6. Bölüm

4. Bölüm : "Kurşunlardan Ağır Sözler"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

"Çok zor ama haklı vedalar..."

***

 

Üzerimdeki kamuflaj, derimin değil, sanki ruhumun üzerine geçirilmiş bir kefen gibiydi. Kumaş tenime değiyordu, evet. Ama sanki arada bir boşluk vardı; görünmeyen, elle tutulamayan, ama orada olduğunu iliklerime kadar hissettiğim bir uçurum. Hafifliğim, yalnız rüzgârla savrulan bir yapraktan ibaret değildi artık. Göğsümün ortasında, çöküp içime batan koca bir dağ vardı. İçimde devrilmiş bir hayatın enkazı yükseliyordu. Nefes almak bile fazlaydı. Nefes almak... bazen fazlasıyla kibirdi.

Silahım, omzumda inatla sallanıyordu. Ritmik bir ileri, bir geri. Her adımda bana varlığını hatırlatan ama bir türlü ağırlığını hissettirmeyen yabancı bir dost gibi. Onu taşıyordum ama o bana ait değildi. O benim bir uzvum değil, sanki göğsümde koca bir boşluğu örtmeye çalışan sahte bir paravandı.

Botlarım... Ah, o lanet botlar. Her bastığım zemini ezip geçen ağırlıkla vuruyordu toprağa. Ama çıkan ses... yankı bile değildi. Sahteydi. Sanki o adımlar bir başkasının hayatına ait. Ben sadece izliyordum, dışarıdan, hayal kırıklığına uğramış bir tanık gibi. Her şey sahteydi. Her şey eksikti.

Gerçek olan tek bir şey vardı: Ateş’in sesi.

O ses... beynimin kıvrımlarına kazınmış, ilmek ilmek işlenmiş bir yara izi gibiydi. Boğuk, tok, kararlı. Her hece, sanki paslı bir çiviydi de etime değil, doğrudan kalbimin ortasına çakılıyordu. Daha kelimeler ağzından çıkmadan, ruhumu delip geçmişti zaten. İçimde bir şeyler parçalanıyordu. Midem düğümleniyor, boğazıma görünmez bir yumruk oturuyordu. Ama yüzüm? O yüz... yine de buz gibiydi. Ne bir titreme, ne bir çatlak. Sanki her şey sessizce ölüyordu içimde. Mezarlık sessizliği. Yalnızca içimde yankılanan çığlıklar…

“Askeriz biz,” dediler.
“Duygularını bırak,” dediler.
Kazıdılar içimize. Ezberlettiler. Ama kimse sormadı: Nasıl?

Nasıl bırakır insan kalbinin orta yerinde fokur fokur yanan bir yangını? Nasıl susturur içindeki çığlığı? Ateş’in yüzü gözümün önünden gitmiyordu. Yumruklarını sıktığı anı tekrar tekrar izliyordu zihnim. Gözlerinde bir düşmana bile reva görülmeyecek kadar zehirli bir öfke vardı. Sırtını döndü. Gitti. Gitmeden de ağzından çıkan cümlelerle içimi lime lime etti.

Oysa ben… ben ona kardeşim dedim. Canım dedim. Her şeyim dedim. Ve o… beni harcadı. Gözünü bile kırpmadan. Yalnız bıraktı.

Ne yapmıştım ona? Neyi bu kadar yanlış yapmıştım?

Onu terk etmek... bu hayatta yapacağım en son şeydi. Ölmek, ondan uzak kalmaktan kolaydı. Ama o anlamadı. Gözümün içine bile bakmadı. Yıllar sonra ilk kez gördüğümde, bana sarılacak sandım. İçimdeki tüm çocukluğumla, geçmişimle, yaralarımla ona koşmaya hazırdım. Ama o... beni itti. Aramızda hâlâ gözle görünmeyen dikenli teller vardı. Kucak değil, cehennem açtı kollarını.

Şimdi göreve gidiyordum. Dönüp dönemeyeceğim belli değildi. Belki bu sondu. Belki de ardımda yalnızca küle dönmüş bir hatıra bırakacaktım. Ama giderken yanımda taşıdığım tek şey, Ateş’in bana ettiği son sözlerdi. İçime öyle bir kazınmışlardı ki… ölsem de benimle birlikte toprağa gireceklerdi. Mezar taşımda bile o kelimeler yankılanacaktı.

Hak etmiş miydim bunu? Ben onun bir kez daha “Zezem” demesini beklerken, böyle bir ceza mı reva görülmüştü?

Ama biliyordum... dünya adil değildi. Kalpsizdi. İnsanlar ondan da beterdi.

Ve sonra... o anı hatırladım.

O sahne, zihnime sisli bir rüya gibi geri döndü. Ama o rüya... kan ve acı kokuyordu.

Ateş koşarak geliyordu. Ayakları yerle temas etmiyor gibiydi. Yüzü dağınıktı; panik rüzgârında savrulmuş bir yaprak gibi. Gözleri... o gözler büyümüştü. İçinde yalnızca korku değil, bir çocuğun son umutla sığındığı bir sevgi de vardı. Yanaklarından akan ter damlaları bile telaşla parlıyordu. O hâliyle, dünya ona sırtını dönmüş bir çocuğa benziyordu. Kaçıyordu. Kesin birinden değil, bir şeyden değil... abinden.

“N’olur, yardım et!” dedi. Sesindeki çatlak, dünyanın çatlağı gibiydi. Bir yandan gülüyor, bir yandan da korku vardı.

“Zezem... abim beni öldürecek kuşum... yardım et!”

O an, Gökhan yıldırım gibi fırladı yerinden. Gözleri buz gibiydi. Omuz kasları öfkeyle gerilmişti. Bastırılmış, kontrol altına alınmış ama her an patlamaya hazır bir volkan gibi konuştu:

“Lan, kız yaralı! Çık oradan!”

Sesi odaya değil, ruhlara çarptı. O sabah... o kahrolası sabah… babamla yaşananların hemen ertesiydi. Zaten hepimizin üstünde, konuşulmayan bir fırtına vardı. Ateş’in bu zamansız çırpınışıysa... bardaktaki son damlaydı.

Can abi... yüzünde çıplak bir cinnet vardı. Dişlerinin arasından nefes alıyordu sanki. Gökhan o an öyle bir tonla konuştu ki, kelimeler kurşun gibiydi:

“Can abi,” dedi. Gözlerini Ateş’ten ayırmadan, içinden geçerek, “bak, abim falan demem. Eğer Mavi’nin yarasına bu kaçık maymun tarafından bir şey olursa… ikinizi de mezara yan yana gömerim.”

Can abi, dişlerini sıkarak başını salladı. “Bu maymun ne yaptı biliyor musun?” diye sordu. Gözleri kısılmış, sesi öfkeyle burkulmuştu. “Şeker Portakalı’nı aldı yine! Ya ben okuyacaktım!”

Kendimi yatağın ucunda doğrultmaya çalışırken, Gökhan anında yanımda belirdi. Bir eli sırtıma yerleşti, diğer eliyle yastığı düzeltti. Sanki ben değil, ruhum yorgundu; o da onu taşıyordu.

“Uyuyamıyor abi,” dedim usulca, sesi biraz kısık ama netti. Sonra göz ucuyla Ateş’e baktım. “Bitirim, uyusun, veririm abi.”

Can abi ellerini iki yana açarak sızlandı. “Abim, bin defa okudun be kızım, yeter! Bir kere de ben okuyayım!”

Ateş başını öne eğmişti. Sanki boynu kırılmış gibiydi. Küçük elleri titriyordu. Dizlerinin üstüne oturmuş, dudaklarını kemiriyordu. Gözüm gözlerine değdi. Bir çocuk... boyundan büyük bir suçla yaşlanmıştı o gün. Oysa sadece kitap istemişti. Kitap... içinden şeker geçen bir hayal dünyası. Ama dünya bu ya, kimse çocukların hayallerini önemsemezdi. Hele de bizim evde, kimse bir çocuğu çocuk saymazdı.

Birden sesim çatladı.

“Ben okuyayım…”

Kendi sesim bile tanıdık gelmedi. Boğuk, sanki içimdeki bütün kanı kelimelere döküyordum. Ateş başını kaldırdı. O gözlerde... hâlâ bana inanan bir şey vardı. Bir tutam umut. Bir avuç sevgi. Belki de sırf o yüzden, o gece ölmedim ben. Belki o yüzden hâlâ nefes alıyorum. Çünkü bir çocuk, bana "abla" demeye devam etti.

Şeker Portakalı’nı yavaşça açtım. Kitap yıpranmıştı. Kenarları kıvrılmış, bazı sayfalar kurumuş gözyaşlarıyla lekelenmişti. Okumaya başladım. Sanki her kelimeyle bir yerim kanıyordu. Ama yüzüm? Hâlâ buz gibi. Yutkundum. Ateş bana daha da sokuldu. Başını dizime koydu. Tüm o karmaşanın, çığlıkların, tehditlerin arasında... yalnızca kalbimin attığını duyuyordum.

Ve o an bir yemin ettim kendime.

“Bu çocuğu yalnız bırakmayacağım,” dedim içimden. “Kendimden bile önce onu koruyacağım.”

Ama sonra ne oldu?

Yıllar geçti. O çocuk büyüdü. O çocuk beni terk etti. Bir zamanlar dizime başını koyan çocuk, şimdi gözümün içine bakmadan sırtını döndü.

Ne ara bu kadar büyüdük?
Ne ara bu kadar unuttuk?

Ben hâlâ o geceyi unutmamıştım oysa. O gecenin karanlığıyla uyuyorum yıllardır. Onun titreyen ellerini... dizimde yatan başını... her şeyi ilmek ilmek sakladım içimde. Ateş’in bana “Zezem” dediği o anı, kalbimin en kuytu yerine gömdüm. Ve şimdi... o kalbi paramparça ediyor.

Bir gün geri döner mi? Bilmem.

Ama dönerse... elimde kitapla bekliyor olacağım.

Yine okuyacağım.

Sonuna kadar.

Kardeşliğin son sayfasını kendi ellerimle yazacağım.

Ateş’in gözleri, Gökhan’ın bana sarıldığı her saniyede biraz daha koyulaştı. İçinde bir kıskançlık değil, bildiğin öfke vardı artık. Öfke dediğin şey illa bağırarak çıkmaz ya, onunki sessizdi. Diliyle değil, duruşuyla yumruk atıyordu resmen. Omuzları gergin, bakışları sert.

“Ulan,” dedi, sesi tırnak gibi kulağımı çizdi. “Senin sevgin bile emir komuta zinciri gibi be! Sarılıyorsun ama emir veriyormuşsun gibi...”

Gökhan ona dönmeden, başımı kendi göğsüne biraz daha yasladı.

“Bunun adı sarılmak değil. Bu sığınak. O yüzden senin anlaman mümkün değil.”

Ateş dişlerini sıktı. “Seninle mi yarışacağım lan ben?”

Gökhan gülümsedi. Ama o gülümseme buz gibiydi. “Yarışsan ne olacak? Start çizgisi Mavi’yle yaşadıklarımız. Sen o çizgiden bin yıl geridesin.”

Tam o anda Can abi araya girdi, sesi ortamı toparlayan bir kararlılıkla yükseldi. “Kesin ulan şimdi! Biri kıza sarılıyor, biri laf atıyor... Ortada Mavi var lan, oyuncak değil!”

Ama Şeyma... sessizliğini çoktan bozmuştu.

"Şu kız kadar beni sevseydiniz her şey daha kolay olurdu." dediğinde herkes bir anlık ona baktı.

"Seni severiz Şeyma," diye konuşmaya başladı Gökhan. "Ama emin olabilirsin ki ona olan sevgim kendimden bile fazla."

Ben susuyordum.

Çünkü o sırada Gökhan’ın kalbi, göğsüme öyle bir çarpıyordu ki, dünyada başka hiçbir ses yoktu artık. Kafamın içindeki yankı, sadece onun sesiyle doluydu: “Kiminmiş belli oldu.”

“Tabii,” dedi Can abim hemencecik. Sarılmak için fırsat kollarken böyle bir şansı kaçırması mümkün değildi zaten.

“Off Zeze, nefret ediyorum senden,” dedi Ateş alaycı bir ses tonuyla.
Ama o cümleyle birlikte içime buz gibi bir şey oturdu. Gözlerim doldu. Bedenim olduğu yerde dondu kaldı.

“Mavi’m?” dedi Gökhan, bendeki değişimi fark ettiği anda. Omuzlarımı tuttu, beni hafifçe kendinden uzaklaştırdı. “Güzelim?” diye tekrarladı, sesi tedirgindi. “Oğlum ne oldu kıza?” diye etrafımıza seslendi. “Canını mı yaktım Mavi?” dedi panikle.

“Abim,” dedim, tam o anda Can abim hızla geldi yanıma.

“Abicim, bir yerin mi acıyor?” dedi, gözleri endişeyle beni inceliyordu.

“Zezem,” diyerek oturduğu yerden ayağa kalktı Ateş. Bakışlarım hemen onu buldu. “Kızım, dilini mi yuttun? Söylesene,” dedi.

“Nefret etme benden,” dedim sadece. Herkesin anlamadığı o anda, beni ilk anlayan yine Gökhan oldu.

“Ulan geri zekâlı,” dedi sinirle. “Aptal, kıza senden nefret ediyorum dedin ya!” O an, herkesin kafasında aynı anda bir şeyler dank etti.

“Ya...” diyerek hızla sarıldı bana Ateş. “Kuzu, ben senden nefret edebilir miyim hiç? Şaka yaptım sadece, vallahi şaka,” dedi.

“Etme benden nefret,” diyerek sıkıca beline sarıldım. “Bari siz nefret etmeyin benden,” dedim, içimdeki sızı çatlak bir sesle döküldü.

“Senin yapacağın şakayı ben...” diye söylendi Can abim sinirli bir şekilde. “Kalsın oğlum, seni evire çevire döveceğim!” Ardından bana döndü: “Gel abicim buraya,” diyerek sarıldı.

“Küçücük kıza böyle şaka yapılır mı?” diye söylendi Gökhan.

“Sana söz veriyorum, senden nefret etmeyeceğim,” dedi Ateş.

“Kızın gözleri dolmuş lan,” dedi Can abim hâlâ sinirli.

“Bana bak Zeze,” dedi Gökhan, yüzümü ona çevirerek “Sende bırak lan kardeşimi,” diye çıkıştı Can abime, onu hafifçe iterek. “Allah’ın yapışkanı vatoz,” diye ekledi ters ters. Sonra tekrar bana döndü. “Olum... kıyamam lan. Sence benim senden nefret etme şansım olabilir mi hiç?”

“Herkes nefret ediyor ki benden,” dedim. “Belki bunu istemeye hakkım yok ama... bari siz etmeyin. Lütfen, siz benden nefret etmeyin. Ben hak etsem de etmeyin, ne olur,” dedim. Sözlerim dökülürken içimdeki yılların yüküyle titriyordum.

“Bırak lan kızı!” dedi Gökhan, Ateş’in kafasına hafifçe vurarak. “Sen adam gibi şaka yapmayı öğrenene kadar Mavi’yi sana vermiyorum!” Sonra beni sıkıca sardı, saçlarımdan bir kez daha öptü. “Senden nefret etmek... mümkün mü?” dedi fısıltıyla.

“Sözüm söz. Senden asla nefret etmeyeceğim,” dedi Ateş.

Ve işte bugün, O sözünü bozmuştu.

Aslında bir insanı öldürmek için bazen eline silah alman gerekmezdi. Ağzından çıkan bir kelime yeterdi. Ama asıl mesele o kelimenin kimin ağzından çıktığıydı.

"Mavi," dedi yanımda oturan Yiğit. Bakışlarımı ona çevirmedim. "İyi misin?" diye sordu. Böyle dediğinde bakmak istesem de bakmadım. "Yaman’ın dediklerine mi takıldın?" dedi.

"Ateş’in şimdiki adı Yaman mı?" diye sordum.

"Ateşinki Yaman. Can, Ilgaz oldu. Şeyma ise Elif."

"Sondaki bilgi fazla gereksizdi," dedim gözlerimi devirerek.

"Yaman’ın dediklerini boş ver, Mavi. Sinirle söyledi o da."

"Umurumda değil. Ben de kendimden nefret ediyorum zaten," dedim yalan söyleyerek. Umurumda olmadığı kısmı yalandı sadece. Kendimi gerçekten de sevdiğim söylenemezdi.

"Etme." Dediğinde ne dediğini duyamadım. Helikopterde görev yerine gidiyorduk. Tam yanımda konuşmasa pervane sesinden hiçbir şey duyulmazdı.

"Anlamadım," dedim.

"Kendinden diyorum, nefret etme," diye tekrar etti. Ona baktım. Helikopterin sesi yüzünden yüksek sesle konuşuyorduk ama timdeki çoğu kişinin bu sözleri duyduğunu düşünüyordum. Etrafa baktığımda ise yanıldığımı fark ettim. Herkes kendi arasında bir şeylerle meşguldü.

Helikopter inişe geçtiği anda sırayla dışarı atladık. Ayaklarım yere değer değmez içimde tanıdık bir his yükseldi: Sessiz bir veda gibi. Belki de bu sondu. Belki de birini daha kurtarıp ölecektim.

Yürümeye başladığımızda herkes kendi arasında sohbet ediyordu. Yiğit’le ben sessizdik. Etrafı inceliyordum, gözlerim sürekli hareket hâlindeydi. "Yaren Komutanım," dedi Batur.

"Söyle," dedim, yine dönmeden.

"Komutanım, Masal ile Rüya sizi çok özledi."

Masal, Batur’un beş yaşındaki kızıydı. Rüya ise karısı. Sesinde özlemin tuzu vardı. "Umarım dönüşüm olmaz da... dönersem giderim," diye mırıldandım.

"Duyamadım komutanım?"

"Gideceğim," dedim net bir şekilde. Batur başını sallayıp arkasına döndü.

Köye yaklaştığımızda ölüm sessizliği çöktü üstümüze. Birileri için ölüm artık bariz bir gerçeklikti.

"Geçişi nerede bu yer altı zımbırtısının?" dedi Akın Komutan, telsize kısık sesle.

"İleride, çalılık altında kalıyor," dedim. Yavaş ve dikkatli adımlarla kapağın başına geçtim. Elime kamerayı alıp ucundaki kabloyu çözdüm.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Yiğit.

"Tuzak var mı, ona bakacağım," dedim. Kafamı kaldırıp ona baktım. "Bam diye atlamak istemezsin herhalde."

"Zekice," dedi. Kafa salladım. Kapağı yavaşça araladım, kamerayı deliğe sokup görüntü almaya başladım. Görüntüyü kontrol ettim. Bu sefer tuzak yoktu. Kapağı tamamen açtım. Dizimin üzerine çöküp Kaan’la birlikte içeri ilk giren biz olduk. Etrafı kolaçan ettik. Herkes güvenli şekilde indiğinde önce Kaan, sonra ben ilerledik.

Silahların ucuna taktığımız fenerler etrafı görmemiz için tek ışık kaynağıydı. Yavaş ama dikkatli ilerliyorduk. Yiğit yanımdaydı. Her zaman olduğu gibi.

"Bu kadar iyi gözükmek zorunda değilsin," diye mırıldandı.

"Umarım benim için demedin," dedim, gözüm etrafta.

"Ne?" demesiyle tam cevap verecektim ki bir ses hepimizi yerimize çiviledi.

"MOR GÖZLÜ KAHRAMAN GELİP KURTARACAK BENİ!" diye bağırdı bir çocuk sesi. Aynı anda Akın Komutan yumruğunu havada kaldırdı. Dur işaretiydi bu.

"İlkan," diye fısıldadım. Daha önce de kurtardığım bir çocuktu. Ve yine adımı sayıklıyordu.

Kafamı yavaşça o tarafa uzattım. Göz bebeklerim karanlığa uyum sağlarken, neredeyse bir kedininki kadar keskin bakışlarım gölgelerin içini rahatlıkla seçebiliyordu. Her adımı ezberlemiş gibi ilerleyen gecenin içine süzüldüm. Gözlerim puslu ama odaklıydı, nefesim ise öfkeden ağırlaşıyordu.

Omzuma dokunan Yiğit’in eli birkaç saniyeliğine beni durdurdu. Ama sadece o kadar. Umursamadım. Gözlerimi bulunduğu yöne sabitlemiş, tam karşımda olanı izliyordum. İlkan oradaydı… Küçücük bedeniyle bir kafesin içinde kıvrılmış, titriyordu. Onun olduğu yerde sadece üç adam vardı. Etraf sessizdi; karanlık, içindeki kötülüğü kusmaya hazırlanıyor gibiydi.

“Mor gözlü Türk askeri birazdan geberecek, timiyle beraber,” dedi içlerinden biri. Boğuk sesi gecenin içine pis bir yankı gibi yayıldı. O anda elindeki kemeri savurdu. Kemerin ucu çocuğun tenine şak diye inince, içimdeki tüm sınırlar paramparça oldu. Zaman dondu. Yüreğimdeki nefret, damarlarımda patlamaya hazır bir dinamit gibiydi.

“Komutanım, gideyim ben,” dedim. Sesim sakindi, ama içinde volkanlar homurdanıyordu. Gözlerim, o pisliğe kilitlenmişti.

“Tehlikeli,” dedi Yiğit, beni tanıyan bir adamın tedirginliğiyle.

“O üçünün ecdadını kadar sikerim, Komutanım,” dedim, dişlerimin arasından tıslayarak. Bu tür durumlarda susmak bana göre değildi. Benim öfkem, susturulmazdı.

“Tamam, git,” dedi kısa bir sessizlikten sonra.

“Ebesinin amına soktuğumun şerefsizi...” dedim çantamı yere bırakırken. Tüfeğimi usulca kenara koydum. “Yedi ceddini bu sefer sikeceğim. O kemeri senin götüne sokacağım.”

Tabancamı çıkarırken susturucuyu yavaşça taktım. Metalin tıkırtısı, gecenin içinde ölüm gibi ağırdı. Adımlarımı yılan gibi sessizce attım. Duvarın arkasından çıktığımda beni fark etmediler bile. Gözlerimi kısmıştım, nefes almıyordum. Gölgeler içindeki varlığımı bile unutturuyordu.

Kafesin dibinde bekleyen iki adam… İlkini alnının tam ortasından vurdum. İkincisi dönmeye fırsat bulamadan sessiz bir ıslık gibi çıkan ikinci kurşun, kafatasını parçaladı. Susturucunun sesi, ölümün fısıltısıydı.

İçeride kalan son adama yöneldim. Kafesin içine bir panter gibi daldım. Adam dönmeye çalışırken başını aniden yakaladım ve duvara geçirdim. Kemikler çıtırdadı, adamın gözleri yuvalarından fırladı neredeyse. "İşte seni böyle sikerim şeytan bile maşallah çeker amip." diye söylenerek ona baktım. "Allah canımı alsın da bir tur da ölmüşlerinin ruhunu sikeyim." İlkan’a döndüm.

“Dön ablacım arkana,” dedim sakin ama titreyen bir sesle. O minik çocuk, korku dolu gözlerle kafasını salladı. Köşeye gitti, çömeldi. Dizlerine kapandı, elleriyle kulaklarını kapadı. O an öylece durdu. Benimle yaptığı eski bir anlaşma gibiydi bu.

“Aferin prenses…” dedim, önceden can çekişen o adama tekrar yönelerek. Kafasını defalarca duvara vurdum, yüzü tanınmaz hale gelene kadar. Ardından, kalbinin tam ortasına sıktım tek bir kurşun. Sessizlik geri geldi. Adımlarımı İlkan’a çevirdim. "Kodumun antilobu," diyerek mırıldandım.

“Abla, bitmedi mi?” dedi.

“Bitti, prenses,” dedim. Ellerimdeki askeri eldivenin üzerinde kan vardı. Bir çocuğun elini tutarken kanlı bir el uzatmak, içimi burkuyordu. Ama başka türlüsü mümkün değildi bu dünyada.

“Gelmeyeceksin sandım…” dedi bana sarılırken. Küçücük kolları belime dolandı. Bir anlık sarsıldım. Küçük bir çocuk, koca bir savaşı susturdu. “Sakın ölme,” dedi hıçkırarak. “Öldün sandım…”

“Beceremiyorlar ki, prenses,” dedim yavaşça. Ardından onu kucağıma alıp yürümeye başladım, timin yanına doğru.

“İyi iş,” dedi Yiğit, gözlerini benden çok kucağımdaki İlkan’a dikip. Kafa salladım. O da gülümsedi hafifçe.

“İlkan ne olacak?” diye sordu Akın komutan.

“Köye getiremeyiz. Bu yolun sonunda, merdivenlerden yukarı çıkmadan önceki boş alanda beklesin. Orası güvenli,” dedim.

“Olur,” dedi başıyla onaylayarak.

İlkan’ı yere indirdim, sırt çantamı ve silahımı tekrar aldım. O an İlkan’ın bakışları bir an bile benden ayrılmadı. Tanımadığı adamlarla dolu bu yerden sadece bana güveniyordu.

“Gel prenses,” dedim ona. Onu her ihtimale karşı hem duvara yakın tuttum hem de kendimle arasına bedenimi koydum. Arkamızda Yiğit, önümüzde ise Davut vardı. Küçük bir prensesin koruyucu kalkanı olmuştuk. Gece sessizdi ama kalbimiz gürültülüydü.

"Mor gözlü süper kahraman mı diyorsun sen ablaya?" diye sordu Yiğit, kısık ve alaycıya yakın bir ses tonuyla. Dudaklarının kıyısı belli belirsiz yukarı kıvrılmıştı ama gözleri ciddi bakıyordu. İlkan, kollarımı daha sıkı tuttu, iyice yanıma sindi. Küçük bir kedi gibi tüyleri kabarmıştı, ama gözlerinde inatla parlayan bir şey vardı; güven.

Küçük kafasını yavaşça salladı. “Arkadaşlarım… kardeşlerim… annem, babam… hep öyle diyor,” dedi. Sesindeki masumiyet, gecenin bütün karanlığını lime lime ediyordu. Yiğit’in gözleri ona takıldı. Bir an için hiçbir şey söylemedi. Sessizlik sadece birkaç saniye sürdü ama içimizde yankısı büyüktü.

“Hımm…” diye bir ses çıkardı Yiğit. Boğazının derinliklerinden gelen bir onay gibiydi.

“Hımmhımm…” dedi hemen ardından İlkan, onu taklit ederek. Küçük bir tebessüm geçti yüzümden ama hemen kayboldu. Bu gece gülmek, harcanacak bir lüks gibiydi.

“Batur,” dedim. Başını çevirip baktı. Ses tonum, kırılmamış buz gibi sertti. “Ağır bir yarası var mı diye bakman için illa uyarmam mı lazım?”

Batur tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki İlkan hemen atıldı, savunmaya geçer gibi. “Yok ki. Sadece bir kere vurdu. Kafama değil, omzuma. Acıdı ama geçti.”

“Baksın yine de, prenses,” dedim. Sesimi yumuşatmaya çalıştım, ama o sertlik iliklerime işlemişti. Kırılmayan bir çelik gibiydim, sadece İlkan’ın elleri çatlakları bulabiliyordu.

“Sen bak,” dedi aniden. Başını hafifçe yana yatırmış, bana bakıyordu.

Ona döndüm. “Ne?”

“Abla sen bak,” dedi. Gözleriyle bana yalvardı. Gözyaşları yoktu, bu çocuk artık ağlamıyordu. Ama yüreği paramparçaydı ve sadece bana dokunmama izin veriyordu.

“Tamam,” dedim ve tek dizimin üzerine çöktüm. Ellerim dikkatle onun ince omuzlarına, kollarına, kaburgalarına dokundu. Vücudunu taradım, kemiklerini gözle ve dokunuşla yokladım. Sadece bir darbe izi vardı. Kan yoktu. Ama içindeki travmanın kanı hâlâ akıyordu.

“İyi misin?” dedim.

Küçük başını usulca salladı. Bir şey daha demedi. Beni izliyordu. Belki de içindeki en büyük savaşları ben susturabiliyordum.

Yürümeye başladığımızda, bir kayanın arkasına onun için azık bıraktım. Küçük bir ekmek, birkaç bisküvi, bir matara su. Her an saldırıya uğrayabileceğimiz bir yerde bile ona bir köşe yaratmaya çalışıyordum. Küçük bedenini taş gibi koruyacak, canım pahasına siper olacaktım.

Yukarı tırmanmadan önce, her zamanki gibi sırayla çıkıyorduk. Ben en sonda kalıyor, her birinin güvenliğe ulaştığından emin olmadan bir adım bile atmıyordum. İlkan’ı da kucağımda çıkardım, onun ayakları bu toprağa değmesin istedim. Henüz değil.

Köye girdiğimizde işler hızlı gelişti. Temizlik kısa sürdü. Göz açıp kapayana kadar bastık, birkaç çatışma oldu, ama çok uzun sürmedi. Sessizlik çabuk geldi. Belki biraz fazla çabuk.

Köylülerin arasında, yüzlerindeki korkuyu inceliyordum. Her biri başka bir trajedinin hayaleti gibiydi. Tam o sırada, duyduğum tetik sesi beni yerimden kopardı. İnce ama tanıdık bir sesti; silahın diliydi o.

Döndüm. Vurulmasına rağmen can çekişen bir terörist, yerde sürünerek tüfeğini kaldırmış, doğrudan Yiğit’e nişan almıştı. O an zaman yeniden yavaşladı. Hiç tereddüt etmeden yürüdüm. Bedenim siper, zihnim tetikteydi. Gözümde sadece tek bir şey vardı: korumak.

Adam tetiğe basamadan evvel, parmağım sıkıştı tetiğe. Kurşun, alnının ortasını buldu. Düşman, gözlerini bile deviremeden yere yığıldı. Ama o an sadece benim silahımın sesi patlamamıştı.

Bir başka silahtan çıkan ikinci bir kurşun… Hemen ardından Yiğit’in arkasında beliren duman. Göz göze geldik. O anlamıştı. Ben de.

İkimiz de aynı anda vurmuştuk adamı. Aynı anda, aynı amaçla. Korumak için. Sevmek için değil, yaşatmak için değil, sadece... korumak için.

Benim ellerim kanlıydı. Onun gözleri hâlâ sıcaktı. Ve bu savaşta, ikimiz de artık sadece asker değildik.

BÖLÜM SONU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 08.10.2024 21:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yaren Yaşar / GECE KUŞLARI / 4. Bölüm : 'Kurşunlardan Ağır Sözler'
Yaren Yaşar
GECE KUŞLARI

43.51k Okunma

4.05k Oy

0 Takip
82
Bölümlü Kitap
GİRİŞBÖLÜM 1 : "GEÇMİŞ"2. Bölüm: "KARŞILAŞMA"KARAKTERLER3.Bölüm: "Gölgelerin Altında"4. Bölüm : "Kurşunlardan Ağır Sözler"5. Bölüm : "Gökhan"6. Bölüm : "Hastane"7. Bölüm : " Mor Gözlü Süper Kahraman"8. Bölüm : " Pişmanlık"9. Bölüm : "Görev adı : Panzehir"10. Bölüm : "Vicdan Azabı"11. Bölüm : "Mavi"12. Bölüm : "Uyandı."13. Bölüm : "Kriz"14. Bölüm : " Tepede Hep Birlikte"15. Bölüm : "Küllerinden Doğan İhanet "16. Bölüm : "Papatyaların Düşüşü"17. Bölüm : "Elif"18. Bölüm : "Yaralı Ruh"19. Bölüm : "Doğruluk Mu Cesaret Mi?"20. Bölüm : "Bilinmeyen Numara"21. Bölüm : " Sırt Sırta"22. Bölüm : "Kayıp Kardeş"23. Bölüm : "Süt Anne"24. Bölüm : "Anneler Günü"25. Bölüm : "Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer"26. Bölüm : "Pusu"27. Bölüm : "Ben Türk Askeriyim."28. Bölüm : "Aşığım"29. Bölüm : "Soru Cevap"30. Bölüm : "Gizli Saklı"31. Bölüm : "Şeyma"32. Bölüm :"Yiğit"33. Bölüm : "Mavi"34. Bölüm : "Görev"35. Bölüm : "Cehennem"36. Bölüm : "Kurt Timi"37. Bölüm : "Tutsak"38. Bölüm : "Yiğit"39. Bölüm : "Mavi Nerede?"40. Bölüm : "Şehit"41. Bölüm : "Acı"42. Bölüm : "Doğum Günü"43. Bölüm : "Şerife Sultan"44. Bölüm : "İntikam Ateşi"DuyuruWhatsApp kanali45. Bölüm : "Defter"46. Bölüm : "Beyaz Gül"47. Bölüm : "Köy"48. Bölüm: "Tim"49. Bölüm : "Bul Beni"Açıklama50. Bölüm : "Yaşıyor"51. Bölüm: "İnandırma Çabası"52. Bölüm : "Mavi"53. Bölüm : "Açılan Mezar54. Bölüm : "Otopsi Sonucu"55. Bölüm : "Mavi'm"56. Bölüm : "Aşk"57. Bölüm : "Mavi neler yaşadı?"58. Bölüm : "Rihem"59. Bölüm : "Mavi"60. Bölüm: "Gökhan"61. Bölüm : "Kalp Acısı"62. Bölüm : "Eski Aşklar"Yazar ile soru ve cevapları63. Bölüm : "Çift seçimi"64. Bölüm : "Eski Günler"65. Bölüm : "Balo Hazırlığı"66. Bölüm : "Balo"Yazar ile soru cevap 267. Bölüm : "Biten Görev"68. Bölüm :"Yüzbaşı"69. Bölüm : "Yara"UyarıDuyuruu70. Bölüm : "Kabuslar"71. Bölüm : "Tolga"72. Bölüm: "Kız benim"Duyuruu
Hikayeyi Paylaş
Loading...