(Arkadaşlar bir şeye sevinirken bir şey elimden aliniyor resmen
Başka bir kitabım yayından kaldırıldı.
Bu neden olduğunu bilen var mı?
Sonra diyorsunuz ki smut sahnelerini buraya at.
Ben bu kitabımın da yayından kaldırılmasını istemiyorum yaa.
Ve o kitapta daha hiçbir şey yoktu.
Morelim yerlerde yine al işte.
Neyse iyi okumalar)
Kafasından akan kanla yeni yeni kendine gelmeye başlamıştı. Vücudu, her geçen saniyede yeniden uyanıyordu ama sanki bedeni ve zihni arasında büyük bir mesafe vardı. Etrafındaki her şey bulanıktı, fakat sandalyeye bağlı olduğunu fark ettiğinde kaşları çatıldı. Ayılmak hiç de kolay olmamıştı, gözleri hâlâ puslu ve kafasında yankılanan acılar vardı.
Bir an, etrafa bakınarak ne olduğunu anlamaya çalıştı. Düşünceleri birbiri ardına çarpışıyordu, ama gözlerini zorlayarak anımsamaya çalıştı. Nasıl burada olduğunu, ne kadar zaman geçtiğini hatırlamaya başladı. Birkaç saniye sonra tek kendisinin mi yakalandığını anlamak için etrafına göz attı. Fakat, etrafında kimse yoktu. İçine az da olsa su serpildi; en azından kendisinden başka kimse burada değildi. Bu, bir nebze de olsa rahatlatıcıydı.
Şimdi, gözlerini etrafa çevirdi ve bulunduğu yerin farkına varmaya çalıştı. Aslında, şu anda olduğu yer, Mavi Yaren’in şehit olmadan önce çocukları kaçırdığı yerdir. Derin bir nefes aldı, ama kokular ve görüntüler ona geçmişin karanlık hatıralarını anımsattı.
Hemen yan tarafında, demir parmaklıkların izlerini takip etti. Parmak izleri ve kurumuş kan lekeleri, geçmişin kötü izlerini bırakmıştı. İçini hafifçe burkan bir his, onu sardı. Birkaç adım ilerlediğinde, kenarda devrilmiş bir şarap şişesi fark etti. Şişenin içindeki kırmızı sıvı yere dökülmüştü. Kokusu, içindeki maddelerle birleşerek havayı kirletiyordu. O şarap, annesi ile abisinin, Mavi Yaren’e işkence ederken içtikleri şaraptı.
Etrafa bakınırken, midenin en derin yerinde bir kıvılcım hissetti. Kötü bir koku vardı, sanki yılların birikmiş pisliği, vahşet ve acı kokusu havada asılıydı. O kadar kötü kokuyordu ki, midesi ağzına gelmişti. Gözlerini kapatmaya çalıştı ama nehir gibi akan kan, her şeyin acısını hatırlatıyordu.
Birden, arkasından açılan kapı sesiyle irkildi. Yavaşça dönmek istedi, fakat sandalyeye bağlı olduğu için hareket etmesi imkansız hale gelmişti. O an kapıdan içeri giren adamın sesini duydu. Ses, sert ve alaycıydı.
"Nasılsın Türk askeri?" dedi adam, gülümsemeye çalışarak.
Yiğit, başını eğmeden, soğukkanlı bir şekilde ve hiç tereddüt etmeden, "Geberirsen mutlu olacağım." dedi.
Adamın bakışları, gözlerinin içinde bir bulanıklıkla dolmuştu. Yiğit'e en saçma bakışlarını atarak, hiçbir şekilde cevap vermedi. Yiğit, bu bakışları görmezden gelerek kafasını iki yana salladı ve etrafına tekrar göz attı.
Yanındaki çantayı dikkatlice bir varilin üzerine bıraktı adam. Ardından, çantanın ağzını açıp, önüne birkaç iğne dizdi. "Sen şimdi uyanıkken bana zorluk çıkarırsın, dimi?" dedi. İğneyi eline alırken, acımasız bir gülümseme yüzünde belirdi. "Tabii siz Türklerde ne varsa... Kıza o kadar iğne yaptım, bana mısın demedi." dedi alaycı bir tonda.
Yiğit, ne dediğini anlamaya çalıştı. Adamın her sözü, onun gerçeğinden kopmasına yol açıyordu. Ancak, bir süre sonra gözlerini karşısındaki adama dikerek, "Ne kadar boş yapıyorsun oğlum sen?" dedi, sesindeki alayla.
"Sus asker." diye çıkıştı adam, sert bir şekilde.
Yiğit, derin bir nefes aldı ve sakin bir şekilde, "Bana emir vermeyi kes, bir taraflarına o bana emir veren dilini sokarım." dedi.
Adam, Yiğit’in cevabına bir anlık şokla bakarak kafasını kaldırdı ve o tarafa baktı. Ardından, bir anda kafasını iki yana sallayarak, "Asker, asker, asker…" dedi. "Siz neden böylesiniz?" diye sordu, neredeyse bir sorgu gibi.
Yiğit’in gözleri adama odaklanmışken, adam onun gözlerindeki parıltıyı fark etti ve derin bir nefes aldı. "Kanımızda var." dedi Yiğit, sadece bu iki kelimeyle.
Adam susarak, Yiğit’in söylediklerini bir kenara bırakıp, elindeki iğnelerden birini aldı. Yiğit, ona en ufak bir ilgi göstermedi. İçindeki acı, düşüncelerinin derinliklerinde onu zorluyor, ama şu anda tek düşüncesi nasıl kurtulacağıydı.
O anda, gözlerinin önünde, bir an için Mavi Yaren’in sesi yankılandı. O eski şarkı, eski bir hatıra gibi tekrar düştü zihnine. Onunla birlikte bir zamanlar bağırarak söyledikleri şarkı, eski bir dost gibiydi. "Denedim, denedim, sensizliği denedim, ama olmuyor," diye mırıldandı içinden.
Hâlâ aynıydı, hâlâ o ses, her zaman içinde bir yara gibi kalacaktı. Ama şu anda, en çok Yiğit yıkılmıştı. Onun acısı, o kaybolmuş olanları düşünmek bile onu daha da derinden yaralıyordu.
Etrafa bakarak, ellerini halattan kurtarmaya çalıştı. Kelepçelerin eksikliği, işini zorlaştırıyordu. Ama bu halat, kelepçelerden daha kötüydü; bir şekilde kurtulması gereken bir bağ olmuştu.
Ama imkansız değildi.
Son içtiğin o kahve ve sönen sigaran
Tütse keşke, yaksan ardına bi’ daha
Hatıralarla dolu dört bi’ taraf
Unutamam ki nereye baksam orada var bi’ parçan
Son içtiğin o kahve ve sönen sigaranın kokusu, her ne kadar arkasında bir iz bırakmasa da, Yiğit’in zihninde hala taze bir yara gibi duruyordu. Havanın içinde, kahvenin yanık, sigaranın ağır kokusu hiç gitmiyordu. Bu kokular, her anı bir hatıra gibi koymuştu kafasında. Sanki her köşe, her duvar ona ait bir parçayı yansıtır gibi, nereye baksın her şeyde Mavi'nin izleri vardı. Etrafındaki her şey, geçmişin gölgesiyle boğulmuştu.
Etrafa bakındıkça, içinde bir şeyler daha da boğazına düğümleniyordu. Havanın kararması, gözlerine sürtünen soğuk rüzgarla birleşiyor, ağır bir sis sarmalıyordu her yanı. Odada, korkunç bir koku vardı. Çürümüş, eski bir şeyin kokusu gibiydi. Hafif bir pislik ve unutulmuşluk. Yiğit, o kokuyu içine çektiğinde midesi kasılıyordu. Bir an, o kokunun sahibini bulacakmış gibi hissetti ama gözleri sadece karanlıkla buluştu.
Etrafı incelemeye devam etti. Burası, bir zamanlar Mavi Yaren'in, karanlıkta kaybolan çocuklar ve acı dolu hatıralarla dolu sığınağıydı. Burada, bir zamanlar işkence edilen, kolları bağlı insanlar vardı. Şimdi, burası bir mezarlık gibi hissediliyordu. Kan izleri, parmak izleri... hepsi aynı soğuk kayıtsızlıkla silinmişti. Burası bir zamanlar hayat doluyken, şimdi tüm izler ölüydü.
Bir köşede devrilmiş bir şarap şişesi vardı. İçindeki kırmızı sıvı, kanla karışmış gibi yere yayılmıştı. Annesiyle abisinin Mavi Yaren’e işkence ederken içtikleri şarap... Sanki hala bir şeylerin hatırası gibiydi. O acıyı bir an daha hatırlayınca, Yiğit’in mideli bulanma hissi şiddetlendi.
Bütün bunların içinde, bir yandan da düşünceler kafasında hışırdıyordu. O eski şarkı… Sanki Mavi Yaren’in sesi kulaklarında yankılanıyordu. "Denedim, denedim, unutmayı denedim ama olmuyor." Şarkı sözlerinin her bir kelimesi, aklındaki her anıyla örtüşüyordu. Hatta o sözler o kadar derinden etkiliyordu ki, zamanın ve mekanın önemi kalmamış gibiydi.
"Hiç iyi değilim, hiç iyi değilim..." O an, bir anlık duraklamada bile, o sözler sanki gerçekten de ruhunu sarmıştı. Hangi birini unutacağını bilmiyordu; o kadar çok anı birikmişti ki, içindeki her bir parça, onu başka bir zaman diliminde yakalıyor, geçmişin hayaletleriyle boğuyordu.
Bir ses arkasında yankılandı, Yiğit'in dikkatini çekti. "Sen çok konuştun asker," dedi adam, gözleri Yiğit’e keskin bir şekilde bakarak. Yiğit ona sert baksa da, bakışlarını devirmedi. Adamın söyledikleri sadece bir ses gibiydi, içindeki karmaşayı daha da yoğunlaştırıyordu. Yiğit, bakışlarını o an bile ona çeviremeden, kafasını bir yana eğdi.
Adam, cebinden çıkardığı telefonu Yiğit’in gözlerine doğru sarkıttı. “Yiğit!” diye bağırdı, bir an için Yiğit’in zihninde her şey donmuş gibi oldu. Telefonda Toprak timi, ona bağıran seslerle doluydu. Adam bir adım daha atıp, arkasına geçti, elleri Yiğit’in boynunda gezindi. Yiğit bir anlığına, soğuk metalin o hissiyatını hissetti. Bedenini saran o dikenli his, her şeyin sonu gibiydi. Hemen ardından bir enjeksiyon sıvı, ensesine battı.
İlk başta bir şey hissetmedi, sonra midesinde bir burkulma ve kusma hissi oluştu. Nefes almak için derin bir soluk aldı, ama bu her şeyin çöküşü gibiydi. Havanın giderek yoğunlaşan karanlıkla birleşen soğukluğu, her nefeste daha da sıkıyordu. Yiğit’in göz kapakları, vücudundaki kasılmalarla mücadele etmek için açılmaya çalıştı. Baş dönmesiyle sarmalandı, kalp atışları göğsünde bir yankı gibi çırpınıyordu.
"Biz dağlara atarız pusu!" Sözler, zihninde yankılandı. Fakat bir an için, ne gerçekte duyduğuna, ne de zihninde hıçkıran seslere emin olamadı. Her şey daha da hızlanıyordu. Kalbinin her bir atışı, sanki vücudundan kaçmak istercesine zıplayarak yerinden çıkacak gibiydi.
Başı hiç olmadığı kadar hızlı dönüyordu. Göz kapakları ona ihanet eder gibi düşmeye başladı, ağırlaşan gözleri, sanki en hafif bir rüzgarla bile kapanmaya meyilliydi. Vücudu, bedeniyle birlikte savaşırken, derin, sızlayan bir acı, beynin her köşesinden ilerliyordu. Nefes almak, sanki ciğerlerinden nefes çekmek yerine, sadece havanın acımasızca dolmasına izin vermek gibiydi.
''BİZ DAĞLARA ATARIZ PUSU!''
Ses, zihninin derinliklerinden mi geliyordu, yoksa dışarıda bir gerçeklikte mi yankı buluyordu, anlayamıyordu. Zihni bulandı, beyninin kıvrımlarında kaybolmuştu. Bir komando marşının yankısı her saniye daha da gürleşirken, titremeye başladı. Kalp atışları o kadar hızlanmıştı ki, adeta göğsünden fırlayıp kaçacak gibiydi. Kan damarlarında geçen her an, bir çekiç gibi atıyordu.
Odanın kapısı gürültüyle açıldı. Zihnindeki karışıklığın ve yorgunluğun içine bir şimşek gibi çakılan o sesi duydu. Gözlerini zorla kapatırken, etrafındaki her şey bulanıklaştı, sesler daha da keskinleşti. Hemen arkasındaki hızla yaklaşan kişi, elinde bir iğneyle ona doğru adım adım yaklaşıyordu.
"Sakın, sakın, sakın!" Ses, kulaklarında bir çığlık gibi yankılandı. Bir an, o iğneye yaptığı ilk müdahale ile aynı yerde bir iğnenin hissettiği noktada, tüm vücudu yine bir şokla titredi. "Sakın bana gerçekten kendi ölümünü yaşatma, yakışıklı!" diyen ses, Yiğit’in kulaklarına kurşun gibi saplanıyordu.
Yiğit, titreyerek kafasını kaldırmaya çalıştı. Havanın her nefesi, bir ok gibi içini delip geçerken, ellerinin ve ayaklarının çözüldüğünü hissetti. O anda her şey, ona ait olmayan bir boşluktaymış gibi hissediyordu.
"Yalvarırım, yakışıklı," dedi ses, yüzünde ellerin sahibi olan kişinin sözleri sanki her bir kelimeyle birer iğne gibi ruhuna batıyordu. "Ölme. Bana bunu tekrar yapma," dedi ve sessizce bir hıçkırık, o cümleyi takip etti.
Yiğit, ne kadar kafasını kaldırıp da bakmaya çalışsa da, etrafındaki her şey solmuş, bulanmıştı. Gözleri, yavaşça düşen, titrek kirpikleriyle sanki ondan en son ne duyması gerektiğini anlamaya çalışıyordu ama bu kabus neydi, hangi gerçeği yüzüne haykırıyordu?
"Bul beni artık. Yalvarırım, görün beni artık. Çok acıyor."
O ses, öyle tanıdık, öyle derin bir çığlık gibi yankılandı ki, her bir kelime, Yiğit’in yorgun ruhunu sarsan bir çığ gibi patladı. Konuşan kişi, Mavi Yaren’den başkası değildi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |