
Kimse kimsenin içindeki yangını görmez; herkes sadece dumanı rahatsız ettiğinde şikayet ederdi.
Mavi Derin Yıldırım’ın Günlüğünden
Günlük 1 – Sayfa 1
2011
Anlatacaklarımı dinleyecek son sesi de kaybettim bugün. Geriye sadece kendi sesimin yankısı kaldı; duvarlara çarpıp tekrar içime dolan acı bir sessizlik. Kimse yok. Ne duyan var, ne gören, ne de seven. Bu dünya beni susarak boğuyor.
Kötü bir insan mıyım?
Evet... Öyleyim, çünkü herkes öyle diyor.
Bedenimin her yerinde babamın bıraktığı izler var; tenimin altında kalmış, ama ruhumu esir almış yaralar. Onlar bana ait değil, ama ben onları taşıyorum. Acaba bir insan, işlemediği günahların kirini de üstünde taşır mı? Sırf yaşamış olduğu için kirlenir mi?
Sokakta yürürken insanların gözlerinden kaçıyorum. O gözler, birer mahkeme salonu gibi. Yargıç koltuğuna oturmuş, cezamı çoktan kesmiş. “Suçlu sensin” der gibi bakıyorlar. Suçum ne? Çocuk olmak mı? Güçsüz olmak mı? Yoksa sadece hayatta kalmak mı?
Keşke beni de onun kalbine gömselerdi...
Beni görmediler ama hissettiler galiba. Tenimdeki yaraları, ruhumdaki çatlakları sezmiş gibiler. Peki neden kimse yardım etmedi? Neden kimse elini uzatmadı da herkes sırtını döndü?
İnsanlık mı kötüydü, yoksa ben mi sadece yanlış yerde doğmuştum? İnsanlık mı ölmüştü yoksa ben mi ölmüştüm? Ve eğer bu kelimeler son satırlarım olacaksa, içimden en çok kırılan, en çok özleyen ses konuşsun.
Seni özledim, Kalbim…
Seninle birlikte susmayı bile özledim.
Ben gülmeyi çok özledim Meleğim...
2007
Sınıfın floresan ışıkları beyaz bir acımasızlıkla parlıyordu; tavandan sarkan ışık, Derin’in üstündeki lekeli tişörtün kirini daha da ortaya çıkarıyordu. Küçük kız, çantasının yıpranmış iplerini parmaklarının ucuyla sıkıca kavrarken, gözlerini yerde gezdirdi. Toz kokusu, kireç badanalı duvarların nemli kokusuna karışıyordu. Burnuna, tenine sinmiş sokakların keskin, ağır kokusu eşlik ediyordu.
“Derin, ne bu üstünün hali?” Öğretmenin sesi, sınıfın sessizliğini keskin bir bıçak gibi yırttı. Kadının dudakları ince bir çizgi hâlinde sıkılmış, gözleri küçülmüş, kaşlarının arasındaki derin çizgi daha da belirginleşmişti.
Derin’in minik omuzları titredi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Gözleri istemsizce kapının yanına kaydı; Gökhan’ı aradı, ama yoktu. Eğer o burada olsaydı, ona ne demesi gerektiğini fısıldardı. Onun yokluğunda koca sınıfın ortasında yapayalnızdı.
“Bana cevap ver, Derin!” dedi öğretmen, bu defa sesini sertleştirerek.
“Ö-öğretmenim…” Küçük kızın dudakları kıpırdadı ama kelimeler diline dizilip boğazında düğümlendi. Sokaklarda yaşadığını mı anlatacaktı? Çöplerin yanındaki kartonlardan gelen kokunun kıyafetine sindiğini mi? Böyle şeyleri söylemek, herkesin gözleri önünde soyunmak gibiydi.
“Derin, çöp içinden çıkmış gibisin çocuğum.” Öğretmen derin bir nefes aldı, sesine yapmacık bir yumuşaklık katmaya çalışarak konuştu. “Kaç kere söyledim sana, bu şekilde okula gelemezsin. Diğer veliler rahatsız oluyor.”
Derin’in gözlerinde bir an için yanan öfke, küçük bedeninden büyük bir yangın gibiydi. Minik yumruklarını sıktı, gözbebekleri büyüdü. “Ben de onlardan rahatsız oluyorum!” dedi hışımla. Sesi küçücük sınıfta yankılandı. “Benim anne babam gelmediği için, her seferinde onların isteklerini göz önünde bulunduruyorsunuz!”
Öğretmen afalladı. O güne kadar ne yaşarsa yaşasın gülen, uslu duran bir çocuk görmüştü karşısında. Şimdi karşısında, gözleri sinirle parlayan ama başını dimdik tutan bir küçük kız vardı.
“Ben senin için söylüyorum Derin.” Öğretmenin sesi bu kez açıklamaya çabalıyordu, ama gözlerinde karışık bir telaş parlıyordu.
“Siz benim için söylemiyorsunuz.” Derin’in ses tonu ani bir olgunluk taşıyordu. Dudaklarından çıkan her kelimeyi sanki tartarak söylüyordu. “Siz, benimle aynı sınıfta olan çocukların aileleri size kızmasın diye öyle söylüyorsunuz.”
Sınıf bir an sessizliğe gömüldü. Minicik bir kız çocuğu, koca bir dünyanın maskesini indirivermişti.
Öğretmen dizlerini büküp onun göz hizasına inmeye kalktığında Derin bir adım geriye çekildi. Omuzları gerildi, bakışları keskinleşti. Kimsenin önünde eğilmesini istemezdi; bu, ona acındıklarını hissettirirdi.
Öğretmen yeniden dikleşti, ellerini birleştirdi, nefesini sakince verirken yüzünde zoraki bir gülümseme belirdi. “Ben hepinizin iyiliğini düşünüyorum.”
Derin’in minik parmakları çantasının ipini daha da sıktı. İçinde öyle bir inat vardı ki, sanki tüm sokakların rüzgârı o küçücük gövdeye dolmuştu. Dudaklarını ısırdı, gözleri parladı. “Ben abime gideceğim.” dedi ani bir kararlılıkla. Adımlarını hızlandırarak yanından geçmeye çalıştı.
Tam kapıya yönelmişti ki, öğretmenin eli koluna uzandı. Soğuk, ince parmaklar Derin’in kolunu kavradı. “Beni dinle, Derin.” dedi öğretmen, sesi bu kez hem emir hem de yalvarış karışımı bir tonda.
Küçük kızın gözleri bir anlığına karardı. Sanki bütün sınıf, bütün ışıklar, bütün koku, hepsi tek bir noktaya çekilmişti. Kalbi hızlı hızlı çarparken aklında tek düşünce vardı. Öğretmen bile bu kadar acımasız olabilir miydi?
Flüoresan lambaların solgun ışığı, sınıfın üzerini gri bir örtü gibi kaplamıştı. Tavandan süzülen o donuk beyaz ışık, ne sıcaktı ne de huzurlu; yalnızca her şeyi çıplak ve acımasızca ortaya çıkarıyordu. Kalem kokusuna karışan tebeşir tozu, odanın ağır ve boğucu havasına sinmişti. Çocukların nefesleri, sıralardan yayılan eski vernik kokusuna eklenince, sınıf dar bir kafes gibi hissediliyordu.
Derin’in kolunu sıkan parmakların bıraktığı basınç, sanki incecik tenine demir çubuklar bastırılıyormuş gibi iz bırakıyordu. Küçük kızın yüzü solgun, ama gözleri karanlık ve keskin bir parıltıyla yanıyordu; o bakışta çelik soğukluğu vardı. Gözbebekleri küçülmüş, dudakları inatla sıkılmış, çenesindeki gerginlik tüm yüz hatlarını keskinleştiriyordu.
“Bırakın beni.” dediğinde sesi, ince çocuk sesine ait değildi artık; soğuk bir metalin sürtünüşünü andırıyordu. Öğretmen, o küçücük bedenden çıkan bu keskin ton karşısında istemsizce duraksadı. Ama elini gevşetmesi gerekirken, tersine kavrayışını daha da sertleştirdi. Derin’in koluna batan parmak uçları, kızın derisini yakacakmış gibi izliyordu.
“Ben sana kötülük etmiyorum, Derin. Dinle biraz. Senin yararın için söylüyorum.” Öğretmenin sesi titrek bir sabırla süslenmişti; dudaklarının kenarındaki gülümseme, tebeşir tozunun üstüne çizilmiş sahte bir güneş gibi duruyordu.
Derin’in cevabı buz gibi, ama iğne gibi keskin geldi. “Benim yararım için değil. Herkesin gözüne hoş görünmek için.”
Sınıfın arka sıralarında kıpırdanmalar başladı. Fısıltılar, ince ince yükselen rüzgâr uğultusu gibi yayıldı. Bazı çocukların kahkahaları ellerinin arkasında boğulurken, diğerlerinin meraklı gözleri parlıyordu. O bakışlar Derin’in üzerine yağmur damlaları gibi düştü ama damlalar serinlik değil, ağır taşların ağırlığını taşıyordu. Omuzlarına çöken yalnızlık, sınıfın sessizliğinde uğuldayarak yankılandı.
Öğretmen toparlanmaya çalıştı; sesini yumuşatıp kırık bir tonda konuştu. “Ben seni düşünüyorum kızım. Senin geleceğini.”
Ama Derin’in gözleri bu sözle parladı. O parıltı, öfke ile acının birleşimiydi; öyle keskin, öyle yakıcı ki sınıftaki ışık bile o bakışın gölgesinde sönük kaldı. Çenesini kaldırıp dimdik durdu. İncecik bedeni, küçücük boyu, bir anlığına koca bir fırtına gibi büyüdü. “Benim geleceğimi siz bilemezsiniz.”
O anda sınıfta nefesler tutuldu. Sessizlik, sanki kalın cam bir fanus gibi tüm çocukların üzerine indi. "Ben bile daha kendi geleceğimi bilemezken siz benim geleceğimi bilemezsiniz."
Derin, tek bir hamlede öğretmenin elinden kolunu çekip aldı. Çıkardığı ses, bir zincirin kopuşunu andırıyordu. Çantasını omzuna daha sıkı asıp kapıya yöneldiğinde, eski ayakkabılarının tabanı linolyum zeminde tok, sert sesler çıkardı. Her adımda, sınıfın havası biraz daha daralıyor, kalbi göğsünde çarpan bir davul gibi hızlanıyordu. İçinde yankılanan tek bir cümle vardı. Kimse onun ne yapması gerektiğini söyleyemezdi.
Kapının metal koluna parmaklarını uzattığında, o soğuk dokunuş bütün sınıfı ürpertti. Arkasında, nefeslerini tutmuş onlarca çift göz; önünde ise belirsiz, ama kendi olan bir yol vardı.
2024
Kalp, bir kum saati gibidir; her sevgiyle biraz daha dolar, her acıyla biraz daha boşalırdı. Bu yüzden insan, kalbini kime verdiğini iyi seçmeliydi. Çünkü her insan, o kalbe dokunduğunda ya orayı bir yuva yapar ya da savaş alanına çevirirdi.
Ama unutmamalı ki, birinin o kalpte yuva kurması da her zaman iyi değildi. O yuvayı korumak bazen ömür isterdi. Çünkü dışarıda, sırf o yuvayı yıkmak için fırsat kollayan, çaba harcayan insanlar vardı. Bazıları mutlu olduğun yere düşman olur, sadece içinde huzur barındıran bir kalbi bile kıskanırdı.
O benim huzurum değil bendi.
Aşk, yalnızca hislerle değil, akılla da seçilmeliydi. Bazen güzel bakan gözler zehirliydi, bazen de tatlı gelen sözler bir oyunun parçasıydı. Kalbini verdiğin kişi, senin en zayıf yerini bilirdi. Ve ne acıdır ki, en çok yaslandığın omuz kırıldığında, sadece sırtın değil, tüm hayatın yere çakılırdı.
Sevgi öyle herkese sunulacak bir sofra değildi. Çünkü bazıları gelir, doyar ve giderdi. Bazıları ise sofranı yağmalar, geride kırıntı bile bırakmazdı. Kalbini uzattığın el, ya seni tutar ya da seni iterdi.
Kalbini biri için yastık yapacaksa insanoğlu, onun içine diken doldurmayacağından emin olmalıydı. Herkese kalbini açmamam gerektiğini öğreneli yıllar oluyordu. Çünkü bazıları içeriyi kirletir, sonra da senden temizlik beklerdi.
İnsan, kime âşık olduğunu seçmelidiydi. Çünkü aşk, yalnızca seni büyüten bir duygu değildi; bazen seni yok eden bir yangındı. Doğru kişiye düşersen hayatın çiçek açar, ama yanlış bir kalbe tutunursan, en güzel tarafların solup giderdi.
O yüzden her gözyaşının bedelini yüreğin öderken, kime kalbini verdiğine dikkat etmeliydi bu lanet insanoğlu. Çünkü o kalp sadece ona ait, ama yanlış kişide sonsuza kadar kaybolabilirdi.
Gözlerimi araladığımda ilk hissettiğim şey, taşın içine işlemiş gecenin soğuğuydu. Yanaklarım buz kesmiş, cildim sanki ince bir cam tabakayla örtülmüştü; her dokunuşta çatlayacak gibi. Nefesim göğsüme ağır bir taş gibi çökmüş, her solukta ciğerlerim daha da daralıyordu. Çiğin keskin, metalik kokusu burun deliklerimi yaktı; üzerine nemle karışmış toprak, çürümüş bitki ve uzaklardan gelen paslı bir havuz kokusu eklenince midem bulanıyor, başımda bir ağırlık beliriyordu. Sanki her nefes ölümün soğuk tadını süzüp çiğnemem için bana veriliyordu.
Mezarlığın üzerini kaplayan sis, sabahın ilk ışıklarını boğmuştu. Güneş usul usul yükselmeye çalışıyor ama pus, onun parıltısını yutuyordu; ışık ince bir kumaşa gömülmüş gibiydi. Taşların gölgeleri birbirine karışmış, mezarlık tek bir ağır gövdeye dönüşerek üzerime çökmüş; adımlarını duyamadığım bir dev gibi beni izliyordu. Arada sırada bir rüzgâr uğuldayıp geçiyordu; kuru yapraklar taşların üzerinden sürüklenirken çıkardıkları hışırtı, uzak bir kapının menteşesinin inleyişi gibi, ölümün yankısına eşlik ediyordu.
Başımı kaldırdığımda, taşın üzerinde gece boyunca bıraktığım izleri gördüm; dudağımın bastığı nemli halkalar, saçlarımın serpiştirdiği toz zerrecikleri ve gözyaşlarımın küflenmiş halka halkaları. Avuç içim hâlâ soğuğa yapışmıştı; parmaklarımı oynattığımda eklemlerimden kılcal çizgiler gibi bir ağrı yayıldı. Belki de parmaklarımın arasından kan sızmıştı; parlak bir çizgi değildi bu daha çok içten gelen bir yanma, varlığımı hatırlatan acıydı. Fark etmemeye çalıştım çünkü bu acı, içimde taşıdığım yarığa kıyasla önemsiz bir fısıltıydı.
Kalkmaya çalıştım. Dizlerim taşın kenarına sürtünürken derin, keskin bir sızı yayıldı; tenim taşla sürtünürken minik kıvılcımlar çakıyormuş gibi hissettim. Yine de doğrulamadım. Kalbim göğsümde ağır, ölü bir çuval gibi duruyor; her atışı beni daha fazla yere mıhlıyordu. Çenem titredi, dudaklarımı zorla araladım; dudak etrafındaki derinin gerildiğini hissettim, küçük damarlar bir ağ haritası gibi belirmişti.
“Her gün…” dedim kısık, kumlu bir sesle. Sözlerim taşın soğuk yüzeyinde hışırtılı bir yankı oluşturdu; sanki mezarlığın taşları bile dinliyordu. “Her gün biraz daha gömülüyorum seninle. Toprak seni değil, beni de aldı.” Söylediklerim boğuk bir dua mıydı, daha çok yarım kalmış bir suçlama mı, bilemedim. "Keşke üstte olmak yerine yanında olsaydım."
Gözlerim istemsizce mezarın üstündeki solmuş çiçeklere kaydı. Kırmızı olması gereken güller, artık yanmış bir kumaşın külleri gibi kahverengiye dönmüş; yaprakları kıvrılıp kurumuştu. Birkaç yaprak hala yarı saydam, güneşe susamış bir cilt gibi duruyordu. Çiçeklerin kokusu, eskiden taşıdığı tatlılığı kaybetmiş; yerine rutubetli ahşap, hafifçe küflenmiş kadavra ve unutulmuş parfüm notaları geçmişti. Her nefeste o karışık koku daha yoğunlaşıyor, beni içine çekiyordu. "Keşke seni silmek, bir kelimeyi silmek kadar kolay olsaydı. Çünkü seni her düşündüğümde içimde hem aşkın yangını yanıyor, hem de nefretin zehri akıyor. Seni istemekle senden kurtulmak arasında paramparçayım."
Gökyüzüne baktım. Yıldızlar çoktan sönmüştü; ufuk hâlâ koyu bir kumaş gibi gerilmişti. Gün ışığı karanlığı delip geçemiyor, yalnızca ince bir çizgi halinde göğün kenarında titriyordu. Zaman sanki burada durmuştu kum saatinin içindeki kum bir anda durup, küçük parçalar halinde bekliyordu. O an, dünyayla benim aramdaki mesafe ölümle aynıydı.
Ölçülemez ve geri alınamaz.
İçimde kırık bir kalp vardı; ama işte o kelime bile yetersiz kalırdı. Kalbim yalnızca kırılmamıştı parçalanmış, didik didik edilmiş, her bir parçası toprağın farklı yerlerinde gömülmüştü. Geriye kalan göğsümde taşıdığım boşluktu; soğuk, aç bir çukur. Her nefeste o boşluk biraz daha genişleniyor, biraz daha beni yutuyor, biraz daha.
Göz kapaklarımı kapattım; karanlığın cebinde titreyen bir fısıltı gibi nefesim kulaklarımda yankılandı. Karanlığın içinden sesler yükseldi, ince bir rüzgârla karışmış, sanki mezarlığın taşları konuşuyordu.
“Yalvarmak işe yaramaz.”
“Dik başlıların sonu hep aynı olur.”
“Gözyaşların kapıyı açmaz, anlıyor musun küçük kız?”
Sesler sadece dıştan gelmiyordu; içimden de çıkıyorlardı daha eski, daha acı bir ses. Kulağımı ellerimle kapatsam da nafileydi; sanki sesler derimin altına sinmiş, damarlarımla konuşuyordu.
Dudaklarımı tekrar taşın soğuk yüzeyine bastırdım. Tenim uyuşmuştu, parmak uçlarımda ufacık bir kararma vardı; ama kalbim hâlâ, korkunç bir alev gibi, içinde yanıyordu. Taşın nemi dudaklarımda hafifçe tuzlu, çiğle karışık bir tat bıraktı; içimde ise ölümün ağır, yağlı bir kokusu dolaşıyordu.
“Seni seviyorum…” diye fısıldadım; kelimelerim bir tülün arkasından süzülür gibi dağıldı. Söylediğim isim havada küçük bir dalga gibi yayıldı ve sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi gökyüzüne karıştı. Gözlerimi gökyüzünün soluk ışığına diktim, o zilimsi, ince ışığa; dudaklarımda son bir kıpırtı oldu. “Yıldız tane…”
Cümlem yarım kaldı; boğazımda bir düğüm oluştu. Sessizlik mezarlığın üzerine indi ve ben, yerdeki o soğuk taşla beraber, bir daha kalkmayacakmış gibi durdum hem onunla hem de orada yitirdiklerimle aynı çizgide.
Ayağa kalktım. Bedenim kalksa da içim hâlâ o taşın dibinde kalmış gibiydi. Ayaklarım ağırdı; sanki bileklerime görünmez zincirler bağlanmış, beni hâlâ o mezara çekiyordu. Yine de yürüdüm; dışarıdan bakıldığında sakin, kontrollü adımlar atıyordum. Oysa içimde, hiçbir zaman sakin olamayacak kadar çok yangın vardı. Her adımım, kalbimin içinde paramparça duran cam kırıklarının üzerine basmak gibiydi her bastığımda daha da derine saplanıyordu.
Karargâha doğru ilerlerken başımı hiç kaldırmadım. Yolun kenarındaki taşları, sokak lambalarının sönük gölgelerini ya da mezarlığın çitlerine takılan kuru dalları görmezden geldim. Gözlerim yere kilitliydi, sanki bakarsam, gördüğüm her şey tekrar onun yüzüne dönüşecekti. Mezarlığın kokusu hâlâ burnumdaydı; ıslak toprağın keskinliği, çürümüş çiçeklerin bayat kokusu ve ölümün ağır, paslı tadı. O koku, ciğerlerime kadar işliyor, sanki beni içeriden çürütüyordu.
Kulaklığımı taktım, müzik açtım. Sözde şarkılar içimdeki gürültüyü bastıracaktı. Ama melodiler kulağıma aksa da içimdeki sessiz çığlık hâlâ oradaydı derin, yankısız ve öldürücü. İnsan, kendi kalbinin sessizliğine kulak verince en çok orada sağır oluyordu.
Eğer Gökhan’ın yanında uyumazsam uyuyamıyordum. Onun nefesini duymak, geceleri kabusların ortasında nefes almaya devam edebilmekti. Ölü bir bedenin yanı, yaşayanların yatağından daha güvenli geliyordu bana. Ne acı huzuru yaşayanlarda değil, ölmüş olanda buluyordum. Ve o huzur sadece ona özeldi.
Adımlarım karargâha yaklaştığında, motorumu almadığım için kendi kendime küfür savurdum. Dudaklarımın arasından çıkan sözcük boğazımı yaktı, içimdeki öfke dilden değil, ciğerden taşan bir duman gibiydi. Ama küfrüm yarıda kaldı; cebimdeki telefon titredi. Ekrana baktım gözlerim kısıldı. İsim belirince yüzümdeki gerginliği hemen sildim; refleksle, alışkanlıkla. Telefonu açtım.
“Emredin, komutanım.” Sesim bir anda değişti; acıdan sıyrılıp resmi, keskin bir tona büründü.
Arayan, İbrahim Albay’dı. Karşıdan gelen sesi yorgundu, uykunun ardından gelen hafif çatallık vardı. “Kızım…” diye mırıldandı. “Derin, Toprak timi bugün izinli. Haber vermek için aradım.” Bir an kaşlarım çatıldı, şaşkınlıkla. Bu kadar basit bir haber için mi? Ama o devam etti. “Bugün iyice dinlenin. Yarın göreve çıkacaksınız.”
Sorgulamayı bıraktım. “Emredersiniz, komutanım.” dedim. Sesim düz, tekdüze. İçimde fırtınalar kopsa da, dudaklarımda bir taş soğukluğu vardı. Ama adımlarım yönünü değiştirmedi. Karargâha gidecektim. Motorumu almalıydım. Çünkü gitmem gereken bir yer, tutmam gereken bir söz vardı.
Albay’ın sesi bir an duraksadı. Sonra, alışıldık sertliğin altına gizlenmiş bir şefkatle sordu. “Sen nasılsın, kızım?”
Dudaklarım seyirdi, kısa bir an kalbimde ince bir sızı oldu. Ama cevabım buz gibiydi. “Sağ olun komutanım.”
O da fazla uzatmadı. “Senin işin vardır, ben kapatayım.” dedi. Söz bitmeden hat kesildi. Elimde telefon, yanıt bile veremedim. Omuzlarım düştü, ama yürümeye devam ettim.
Karargâha vardığımda tim yeni çıkıyordu. Omuz omuza, kalabalık bir hareketlilik vardı. Ama ben gözlerimi kaldırmadım. Kulaklığım hâlâ kulağımdaydı, müziğin sahte yankısına sığındım. Kimseye bakmadan, kimseyi duymadan motoruma yöneldim. Anahtarı çevirdim. Gaza yüklendim. Motorun titremesi, içimdeki boşluğu kısa süreliğine doldurdu.
Hızla beraber bedenim hafifledi. Motorun hâkimiyetini tek elimle aldım, diğer elimle saçlarımı çözdüm. Uzun siyah saçlarım rüzgâra karıştı; gökyüzüne savrulan kara bir perde gibi. Kask takmamıştım; rüzgâr yüzümü acımasızca kamçılıyordu. Kimi için tehlikeydi bu ama benim için özgürlüktü. Ölümün gölgesi peşimden sürünse bile, hız bana bir anlığına yaşadığımı hatırlatıyordu.
Sonunda motoru kenara çektim. Anahtarı bile almadım, motorun üzerinde bıraktım. Sadece indim. Ayaklarım yere bastığında bir anlığına dünya yeniden ağırlaştı. Sonra doğruca marketin kapısını ittim.
“Selamünaleyküm, Ali.” Sesim yorgundu, ama içinden sızan sıcaklık hâlâ kalmıştı.
Genç çocuk, kasanın arkasından hızla fırladı. “Derin abla!” diye bağırdı ve koşarak bana sarıldı.
Kollarım ona sarıldı; sanki yüreğimdeki soğuk, o küçücük kolların sıcağıyla biraz eridi. Saçlarını okşadım; çocuk kokusu, sabun ve ekmek kokusuna karışmıştı. Ölümü unutturmuyordu ama, bir anlığına içimdeki buz tabakasını inceltiyordu. “Aleykümselam, abla.” dedi, sarılışını daha da sıkılaştırarak.
“Özlemişim seni, sıpa.” dedim. Ellerimle omuzlarını tuttum, yüzüne baktım. Kıvırcık saçlarını karıştırdım. “Büyümüşsün de ha!” Gözlerimi kıstım, abla edasıyla sorgular gibi. “Sen neden okulda değilsin bakayım?”
Ali gülerek ellerini kaldırdı, sanki teslim olur gibi. “Teslim oluyorum! Bugün okulu yarım gün yaptılar. Saat 10’da gideceğim, abla.”
Kafa salladım, gözlerimi kısarak önümdeki raflara döndüm. Çıtır paketlerin hışırtısı marketin içine sinmiş bayat ekmek ve deterjan kokusuna karışıyordu. Birkaç kutu abur cubur almak için eğilirken sesimi sertleştirdim. “Sakın Ali, okulu aksattığını duymayayım.”
Sözlerim netti, tok ve keskin bir emir gibiydi. Başımı kaldırmadan bile Ali’nin yüzünün nasıl ciddileştiğini hissedebiliyordum. O an çocukça gülüşü dondu, yerine hafifçe kasılan dudak kenarları ve aşağıya kaymış bakışlar yerleşti. Küçük elleri istemsizce cebinde buruşturduğu fişe kâğıdına sarıldı, sanki sözlerim o küçücük yüreğini sıkıştırmıştı.
Ali’nin geçmişi gözümün önünde belirdi. İki yıl önce sokak lambalarının loş ışığında titreyen bedeniyle bir çetenin içine sürüklenmişti. Henüz on dört yaşındayken görmemesi gereken şeyleri görmüş, duymaması gereken şeyleri duymuştu. Uyuşturucu paketleriyle dolaşırken korkunun nasıl koktuğunu öğrenmişti. Ama zekiydi, ona verilen zehri hiç içmemiş, sadece içiyormuş gibi yapmıştı. Çünkü içmese o cezaları kaldıramazdı; belki bir sabah köşe başında donmuş cesedi bulunacaktı, haberlerde iki dakika gösterilecek, sonra da unutulacaktı.
İlk zamanlar bana bakmaya bile cesaret edemezdi, gözlerini kaçırır, omuzlarını titrekçe silkerdi. Şimdi ise gözlerindeki o minnetle beni adeta içine saklamak ister gibiydi. Bu bana gurur verse de, insanların bana borçluymuş gibi hissetmesini sevmiyordum. Minnet, en ağır zincirlerden bile ağırdı.
Elimi tezgâha koyup eğildim, göz hizasına indim. Sesim biraz daha yumuşadı. “Ali, ablacım üç dört koli çikolata, kek, ne varsa ayarlar mısın bana?”
Yüzü birden açıldı. Kaşları kalktı, dudaklarının kenarında yeniden saf bir gülümseme belirdi. Gözleri ışıldarken başını hızla salladı. “Hemen ayarlayayım abla!” dedi. Küçük elleriyle kutuları kucaklamaya başladı. Kıvırcık saçları alnına düşüyor, ışığın altında altın gibi parlıyordu. Bir yandan kolileri sürüklerken bana arada bakıyor, gözlerimden bir aferin koparmaya çalışıyordu. Ben sadece kollarımı göğsümde kavuşturup dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle onu izledim.
Gerçekten gülmeyi çok özlemiştim...
Tam o sırada marketin kapısı gıcırdayarak açıldı. İçeri deterjan ve bayat bisküvi kokusunu bastıran sıcak bir şefkat kokusu girdi. “Oy kuzum gelmiş.” Başımı çevirip baktığımda Aylin abla, yüzündeki kırışıklıklara rağmen ışıldayan gülümsemesiyle bana doğru geliyordu. Kollarını iki yana açmıştı, onu görür görmez içimde eski günlerden kalma bir güven duygusu kıpırdadı.
Bana sarıldığında kollarını sımsıkı sardı. Üzerindeki sabun kokusu, ince titreyen parmakları ve o sıcacık beden sıcaklığı kalbime işledi. Ben de gözlerimi kapatarak karşılık verdim. “Güzel kızım, neredesin sen?” dediğinde sesi hafif kırık ama içtendi. Bir an için mezarlığın kasvetli taşları değil, annemin yerine koyduğum bu kadının kokusu sarmıştı etrafımı. Dudaklarımda yorgun ama içten bir tebessümle mırıldandım. “Buradayım Aylin abla.”
“Aynen kızım buradasın ama bana uğramıyorsun o zaman.” dedi Aylin abla, dudaklarını büzüp sesini ince bir yerden çıkartarak. Kaşlarının arasında hafif bir çizgi belirdi, sesi kırık bir cam gibi trip doluydu.
Kaşlarımı çattım, dudaklarımı sıktım, gözlerimi kısarak yüzüne doğru eğildim. “Hoppala, trip mi yiyorum ben sabah sabah?” dedim, sesime hafif alay karıştırarak. Elimi uzatıp yanağını kavradım, parmak uçlarımı hafifçe bastırarak bir makas aldım. Yanakları pembeleşirken, ben de dudak kenarlarımla sinsice ona baktım. “Ayıp ayıp, gelmişim yorgun argın.” dedim.
Aylin abla derin bir nefes verip gözlerini devirdi, kirpikleri yukarı doğru kıvrılıp parladı. Dudaklarının kenarında istemsiz bir tebessüm belirdi ama hâlâ inadına önüne döndü. “Dua et sana kıyamıyorum.” dedi, sesi bu sefer daha yumuşaktı. Başını yavaşça göğsüme yasladı. Onun saçlarının kokusu burnuma geldi; şampuanla karışmış deterjan kokusu sıcak, ev kokusu gibi. Ben kollarımı sımsıkı ona doladım.
O an arkadan Ali’nin sesi girdi. “Ablamı iyice sahiplenir oldun Aylin abla.” dedi, dudaklarını büzüp bakışlarını hafif kısıp. Sesinde kıskanç bir titreme vardı. Kaşlarını çatmıştı, bir eliyle saçının ensesini kaşıyordu. Onun o haline gülmemek elde değildi. Elimi ensesine attım, başını nazikçe kavradım ve çekip onu da göğsüme bastırdım. Koca iki insan arasında sıkışmış gibiydim ama kollarım hepsini sarmaya çalışıyordu.
“Kıskanma sıpam.” dedim, alnına birkaç minik öpücük kondururken. Ali’nin yüzü bir anda gevşedi, gözleri yarıya kapandı. Dudaklarının kenarında saf, çocukça bir gülümseme belirdi. Küçücük bedeni titrek nefeslerle bana yaslanmıştı, sanki kendini bırakmıştı.
“Ben dağdan indim abla, doğamda var kıskançlık.” dedi, sesini biraz kalınlaştırmaya çalışarak. Sonra yanağıma bir öpücük kondurdu, o küçük dudakların ısısı yanağımda kaldı. Gözlerini kısmış, bana meydan okuyan bir bakış atıyordu. “Benim olan benimdir, bana ne?” diye eklediğinde sesi marketin rafları arasında yankılandı.
Aylin abla hemen lafa atladı. “Bak bak bak, ablasını da sahiplenirmiş.” dedi, sesi alaycı ama içinde tatlı bir şefkat saklıydı. Kollarını iyice sıkılaştırıp beni daha da kendine bastırdı. Ali de bırakmadı. İkisi birden gövdemi iki yandan sararken nefesim kesildi. Omuzlarım kımıldayamıyordu, resmen aralarında eziliyordum.
“Ulan!” dedim , dişlerim görünüyordu, nefessiz kalmış gibi. Sonunda kendimi çekip kurtardım ve marketin iç kısmına yöneldim. Ali’nin hazırladığı poşetler masanın üzerinde sıralıydı. Ellerimi hızlıca uzatıp kaptım. Poşetlerin naylonu gıcırdadı, içindeki abur cuburların kokusu burnuma doldu; çikolatanın tatlı kokusu, bisküvilerin vanilyası. “Ben bile kendimi bu kadar sahiplenmedim. Gidiyorum ben.” dedim, alaycı bir sırıtışla.
Sonra Ali’ye döndüm, elimi omzuna koyup onu kendime çektim. Alnına minik öpücükler kondurdum. “Saat geldiğinde okula gitmezsen seni kovanlarım Ali.” dedim, sesimi sert tuttum ama bakışlarımda şefkat vardı. Ali yüzünü buruşturdu, dudaklarını büzdü, kaşlarını çattı. “Of…” diye söylenmeye kalkıştı ama ben izin vermeden yanağımı ona doğru uzattım. “Ablamı öp hadi.”
Ali gözlerinde şımarık bir parıltıyla gülümseyerek yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. Ali kahkaha atarken elimle saçlarını dağıttım. Cebimden çıkardığım parayı masanın üzerine bıraktım, fazlasıyla yetiyordu. Masanın üzerindeki paralar çınladı. Ali’nin babasının tembihine inat ederek almayacağını ve geri vermeye çalışacağını bildiğim için hızla koşmaya başladım.
“Ya Derin ablaaa!” diye bağırdı arkamdan, sesi hem sitemkâr hem telaşlıydı. Onu susturmak için parmağımı dudaklarıma götürdüm, sus işareti yaptım.
“Saat daha çok erken sıpa, sus!” dedim, oflaması sesime karıştı. Motorun yanına varıp binmemle gaza basmam bir oldu. Rüzgâr yüzümü yaladı, saçlarım savruldu. Arkama bile bakmadım. Ali kapının önünde iki adım attı, ama sonra durdu. Gözlerinde kararsızlık vardı. Yetişemeyeceğini anlayınca ellerini iki yana bıraktı, başını geriye atıp derin bir nefes verdi. Dudaklarında çaresiz ama mutlu bir gülümseme vardı.
Yuvaya vardığımda içerisi sessizdi. Kapıdan girerken loş bir hava vardı; hafif deterjan kokusu, karışmış çocuk kokuları burnuma geldi. Küçük yataklarda çocukların minik nefesleri duyuluyordu. Battaniyelerin altında kıpırdanan bedenler huzurlu bir tablo gibiydi. Kolumdaki saate baktım, tam sekizi gösteriyordu. Dudaklarımda yaramaz bir gülümseme belirdi.
Kulübeye yöneldim, köşede duran megafonu elime aldım. Tozlanmış plastiğin üstünde parmağımı gezdirip düğmeye bastım. Tuşun tıkırtısı kulaklarımda yankılandı. Dudaklarımda kocaman bir sırıtışla, bütün çocukları sabahın ilk ışıklarıyla uyandırmaya hazırdım.
“Sayın Gece Kuşları üyeleri!” dedim megafondan sesimi yankılandırarak. Sesim yuvaların camlarına çarpıp geri dönüyordu. Daha cümlemin ikinci saniyesinde, bir pencerenin perdesi hızla kenara çekildi ve Boncuk’un yüzünü gördüm. Uykudan şişmiş gözleriyle bana bakıyordu.
“Uyanmanız için üç dakikanız var!” dedim. Daha lafım bitmeden, az önce camda beliren Boncuk ortadan kaybolmuştu bile. İçimden “Kesin koşuyor.” diye geçirdim. Megafonu indirmemle kapıdan fırlaması bir oldu. Boncuk ince pijamalarıyla, çıplak ayaklarının patırtısıyla bana doğru koştu.
“Koşmak yasak!” dedim, sesime uyarı kattım; çocukların birbirine çarpıp düşmesini istemezdim. Ama Boncuk beni dinlemedi. Koşarken saçları arkasında savruluyordu. Kollarımı iki yana açtım, o da hızla boynuma sarıldı. Küçük bedeni titriyordu, burnuna çarpan serin havadan mı yoksa içinde tuttuğu duygulardan mı, bilemedim.
Arkasından, biraz daha ağır adımlarla Aras çıktı. Ama o da birkaç saniye sonra hızlanıp bana koştu. Kollarımın diğer yanına dolandı. İkisi birden bana sarılınca dengemi kaybettim. “Oy eşekler, düşüreceksiniz beni!” dedim içime çektiğim kokularının karıştıran bir nefesle.
Boncuk 18 yaşına girmesine sayılı günler kala hâlâ saf bir çocuk gibi kokuyordu. Aras ise 20 yaşın verdiği ciddiyetle biraz daha ağır ama belli ki aynı derecede muhtaçtı bu sarılışa. İkisinin de saçlarına birer öpücük kondurdum.
Aras, bir adım geri çekilip kollarını bıraktı. Gözleri hemen Boncuk’un üzerinde takılı kaldı. Ah benim saf Boncuğum kabul etmese de Aras, bu kıza delicesine aşıktı. O bakışlar gözden kaçacak gibi değildi.
Boncuk başını boynuma daha da gömdü. Omuzlarımın üzerinde nefesleri titriyordu. Ve sonra o sessizliği yarıp fısıldadı. “O kadar aradım ben seni, niye bakmıyorsun abla?” dediğinde, kalbim ağırlaştı. Küçük bedeni sarsılırken gözlerinden yaşlar akıyordu.
Kolumu daha sıkı sardım, saçlarını okşadım. “Çalışıyordum güzelim.” dedim, alnına birkaç öpücük kondururken.
“Telefonunu kapat o zaman! En azından görevde olduğunu anlayayım değil mi?” dedi, hıçkırıklarla karışan sesiyle bana kızıyordu. Başını daha fazla boynuma yasladı, ben de izin verdim. Onun istediği teması vermek boynuma ağırlık verse bile yüreğime hafiflik getiriyordu.
“Aklımdan çıkmış bebeğim.” dedim saçlarını parmaklarımla yavaşça ayırarak. “Özür dilerim.”
Boncuk başını kaldırdı. Gözleri kırmızıydı, yanaklarından süzülen yaşlar boynuna kadar inmişti. Dudaklarını büzüp gözlerime baktı. “Bir daha yapma, tamam mı?” dediğinde usulca kafamı salladım. “Söz ver. Söz vermezsen tutmuyorsun sen.” diye üsteledi.
Yüzündeki yaşları elimle yavaşça sildim. Parmak uçlarımda tuzlu bir ıslaklık kaldı. Ona bakıp gülümsedim. “Söz.” dedim, yanağına hafif bir öpücük kondurarak. “Sen iyice ağlak oldun he.” diye takıldım, sesimi biraz neşelendirmeye çalışarak.
Kenarda duran Aras bu sefer konuştu. “Hiç sorma abla ya.” dedi, dudaklarının kenarını aşağı çekip. Sesi sitemliydi. Yaşıtı olan diğer çocuklar bana asla ‘abla’ demezdi, ama Aras yıllardır ismimle hitap etmemişti. Hep ‘abla’ydım onun gözünde. “Geçen odaya bir girdim, Melis ağlıyor diye ağlıyordu.”
Boncuk o an gözlerini kocaman açtı, Aras’a öyle bir baktı ki gözleri adeta kılıç keskinliğindeydi. “Çok içli ağlıyordu bir kere!” dedi, sesi titreyerek.
Aras gözlerini devirdi, dudaklarının kenarındaki gülümseme alayla karıştı.
“Siz ikiniz biraz daha didişmeyin.” dedim, sesim çatallanarak. Boncuk’u kendime çektim. İnce omuzları kollarımda bir kuş gibi titriyordu. Yanağındaki yaşlar hâlâ kurumamıştı; tuz kokusu tenine sinmişti. “Çok haklı bir sebepten ağlamış güzelim benim.” dedim ve yanağına bir öpücük kondurdum. Dudaklarımın değdiği noktada sıcaklık yerine soğuk, taş gibi bir donukluk vardı.
Melis… Melis bu hikâyenin en masum meleğiydi. O küçücük bedende bütün bir dünyanın yükü vardı. Boncuk’un kızıydı o, annesinin gölgesinden sıyrılıp hayata tutunduğu tek sebep.
Ama Boncuk...
O daha çocukken zorla kadın yapılmıştı. Henüz on altısına basmadan ablasının kimliğiyle evlendirilmişti. Masumiyetinden daha taze çiçek kokusu silinmeden, üzerine kirli ellerin gölgesi düşmüştü. Ablası da küçücüktü, on yedi yaşındaydı. Bir mahkeme kararıyla bir çocuğun kaderi karartılmıştı.
Boncuk’un o evde yaşadıklarını bana hiç anlatmasına izin vermedim. Çünkü anlatsaydı, kelimeler bir kere dökülürse, geri dönüşü olmayacak bir yangına dönüşürdü. “Hepsini sana unutturamayabilirim ama söz veriyorum, bir yenisini daha ekletmem güzelim.” demiştim ona. Gözlerime bakarken titreyen kirpikleriyle başını sallamıştı; o an gözlerindeki karanlıkla yemin etmiştim.
O evde aldığı her yarayı tek tek sardım. Ama izler… İzler asla kaybolmadı. Yalnızca kabuk bağladı. Ve ben o kabukların altında hâlâ kanayan yaraları görmekten çıldırıyordum. Buraya geldiğinde karnında üç aylık bir bebek vardı. Korkuyordu. Gözbebeklerinde geceyi bile boğacak bir karanlık vardı.
Bebeği aldırmak istediğinde bile yanında olacağımı söylemiştim. “Ne karar verirsen ver, yanındayım.” dedim. Ama sonunda izin vermedi. Günlerce sustu, düşünceleriyle boğuştu. Ve bir gün gözyaşlarıyla bana dönüp sadece “Tamam.” dedi. O küçücük kelime, içindeki koca bir teslimiyetti. Kızı onun canından, kanındandı ve artık Yıldırım soyadını taşıyacaktı.
Bu evde herkes Yıldırım soyadını taşıyordu.
Boncuk’a her baktığımda, o bilmeden binlerce kez özür diliyordum. Onu o cehennemden daha erken çekip çıkaramadığım için özür diliyordum. Çığlıkları bana bu kadar geç ulaştığı için özür diliyordum. Kalbini parçalayan, aklını paramparça eden her şey için, ondan, o bilmeden, defalarca özür diliyordum.
Ona daha iyi bir abla olamadığım için bile özür diliyordum.
Sessizlik ağır bir örtü gibi üzerimize çökmüştü. Boncuk başını göğsüme yaslamıştı, titreyen nefesi içimde yankılanıyordu. Benim gözlerimden süzülmesi gereken yaşlar onun gözlerinden düşerek göğsüme akıyordu. İçimde kocaman bir öfke, midemde taş gibi bir suçluluk vardı.
O sırada Aras içeri gitti. Kısa bir süre sonra kucağında Melis’le geri döndü. Dudaklarında alışıldık bir gülümseme vardı ama ben biliyordum ki o gülümseme, kalbinin derinlerinde kabuk bağlamayan yaraları gizliyordu.
Aras, Melis’i bize doğru uzattı. O küçücük beden annesinin kollarına geçtiğinde, Boncuk’un yüzündeki kırık çizgiler bir anlığına silindi. Ama o çizikler asla kaybolmadı, yalnızca saklandı.
Aras’ın ne hissettiğini benden başka kimse bilmiyordu. Ama ben biliyordum. O, Melis’i kendi kızı olarak görüyordu. Ve belki de bu evde ilk defa, yarım kalmış hayatlara yeni bir umut serpiliyordu.
Boncuk, kucağında Melis’le birlikte, gölgeli ağacın altından çocuklara sevgi dolu bakışlar atıyordu. Güneş usulca yeryüzüne yayılıyor, sıcaklığını sertçe değil, sanki bir annenin eli gibi yumuşakça sürüyordu tenimize. Toprakla karışık çocuk kahkahaları havada yankılanırken, yuvanın paslı demir kapısından birer birer çıkan minik adımlar, çimenlerin üzerinde şefkatle eziliyordu.
Gözlerim, farkında olmadan yine Aras’a kaydı. Onu bulmak, nefes almak kadar kolay bir alışkanlıktı artık. Parmaklarımı gizlice kaldırıp “3” işareti yaptım; sanki sadece ikimizin bildiği küçük bir sırdı bu. O ise anında gülümseyerek karşılık verdi. Dudaklarının kıvrılışıyla gözlerinin kenarında beliren çizgiler, bana kelimelerin asla anlatamayacağı bir yakınlığı fısıldıyordu. Bizim aramızda konuşmaya gerek yoktu; bakışlarımız çoktan tüm cümleleri suskunluğunda saklamıştı.
“3…” dedim fısıltıyla, sesim rüzgârla yarışan bir tınıya dönüştü. Gözlerimi kısmıştım; bakışlarımın içinde hem oyun vardı hem de gizlenmeye çalışan bir özlem vard.
“2…” dedi o, gülüşünün ışığı gözlerine taşarken. Sanki bahar dalına konan kuşun cıvıltısıydı sesi; hafifti, içtendi.
“1!”
Ve birden çocuklar bahçeye döküldü. Küçük ayakların toprakla buluşması, renkli çorapların çimenlerde parlaması, ayakkabılardan fışkıran heyecan. Hepsi, gün ışığının altında yankılanan saf kahkahalarla birleşti. O an dünyanın bütün karanlığı, o bahçenin çitlerinden içeri giremeyecekmiş gibi uzakta kalıyordu.
Aras hızlıca öne fırladı; ben ise sözde kaçıyordum ama bedenim onu inkar edercesine sadece tempolu bir yürüyüşle ilerliyordu. Her adımımda, arkamdan gelen minik çığlıkların, kahkahaların kokusu vardı; çocukluk kokusu, yağmurdan sonra toprağın kokusu gibiydi. İnsanın içine işleyen bir tazelikti bu.
Bir köşede Boncuk vardı; kucağında Melis. Başını kızının saçlarına eğmişti, gözlerinde ise aynı anda iki duygu çarpışıyordu; katılmak isteği ve vazgeçemediği bir anne sıcaklığı. Belki koşmuyordu, ama kalbi çoktan oyunun en önünde çırpınıyordu. Melis’in küçücük elleri annesinin saçlarına dolanmışken, Boncuk’un bakışlarında yalnızca şefkatin rengi vardı.
Aras bir an sendeledi. O an, zaman bir yaprak gibi ağır ağır havada asılı kaldı. Gözüm ondan bir saniye bile ayrılmamıştı zaten. Refleksle uzanıp kolunu yakaladım. Parmağımın ucundaki temas, onu sadece düşmekten değil; belki de yıllardır kaçtığı karanlıktan da kurtarmak için kurulmuş gizli bir bağ gibiydi. Eskiden dokunuşlarımda gerilen o adam, şimdi hiç irkilmedi. Çünkü bu yuva, artık ona acı değil, şefkat veriyordu.
“Dikkat etsene eşek,” dedim, dudaklarımda istemsiz bir tebessümle. Sesimin tonu kızgınlıkla şefkat arasında bir yerde, dalga geçen ama kalbi ele veren bir çizgideydi.
Bana döndü. Gözlerindeki ışıltı hâlâ bir çocuğundu. İçinde hiç büyümemiş, hiç kirlenmemiş bir parça vardı; bakışları bana hep o yanını gösterirdi. “Bırak abla,” dedi gülerek, “çocukken oyun oynayıp düşemedik; bari yetişkin olduğumuzda düşelim.”
Sözleri dudaklarından düşer düşmez çocuklar üzerimize atıldı. Çimenlerin serin kokusu, güneşin sıcaklığı ve kahkahaların gökyüzüne savruluşu arasında birlikte devrildik. Toprak, bizimle birlikte nefes aldı sanki.
Ve işte o an, gökyüzü de bizimle güldü. Gözlerimin içinde ise, kalbimden fırlayan tek bir isim çınlıyordu; Aras.
Gözlerim onu aradı; Aras’ı bulmak, göğsümde hala atmayı unutan bir saatin tikine tutunmak gibiydi. “Sen hâlâ çocuksun Aras,” dedim, sözlerim sıcak bir örtü gibi üstüne düştü; içinde hem şefkat hem hafif, gülümseten bir sitem vardı. Sesimin tınısı, çimenlerin arasına karışan bir anlık huzur gibi yayıldı.
Çocuklar üzerime atıldığında içim yumuşadı; o anın kokusu vardı sanki; ıslak toprak, taze kesilmiş çimen, pudra gibi küçük ellerin sabun kokusu. Fakat bakışlarım hep Aras’ın üzerindeydi. O sadece bu bahçedeki çocukların kahramanı değildi; onların ilk aşkıydı. Sevgiye aç bir yürek, ilk defa şefkati nerede bulduysa oraya kök salırdı; Aras da her küçük yüreğin ilk çiçeğiydi. Gözbebeklerindeki yumuşak ışık, çocukların ona bakışında bir sığınak çiziyordu.
Aras’ın dokunuşlarında bir ağabeyin sıcak eli, sözlerinde bir babanın sessiz güveni vardı hiç yaşanmamış bir çocukluktan kalan kırık parçaları özenle onaran bir incelikti bu. Her hareketi, her eğilişi birer şefkat ritmi gibi; çocukların gözünde bir sıcaklık, bir korunak doğuruyordu. Bu yüzden, burası onun için sadece bir iş değil; bir kimlik, bir görev ve aynı zamanda kalbinin yeniden adnın yazıldığı yerdi. Eğer “ilk aşk” güvenin bir adıysa, bu yuvada herkesin ilk aşkı Aras’tı.
Bunu bildiğim için ona bakışımda fazladan bir koruma vardı. Çünkü Aras, kendi çocukluğunu gömmüş; kayıpları, çaresizlikleri, hastalık kokan geceleri gömdükçe omuzlarına bir ağırlık yüklemişti o ağırlık, genç yaşının sınırlarını aşıyordu. On dört yaşında ilk kez kapımdan içeri girdiğinde, omuzlarında çocuk omuzlarına ait olmaması gereken bir yıkım vardı; gözlerinin altında sönük bir gece gibi izler, dudağının kenarında susturulmuş bir çığlık. Ama o yıkımdan, Aras kendi elleriyle yeni bir anlam inşa etmişti; enkazın içinden bir umut evi çıkarmıştı.
Benim içinse, buradaki her çocuk bir hazineydi; içimde sakladığım, kırılmasın diye yumuşattığım. Onları koruyacak, adlarını unutulmaz kılacak bir yer istedim. Kalbim -ne kadar bazen atmadığını hissetsem de- onlar için hâlâ çarpıyordu; o ritimsiz, inatçı bir çarpıntıydı bu. Burası benim savaş alanımdı ama benim silahım ne hiddet ne para idi; silahım vicdandı. 16 yaşında, adımı bile düzgün yazamadığım günlerde kaçak bir tabelayla açtığım bu yuva, genç bir inat ve kırık bir sevgiyle başladı. 18’imde yasal sınırların köşesinden dönüp, kaçak tabelaları sağlamlaştırdım; yıkılmasın diye değil, kök salsın diyeydi bu.
Babamın hesabıma her ay akıttığı servet, dışarıdan parlak bir zehir gibiydi ama o para benim için birer merhem oldu. Tek kuruşunu kendime harcamadan, parayı annenin doğumuna, çocuğun ilaçlarına, kızların okul harçlıklarına dönüştürdüm. Şirketler onun olsa da ruhları onlardan çaldığım şefkatle bana aitti. El altından dönen düzeni denetlemek için en güvendiğim kadınları oraların başına yerleştirdim çünkü güven aynı zamanda kontrolü elinde tutmaktı. Kadınlara iş verdim; onlara maaştan fazlasını vermeye çalıştım. Bir kimlik, yeniden bir “ben” sundum. Erkekler dışarıda şanslarını arayabiliyordu ama burada, kadınlar sıfırdan başlayıp yeniden kuruluyordu. Bir kadının inadı, bazen bin yasadan daha güçlü oluyordu; ben de buna inanıyordum. “Keyfim ve kahyam” dedirtirdim belki de; çünkü bu savaş, ince bir direnişti.
Aras’a yaptığım dokunuşu, aynı özeni Boncuk’a da verecektim. On sekizine bastığında, eğer isterse, bir gün bir şirketin başına geçmesini sağlayacak sandalyeyi önüne koyacaktım. Aras’ın hayaliydi o koltuk; geceleri içini kemiren, bazen üşüten, bazen ısıtan bir düş. Boncuk’un ne istediğinden tam emin değildim; belki onun hayali bambaşkaydı daha sade, daha kırık ya da belki de hiç dile getirilemeyen bir şey. Yüzündeki tereddüt çizgilerini, omzunun hafif çöküşünü gördüğümde, hangi yoldan gitmek istediğini bekleyecektim. Çünkü benim işim, önce dinlemekti; sonra yönlendirmek, sonra da gerektiğinde sırtını mühürlemekti.
Ve o bahçede, çocukların sesleri arasında, kalbimin sessiz bir köşesinde Aras yine tek başına duruyordu hem yangın hem su; hem ateş hem sükûnet. Ben ise, ellerimde birer anahtar tutan gardiyan gibi, bu evleri onlara açmaya devam edecektim.
Bir gardiyan olabilirdim ama çıkış için de giriş için de bütün anahtarlar bu küçük ellerin arasındaydı.
Buradaki çocuklara seçim hakkı verdiğim tek şey meslekleriydi. Ama meslek sahibi olmak zorundaydılar. Çünkü meslek demek sadece bir iş değil; ayakta kalmanın, kendini var etmenin, “ben buradayım” diyebilmenin yoluydu. İstedikleri kadar kalabilirlerdi burada, ama boşta kalamazlardı. Çalışmak, okumak, öğrenmek; bunlar sadece zorunluluk değil, varoluşun ta kendisiydi. O yüzden bu konuda kimseye taviz vermedim. Çünkü bazen ablalık, sert bir elin ardına saklanmış şefkatten geçerdi.
“Deyin ablaaa!” Ayşe’nin cıvıl cıvıl sesi havada yankılandığında başımı çevirdim. Minik bedenler üstüme tırmanmış, parmaklarımla saçlarımı karıştırırken gözlerini bana dikmişti. “Derin” diyemediği için “Deyin” diyordu. O küçük yanlış, sanki dünyadaki en doğru şeymiş gibi tatlı geliyordu kulağıma. Yanaklarının tombulluğu, allı morlu oyun lekeleriyle parlayan yüzü..
Isırmamak için dudaklarımı ısırıyordum.
“Ben öküzüm zaten,” dedi Aras, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülüş, gözlerinde sahte bir kırgınlıkla. Çocuklar kahkahalarla ondan uzaklaşırken bir tek Zeynep kalmıştı kucağında. Küçük kollarıyla Aras’a sarılmış, sanki bütün dünyasını onun göğsüne hapsetmişti. Aras başını yana eğdi, Zeynep’i daha da sıkı sardı. “Resmen biz senden nefret ediyoruz Aras abi, dediler değil mi Zeyno?” Zeynep başını usulca salladı. O an, Aras’ın yüzünde beliren tebessüm, çimenlerin üzerine serpilmiş gün ışığı kadar yumuşaktı.
Zeynep, Aras’ı herkesten kıskanıyordu. Benden bile… Boncuk’tan, Melis’ten. O minicik kalbi, onu kimseyle paylaşmak istemiyordu. Sadece Aras ilgilensin, sadece onun olsun istiyordu. Çocuk kıskançlığının o saf ama yakıcı hâli, gözbebeklerine kadar sinmişti.
Bir gün büyüdüğünde bu kıskançlık diner miydi, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı; Aras bir gün giderse, Zeynep’in kalbi paramparça olurdu. O küçücük kalp, o büyük yokluğu taşıyamazdı. İçim, bunu düşündükçe ince bir sızıyla burkuluyordu. Yine de biliyordum ki… Aras, ölüm olmadıkça buradaki hiçbir çocuğu, hiçbir anıyı, hiçbir sevgiyi geride bırakmazdı.
Çünkü burası onun da yuvasıydı.
Gökhan da bırakmazdı… Bırakmazdı.
Ama ölüm, insanın kalbinin en ortasına dokunurmuş meğer. En çok güvendiğim, en çok inandığım yerden aldı onu benden. Sevgimden değil, nefesimden çaldı. Ardında bıraktığı sessizlik, bir mezarın soğuğu gibi üzerime kapandı. Ben de onunla birlikte gömüldüm.
İnsan, ilk âşık olduğu kişiyi seçerken sadece kalbini değil, mezarını da seçermiş meğer. Çünkü bazı aşklar nefes vermez; nefes keserdi. Bazıları sarmaz, sararken boğardı.
Gökhan… benim nefesimdi. O gittiğinde sadece yok olmadı. Beni de yok etti. Onunla beraber içimdeki her şey renkler, sesler, kokular, umutlar, gülüşü, gülüşüm toprağa karıştı. Geriye sadece eksik bir gökyüzü ve nefes almak istemeyen bir kalp kaldı.
Bazı bakışlar vardır; içini titreten, damarlarında bir şarkı çaldıran bakışlar. Onunki öyleydi sıcak, keskin, her defasında içimi yakan bir ateş gibiydi. Ama o bakış artık yok. Yokluğu, boş bir odadaki yankı gibi içime çarpıyor; en çok da o yoklukta insan donar kalıyor. Gitmek istiyorsun ama ayakların taşlaşıyor; kalmak istiyorsun ama ruhun dayanamaz oluyordu. Olduğun yerde bir meyve gibi çürümeye başlıyordun.
Aşk bana yaşamın reçetesini değil, ölümün provasını öğretti. Bana sevmeyi değil, kaybetmeyi öğretti. Bazı kalpler vardır ki iyileştirmek için değil, parçalamak için yaratılmıştı; benimkini o parçalamıştı. Ben onu severken kendimi unuttum; kalbimi avuçlarıma koyup uzattım. Oysa o, elimdeki parçalanmış kalbi oraya bırakıp gitti. Şimdi geceler uzun bir yerde, yerdeki kırık parçaları toplamaya çalışıyorum; her seferinde elimde yeni bir yara açılıyor, elime bulaşan acı kurumuş kanın tuzu gibi yakıyor.
Aşk bazen hayat vermez; bir cenaze taşır içinde. Ve ben, o cenazenin tam ortasında, kendi yalnızlığımın bir tabutunda yatıyorum. Nefes alır gibi yapıyorum, yaşar gibi davranıyorum ama o günden sonra içimde hiçbir şey kıpırdamıyordu. Çünkü kalbimin son attığı yer, Gökhan’ın mezarıydı toprağa gömülmüş renklerim, seslerim, umutlarım orada çürümüştü.
“Aras, sende trip atma çocuklara,” dedim. Sesimde bir öfke vardı; dudaklarıma dolanan incelik sinire dönmüştü. Ona sinirle baktım; çocuklara attığı küçük tripler içimi kıymıştı. “Sürekli senin o gül cemalini görüyorlar, biraz da beni görsünler bir zahmet,” diye ekledim. Sözlerimin ardında hem sahiplenme hem de kırgın bir istek saklıydı biraz görünmek, biraz tanınmak. O ise umursamazca omuz silkerek karşılık verdi; gözlerindeki çocukça saklanma, yine beni hem çıldırtıyor hem eritircesine yumuşatıyordu.
Bütün günümü onlara ayırmak gibi tatlı bir niyetle doluyken, tam "hadi oyun oynayalım" diyeceğim anda cebimdeki telefonun tiz titreşimiyle irkildim. Neşeli kahkahaların arasına karışan bu yabancı ses, içimde tanımlayamadığım bir sıkıntının kıvılcımını çaktı.
Kucağımda oturan çocukların sıcaklığı hâlâ tenimdeyken, onları tek tek ve özenle indirdim. Minik eller boynumdan kayarken gözlerime bakan masum bakışlardan uzaklaşmak canımı acıttı. "Telefona bakıp geliyorum." dedim kısık bir sesle. Sözümde bir titreme, içimde tarif edemediğim bir ürperti vardı.
Köşeye çekilip ekranıma baktığımda karşıma düşen Özel Numara yazısıyla kaşlarım sertçe çatıldı. Gri bir bulut geçti sanki içimden. O an güneşli hava bile gözümde soldu, her şey daha bir donuk, daha bir sessiz geldi. Parmaklarımın ucuna kadar yayılan bir gerilimle telefonu açtım.
Ve karanlık, metalik bir boşluktan çıkan robotik ses, kulağımda yankılandı. Konuşacak tanıdık bir ses beklerken, gelen bu soğuk yankı mideme bir taş gibi oturdu. Cebimde taşıdığım kayıt cihazını hemen mikrofona yerleştirirken, içimde eski bir hayalet kıpırdadı.
"Acı mı çekiyorsun Denek?" dedi o ses, buz gibi sakinlikle. "Güzel... Demek hâlâ sistem tepki veriyor. Ama unutma; o mezara gömdüğün adam, senin kadar ölü değil. Ve sen onun öldüğünü sandığın kadar özgür değilsin."
İçimdeki hava boşaldı sanki. Arka planda çocukların sesi hâlâ yankılanıyordu ama dünya bir anda sessizleşti. Karanlık, eski bir laboratuvarın kokusu geri geldi burnuma kan, kimyasal, çürümüş anılar. Nefes aldım, ama ciğerime dolan hava değil, geçmişimdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.86k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |