kez baktım; parmak uçlarımın altındaki kağıt dokusu, mürekkebin hafif kokusu, ve odanın floresan ışığının verdiği soluk gölge bana hiç heyecan vermiyordu; içimde ne korku ne tereddüt vardı, sadece tek bir şeyin netliği kalmıştı: görev.

 

BÖLÜM SONU

( Mavi Derin Yıldırım'ın çizdiği resim)

(Üsteğmen Ebrar temsili)

 

 

Bölüm : 20.10.2024 16:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...