Mavi Yaren'in anlatımıyla (YEMİN EDERİM İNSAN ŞU BAŞLIĞI ATMAYI ÖZLEYE BİLİR Mİ?)
"Yaşıyorum... Sayılır."
Bazı acılar vardı ki, tenine değil, ruhunun tam ortasına kazınıyordu. İz bırakmıyordu; bir çukur açıyordu içerde. Öyle bir çukur ki, içine düştüğünde çıkmak mümkün olmuyordu.
Kendi küllerimi izliyordum. Yanıyordum ama kıpırdayamıyordum. Bu, bir bitişti belki. Ya da çoktan bitmiş bir ömrün, sadece yankısıydı.
Annemin yaptıkları...
Yaşadıklarım...
Bana söylenen yalanlar...
Hepsi beynimin duvarlarına çarpa çarpa dönüyordu. Kaçmak istiyordum ama kaçacak bir yer yoktu.
İyi miydim?
Hiç iyi değildim.
Olacak mıydım?
Bilmiyordum.
Gözlerim istemsizce Yiğit'e kaydı. Bir zamanlar bana nefes aldıran o adama...
Ve şimdi tekrar, uzun zaman sonra gözlerimin dolmasına sebep olan...
Ama baktığım Yiğit değildi.
Gökhan’dı.
Ben onun için ölürken, o bunu benden saklamıştı.
O benim yok oluşuma gözlerini yummuştu.
Sakince, ama içimde fırtınalar koparken, “Selam gençler.” dedim.
Elim hâlâ yaramdaydı.
Acı dayanılmazdı ama kalbimde açılmış yaralar kadar değildi.
Onların acısı bambaşkaydı.
Fiziksel acılar soluktu. Ruhumdaki çığlığı bastıramıyordu.
Bir an gerçekten ölmüşüm sanmıştım. Ama hayır... Hâlâ buradaydım.
Daha çekmem gereken çok daha fazla mı acı vardı? O yüzden mi hala yaşıyordum?
Yaşamak istiyor muydun?
O buradayken ben nefes almak istiyor muydum?
Yaşıyor muydum?
Sayılır mıydı bu?
Akın Komutan’ın sesi kesti sessizliği: “Y-yaren...”
Olduğum yerden birkaç adım geri gitti.
“Çıkın da artık.” dedim sadece.
Sözlerim, çatlamış dudaklarımdan zar zor döküldü. Bir taşın dibine yığıldım. Yorgundum.
Çok yorgundum.
En son ne zaman uyuduğumu hatırlamıyordum. Yaramdaki iltihap bedenimi tüketiyordu.
Gözlerimi her kapadığımda bir daha açamayacakmışım gibi hissediyordum.
Ama ölürsem bile hiç değilse biri cesedimi bulsun istiyordum.
Çatlamış küçük camdan çıkanları izledim.
Birer birer...
Hepsi tek tek çıktılar ve bana baktılar.Sanki uzaydan düşmüşüm gibi. Sanki bir hayaletmişim gibi baktılar bana.
“Uzaylı görmüş gibi bakmayı kesin.” dedim zorlukla gülmekle ağlamak arasında sıkışmış bir tonda.
Nefes almak bile lükstü artık.
“K-komutanım...” dedi Aren. Yüzü bembeyazdı. Kekeleyerek, “Ya... yaşıyorsunuz.” dedi.
Sadece başımı sallayabildim. “Yaşıyorum.” dedim. Ama içimden ekledim: Sayılır.
Ve o an, Yiğit yürümeye başladı.
Adımları kararsızdı, ama gözleri kararlı. Yanıma geldi. Diz çöktü.Bana baktı.
“Sen gerçek olamazsın.” dedi. Gözlerine bakıyordum. “O siktiğimin testinde, o cesedin sana ait olduğunu kanıtladı...”
Kafamı çevirip yavaşça baktım ona.
“Küfür etmesene bayım.” dedim boğuk bir sesle.
Bir şey yapacak gücüm yoktu ama elini kavradım.
Avcunu kendi göğsüme, kalbimin üzerine koydum. “Dinle.” demedim. Sadece bekledim.
Elini kalbime koyduğunda, atışlar avucuna çarpıyordu. Zayıf ama inatçıydı. Benim gibi...
Kalbim hâlâ atıyordu. Ben hâlâ buradaydım. Ve onun elleri titriyordu.
"Yaşıyorum." dedim. Sonra sesi biraz daha kıstım, ama cümlemi tamamladım. "Sen benden kendini ne kadar saklayıp öldürsen de... ben hâlâ yaşıyorum."
Gözlerim kararıyordu ara ara. Midemde sert bir bulantı vardı. Her bir kasım, tek tek bağırıyor gibiydi. Sanki bedenim artık kendini taşımak istemiyordu.
Boğazım kuruydu, yanıyordu adeta. Batur’a doğru zorla çevirdim bakışlarımı.
"Su." dedim kısık sesle.
Batur, korkulu gözlerle yaklaştı. Elleri titriyordu. Matarayı uzattığında, dudaklarıma dokunduracak kadar yaklaşmıştı ama hâlâ tereddüt içindeydi.
Boğazımdan geçen o ilk yudum bile alev gibiydi. Ama içtim. Çünkü başka çarem yoktu.
Kalbimin üzerinde hâlâ Yiğit’in eli vardı. Soğuk bir gerçek gibiydi. Bana hala yaşadığımı his ettirir gibiydi.
Yaram cayır cayır yanıyordu. İltihap sanki tüm bedenime yayılmıştı. Ateşimin yükseldiğini hissedebiliyordum.
Göz kapaklarım bir kez daha ağırlaştı.
Açmam kolay olmadı ama bir anlığına daha etrafı görebildim.
Hepsi hâlâ bana bakıyordu. Yaşadığıma inanmakta zorlanıyorlardı belki de. Ben bile kendime inanamıyordum.
Gözlerim bir kez daha kapandı. Bu sefer açmak mümkün olmadı. Ama sesleri duyuyordum. Uzaklardan gelen, boğuklaşan sesler...
"Mavi." dedi bir ses. Yüzüme hafifçe dokunan o parmakları tanıyordum.
Yiğit’ti.
"Aç gözünü Mavi." dedi. Yanaklarıma dokundu, sanki yüzümdeki hayat kırıntılarını toplamaya çalışır gibiydi.
Sonra sesi yükseldi: "BU KIZ YANIYOR! ATEŞİ ÇOK VAR!"
"Ne?" dedi Batur.
O da yanımdaydı artık. Onun ellerini de yüzümde hissettim. Aceleci, korkulu elleri yüzümün her yerindeydi.
"Yara..." dedim.
Sadece dudaklarımı oynatabildim. Sesim neredeyse yoktu.
“Ne yarası ne yarası Yaren?” dedi biri. Kim olduğunu ayırt edemiyordum artık. Her şey karışmıştı. Sadece sesler vardı.
Dokunuşlar...
Ve dokunan her el canımı daha fazla acıtıyordu artık. Dokunmasınlar istedim. Kimse bana dokunmasın.
Sonra...
Zaman aktı mı, durdu mu bilmiyorum. Ama ben bilincimi tamamen kaybettim.
(Bir gün sonra)
Vücudumun her yerinde iğne gibi batan o keskin ağrıyı hissederek uyandım.
Göz kapaklarım hâlâ uykuyla savaşırken, zihnim kabuslarla boğuşuyordu. Uyumak istemiyordum. Artık uyumak değil uyanmak istiyordm..
Gözlerimi araladım. Etrafıma bakındım. Bembeyazdı her yer. Duvarlar, perde, çarşaflar... Her şey beyazdı. Boğucu bir beyazlık.
Sanki ölülerin yattığı bir yerdi burası.
Hastanedeydim. Ama sanki hâlâ rüyanın içindeydim. Kabus gibi bir gerçekti bu. Ayağa kalktım.
Gözüm komodine kaydı.
Kendime ait olan o eşofman takımını gördüm. Kim getirmişti bilmiyorum ama üstüme geçirdim.
Sanki üzerime beden değil, geçmişim giydiriliyordu.
Telefonum da oradaydı.
Şarjdaydı. Yanında Yiğit’in kulaklığı vardı. Boynuma taktım. Neden bilmiyorum. Belki onun nefesini hâlâ duymak istiyordum.
Kapıyı açtım. Bahçeye doğru yürümeye başladım.
Kimseyle karşılaşmadım. Zaten kimseyi görmeyi beklemiyordum. Çünkü ben… Ölmedim belki ama, artık tam da sayılmazdım.
Dünya'ya yalnız gelen bir insanın hayatında birini beklemesine de gerek yoktu.
Ama ben bekledim. Aptalca bir inatla, çocukken avuçlarıma sığmayan boşlukla bekledim. İçimdeki kuyunun dibine bir isim fısıldadım: Yiğit. Ya da... Gökhan. Hangisiydi artık bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardı; ben, yalnız doğduğum bu dünyada, onunla tamamlanacağımı sandım. Yanılmıştım.
Ben yanılmıştım. Bu canımı yakıyordu.
Ben küçük Mavi Yaren Yıldırım.
Gökhan'ının burada olduğuna inanmıştım.
Ben büyümüş Mavi Yaren Yıldırım.
Yanılan Mavi Yaren Yıldırım.
Annemin yaptıklarına alışmam gerekmiyor muydu? Bu yaşa kadar üstüme yıkılan onca sessiz çığlığa, hiçbir zaman "Kızım" demeyen o sesin eksikliğine alışmam gerekmiyor muydu?
Ama neden hâlâ kalbimin en dar yerinde bir şey sıkışıyor?
Neden nefes alırken bile boğuluyorum?
Kulaklığımı taktım. Ellerim titreyerek açtı o eski şarkıyı.
"Anlat baba..."
Gece... Karanlık, beni her zamanki gibi sessizce kucakladı. Ay ışığı bile çekinerek değiyordu üzerime. Ayaklarım beni bilmediğim sokaklara sürüklüyordu. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Aslında gitmek istediğim hiçbir yer yoktu. Ben sadece kaçıyordum. Ondan. Kendimden. Geçmişimden. Gökhan’dan... ya da artık hangi maskeyle karşıma çıkmışsa ondan.
İçimde bir kor yanıyordu. Susturamadığım, yıllarca içime gömdüğüm o yangın. Küçükken hissettiğim açlığın adı artık yemek değildi. Sevgiydi.
"Nasıl anlatayım baba, içimi dolduran dertleri..."
Her kelime ciğerime birer çivi çakıyordu. Şarkı değil, yakarıştı. Benden kopan bir çığlıktı.
Ben ona anlatsam da dinlemezdi. Biliyordum.
Neden canım yanıyor?
"Benden değerliydi." dedim içimden. Gözüm bile kırpmadan kabul ettim bu cümleyi. Ben hiçbir zaman kıymetli olmadım. Bir etiketim bile olmadı, sadece "Yük"tüm.
O evde kalmam için zincirlerle değil, parayla bağlamıştı beni. Sevgiyi bilmeyen insanların icat ettiği yöntemdi bu: Bağımlı kılmak.
Papatya tarlası... Tek huzur yerimdi. Herkesin mezarlık diyeceği o terk edilmiş alana ben cennet dedim yıllarca. O papatyaların içinde uzandım yine, usulca. Gözlerim o eski, paslı noktaya çevrildi. Orası... Annemin beni ilk attığı yerdi.
Ben, annemin bile çöp saydığı çocuktum.
Geri alınmam bile onun planının bir parçasıydı. O gün raylara yolladığı şey bir bebek değil, kendi vicdanıydı belki de. Ama bir çocuk... bir bebek... annesinin gözünde bile sevilmiyorsa, dünya neden o çocuğa adaletli davransın ki?
"Annem hiç sevmedi ki beni."
Ama neden canım hâlâ yanıyor?
Neden hâlâ bir gün, sadece bir gün arayıp "Özledim." demesini bekliyorum?
Cüzdanımda biriken paralar değil artık ağır gelen. Sevgisizlikti.
Cenin pozisyonunda kıvrıldım. Soğuk toprak sırtıma değiyordu ama içim, içim daha soğuktu. Hareket etmeye mecâlim yoktu. O şarkının her dizesi kalbime bir çivi daha çakıyordu.
"Elin adamı beni övmekten usanmadı..."
Peki ya sen?
Senin elin kadar bile olamadım mı baba?
Ben bir zamanlar Yiğit’e -hayır, Gökhan’a- da sarılmak istemiştim. O, babam gibi olsun istemiştim. Onu ilk sevdiğimde, küçük bir kız çocuğuydum. Ve her kızın ilk aşkı gibi, o da benim kalbime en derin yarayı bıraktı.
Ben onun mezarına yıllarca çiçek bıraktım. Oysa o yaşıyordu.
Ben yıllarca ona atmak istediğim adımları mezarına attım. Ama o yaşıyordu.
Ben yıllarca öldüm. O yaşadı.
Ve şimdi... şimdi yanıma geldi.
Hiçbir şey olmamış gibi geldi. O eller, yıllardır hayalini kurduğum o eller... şimdi bana uzanıyordu. Ama o ellerle ben yok sayılmıştım. O eller beni hiç tutmamıştı.
"Özür dilerim." dedi fısıltıyla.
Bana dokunmasına izin verdim. Çünkü içimde hâlâ onu seven küçük bir kız çocuğu vardı. Ama hemen ardından o küçük kız, büyüdü... acıyla büyüdü.
"Bırak." dedim.
Çünkü dokunuşu, yılların yokluğundan daha acı veriyordu artık.
Ama bırakmadı.
Ayağa kalkarken haykırdım.
"KAÇ YIL YA? KAÇ YIL BEN SENSİZ GEÇİRDİM!?"
Sesim boğuldu, ama içimdeki yangın haykırmaya devam etti.
"Ben öldüm sensiz!"
"ÖLDÜN SANDIM!" Diye haykırdım. Sesim çıkarken içimdeki yangın için mı bu kadar sert çıkıyodu? "Senin yokluğunu toprağın kokusuyla soludum ben!"
O hâlâ kaçıyordu. Bahanelerle. Sessizliğe sığınarak. Ama ben susmayacaktım. Çünkü o sessizlik beni parçaladı!
"2023'te geldim ben buraya!" Dedim acılar içinde kıvranırken "Sen beni tanımadın mı?!"
Tanıdı.
Gözlerime baktığında tanıdı. Ama korktu. Çünkü ben onun suçuydum. Ben, onun içinden çıkamadığı geçmiştim.
"Ben seni kabuslarıma bile almadım, yaşarken sakladığın o gerçeği sindiremedim!" dedim. "Gökhan... sen yaşarken ben öldüm lan!"
"Değdi mi?!" Dedim göğüsünden bir kere iterken. Onu iterken bile düşmesinden korkuyordum.
Bir damla daha düştü gözümden. İçimde yıllardır söndüremediğim ateşe bir damla daha... ama bu yangın, sularla “Seni kaybetmekten korktum,” dediğinde gözlerinde kaçırmak istemediğim bir karanlık vardı. Ama o karanlık bana değil, kendi içine çökmüştü.
İçimdeki yangın bir an olsun dinmedi. Tam tersine... Söylediği her cümleyle biraz daha alevlendi. Gözbebeklerimin arkasında bir kor gibi yanıyordu geçmiş. Kalbimin içi bir kül tablası gibi… Bastırılmış her duygu, sönmemiş her söz, alev almaya hazır birer izmaritti. Ve Yiğit konuşmaya başladıkça biri biri ardına tutuşturuyordu hepsini.
“Ben seni kaybettim ama,” dediğimde sesim titremedi ama içimde bir şeyler kırıldı. O kadar yüksek bir patırtıydı ki sanki kendi iç sesim kulak zarlarımı parçalıyordu. Göğsümdeki baskı giderek dayanılmaz hale geliyordu. Onun karşısında ayakta duruyordum ama içimde dizlerimin üstüne çökmüştüm.
“ÇOK MU HOŞUNA GİDİYORDU! SANA OLAN AŞKIMI DİNLEMEK HOŞUNA MI GİDİYORDU!” dedim. Yüzüne, gözlerine, sesimin arkasına gizlenmiş yılların enkazını fırlattım. Sözlerimle vuruyordum artık. Çünkü başka türlü hissedemiyordum.
“GİDİYORDU!” diye bağırdı. O da yanıyordu. Ama onun yangını benimkine dokunamıyordu. “SANA SÖYLEMEYİ DEFALARCA DENEDİM! DEFALARCA DENEDİM! AMA HER SEFERİNDE BİR ŞEKİLDE SUSMAK ZORUNDA KALDIM!”
“Peki ya ben?” diye geçirdim içimden. “Ben sustum mu hiç?” Hayır. Ben susamadım. Her gece ona seslenerek uyuyordum. Her sabah onsuzluğa uyanarak susturuyordum kendimi. Konuşsam da onun yerine yankılanan bir boşluk vardı hayatımda. Şimdi oradaydı. Ama geç gelmişti. Çok geç gelmişti.
“Öldüm lan ben,” dedim. Gözümden yaş süzüldü ama ben silmedim. O görsün istedim. Yıllarca görmediğini şimdi görsün diye. “Ben seni kabuslarımda görmek için o aptal ilaçları bile kullanmadım. Sen yaşarken bunu benden sakladın. Değdi mi? Değdi mi lan, değdi mi?”
Yanağıma dokunduğunda içimdeki yangın alevini değiştirdi. Yanmak başka, yanığın kabuğunu yolmak başkaydı. O kabuk şimdi onun parmak uçlarıyla sökülüyordu.
“Özür dilerim,” dedi tekrar. Bu kaçıncı özürdü bilmiyordum. Ama özür yetmiyordu. Yılların yerine geçmiyordu.
“Bende seni... dilerime ne oldu?” dediğinde... içimdeki bütün çığlıklar sustu bir an. Kalbim duraksadı.
“Tarih,” dedim.
Geçmiş... Bizdeki adı artık sadece bu kadardı.
Anlımı anlıma yasladı. Kollarını sardı.
Bedenim onun kollarında ama ruhum hâlâ o rayların kenarındaydı.
"Geçmişe dönme zamanı çoktan gelmiş." dedi.
Ve o an... o an dudaklarımız birleşti. Ama öyle bir şey oldu ki... dudaklarımızın birleştiği yer, içimdeki yangının merkezine denk geldi. Dudaklarımız değdi ama kalbim hâlâ cayır cayır yanıyordu.bile dinmiyordu.
Ama ben biliyorum. Bu öpücük, külleri savurmaz.
Bu yangın, sadece sarılarak sönmeyecek.
BÖLÜM SONU
"Geçmişe dönme zamanı çoktan gelmiş." dedikten sonra dudaklarımızı usulca birleştirdi.
BÖLÜM SONU
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |