Mavi Yaren'in Anlatımıyla
Gece'nin nefesi göğsümde, usulca salınıyordu. Küçük elleri, kucağıma sığınmış bir çiçek gibi, nazlı nazlı kıpırdıyordu. O uyurken dünya susmuştu sanki. Savaşlar, bağırışlar, kan... hiçbir şey yoktu bu odada. Sadece bir meleğin huzur dolu soluğu vardı. Göz kapaklarımın ardında yanan harabeler bile, onun bu sessizliğinde bir anlığına küle dönüyordu.
Ama işte hayat... Huzur dediğin şey, çalan bir telefon sesiyle darmadağın olabiliyor.
Titreşim modundaki telefonun ufacık titremesi bile, içimde deprem etkisi yaratmıştı. Uyumasın diye almıştım titreşime. Gece’nin uyanmaması gerekiyordu çünkü, onun uyanmasına değecek bir haber yoktu bu hayatta artık. Ben bile bazı sabahlar gözümü açtığıma pişmandım.
Telefona uzanırken Gece’yi daha sıkı tuttum. Hani bazen birine sarıldığında sadece onu değil, kendini de ayakta tutarsın ya... Öyle bir andı.
Ekranda İbrahim Albay’ın adı yandı. Kalbim, tetiğe parmak dayamış gibi gerildi. “Emredin komutanım.” dedim, boğazımdaki yumruya rağmen sesim netti.
Karşıdaki nefes, taşıdığı yükle ciğerimi ezdi. Bir sesin bile bu kadar yorgun, bu kadar buruk çıkabileceğini bilmezdim. “Yaren... Kızım...” dedi. Sadece iki kelime. Ama içlerine bin savaş sığmıştı.
“Emredin komutanım.” diye tekrarladım. Kendimi hazır hissetmiyordum ama hazırsızken bile hazır olmak zorundaydım.
“Bak... Bu görevi kabul etmek zorunda değilsin. Söylemek zorundayım bunu sana.”
Aynı saniyede, daha ne olduğunu duymadan söyledim. “Kabul.”
O sustu. Ben de... Belki birkaç saniye, belki bir ömürlük sessizlik girdi aramıza. “Yaren, önce görevi dinle. Bu... kolay bir şey değil. Tehlikeli.” dedi. Sesinde bir baba korkusu vardı. Sanki “gitme” diyordu, ama askerdi... Demeye hakkı yoktu.
“Sorun yok, komutanım. Kabul ediyorum.” dedim.
O sustu tekrar. Sonra o son cümleyi kurdu. “Sevdiklerinle vedalaş kızım... Dönme ihtimalin çok zor.”
Ve o an… o an bir şey kırıldı içimde. Geriye dönüşün olmadığı bir yolun kıyısındaydım. Kırık dökük bir cesaretle gülümsedim, komutana değil, hayata inatla. “Emredersiniz komutanım.”
O kapattı. Ben donmuş elimde hâlâ telefonu tutarken, Gece’nin nefesi hâlâ göğsümdeydi. Kendime bir saatlik mühlet verdim. Bir saatte ne yapılır? Bir saate ne sığar? Belki bir ömür, belki son bir sarılma.
Telefonu bıraktım. Ekranda isimler vardı. Olan isimler kısıtlıydı. Hepsini tek tek aradım. Sanki her biri, kalbimin bir köşesinde yaşayan parçalardı. Hepsine dokunmalıydım. Çünkü belki bir daha olmayacaktım.
Ben ölmeyi istedim.
Gerçekten. İlk defa bu kadar net. İçimden değil, hücrelerimden, kemiğimden, geçmişimden istedim bunu. Çünkü ben yaşamak değil, Gökhan’ın yanına kavuşmak istiyordum. Ben bu aptal dünyada nefes almak değil nefesim kesilsin istiyordum.
Yukarı çıktım. Adımlarımın sesi evin koridorlarında yankılanırken içimde bir cenaze yürüyüşü başlamış gibiydi. Her şey olması gerekenden daha soğuk, daha ağır ve daha sessizdi. Odamın kapısını açtım. Işığı yakmadım. Karanlık, o an hissettiğim her şeyi daha net gösteriyordu bana. Işık sahteydi, ama bu karanlık... Bu karanlık gerçekti.
Dolabımı açtım. Asılı duran kıyafetlere baktım ama hiçbirine gözüm değmedi. Renk yoktu, anlam yoktu. Elim, alışkanlıkla siyah bir balıkçı kazağa uzandı. Kumaşı parmaklarımın arasından kayarken tenimde bir ürperti gezindi. Soğuktan değildi bu, içimde açılmış bir mezarın rüzgârıydı. Altıma bol paçalı, simsiyah bir pantolon geçirdim. Ne moda umurundaydı ne görünüş. Bir vedaya giderken insan şık görünmek için giyinmezdi. Vedaya giderken siyah giyilirdi. Sessizliği giymek gibi bir şeydi bu.
Aynanın karşısına geçtim. Saçlarımı toplamadım. Dağınık kaldılar, aynadaki yansımam kadar başıboş. Yüzümde ne bir makyaj ne bir renk vardı. Dudaklarım solgundu, göz altlarım mor. Bir ölüye dönüşmenin eşiğindeydim. Yaşayan bir ölü gibi baktım kendime. "Gitmeye hazırım," dedim sessizce, sadece kendi sesime inanmak için.
Alt kata indim. Gece hâlâ uyuyordu. Küçük burnu hafifçe kıpırdıyor, dudaklarıyla tatlı bir düşü mırıldanıyor gibiydi. Yanına eğildim. Yanağına tüy kadar hafif bir öpücük kondurdum. "Ablam," dedim kısık bir sesle. Parmaklarım minik saç tellerinde dolaştı, sanki son kez ezberlemeye çalışıyordum. "Ablan gidiyor şimdi. Sana geri gelirim diye kandırmam güzelim," dedim. Bir öpücük daha bıraktım yanağına. "Çünkü ben de bilmiyorum," diye ekledim. Bu bir yalan olamazdı. Umut bile olamazdı.
Kalktım. Gözümü ondan ayıramadan biraz daha izledim. Sonra yüzüme sert bir ifade yerleştirip odadan çıktım. Yiğit’in odasından bir kâğıt buldum, bir şeyler karaladım. Ne yazdığımı bile hatırlamayacaktım belki, ama o kağıt, arkamda kalan sessiz bir çığlık olacaktı.
Gece’yi Asena’ya teslim ettim. Sadece kısa bir açıklama yaptım. Fazlasını sorarsa cevaplayamazdım. Karargaha doğru yürürken rüzgâr suratıma tokatlar atıyordu. Gökyüzü griydi, sabah bile doğmamış gibiydi. Her şey sanki beni uğurluyordu.
Karargahta üniformamı giydim. Kumaş tenime değdiğinde içimde soğuk bir boşluk açıldı. Üniforma taşımak, sadece vatana değil, ölüme de hazır olmak demekti. Komutanın odasına doğru yürüdüm. Kapıyı çaldım. İçeride sadece İbrahim Albay’ı beklerken bir kişi daha vardı. Omzundaki işaretten Tuğgeneral olduğunu anladım. Sert bir asker selamı verdim.
“Kendini tanıt,” dedi tuğgeneral.
“Kıdemli Üsteğmen Mavi Yaren Yıldırım. Emredin komutanım,” dedim.
“Rahat Yaren,” dedi. Rahat pozisyonunu aldım ama içimdeki hiçbir şey rahat değildi.
“Görevi direkt kabul etmişsin?” dedi sorgulayan bir ses tonuyla.
“Evet komutanım.”
“Görevin ne olduğunu biliyor musun?”
“Bilmiyorum komutanım.”
“Bilmediğin bir görevi neye göre kabul ediyorsun?”
“Vatana hizmet komutanım.”
Gözlerimin içine baktı. Birkaç saniye sessiz kaldı. “Ölümü göze alıyor musun? Gidip de dönmeyebilirsin,” dedi.
“Ölümü göze almasam asker olmazdım komutanım.” Başını salladı.
“Haklısın,” dedi sadece.
İbrahim Albay bir dosya uzattı. “Görev bu dosyada.” Aldım. Dosya elimdeyken tuğgeneral konuşmaya başladı. “Bir yere sızman lazım. Uzun süredir bir tim adamın elinde,” dedi. Dosyayı açtım, ilk sayfada adamın fotoğrafı vardı. Soğuk bir surat, kirli bir sakal ve gözlerinde insanlık namına hiçbir şey olmayan biri.
Kafamı kaldırdım. “Aklından neden direkt baskın yapmadığımız geçiyor değil mi?” dedi tuğgeneral.
“Öyle komutanım,” dedim. Gözlerimdeki sessiz soruya gözleriyle cevap verdi.
“Çünkü içeride bizim insanlarımız var. Canlılar. Onları almadan bu herifi yakmanın anlamı yok. Sen onların arasına sızacaksın.”
"Adamın terörist olduğuna dair delil yok. Ona saldırmamız demek, doğrudan savaş suçu sayılabilir." dedi tuğgeneral, kelimeleri dikkatle seçerek. Gözlerinde, kararın ağırlığını bilen bir adamın temkini vardı.
Başımı yavaşça salladım. Bu durum, düşündüğümden daha karmaşıktı. "Peki," dedim, sesi fazla yükseltmeden ama kararlı bir tonla. "Adamın elinde bir tim olduğuna nasıl bu kadar eminiz?"
İbrahim Albay cevapladı, gözleri dosyadaki notlarda takılıydı. "En son, askerlerden birinin künyesindeki verici, sinyali ona ait bir arazide verdi. O noktadan sonra bağlantı kesildi."
Yine başımı salladım. Mantıklıydı ama hâlâ eksik parça çoktu. "Anladım komutanım," dedim kısa ve net bir şekilde.
"Adamın yanına sızman gerekiyor," diye devam etti İbrahim Albay. “Çapkınlığınla bilinen biriymiş. Etrafı kadınlarla doluymuş, her seferinde farklı biri.”
Kaşlarım istemsizce çatıldı. Ne demek istediklerini anlamıştım artık. Yine de sessizce dinlemeye devam ettim. “İyi görünümlü olduğunu söylemişti bir istihbarat raporu. Onun yeni karısı ya da sevgilisi gibi yaklaşacaksın. Güvenini kazanman gerek.”
Görev, alışık olmadığım kadar kişisel bir forma bürünmüştü. Ama ben görevleri ayırmazdım. Tehlike, ölüm, acı… hepsi zaten benim evim gibiydi. Kadın olmak ya da güzel olmak, avantajdı. Bunu kullanmak da benim görevimdi. Emir almıştım. Ve içim, sessizce kabul etmişti çoktan.
Dosyaya bir kez daha döndüm. Sayfada, adamın adı kalın harflerle yazıyordu: Emir Karlı. O isme öylece baktım. Gözlerim harflerin üstünde sabitken, zihnim çoktan planlara dalmıştı. Tüm detayları hızla aklıma kazıdım. Her satırı ezberledim. Ve sonra gözlerimi dosyadan kaldırıp komutanların gözlerine baktım.
“Kabul ediyorum,” dedim, bir kez daha. Bu kez daha net, daha keskin bir tonla.
Tuğgeneral omuzlarını doğrulttu, nefesini tuttu bir an. Gözleri gözlerimde asılı kaldı. "Bütün her şeyi göze alıyor musun?" diye sordu. Yüz ifadesi, cevabımı zaten biliyor gibiydi. Ama yine de duymak istiyordu.
"Alıyorum," dedim. Sözlerim, bir yemin gibiydi.
"Tamam Yaren," dedi en sonunda. "Hemen çıkman gerek. Timinle vedalaşmak istersen, zamanın var."
Nefes alıp verdim. Tam sırtımı dönüp çıkacakken, sesimi biraz yavaşlatıp geri döndüm. "Komutanım..." dedim. Sesi hafifçe titreyen bir ricaya dönüşmüştü. “Sizden bir şey isteyebilir miyim?”
Albayın kaşları çatıldı, gözleri kısıldı. “Dinliyorum.”
"Yakınlarda bir yere sadece on dakikalığına izninizi istiyorum. Gidip geleceğim, söz. Çok uzak değil."
“Biriyle mi vedalaşacaksın?” diye sordu. Başımı salladım.
“Evet, komutanım.”
“Bu yerde, on dakikada yetişebileceğin bir ev yok. Kime gidiyorsun?” dedi.
“Ev değil,” dedim boğazım düğümlenerek.
Kaşlarını daha da çattı. “Anlaştın mı? Seni görmek için biri mi geliyor?”
“Gelemez komutanım,” dedim. Kelimeler ağzımdan kurşun gibi döküldü. “İstese de artık olamaz.”
Albay'ın yüzü gerildi. Nereye gitmek istediğimi anlıyordu ama hâlâ inanmak istemiyordu. “Nasıl yetişeceksin o zaman?”
“Mezarlık buraya yakın,” dedim. Söz bitti. Orada kaldık.
Dondu. Gözleri, karşımda değil de, geçmişte bir yere sabitlenmiş gibiydi. "Yakınlarda Sadece kimsesizler mezarlığı var," dedi.
“Biliyorum,” dedim sessizce.
“Kimsesizler mezarlığı mı?” dedi, sesi çatallaşmıştı.
“Evet, komutanım.”
Uzun bir süre sustu. Odadaki hava, ağırlaştı. Zaman bile bir adım geri çekilmiş gibiydi. "Git," dedi sonunda. Sesi kırık, ama kararlıydı. “Gör ve gel.”
Sadece başımı eğdim. Bir asker gibi değil... bir insan gibi... bir kadın gibi...
Bir mezar başında veda etmek için. Hemen üzerimdeki üniformayı çıkarmaya çalışmadım bile. O kapıdan, bir askerin disiplinine uygun ama kalbi paramparça bir kadının aceleciliğiyle çıktım. Ayaklarım yere basmıyor gibiydi, her adımda rüzgâr gibi geçiyordum sokakları. Zaman, sanki inadına akıyordu. Onun yanında geçireceğim bir saniyemi bile başka bir şeye harcamaya tahammülüm yoktu.
Koşarak gittiğim ilk yer, her zaman uğradığım çiçekçiydi. O eski kadın, beni görünce gözlüklerinin ardından gülümsedi.
“Aa kızım, sen asker miydin?” dedi merakla.
“Öyleyim ablacım,” dedim, nefes nefeseydim. Aceleyle parayı uzatıp bir demet bembeyaz gülü aldım. Hiç çiçeklerin yapraklarına dokunmadım, yalnızca saplarının dikenli ucundan tuttum. Ellerin batmasını umursamadım. Acı bana yabancı değildi, ben zaten acıyla yürüyen biriydim.
Yolları ezbere biliyordum. Her taşını, her ağacını, her sessizliğini tanıyordum. Bu şehirde en çok yürüdüğüm yer, onun yanına çıkan bu yoldu belki de. Ayaklarım beni götürmedi, kalbim çekti. Ciğerlerim yanarak vardım mezarına.
Ve orada… Dizlerimin üzerine çöktüm. Dünya yine sustu.
“N’aber yakışıklı?” dedim. Cevap gelmedi tabii. Her zamanki gibi. “Demek hâlâ bana küs. Rüyalarıma bile gelmiyorsun.” dedim, elimdeki gülün bir tanesini yavaşça toprağa bırakarak. “Ama ben… ben çok özledim seni.”
Başımı eğdim. Gözlerim kapanmadı ama bakmıyordum hiçbir yere. Yalnızca onunlaydım.
“Bak, üniformayla geldim,” dedim gülümseyerek. Ama o gülümseme ağlamamak için takılan bir maskeydi. “Gerçekleştirdim hayallerimi.” Bir nefes verdim. Soğuk, kesik bir nefes. “Ama ben seninle gerçekleştirmek istiyordum Gökhan. Benim hayallerim hiçbir zaman tek kişilik değildi ki. Omuzlarım titredi. Rüzgâr saçlarımı karıştırırken, gözyaşlarımı yüzümden silmedi. O da biliyordu… bu gözyaşı, susmamış bir yasın izi gibiydi.
O sırada arkamdan biri seslendi. “Kızım?”
Başımı çevirdim. Yaşlı bir adamdı. Ellerinde baston vardı, yüzü yılların acısıyla buruşmuştu.
“Buyur amca,” dedim nazikçe.
“Şu mezarın başındaki numarayı okur musun bana?” dedi, bastonuyla yanımdaki mezarı işaret etti.
Yaklaştım, eğildim. “3721” dedim.
Bana dikkatle baktı. “Sen askersin değil mi?” Kafa salladım. “Kimdir o mezarda yatan? Seni de düşürmüş yollarına.” dedi, sesi yorgun ama anlayışlıydı.
“Sevdiğimdir amca,” dedim, gözlerime dalan uzaklığa bakarak.
“Gençsin be kızım…” dedi. “Bak hayatına. Uzaktır o sana…”
Derin bir nefes aldım, başımı kaldırdım gökyüzüne. “Dokunamayacağım kadar uzak olsa da sevebileceğim kadar yakın be amca bana.”
Bir süre sessizce baktı mezara. Sonra sesi titredi. “Benim de kızımı buraya gömmüşler. Haberim yoktu. Meğer buradaymış yıllardır.”
Mezara baktık birlikte. O başka bir evladını arıyordu, ben kaybettiğim canımı.
“Başın sağ olsun amca,” dedim içtenlikle.
“O güzel gözlerine taş değmesin kızım… hadi, ben tutmayayım seni,” dedi, elini başıma koyar gibi havaya kaldırarak.
“İyi günler dilerim amca.”
“Yolun açık olsun kuzum,” dedi, sonra ağır ağır uzaklaştı.
Son kez baktım toprağa. “Söz veriyorum,” dedim sessizce, “öldürmeden dönmeyeceğim.”
Sonra sessizce kalktım. Gözlerim nemliydi ama yürüyüşüm dimdikti. Mezarlıktan çıktım. Ne arkamdan bakan oldu, ne de arayacak biri. Çünkü ben artık sadece Yiğit, Ilgaz ve Ateş'e emanettim.
Ve kimseye veda etmeden, sessiz ve derin bir kararlılıkla görev için yola çıktım.
BÖLÜM SONU
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |