Göreve gitmek için çoktan hazırlanmaya başlamıştık.
Bizim hayatımız buydu. Bir görev, bir veda, bir dönüş ve tekrar başa sarış… Herkes ailesini birkaç dakikalığına bile görmenin mutluluğunu yüzlerinde taşıyordu. Kahkahalar, hüzünlü ama gururlu bakışlar ve zamanın acımasız ilerleyişi...
Yiğit’in annesi, oğlunun yakasını düzeltiyor, gözleri dolmasına rağmen gülümsüyordu. Öz olmasa da Yiğit'i öz çocukları gibi sevdiğini göstermek için bir çabalarına bile gerek yoktu. Batur, küçük kızını havaya kaldırıp yanağına bir öpücük kondurduktan sonra usulca yere bıraktı. Kızı, babasının elini bırakmak istemiyordu. Davut sessizdi, ama parmaklarını annesinin avuçlarının içine sıkıca kilitlemişti. Birkaç dakika sonra hepimiz gidecektik. Ve kimsenin bir sonraki vedası için garantisi yoktu.
Benim yüzümde de salakça bir gülümseme vardı. Ama bunu bile zorla tutuyordum. Çünkü vedalaşacak kimsem yoktu.
Görev emri gelmişti. Herkes ailesiyle son kez vedalaşıp yola çıkmaya hazırlanıyordu. Kısa ama ağır vedalar… Zaman yetmiyordu, kelimeler yetmiyordu. Ben sadece çantamı sırtıma aldım ve sıralanmak için diğerlerinin yanına geçtim.
Son bir kez eğilip postallarımın bağcıklarını sıktım. Hazırdım.
"Hadi ana kuzuları sizi." dedim gülümsemeye devam ederken. "Gidiyoruz da."
"Kıskandınız mı komutanım?" dedi Aren gülerek.
"Aren emir komuta bende biliyorsun dimi?" dedim tehditkâr bir ses tonuyla. "Dönüşte mekik şınav istemiyorsan ses kes."
Sertçe yutkunarak "Emredersiniz komutanım." dedi.
Komutanın hazırlanmamız için verdiği on beş dakika hepimize yetmişti. Fazla zamanımız yoktu ve biz bunu iyi biliyorduk. Dışarı çıktığımızda hangarın önünde ip gibi dizildik. Rütbe sırasına göre sıralanmıştık. En önde Yiğit vardı, hemen yanında ben. Geri kalanlar da rütbelerine göre yerlerini aldı.
Hafif esen rüzgâr, hangarın tavanında asılı Türk bayrağını usulca dalgalandırıyordu. Birkaç metre ötede jet motorlarının tiz sesi havayı kesiyordu. Ama bizim için zaman durmuş gibiydi. İbrahim Albay, sert adımlarla önümüze geldi. Bizi baştan aşağı süzdü. Sonunda bakışlarını yine üzerimde sabitledi.
Bu aralar bu bakışlar fazlasıyla uzun sürüyordu. Komutanım olmasa, farklı bir tepki verirdim belki. Ama disiplin her şeydi. Ve ben ilgiden hoşlanan biri değildim. Alışık değildim. Alışmayı da istemiyordum. Komutan gerekli bilgileri verdikten sonra sesi tok ve net bir şekilde yankılandı:
"Emir komuta sende, Yaren."
Başımı hafifçe öne eğip, "Emredersiniz, komutanım!" dedim. Sesim sağlamdı, ama içimdeki fırtına da gerçekti.
İbrahim Albay, son kez bir adım geri çekildi. Omuzlarını dikleştirdi ve gökyüzüne kısa bir bakış attı. Ardından gür sesiyle, bize bir duaymışçasına seslendi:
"TOPRAK!"
Bütün tim aynı anda tek bir ses oldu: "TOPRAK!"
Komutanın sesi son kez yankılandı: "Allah yolunuzu açık etsin."
Ve biz, gözlerimizde görev bilinciyle, adımlarımızı ileriye doğru attık. Helikoptere binip beklemeye başladık. Acil olarak ulaşmamız gereken yere varana kadar aklımdan binlerce plan geçti.
Görev basitti: Bir adamı alıp getirecektik. Kâğıt üzerinde.
Ama iş sahaya gelince öyle olmuyordu. Adam, her seferinde bir yolunu bulup kaçıyordu. Peşinden koşmaktan bıkmıştık. Sanki bizimle dalga geçer gibi, her defasında son anda elimizden kayıyordu. Bu sefer hata yapmayacaktı.
Sonunda bilgi düştü: Adam, koca bir villada alem yapacaktı.
Resmen "Gelin, beni alın." demişti. E, biz de tabii ki davete icabet ederdik. Etmesek ayıp olurdu. Ayıp etmek demek bize yakışmazdı.
Şerefsiz kendini buraların babası olarak adlandırıyordu. Sözde hüküm sürüyordu. Bizim gibi adamları küçümsüyordu. Ama bu gece... Onun saltanatını devireceğimiz geceydi.
Amık keli.
Sinirlendim yine. Neyse, adamı indirirken atarım sinirimi.
Helikopterin içinde herkes sessizdi. Telsizden ara ara parazitli sesler yükseliyor, motorun o sürekli vınlaması kulaklarımızda çınlıyordu. Yiğit silahının namlusunu kontrol etti, Tolga çenesini eline yaslayıp gözlerini kapattı. Herkes kafasında bir şeyler planlıyordu.
Sonunda iniş için alçalmaya başladık.
İçimdeki adrenalini bastırmak için gözlerimi kapatıp bir anlığına nefes aldım. Helikopterin kapakları açıldığında, gece ayazı yüzüme çarptı. Hafif sis vardı. Gökyüzü, üzerimize eğilmiş bizi izliyor gibiydi.
Adımımı attığımda farkında olmadan mırıldanmaya başladım:
"Gül renginde gün doğarken,
Boğazdan gemiler usulca geçerken…
Gel çıkalım bu şehirden,
Ağaçlar, gökyüzü ve toprak uyurken…"
Etrafı kolaçan ederken gözüm Yiğit’e takıldı. Hepimiz tetikteydik, ama o bana doğru yaklaşıyordu.
"Dolaşalım kumsallarda,
Çılgın kalabalık artık uzaklarda…"
Tam şarkıya devam edecekken Yiğit, yanıma gelip kaşlarını hafif kaldırdı. "Bir şey mi oldu?" diye sordum.
"Hayır," dedi hafif bir gülümsemeyle. "Hayallerime kavuşacak yer buldum. Devam etsene mırıldanmaya."
Kaşlarımı çattım. "Sen nasıl duydun be?"
Bana bakıp başını yana eğdi. "Ya devam etsene," dedi usulca. "Ne diye sorguluyorsun?"
Onu süzdüm. Hafifçe iç çekip omuz silktim. Şarkıya devam ettim. Yiğit’in yüzündeki ifadeyi göremedim, ama bir şey düşündüğü belliydi. Görev başlamadan önce birkaç saniyeliğine bile olsa huzur vardı. Ama çok sürmeyecekti.
Yiğit'in söylediği her kelime, içimdeki duvarları biraz daha sarsıyordu. Bir yanda huzur vardı, diğer yanda ise bir belirsizlik. Bu karışıklık, tıpkı helikopterin o alçalmaya başladığı an gibi…
Hızla yere yaklaşırken, sanki içimde bir şeylerin düşmesi gibi.
Şarkıyı birlikte söyledikten sonra, birbirimize baktık. Bir an, gözlerimizde kaybolduğumuzu hissettim. Ama o, sanki beni daha da derine çekiyordu. Gözleri, geçmişin yüküyle dolu bir şeyler söylüyordu.
Tam o sırada, Yiğit birden adımı söyledi: "Mavi."
Bu söz, adımı söylemesinden çok daha fazlasıydı. Beni bekleyen bir şey vardı, ama ben hâlâ hazır değildim.
"Gülmen için illa onu mu hatırlatmamız lazım?"
O an içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Geçmişin hayaletleri, belki de sonradan farkına vardığım bir kırılma anıydı. Yiğit’in bu sorusu, her şeyin tam ortasında bir yara açtı. Beni ona iten bir şey mi vardı, yoksa o da sadece beni anlamadan peşinden mi gidiyordu?
"Ne alaka?" dedim, ona bakmadan.
"Gülmek sana o kadar yakışırken, neden saklıyorsun?" diye sordu.
Bir şey demedim, daha doğrusu bir şey diyemedim. "İçimden gelmiyor çünkü," dedim, uzun bir süre sessizlikten sonra ona bakmak yerine etrafa bakınarak. "Onu kaybettikten sonra güldüğüm her şey, onu hatırlatıyor. Ve buna gülüşüm de dahil."
Bana baktı, sadece. Gözlerinde, sanki anlatmak istediği bir şey vardı ve beni anlamamı bekliyordu. Ama belki de sadece bana öyle geliyordu. Demiştim ya, Gökhan’ın katili, sadece onu öldürmekle yetinmemişti. Ruhumu da öldürmüştü.
Yiğit bir şeyler mırıldandı ama ne dediğini duymadım, ya da sorgulamadım. Sadece yürümeye devam ettim. "Biliyor musun?" dedim, birden. Yiğit bana bakarak pür dikkat beni dinliyordu. "Bana papatya verirdi," dedim, gülümseyerek. Gözlerimin önüne gelen papatya, onu anımsattı.
"Biliyorum," dedi, fısıldayarak.
"Papatya saflık ve masumiyeti simgeler," dedim, yüzümde dalga geçen bir gülümseme ile. "İkisi de bende olmayan şeyler."
Yiğit bana baktı, derin derin. Sonra, "Acıyor mu?" dedi, kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Kalbin canını yakıyor mu?"
"Benim bir kalbim yok ki," dedim, omuz silkerken. "Onun öldüğü gün atmayı bıraktı."
Konuşmamızı bitirdik. Villanın önüne gelmiştik. Sessizlik her yanımızı sardı. Etrafı inceledim, diğerleri de benim gibi etrafı dikkatle incelemeye devam ediyordu. Plan basitti. İki gruba ayrılacaktık. Bir grup arkadan sessizce girecek, bir grup ise önden dalacaktı. "Aren, Kaan, Davut, Batur," dedim. Telsizden hepsinden aynı ses yükseldi.
"Emredin komutanım."
"Götlerinizi kollayarak arka kapıdan giriş yapın, ön taraftan giren bizler için yolu temizleyin," dedim. Elimi havaya kaldırdım. "Toprak," dedim, sesim sinsi bir şekilde çıkıyordu. "Hadi biraz ses çıkaralım."
İçeri sızarken sesimiz bile çıkmadı. Hemen arkamda olan Yiğit, elindeki susturucu ile hem kendini hem de beni koruyordu. "Mavi," dedi, fısıldayarak. Ona kısa bir an bakıp, hemen başımı çevirdim. O da bana baktı, gözlerimiz bir saniye için buluştu. Ben bakışlarımı hemen ondan çektim. "Vurursan kursuna kafa atmak yok, yoksa ben öldürürüm seni," dedi, gülerken.
"Ne olur, üzülür müsün?" diye sordum.
"Üzülürüm," dedi direkt, gözlerimin içine bakarak. Ben ona bakamadım. O anda şaşırdım.
"Nasıl yani?" dedim, kafam karışmış bir şekilde.
"Güvendiğim ve yanımda olmasından mutlu olduğum birini kaybedersem, üzülürüm," dedi. Tam o sırada arkasındaki adama bir kurşun sıktım, ama ona cevap veremedim.
"Sen önce kendi götüne sahip çık," dedim, sinirle.
"Neden üzülür müsün?" dedi, gülümseyerek.
"Hee, oturup ağlarım," dedim, gözlerimi devirerek.
"Gözün çıkacak gözün," dedi. Omuz silkerek devam ettim, ama içimde biriken öfke daha da büyüyordu. O an, her şey bana yabancı gibi gelmeye başlamıştı. Her şeyin tekrarı gibiydi bu anlar. Bir gün, belki de fark etmeden, aynı kısır döngüye hapsolacaktık.
İkimiz de etrafımızdaki her tehlikeyi kolluyorduk. Ama aramızda bir fark vardı; biz birbirimizi koruyorduk. Ve bu, her geçen saniye daha önemli hale geliyordu. Birbirimize güvendiğimiz her an, bizden alınmaya çalışılan o her şeyi geri almak gibi hissettiriyordu.
Villanın içine girmek için, ikiye böldüğümüz gruptan diğer grubu bekliyorduk. Bir an, bu görev de bitseydi her şeyin bir süre daha sakinleşeceğini düşünüyordum. Ama biliyordum ki bu dünyada her şey geçiciydi. Sakinlik de elbette geçer, ve içimdeki fırtına ile beni yalnız bırakırdı.
Temiz komutu geldiğinde, içeriye dalacaktık. O an, her şeyin sonuna yaklaşırken, bir tedirginlik içimi sardı. Kafamda bir sürü soruya yer vardı; ancak şimdi değil, şimdi sadece harekete geçmemiz gerekiyordu.
"Hadi lan Batur. Yaşlandın mı?" Dedim, biraz da dalga geçerek. İçimdeki gerilimden bir nebze olsun kurtulmak istiyordum. Ama Batur’un cevapları, hep olduğu gibi, beni düşündürmeye zorladı.
"Ne yaşlanması komutanım," dedi Batur. Bir süre durdu, sonra sesinde bir değişiklik daha vardı. "Daha çok var yaşlanmama," dedi. Hani o an, insanlar bazen ne kadar normal gözükmeye çalışsalar da, içlerinde bir fırtına koptuğunu hissettirirler ya, işte Batur o an böyle hissettirdi.
"Sen yaşlandın mı bilmem ama ben seni burada beklemekten yaşlandım," dedim. Ve o an, zamanın ne kadar hızla geçtiğini düşündüm. Gerçekten de her geçen an bir başka kayıp gibi, bir başka bekleyiş gibi hissediliyordu.
"Sizi tanıdığımdan beri içinizde 70 yaşında bir nene yatıyor zaten komutanım," dedi Batur. Timden kıkırtı sesleri yükseldi, ama içinde bulunduğumuz durumu hiç hafife alacak durumda değildik. O yüzden gülümsesem de, gözlerimdeki donukluk, o an her şeyin anlamını yitirdiğini gösteriyordu.
"Tamam iste Batur." Dedim, biraz da dalga geçerek. Çağrı’nın arkasındaki adamı tek bir mermiyle yere serdim. Çağrı şok içinde bir bana bir de arkasındaki adama baktı. O an, hiçbir şeyin ne kadar basit olabileceğini düşündüm. Bir mermi, bir hayatın sonu olabilirken, ben her zaman bunu bir adım daha ileriye taşımak istiyordum.
"Sağ olun komutanım," dedi Çağrı, şaşkın bir şekilde. Gözlerindeki belirsizlik, ona yardım etmeyecek kadar derindi.
Kafa salladım, sadece. "İçimdeki 70 yaşında olan nene uyanmasın." Diye devam ettim, az önceki yarım kalan cümlemi. Daha sonra Çağrı'ya döndüm. "Kolla arkanı dayak yiyeceksin he."
"Buyurun, uyanmasın tabi komutanım. Temiz," dedi Batur, hala gülümseyerek ama aynı zamanda olayın ciddiyetini de hissettirerek. Çağrı ise bir şey demedi ve daha dikkatli olmaya çalıştığını belli etti. Ve sonrasında, beklediğimiz komut geldiğinde içeri dalış yaptık. O an, kalbimdeki her atış, biraz daha hızlandı.
Merdivenlerde, Yiğit arkamda geri geri gelirken, ben önde yürüyordum. Merdiven arasından kafamı hafifçe uzatarak baktım ve baktığım tarafa doğru silahımı kaldırdım. "Mavi," dedi Yiğit. Ona baktım. Gözlerimiz buluştu ve "Eğil," dedi. Eğildim. Arkamda bir yeri vurdu.
"Eyvallah," dedim.
"Eyvallahın ile yaşa," dedi Yiğit, gülerek. Devam ettik yola.
En üst kata çıktığımızda adamın burada olduğuna emindim. Hatta nerede olduğunu da biliyordum. Masanın altındaydı. "Bak bak bak," dedim, dalga geçerek. "Azrail geldi ama alacağı can saklanmış," dedim. Dalga geçer gibi güldüm. Sonra masaya yaklaştım. "Ama bilmediği bir şey var," dedim, yere doğru eğilmeden masayı geriye doğru fırlattım. Adam karşımda titreyerek bana bakıyordu.
"Koparılma emri gelmiş bir baş bedende fazla durmaz," dedim. Adamın saçlarından tutarak onu diz üstü konumuna getirdim. Gözlerimdeki kararlılıkla. Adamı öldürmeyecektim, ama onun burada durmasına izin de vermeyecektim. İçimdeki karanlık, onun varlığını daha fazla kabul etmiyordu. Her geçen saniye, içinde bulunduğum bu ortam daha da bunaltıcı hale geliyordu.
"Ben bir şey yapmadım," dedi.
Gözümü kenarda duran sopaya çevirdim.
"Koparılma emri, özellikle bana verildiği takdirde hiç durmaz," dedim. Adamı öldürmeyecektim, ama o bunu fark edemeyecek kadar kafası karışmıştı.
"Şerefsiz, eğer yaradığı için nefes alıyorsa, bir şekilde o nefesi almaya devam etmesi gerekir," dedi Yiğit. Ona baktım .O da bana bakarken birkaç saniyeliğine göz göze geldik ama hemen kaçırdım gözlerimi. Onu öldüreceğimi düşünüyordu anlaşılan, ama ben başka bir şey yapacaktım. Benim yolumda durmak, başka bir bedeli gerektiriyordu.
"Eee, tamam, yeni solunum yolları açarım ben de," Dedim, bir yandan da içimdeki öfkeyi dindirmeye çalışarak. Ama ruhumun en derin köşelerinde, bir başka savaş daha vardı; her adımda, her hareketimde ona yaklaşmak, karanlıkta kaybolmak.
"Alın beni bu ruh hastasından," dedi adam, sinirli bir şekilde. Bizimkilerden bir kahkaha yükseldi. Adam, benden kurtulmaya çalışırken, Yiğit’in söyledikleriyle birlikte gülüşmeler yükseldi timden. Şimdi bizdeki sessizlik, zamanla daha da yoğunlaşıyor, her kelime, her göz teması daha anlamlı hale geliyordu.
"Aaaa, çok ayıp, neyimi gördün de şimdi bana ruh hastası diyorsun?" dedim, alaycı bir şekilde. Yüzüne bir yumruk yapıştırdım. Adamın burnundan kırılma sesi geldi, ardından kan aktı. Yana düşen kafasıyla acı bir inilti döküldü dudaklarından. "Ben masum bir kızım," dedim, gülerek. Ama içimdeki o his, hâlâ gitmiyordu. Düşüncelerim bir an karıştı, ama yüzümdeki maskeyi düşürmeden devam ettim. "Ya da belki de değilim." dedim omuz silkerek.
"Dimii, dimii, çok masumsunuz komutanım," dedi Aren, gülerek.
"Tabii," dedi Batur da ona katılarak.
"Eskortun doğurduğu," dedim. Adamın arkasına geçip kollarını bağladım. "Donalta donalta siksinler seni inşallah," Diye söylendim, içimden, gözlerimdeki sertlik daha da arttı. Bu anı hissetmek, bu anı yaşamak, belki de kabullendiğim şeydi.
"Amin," dedi Yiğit, gülerek. "Terbiyeli kızımıza bak lan. Küfür etme dedikçe küfür ediyor," dedi.
"Aaaaa, ayıp oluyor! Tıka kulağını sende," dedim, adama ters ters bakarak. "Döl israfı," dedim, alaycı bir şekilde.
Bir süre daha adamla uğraşmaya devam ettik. İçimdeki öfke ve yaralı kalbim, her anı daha sert ve düşünmeden atışlar yapmama neden oluyordu. Ama bir yandan da, gözlerim Yiğit'e kayıyordu. Onunla her şeyin daha farklı olduğunu hissediyordum. Her çatışmada, her komutla, birlikte olmanın güveni bile bir yandan içimdeki boşluğu biraz olsun dolduruyordu. Yiğit'in varlığı, buradaki fırtınaları dindiren tek sükûnetti.
Ama bir şey daha vardı; bu görev bittiğinde, yine aynı sessizlikle baş başa kalacağım. Onun bakışları, belki de hiç anlamadığım bir güveni taşıyor gibiydi. İçimdeki boşluk, yıllardır biriktirdiğim, belki de hiç var olmayan şeylerle dolu olmaya başlamıştı.
Adamı oradan alıp aşağı indik. Görevin tamamlandığını haber vermek için karargah merkezini aradım.
"Dinliyorum kızım." Dedi İbrahim Albay, sesinde hafif bir gülümseme barındırarak.
"Görev başarılı komutanım. Musap elimizde." Dedim, vurguyu yaparak.
"Kutluyorum sizi." Dedi, güldüğünü anladığım bir sesle. Ama o gülüş, bana bir anlam taşıyordu. Belki de gururdu o gülüş, belki de görevin mutlu bitmesi için bir sevinçti. Bilmiyordum.
"Toprak timi yuvaya dönmek için emriniz bekliyor." Dedim, sesimdeki sakin ton her zamankinden daha soğuktu.
"Gelin kızım." Dedi.
Her şey tamamlandığında, nihayet yuvaya dönme zamanımız gelmişti. Ama içimde bir boşluk vardı; belki de her görevden sonra yaşadığım o his. Bu dünyada kimin doğru kimin yanlış olduğuna karar vermek, her geçen gün daha zorlaşıyordu.
Yiğit’in arkamda yürüdüğünü hissedebiliyordum. Onun da gözlerinde, belki de hepimizin taşımak zorunda olduğu yük vardı. Ama bir şekilde, ne kadar karanlık olursa olsun, bu yol birlikte daha az acı veriyordu.
BÖLÜM SONU
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |