(Olm yorumları okudukça bende zirlicam şimdi.
Her son bir başlangıç değildi.
Bazı sonlar, yalnızca ölüm kokuyordu. Geri dönüşü olmayan, önü ardı karanlık, keskin bir kapanış gibi… Ve Mavi için, işte o kapanış çoktan yapılmıştı.
Ama ardında bıraktığı ben... ben, sadece bir beden olmaktan ibarettim artık.
Yarım kalmış bir cümleydim.
Bitirilmemiş bir mektup.
Ve yaşamak, üstü çizilmiş bir kelime gibi sadece acı veriyordu.
Nefes almayı denediğim her seferde, göğsümde bir bıçak geziniyordu sanki.
Havasızlıktan değil bu boğulma...
Onun yokluğuydu, beni her seferinde bir adım daha aşağı çeken.
Her nefesin içinde biraz daha boşluk taşıyordum, biraz daha karanlık...
Sanki göğsümün tam ortasında büyüyen görünmez bir delik vardı ve içimde ne varsa tek tek içine çekiyordu.
Tarif etmek istedim.
Bu acının bir adı olmalıydı çünkü.
Bir insan bu kadar acıyorsa, bunun kelimesi de olmalıydı.
Ama yoktu.
Ve ben kelimesiz bir çığlıkla boğuluyordum.
Ağlamak istedim.
Ama gözyaşlarım bile kurumuştu.
Bir şey, boğazıma takılıp kalmıştı…
Ne geri dönüyordu, ne ileri gidebiliyordu.
Bağırmak istedim.
Delice, delirten bir çırpınışla.
Belki sesimi biri duyar da “Dayan,” der diye.
Ama sesim yoktu.
Susturulmuş bir haykırış gibi içime gömülüyordum.
Bir şey eksikti.
Bunu her hücremle hissediyordum ama ne olduğunu adlandıramıyordum.
Bir damla daha...
Her biri ayrı bir işkenceye dönüşüyordu.
Bir insan kaç gözyaşında boğulabilir bilmiyorum, ama ben sınırlarımı çoktan aşmıştım.
Gülümsemesi gözümün önünden gitmiyordu.
O gülümseme… dudaklarının kıyısında beliren o küçük gamze…
Şimdi bir hançer gibi saplanıyordu kalbime.
Öyle bir an yoktu ki yüzü aklıma gelmesin.
Ve her gelişinde, içimde paramparça ettiğini fark etmeden geçip gitmesin.
Dünya, bir kez olsun adil olmayı beceremedi.
Yarım kalan cümlelerimizi tamamlamaya, hikâyemizi sonuna ulaştırmaya izin vermedi.
Her şey…
Bir gecede yerle bir oldu.
Koca bir hayat, tek bir kırılmada çöküp toza dönüştü.
Ve ben…
O tozun içinde, nefes almaya çalışan ama her seferinde biraz daha boğulan tek kişiydim.
Mezar taşına baktım.
Gözlerim yazılara takıldı ama ellerim uzanamadı.
Sanki o taşın üzerinde yazılı her kelime, dikenli bir tel gibi dokunduğumda canımı acıtacaktı.
Mavi Yaren Yıldırım
D.T: 24/11/2000
Ö.T: 24/11/2024
Bugün doğum günüydü.
Ve ben…
Bir kez daha nefes almayı beceremedim.
Tarih aynıydı.
Yalnızca yıl farklıydı.
Ama bu değişim, her şeyi değiştiriyordu.
Yine kasım, yine doğum günü…
Ama bu sefer kutlama yoktu.
Bu sefer, toprağa gömülen bir beden vardı.
Kabul etmek, bana en ağır gelen şeydi.
Her şeyin bir anda bitmesini istedim.
Bir yerlerden çıkıp gelir diye umut ettim.
Gözlerimi kapattım, sonra yeniden açtım.
Ama o gelmedi.
Ve hissettim...
Artık gelmeyecekti.
Ve sonra, kocaman bir boşluk kalıyordu her şeyin ardından.
Çünkü “beni unutma” diyecek kadının sesini duymak istiyordum, ama sesler kaybolmuştu.
Tolga bir şey söyledi, ama kulaklarım duymadı.
Hayır, hiçbir şeyi duymak istemiyordum.
Sadece ben ve o mezar vardı.
Ve oradan, uzaklaşırken ardımda kalan herkesin gözleri vardı.
Ve sonra, kocaman bir boşluk kalıyordu her şeyin ardından.
Öyle bir boşluk ki... ses bile yankılanmıyordu içinde.
Çünkü ben hâlâ, “Beni unutma…” diyecek bir kadının sesini duymayı bekliyordum.
Ama sesler kaybolmuştu.
Sanki dünya, sadece bir anlığına nefes almış, sonra o nefesi sonsuz bir suskunluğa gömmüştü.
Tolga bir şey söyledi.
Dudakları kıpırdadı, sesi havaya karıştı, ama kulaklarım onu reddetti.
Hayır… hiçbir şeyi duymak istemiyordum.
Dünyanın anlamsız uğultusu, sadece bir mezarın başında yok oluşa eşlik ediyordu.
Ben ve o mezar...
Başka hiçbir şey yoktu.
Gerisi boşluk. Gerisi çürüme.
Ve yürümeye başladım.
Toprak henüz taze…
Üzerine basarken içim eziliyordu sanki.
Omuzlarımdaki yük, her adımda biraz daha ağırlaştı.
Çünkü oradaydılar…
Yaman ve Ilgaz.
Yüzleri bana dönüktü, ama gözleri bomboş.
Sanki benden bir kelime bekliyorlardı ama ben susuyordum.
Ben bile bilmiyordum ne söylemem gerektiğini.
Nasıl anlatılır ki bir ölüm?
Nasıl anlatılır bir yokluk?
İçimde bir şey boğuluyordu.
Ve bu defa, ben onu kurtarmaya çalışmıyordum.
Başım önümdeydi.
Adımlarım var ama yönüm yoktu.
Gözlerim vardı ama gördüğü tek şey... boşluktu.
Hayatın tüm renkleri solmuştu sanki.
Bir tek o vardı hâlâ kalbimde:
O gülümseme.
Ve bir yemin:
Bir gün, bir şekilde, seni hatırlatacak her şeyim olacak.
Bir papatya…
Bir çiçek…
Bir hatıra…
Adını bile anmadan adını yaşatacağım bir ömür…
İçimden dökülen her şey, sadece bir anıyı yaşatmaya çalışıyordu.
Ve o anı, artık benimle birlikte yürüyordu.
Yazarın anlatımıyla
Yürüdü öylece Yiğit.
Nereye gittiğini, ya da nereye varmak istediğini bilmeden…
Ayakları toprağa basıyor, ama sanki adımlar bir yere varmıyordu.
Dünyanın sesi kesilmişti.
Önünde sonsuz bir sessizlik uzanıyordu ve o, o sessizliğe doğru yürüyordu.
Arkasından bir ses geldi.
Tolga'ydı.
Koştu, hızlandı, yetişti.
“Komutanım…”
Sesi ince bir cam gibiydi, hafif dokunsan kırılacaktı.
Elinde bir torba vardı.
Parmaklarının sıkı tuttuğu, ama içinde ne olduğunu taşımaktan korkar gibi tuttuğu o torba…
Yiğit’in gözleri, anlık bir refleksle torbaya kaydı.
Sadece bir bakış.
Ama o bakışın içinde öyle çok şey vardı ki…
Kayıp, acı, boşluk…
Ve kabullenemeyiş.
Tolga, komutanının gözlerine bakınca irkildi.
Orada bir ruh yoktu.
Bir insan, o şekilde bakmamalıydı.
Sanki yaşayan bir beden değil de, ölmeyi unutan bir adam vardı karşısında.
Hepsi üzülmüştü.
Hepsi ağlamıştı.
Ama Yiğit’in içinden geçen şey…
Bambaşkaydı.
Bir yas değil, bir çöküştü.
“Nefesini kaybetmiş gibi…”
diye geçirdi içinden Tolga.
İnsan nefessiz de yaşar mıydı?
Bu adam yaşıyordu işte.
Ama nasıl?
Elindeki torbaya baktı.
Çok bir şey yoktu içinde.
Bir cüzdan.
Ve Mavi Yaren’in asla çıkarmadığı, bileğine sıkı sıkı sarılmış o bileklikler…
Usulca uzattı eşyaları.
Sanki Yiğit’in ellerine değil de, bir boşluğa bırakıyordu gibi…
Çünkü Yiğit, hâlâ orada değildi.
Sadece bir beden duruyordu orada.
Yiğit başını eğdi.
Bakışları yavaşça torbaya indi.
Gözleri bile ağırdı sanki, canı yanıyordu her kıpırdayışta.
Ve sonra sordu.
“Papatyalı bileklik nerede?”
Cümle değil de, fısıltı gibiydi sesi.
Bir ağıtın en dipte kalan notası gibi.
Çok sakin, çok sessiz, çok yorgun…
Tolga’nın içi burkuldu bu sessizliğe.
Kaşlarını çatmak istedi.
Bağırsa, kırsa dökse daha iyiydi.
Ama Yiğit susuyordu.
Çünkü içindeki her şey yanmıştı.
“Bilmiyorum komutanım…”
dedi sadece Tolga.
Kafasını yana salladı, bir yerlerde düşmüş olabileceğini düşündü.
Ama düşen, sadece bileklik değildi.
Bilekliğe tutunmuş bir ömür de vardı onunla birlikte…
Yiğit, torbanın içindekilere bir kez daha baktı.
Künyeye ilişti gözü.
Ve sonra kolyelere…
Yaman’ın herkese zorla taktırdığı, “Haydi hatıra olsun.” diye yırtındığı o kolyeler…
Üzerinde yıldız olan Mavi Yaren’e aitti.
Ay olan ise... Yiğit’indi.
O kolye şimdi cüzdanının iç cebindeydi.
Zamanında kız eşyası diye dalga geçilmişti.
Ama şimdi...
O ay ve yıldız, gökyüzünde değil, iki paramparça kalbin cebindeydi.
Ay olan Yiğit’in cüzdanının iç cebindeydi. Kız eşyası olduğunu söyleyip ağız burmuştu. Ama yine de yanından ayırmamıştı.
"Zeze’m."
Tatlı tatlı sırnaştı Yaman, Mavi Yaren’e. Her zamanki gibi bir köşeye kıvrılmış, elindeki kitabı okuyordu. Usulca kapattı sayfayı. Başını kaldırmadan sordu:
"Yine ne istiyorsun?"
Bir şey istediğini anlamıştı zaten. Ezbere biliyordu artık bu suratları.
"Ya diyorum… aşırı zekisin ha!" dedi Yaman, sırıtarak.
Parmaklarıyla küçücük bir boşluk yaptı. "Şimdi bak… senden küçücük bir isteğim var."
"Ne olduğunu söyle yeterli."
Yaman bir anda cebinden çıkardığı dört kolyeyi gösterdi. Elinde salladı. "Bakk!" dedi heyecanla.
Mavi Yaren’in bakışları yavaşça kolyelere kaydı. İfadesizdi. Gözlerini ilk olarak yıldızlı olana dikti.
"Eee?"
"Ne eesi ya?" dedi Yaman, sinirle.
"Oğlum ne yapmamı bekliyorsun? Kolyeyi götüme mi sokayım?"
"Küfür etme." dedi Yiğit hemen, karışarak.
"Yav, gören de sana ediyorum sanar ha." dedi Mavi, gözlerini devirdi.
"Etme diyorum işte kızım, küfür." dedi Yiğit daha da ciddi bir ses tonuyla.
"Sana ne lan?"
"Allah’ın inatçı keçisi işte…" diye söylenerek koltuğa gömüldü Yiğit. Normalde "Of inatçı keçim of..." diyecekti. Ama o kelimeye takılmıştı, söyleyememişti.
"Hee… Gökhan’ın inatçı keçisi…"
Cümle öylece havada asılı kaldı. Sonra tekrar döndü Yaman’a.
"Sen ne istiyordun?"
"Kolyeleri hep beraber takmak."
Kaşlarını çattı Mavi.
"Ne alaka be?"
"İçimden geldi…"
Sesi İcardi’yi taklit etmeye çalışır gibiydi.
"Bu taktik bana yaramaz aslan. Ben Fenerbahçeliyim."
Şarkı mırıldanarak kalktı yerinden. Yiğit onu izliyordu sessizce. Cebindeki telefona uzandı. Mavi’nin o şarkıyı mırıldandığı anı kaydetti. Yine. Daha sonra defalarca açıp dinleyecekti. Alışkanlık olmuştu.
"Lüüütfeennnnn…" dedi Yaman, ‘n’ harfini uzatarak.
"Sus ve yıldızlı olanı ver."
Eğer şimdi vermezse, bu manyağın sabaha kadar başının etini yiyeceğinden emindi. Şu anki ruh haliyle bir gram tahammülü yoktu.
Daha önemli işleri vardı.
Gökhan’ın mezarına gitmek gibi.
"Yıldız senin köpeğin olsun."
Yaman’ın yanağına kocaman bir öpücük bıraktı. Ardından kolyeyi kaptığı gibi ayağa kalktı.
"Bu kız kaçar."
"Nereye?" dedi Yiğit hemen, kalkacak gibi oldu.
"Kendi söndürülen yıldızıma."
Bir yıldız gerçekten söndürülmüştü. Öldü Yiğit o an.
Kulaklığını takıp ses kayıtlarından birine rastgele tıkladı. Sesini şimdiden özlemişti.
Milyon yıldız içinde soluk mavi bir nokta
Yaşamak güçleşiyor neler açtın başıma
Anlatsam şu derdimi küçücük çocuklara
Baya gülerler ama olsun belki iyi gelir
Diye şarkıya başlayan Mavi Yaren’in o güzel sesi, Yiğit’in kulaklarında yankı yapıyordu. Gözlerini kapatıp şarkının sözlerine yoğunlaştı, ama birden Mavi Yaren’in alaycı sesi duyuldu.
"Ne bu? Hayatın seni sikiyorum demesi falan mı? Açacağım şarkıya, sokim!" dedi, gülerek ama içindeki boşluğu, kırıklığı gizlemeye çalışarak.
Yiğit, bir an içinden yankılanan bir sesi duydu. "Küfür etme bayım," diye fısıldıyordu, sanki yıllar öncesinden Mavi Yaren’in uyarısı. Gözlerini kapatıp, o anki acıyı bastırmaya çalıştı.
Görmem sanmıştım seni yanında o adamla
Gündüz bir şey hissetmedim, gece bıçak karnıma
Benim de elimi bir başkası tutabilir
Beraber verdiğimiz sözleri kim ne bilir?
Gözleri doluyordu. Yağmurun şiddetle düşmesi, sokakları sarması, her damlası bir ömrü siler gibi. Mavi Yaren yürürken, gözlerinden süzülen yaşların kimseye görünmemesini istiyordu. Çünkü kimseye anlatamazdı o anki hissini. Kimse...
Deli bir şey yapmanın fikri girdi aklıma
Madem sana söylediğim her şey gider boşluğa
Yazsam bu hikayeyi alsam gömsem toprağa
Yıllar sonra bulunur, "İmkansız Bir Aşk" denir.
Şarkı sustu. Yiğit eve vardı. Kapısının önünde durdu, bir an etrafına bakarak sokağın başına yöneldi.
“Ben senden hızlı koşarım, Yiğit,” dedi Mavi Yaren’in hayali, tam karanlık köşede. Geri geri yürüyordu, her adımda o gülümseme, o özgür ruh hala etrafında dolaşıyordu.
“Tamam, hızlısın,” dedi Yiğit, hafif gülümseyerek. “Ama benden değil.”
Mavi Yaren, serçe parmağını havaya kaldırarak, “Var mısın iddiana?” dedi. Elinin diğer parmağıyla, çoktan yaşadıkları evin yönünü işaret etti. Gece geç olmuştu ama Mavi Yaren’in içindeki ışık, asla sönmeyecek gibiydi. “Oraya kadar yarışalım,” dedi, bir meydan okumadan çok, bir son sözü gibiydi.
Yiğit, burnuna vurarak, “Çocuk gibisin,” dedi, ama aslında o anın ağırlaşan anlamını hissetmişti.
“Belki de ben hiç çocuk olamadım,” dedi Mavi Yaren, omzunu indirip kaldırarak. “Belki de birilerinin yanında çocuk olmak istiyorumdur.”
Yiğit, gülerek, “Gel o zaman buraya çocuk,” dedi, ama derin bir boşluk hissetti içinde. Mavi Yaren, kocaman bir gülümseme ile karşılık verdi, sonra serçe parmağını havada tutarak, “Yarışıyoruz,” dedi. Parmaklarını birbirine sardılar, bir an için zaman durmuş gibiydi.
“Bir,” dedi Mavi Yaren, gülerek.
“İki,” dedi Yiğit, gülümseyerek.
“Üç,” dedi ve o anda koşmaya başladılar. Mavi Yaren her zamanki gibi, Yiğit’i geride bırakmıştı.
Yiğit, hızla saçıyla karıştırarak Mavi Yaren’in saçlarını karıştırdı, ardından her zaman cebinde taşıdığı çikolatayı çıkarıp, “Al bakalım ödülün, çocuk,” dedi, ama gözlerindeki hüzün her şeyin önündeydi. O anı, bu gülümsemeyi, her şeyin öncesini ve sonrasını düşünerek, “Al bakalım,” dedi, ama söyledikleri o kadar eksikti ki, hiçbir ödül tüm bu kayıpları telafi edemezdi.
Yanında Mavi Yaren olduğu sürece, Yiğit’in yüzünde bir gülümseme belirdiği her an, o gülümseme sanki zamanın ötesinden yankı yapıyordu. Ama bu gülümseme, içinde sıkışan acıyı gizlemeye yetmiyordu.
İçinde bir sıkıntı vardı, ağır, derin, her geçen saniye daha fazla büyüyen bir acı. O gülümseme, sanki her bakışında Mavi Yaren’in kaybını hatırlatıyordu. Her şey, her anı, her hatıra, onun kaybolmuşluğunun yankılarıydı. Yiğit, her adımda Mavi Yaren’in varlığını hissetmeye çalıştı ama o boşluk o kadar büyüktü ki, ne kadar çabalarsa çabalasın, her şey ona sadece daha çok acı veriyordu.
Yukarı doğru adımlarını ağır ağır atarken, kafasında sürekli bir düşünce dönüp duruyordu. Ilgaz ve Yaman’a nasıl açıklayacaktı? Hangi kelimeler, hangi cümleler onların hissettiklerini anlatabilirdi? Ne kadar uğraşsa da, içindeki bu yükü onlara nasıl taşıyacağını bilemiyordu. Kendi acısı, yeterince katlanılmazken, başkalarına da bunu yüklemek istemiyordu. Ama biliyordu ki, yapacak başka bir şey yoktu. Gerçek çok acıydı ve o gerçek sonunda dışarı çıkacaktı.
Sevdiği kadının şehit haberini vermek zorundaydı. Sevgisini, aşkını kaybetmişti. Bunu onlara nasıl anlatacağını bilmiyordu. Kendini suçluyor, her şeyin sonunun geldiğini hissediyordu. Bu acıyı kaldıramazken, onlara nasıl anlatacaktı? Sevdikleri o kadının kaybını... O kadının hayatını, ona kattıklarını... Nasıl anlatacaktı?
Kapıyı çaldı. Derin bir nefes aldı, yavaşça usulca. Kalbi hızla çarptı, her atışı kafasında yankılandı. Büyük bir heyecanla Yaman koşarak kapıyı açtı.
Kapı hemen açıldı ve Yiğit’i gördü. Yaman, hemen Yiğit’i kolundan çekerek içeri aldı. "Gel," dedi. Yavaşça Yiğit’i evin içine doğru yönlendirdi. Ama hemen arkasına bakarak, "Zeze nerde?" diye sordu.
Yiğit, ne diyeceğini bilemedi. Ne demeliydi? Ne yapmalıydı? Zihni karıştı. Kucağındaki Gece ile Ilgaz da eve gelmişti. "Yaren nerde? Sen burdasın da kardeşim nerde?" diye direkt sordu Ilgaz, gözleri Yiğit’in yüzüne odaklanmıştı.
Yiğit’in nefesi kesildi. Sadece "Gelsenize siz bi," diyebildi. Yavaşça, oturma odasına doğru ilerlerken Yaman, birden Yiğit’in kolunu tuttu.
"Dur!" diye bağırdı Yaman, büyük bir heyecanla, sanki Yiğit’e bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama ne olduğunu çözemezken, "Şimdi Zeze’m de gelir. Onunla girmeniz lazım oraya," diye ekledi.
Yiğit, bu kelimelerle dondu kaldı. Ne diyeceğini, nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Yaman kulağını iyice yaklaştırarak, "Zeze’m ve sana doğum günü partisi hazırladık," dedi.
Sonra bir an durdu, birden yüzünde komik bir ifade belirdi. "Aaaaa, benim sana da söylemem lazımdı," dedi, ama tam anlamıyla ne söylediğinin farkında değildi.
Yiğit’in gözlerinden bir damla yaş süzüldü, düşerken bir an yavaşladı, sanki bu acı damla her şeyi silip süpürecek gibiydi.
"Yaman," dedi Yiğit, sesi titreyerek. "Yaman... Şehit ol-"
"Sus! Sus! SUS!" diye bağırdı Yaman, kulaklarını kapatarak. "Gelecek birazdan!" diye bağırdı, ama sesi, kendine bile inandıramıyordu. İlginç bir şekilde, duymak bile istemiyordu. Gerçeklerin yüzleşmesi onu daha da yıkıyordu.
O anda, Ilgaz şokun etkisiyle olduğu yerde donup kalmıştı. Gözleri boş boş bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
"Yaman," dedi Yiğit, gözlerinden süzülen yaşları silmeye çalışarak. "Lütfen... Söyle..."
Ama Yaman bir adım daha geri çekildi ve bağırarak, "Bırak! Yalan söylüyorsun, bırak! Ölemez! Bu gün yine biri bizden alınamaz!" diye bağırdı.
"Şehit oldu!" diye bağırdı Yiğit, gözlerinden akan yaşlarla birlikte, sesinin tonunda büyük bir kırılma vardı. "ÖLMEDİ, ŞEHİT OLDU!" diye haykırdı, acısıyla birlikte.
"Yaşamam!" diye bağırdı, Yiğit’in bağırışına karşılık olarak. "BEN ONSUZ YAŞAYAMAM!"
Ve sonra, sadece bir fısıltı kaldı odada. "Gitti," dedi Yiğit, sesi o kadar düşük ve titrek bir şekilde çıktı ki, sanki tüm umutlarını yitirmişti.
BÖLÜM SONU
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |