Geceydi. Herkes uyuyordu, sadece gece kuşları arasında bir sessizlik vardı. Biraz uzakta, Mavi Yaren, tek başına gökyüzüne bakarak oturuyordu. Bacaklarını terasta sarkıttı, yıldızları izlerken derin bir sessizliğe bürünmüştü. Gecenin karanlığında, kalbinin boşluğunda kaybolmuştu. Bir eksik vardı, büyük bir boşluk. Hüzünle karışık bir yalnızlık… Annesi… Yıldızlar arasında onun var olduğunu hayal ediyordu. Ama ne yazık ki, o hep uzaklarda kalacaktı.
Annesini o zaman hiç görmemişti. Merak ediyordu. Ona benzeyip benzemediğini. Saçları ne renkti mesela? Adı neydi? Gözleri kendisi gibi sıra dışı mıydı? Boyu uzun muydu? Yüzünde iz veya çilleri var mıydı? Annesi kendisine zıt bir şekilde mutlu muydu mutsuz muydu?
En sevdiği renk neydi mesela? Doğum günü ne zamandı? Bugün anneler günüydü ve o annesini düşünürken o da bıraktığı kızını düşünüyor muydu?
Hiçbir zaman aptal bir kız olmamıştı Mavi Yaren. Annesine karşı bir özlem yaşıyordu ama bunu dışa belli etmiyordu. Annesinden nefret etmek istiyordu ama bunu bile yapamıyordu. Bir umuu vardı... Bir gün belki kavuşması ile alakalı bir umudu vardı ve o umudan da nefret ediyordu.
Arkasında bir hareketlilik fark etti Mavi Yaren ama gözlerini yıldızların süslediği gökyüzünden ayırmadı. Parmaklarının arasında bir papatya duruyordu. Dolan gözlerini sıkıca kapattı ve kendine zaman tanırken Gökhan yanında uyuyor olması gereken Mavi Yaren'in boşluğunu yeni fark etmişti. Ayağa kalktı. "Güzelim" dedi çatalı sesi ile.
Mavi Yaren Gökhan'ın yanına oturmasını bekledi sessizce. Bir süre sonra yavaş adımlarla, ona doğru yaklaşıp yanına oturdu. Mavi, Gökhan'ı fark etti ama bir şey demedi. Onun gelmesi, bir şekilde içindeki yalnızlıkla savaşan bir dostluk gibi geliyordu. Gökhan, başını hafifçe eğerek, gözlerini Mavi’nin yüzüne çevirdi.
“Mavi’m," dedi sıcacık bir sesle. O an içinde bir sıcaklık yayıldı Mavi'nin. "Neden böyle yalnızsın?" dedi Mavi Yaren'e bakarak.
"Uyuyorsunuz. Uyku tutmadı yakışıklı." dedi Mavi Yaren gülümsemeye çalışan bir yüzle.
"Uyandırsaydın Mavi. Allah Allah." dediğinde dudak büktü Mavi Yaren.
"Sen bugün bana çok kızdın he." dedi şakaya vurarak kafasını karıştırmak için.
"Ne alaka?" dedi Gökhan kafasına eğerek baktı kıza. "Bakma öyle bana." dedi. Yalandan bir sinirli gibi gözüktü. "Saçma sapan sorular sorup durdun bütün gün."
"Ailemi merak etmek benim suçum değil." dedi Mavi Yaren.
"Hala yıldızlar mı?” dedi Gökhan, yavaşça omzuna dokunarak. Sesinde, sabahki endişelerinin, geceye yayılan bir rahatlıkla kaybolduğunu hissedebiliyordu. Gökhan, Mavi’nin içindeki karanlığı çözmeye çalışıyordu. "Papatyayı da almış eline."
Mavi, Gökhan’a hafifçe gülümsedi ama gözlerinden o eski boşluk hâlâ silinmemişti. “Evet, yakışıklı… yıldızlar ve papatyam." dedi, gözlerini bir an daha yukarı kaldırarak.
“Hadi, konuşalım biraz. Gece uzun,” dedi Gökhan, Mavi’nin yanına otururken. Yavaşça elini ona doğru uzattı. Mavi, başını çevirdi ve Gökhan’a doğru baktı. Gözlerinde biraz farklı bir şey vardı. Bir kırılganlık… Sanki içinde kaybolmuş bir hatıra vardı. Gökhan’ın sesindeki yumuşaklık, ona bir şekilde güven veriyordu ama bu güvenin içinde hâlâ bir mesafe vardı. "
“Beni tanır mı?” diye sordu Mavi, çok belirgin bir şekilde içindeki boşluğu hissettirerek. Gökhan, gözlerinde derin bir anlamla ona baktı.
"Anlamadım güzelim?" dedi.
"Annem sence beni tanır mıydı?"
“Belki tanırdı." dedi ve Mavi'ye bakmaya devam etti. " Ama belki de, bazen kaybolmuş birini tanımak için önce onun kaybolmasına izin vermek gerekir.”
"Ben kaybolmak istemiyorum beni tanıması için."
Mavi'nin sözleri Gökhan'ı biraz sarstı. Onun bakışlarındaki derinlik, Mavi’nin içindeki hüzünle tam örtüşüyordu. Gökhan, ona annesini anlatmasını beklemeden, sadece yanında oturmuştu. O an Mavi, içinde yıllardır biriktirdiği eksiklikleri biraz daha az hissetmeye başlamıştı. Çünkü bazen, kaybolmuş birini bulmanın yolu, sadece yanınızda olan kişiyi anlamaktı.
Gökhan biraz daha yaklaşıp omzuna hafifçe dokundu. "Beni unutma, Mavi’m. Zamanla her şeyin bir anlamı olacak. Senin de kaybolduğun yer, belki de bir gün bulacağımız yerdir."
Mavi gözlerini kapadı, başını hafifçe yana yatırarak Gökhan’ın söylediklerini sindirmeye çalıştı. Yıldızlar her zamanki gibi, aynı şekilde parlıyordu. Ama bu gece, onlardan bir tane daha yakın hissediyordu.
Bugün anneler günüydü.
Yıldızlara baktı ve hiç görmediği annesinin anneler gününü sessizce içinden kutladı.
Annesinin bıraktığı o papatya tarlasından kopardığı papatyayı de elinde sıkıca tuttu.
🌼
Yukarı çıktığımda doğrudan kulaklığımı almak için odaya yöneldim. Kulaklıksız yaşamak benim için gerçekten çekilmezdi. Sessizlik beni boğardı; kulaklık, dış dünyadan kaçışımın en kolay yoluydu.
Odada kulaklığımı ararken banyodan gelen su sesi kesildi. Tam o sırada pat diye kapı açıldı ve Yiğit dışarı adım attı. Elindeki havluyla saçlarını kuruluyordu. Gözleri kapalıydı, belli ki sıcak suyun etkisiyle başı hâlâ dumanlıydı.
"Ateş, yine odama girip eşyalarımı karıştırıyorsan siktir git. Ses duydum da geldim," dedi, gözlerini açmadan. Sesindeki yorgunluk barizdi. Sonra bir an duraksadı, gözlerini hâlâ açmadan, ama sesi daha temkinli bir tona büründü. "Mavi, sırtımı görebilir."
O anda elimde tuttuğum kulaklık kablosu parmaklarımın arasında sıkıştı. Kaşlarımı çattım. "Benim," dedim, sesim soğuktu. Ama asıl soğuk olan onun duruşuydu.
Yiğit dondu. Sanki yanlış bir şey söylemiş gibi aniden dikleşti. Gözlerini ağır ağır açtı. O yeşil gözlerde bir şey vardı—korku ve endişe. Bu adam kolay kolay korkmazdı, ama şu an… gözleri başka bir şey anlatıyordu.
Elindeki havluyu hızla sırtına attı, hareketleri normalden fazla kontrollüydü. Öyle ki rahat görünmeye çalıştığı her halinden belliydi ama bunu yutacak biri ben değildim. Kaşlarımı daha da çattım.
"Hayırdır?" dedim, sesimde sorgulayıcı bir tonla.
"Bir şey yok," diye cevap verdi. Ama konuşurken bile dikkatliydi. Gereğinden fazla dikkatli.
"Bir şey yok?" Aynı kelimeleri tekrar ettim, ama benden çıkan anlam çok daha farklıydı. Kaşlarımı kaldırdım, alaycı bir bakış attım. Onu inceledim. Çabuk çabuk hareket edip komidinin üzerindeki siyah tişörtü aldı, üzerine geçirdi. Gri eşofmanı belinden düşecek gibi olunca ipini sıkarak ayarladı. Hareketleri çok doğal ama çok aceleciydi. Sakladığı şeyi öğrenmek için içimde artan merak, dilimin ucuna kadar gelen sorgulamalarla birleşti.
"Etkilenirsin diye demiştim," dedi sonunda, hafif bir gülümsemeyle. Ama o gülümsemenin altında ne vardı?
Tam daha fazla sorgulayacakken arka cebimdeki telefonun melodisi odanın içinde yankılandı. Yiğit içten içe rahatlamış olmalıydı. Şanslıydı. Bunu burada bırakacağımı pek sanmıyordum.
Telefonun ekranına bakınca karargahtan aradıklarını fark ettim. Direkt olarak açıp kulağıma götürdüm.
"Emredin, komutanım," dedim. Sesim anında soğuk ve sert bir tona büründü.
Karşı tarafta İbrahim Albay vardı. "Yarım saat içinde karargah merkezine bekliyoruz, kızım," dedi.
"Emredersiniz, komutanım," dedim ve konuşma kısa sürede sona erdi.
Ayağa kalktım, hızla siyah kargo pantolonumu elime aldım. O sırada gözlerim yeniden Yiğit'e takıldı. O hâlâ bana bakıyordu. "Karargah merkezine çağırıyorlar," diyerek odadan çıktım.
Hızlıca üzerimi değiştirdim, saçımı tarayıp sıkı bir at kuyruğu yaptım. Yüzüme hiçbir zaman bir şey sürmeyi sevmezdim. Zaten gerek de yoktu. Benim makyajım savaş boyalarıydı. Ve bu, benim için fazlasıyla yeterliydi.
On dakika sonra Yiğit ile aşağıda buluştuk. Motorun yanında duruyorduk. Beni dikkatle süzüyordu ama bir şey demedi. Sorularımı hâlâ cebimde tutuyordum.
Motorun önüne atladım, Yiğit de her zamanki gibi arkama bindi. Motoru çalıştırıp hızla karargaha doğru sürdüm. Rüzgâr yüzüme çarpıyordu, motorun sesi içimde yankılanıyordu ama aklım hâlâ Yiğit’in saklamaya çalıştığı şeydeydi.
Karargaha vardığımızda motoru park ettik. İçeri girip hızlıca üniformalarımızı giydik. Üniformamın ağırlığı omuzlarımı daha dik hale getirirken, gözlerimdeki sert ifade yerini bambaşka bir duruşa bırakmıştı.
Karargah merkezine doğru ilerlerken bir asker yanımıza yanaştı. Bu askeri daha önce İbrahim Albay’ın yanında görmüştüm. Koruma askerlerinden biriydi. Bize selam verdi ve hazır olda tam karşımızda dikildi.
Ama benim aklım hâlâ Yiğit’in o anlık korkusunda ve o saklamaya çalıştığı şeydeydi.
Ve ben, cevapsız kalan soruları asla unutmazdım.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum direkt.
"Komutanım, İbrahim Albay başka bir yere gitmek zorunda kaldı. Görev iptal oldu. İsterseniz Toprak timinin yanına inebilirsiniz. Ayrıca size iletmemi istedi; Akın Komutan iyileşse de şimdilik buraya gelmek istemedi. Yiğit Komutan ile beraber Toprak timine komutanlık etmenizi ve aynı şekilde onları karargahta tutmanızı istedi, bilginiz olsun." dedi.
Kafa salladım sadece. Akın Komutan'ın başka bir göreve gitmek için birkaç gün istirahat etmesini İbrahim Albay'ın istediğini biliyordum zaten.
Toprak timinin yanına doğru ilerlerken Yiğit de tam arkamdaydı. Hangara doğru yol aldık ve içeri girdiğimizde herkes yine selam vermeye başlamıştı.
Selamlaştıktan sonra kendi yerime geçip oturdum. Yiğit de aynısını yaptı. Ortadaki kısa sohbete katılsam da geri kalan zamanımda kulaklığımı takıp kendi silahımı temizlemek için masadan biraz uzaklaştım ve silahımı en ince ayrıntısına kadar temizlemeye başladım.
Ne kadar süre boyunca silahımla ilgilendiğimi bilmiyordum. Beni durduran şey ise İbrahim Albay'a ait olduğunu bildiğim kokunun bana doğru gelmesiydi. Anında ayağa kalkıp kulak üstü kulaklığımı boynuma indirdim.
Toprak timi olarak hepimiz İbrahim Albay'a selam verdik. Selam verdikten sonra kulaklığımı çıkarıp masadaki silahımın yanına koydum.
İbrahim Albay, keskin bakışlarını hepimiz üzerinde gezdirdi. En uzun baktığı kişi yine bendim. Çoğu zaman bizi incelerken en fazla bakışlarının takıldığı kişi ben oluyordum.
"Sadece kontrol için gelmiştim. Kimse hangardan ayrılmasın." dedi.
Hepimiz klasik bir şekilde "Emredersiniz komutanım." dedik. Daha sonra İbrahim Albay, son bir kez bana bakarak oradan ayrıldı.
Ben de timin olduğu masaya ilerledim. Kaan'ın doğum günü yaklaşıyordu ve benim çizim yaptığımı bildiği için o da benden bir resim istiyordu. Bunu bana kendisi asla söylemese de gözlerindeki ifadeden anlıyordum.
Aynı şekilde timde morali bozuk olan Davut'u da fark etmiştim. Morali yerinde değildi ve uzun zamandır yemek yemediğini fark ettim.
Onun o halde olmasına daha fazla dayanamadım. Ayağa kalktım. Evden çıkmadan önce dolapta bulunan ve benim hazırladığım mantıyı motorun arkasına atmıştım. Davut'un şu anda en sevdiği yemeğe hayır demesini imkansız görüyordum.
Davut kalktı ve arkadaşlarıyla sohbet ederek dışarıdaki çardaka doğru gitti. Ben de motordan mantıyı alıp, Davut’un oturduğu çardağı aramaya başladım. En sonunda uzaktan oturduğu yeri fark ettim.
Yanına yaklaşıp tam karşısına geçip oturacağım esnada ayağa kalkıp bana selam vermek istedi. Ben ise onun omzuna vurarak yerine oturmasını sağladım.
"Komutanım," dedi Davut. Bir şey demedim. Elimdeki mantıyı önüne koydum.
"Bitecek," diye tek bir kelime ettim. Önündeki mantıya şaşkın şaşkın baktı. Ben ise ona bakıyordum. Yine yüzüme değil, ama ona doğru bakıyordum.
"Komutanım, zahmet etmeseydiniz," dedi Davut mahcup bir şekilde.
"Silah arkadaşıma mantı yapmak için izin mi alacaktım?" dedim. Yüzünde buruk bir gülümseme oluştu.
"Ben yemek..." dediği anda onu susturmak için sert bir bakış attım.
"Bana yalan söylemeyi aklının ucundan bile geçirme," dedim.
Elimdeki mantıyı en sonunda alıp, kendi önüne koydu. "Bitecek," diye bir kez daha tekrarladım. İtiraz edecek gibi olurken gözlerinde gördüğü kararlılıktan olsa gerek, önündeki mantıyı yemeye başladı.
İlk kaşığı aldıktan sonra bana baktı. "Teşekkür ederim," dedi. Kafa sallamakla yetindim. "Anneminki gibi olmuş," dediği anda ona baktım. Konuşmaya devam etti: "Anneler günü bugün."
Bir şey söylemeden, onun devam etmesini bekledim. "Annem aramamı bekliyordur şimdi. Söz vermiştim yanına gideceğim konusunda. Gidecektim de son anda görev çıktı. Bir de birkaç gün her şey üst üste gelince, karşımızdaki Davut en fazla bu olabiliyor," dedi.
"Ne oldu, hakkında bir fikrim yok," dedim.
"Bir kız vardı," diye başladı söze. "Vermiyorlar, komutanım. Askere kız vermeyiz diyorlar. Başka biriyle evleniyor komutanım. Başka biriyle evlendiriyorlar," dedi ve elini cebine attı. Biraz cebini karıştırdıktan sonra bir tane kutu çıkardı. Kutuyu açıp, tam önüme koydu. İçinde iki tane nişan yüzüğü vardı. Hemen onun ardından bir tane daha karton gibi bir şey çıkardı. Bu bir davetiyeydi.
"Komutanım, sevdiğim kadın kendi elleriyle bana düğün davetiyesini verdi," dedi Davut. Elindeki davetiyeye bakmaya devam ediyordu.
Zor bir durum olduğunu biliyordum. Sevdiği kadını gerçekten sevdiğini de, Davut’u ne kadar az tanısam da görebiliyordum.
Davut'un mantıyı yerken yüzündeki kararsızlık, daha önce hiç gördüğüm bir ifadeydi. Sanki her kaşıkta, sevdiği kadını kaybetme korkusuyla yüzleşiyordu. Bunu hissetmek, kalbimi sıkıştırıyordu.
"Komutanım, benden ne isterseniz yaparım," dedi, bir an bile gözlerimden kaçmadığını fark ederek. Yüzündeki o maskeyi bir an olsun kaldırdığını görebiliyordum. "Ama bu... Bu daha farklı. Kadını kaybetmek, buradayken bile beni bitiriyor." dedi.
"Davetiyeyi vermek zorunda bıraktılar. Vermeyecekti normalde. Babası arkasında olunca mecbur kaldı. Elleri, adeta ince bir yaprak gibi titriyordu komutanım. Gözyaşlarına hâkim olamıyordu, konuşurken sesi çatallaşıyor, kelimeleri boğazına düğümleniyordu." dedi Davut.
Sonra sustu. Sanki söyledikleri, etrafımızda bir sessizlik duvarı örmüştü. Neler yapabileceğimi düşündüm.
Eğer sevenleri kendi istekleriyle bir araya getirmiyorlarsa, ben de sevenleri zorla kavuşturmayı kendime görev edinecektim. İnsan, sevdiği kişiyi kaybettiğinde ya da ondan uzak olmak zorunda kaldığında ne hisseder, bunu benden daha iyi kim bilebilirdi?
Davetiyeden kızın ismini öğrendim. Sonrasında Davut’la biraz daha konuştum. Sözcüklerimiz bitip de sessizlik ağırlaştığında, içimde bir karar netleşmişti. İçeri girdiğimizde Davut’un yüzündeki kasvet bir nebze de olsa hafiflemiş gibiydi. Ama bakışlarındaki o derin hüzün hâlâ silinmemişti.
Tam o anda bir asker gelerek İbrahim Komutan’ın bizi aşağı çağırdığını söyledi. Hep birlikte koridor boyunca sessizce ilerledik. Botlarımızın zeminde çıkardığı yankılar, adeta bir marş gibi kulaklarımızda çınlıyordu.
Aşağı indiğimizde, İbrahim Komutan bizi kendi önünde sıraya dizdi. Rahat ve hazır ol gibi komutların ardından hepimiz ip gibi dizilmiştik. Gergin bir hava içimizi dolduruyor, nefes almak bile zorluyordu.
Komutan konuşmaya başladı.
"Bugün günlerden ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Sesi, odanın her köşesinde yankılanıyordu. Her kelimesinde bir ağırlık, her hecesinde bir kararlılık vardı.
"Bugün günlerden hasret giderme günü. Bugün günlerden kavuşma günü. Bugün günlerden sevgi günü. Bugün günlerden aile günü. Bugün günlerden saygı günü. Bugün günlerden mutluluk günü. Bugün günlerden teşekkür günü. Bugün günlerden gurur günü," dedi. Daha sonra sustu. Kelimeleri sanki odanın duvarlarında yankılanmaya devam ediyordu.
Herkes devamını getirmesi için bekliyordu. Bekleyişin sessizliği, odadaki ağırlığı daha da artırmıştı. Komutan, bir an duraksadıktan sonra:
"Benimle yeterince konuşuyorsunuz zaten. Ailenizle konuşun, boş verin," dedi. Söylediklerinin anlamını kavramaya çalışıyorduk. Aile… Bu kelime, bana çok uzaktı.
"GERİYE DÖN!" diye bağırdı. Sesinde öyle bir güç vardı ki, herkes refleks olarak döndü.
Ve tam o anda, herkesin karşısında aileleri belirdi. Anneler, babalar, kardeşler... İnsanların gözlerindeki parıltı her şeyi anlatıyordu. Ama benim önüm... bomboştu.
"ÜÇ ADIM İLERİ! VE ATIŞ SERBEST!" diye bağırdı komutan. Herkes ailesine doğru koştu. Hıçkırıklar, sevinç çığlıkları ve kucaklaşmalar bir senfoni gibi etrafa yayıldı.
Yiğit için bile gelen birileri vardı.
Ama orada durmak istemedim. Kalbimde sıkışan o boşluk hissi beni uzaklaştırıyordu. Hangara geri döndüm. Cam kenarındaki yere oturdum. Dışarıda birbirine sarılan aileleri izlemek, yüreğime bir diken gibi saplanıyordu.
Bazen gerçekten merak ediyorum... Allah bana bir aile verseydi nasıl bir hayatım olurdu? Bu soru, zihnimde bir fırtına gibi dolaşıyordu.
Kulaklığımı taktım, bir şarkı açtım. Müzik, kaçışım için her zaman bir sığınak olmuştur ama bu kez yeterli değildi. Şarkının sözleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Dışarıyı izlemeye devam ettim.
Timdeki herkes, mutluluk dolu anlar yaşarken ben yalnızdım. Bu hayatın bana verdiği ceza gibi geliyordu. Kalbim ağrıyordu.
Hayatımda eksik olanları düşünmek, bir gökyüzüne bakmak gibi dipsiz bir boşluktu.
Hayatın bana verdiği ceza gibi geliyordu bu. Kelimeler yetmiyordu hissettiğim acıyı tarif etmeye. Göğsümde, hiç dolmayacak bir boşluk taşıyordum. Kalbim sanki her nefeste biraz daha ağırlaşıyor, canımı yakıyordu.
Ailesi vefat etmiş ya da hiç olmamış olan herkes böyle günlerde içinden bir şeylerin koptuğunu hissederdi. Bu günler, yalnızlık denen dipsiz kuyuyu en çok hissettiren zamanlardı. İnsan böyle günlerde yanında birinin olmasını isterdi.
Bazen hastalandığında, bir hata yaptığında ya da aşık olduğunda… İnsan, bir omuz arardı. Anne kokusu, baba sıcaklığı, sıcacık bir yuva, birinin şefkatle sarılışı… Hepsi sadece bir hayalden ibaretti benim için. Yanımda birinin olmasını isterdim ama bu isteğim gecenin karanlığında yankılanıp kayboluyordu.
BÖLÜM SONU
Ailesini kaybetmiş insanlar ya da hiç olmamış olanlar için hayat boyunca bir boşluk vardı. Bu boşluk, her an, her nefes alışta kendini hatırlatırdı. Her zaman bu kural böyleydi. Acı çekiyorduk.
Biraz daha izledikten sonra artık bakışlarımı başka bir tarafa çevirdim. Dışarıdaki mutlu ailelerin görüntüsü, içimdeki kırgınlığı daha da büyütüyordu. Bakışlarımı bileğimdeki bilekliğe yönelttim. Parmaklarım onun üzerinde yavaşça gezindi.
Onu özlüyorum. Sesini, dokunuşunu, gülüşünü... Şu hayatta her şeyden ve herkesten daha çok özlüyordum. Hatırası bile yüreğimde bir sıcaklık bırakıyor ama bir o kadar da sızlatıyordu.
Odaya giren birden fazla koku dikkatimi dağıttı. Başımı kaldırıp bileklikten çekip bakışlarımı kapıya çevirdim. Kapıda timdeki herkes, yanlarında aileleriyle, benim yanıma gelmişlerdi. Yüzlerinde bir ciddiyet, gözlerinde ise bana anlam veremediğim bir sıcaklık vardı.
Kulağımda duran kulaklığı çıkardım ve yavaşça ayağa kalktım.
"Bir sorun mu var?" diye sordum. Sesim, endişeyle sertleşmişti. Herkes bana bakıyordu ve bu bakışlar, göğsümde bir ağırlık yaratıyordu.
"Kızım..." dedi, Aren gibi sarışın olan bir kadın bana bakarak. Sesi titrek, gözleri doluydu. Ona baktım, ama kelimelerinde saklı bir şey vardı, korkuyordum, anlamaktan çekiniyordum.
"Lan birine bir şey mi oldu iki dakikada?" dedim. Sözlerim her ne kadar sert çıksa da, içimde büyüyen paniği gizleyemiyordum. Timdekiler başlarını hayır anlamında salladılar.
Ve o anda, hiç beklemediğim bir şekilde, Batur'un annesi bana bir anda sarıldı. Elleri sıcak ve nazikti, ama ben tamamen donup kalmıştım. Kollarım havada asılı kaldı, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
"Ben anlattım. Gelinim anlatmıştı," dediğinde, her şey netleşti. Anlamıştım. Ailemin olmadığını, yalnızlığımı biliyorlardı.
Bir şey diyemedim. Dudaklarım kelimelerle buluşamadan kurumuştu. Gözlerim bulanıklaştı ama ağlayamadım.
"Ya, abla," dedim, kelimelerim ince bir savunma hattı gibiydi. Kollarımı ona sardım, tereddütle ama samimiyetle. "Ağlamasanıza ya. Ağlanacak ne var bunda?" dedim, diğerlerine de göz ucuyla bakarken. Ama gözleri dolu olan sadece Batur'un annesi değildi. Herkes, tek tek, bana sıcacık bir sevgiyle sarıldı.
"Güzel yürekli kızım benim," dedi az önce Kaan’ın önünde duran kadın. Sesi o kadar sıcak ve içtendi ki, kalbimde hafif bir sızı hissettim.
Sonrasında herkes teker teker sarıldı bana. İlk olarak Yiğit’in ailesi yanımdan gelip bana sarıldılar. Elleri sıcaktı ve dokunuşlarında, yıllar boyunca biriktirilmiş bir sevginin izleri vardı.
Yiğit’in sokak çocuğu olduğunu sanıyordum, ya da en azından öyle biliyordum. Ama yanılıyormuşum; hikâyesi benim düşündüğümden daha derin ve anlamlıydı.
"Yiğit gibi sen de artık bizim öz olmasa da yavrumuzsun," dediklerinde, Yiğit’in evlatlık olduğunu anladım. Bu söz, hem bir kabulleniş hem de bir şefkat bildirimi gibiydi.
Dayanamadım. "Gözünüzü seveyim silin gözyaşlarınızı," dedim sonunda. Sesim, içinde hem biraz sertlik hem de çaresizlik barındırıyordu.
"Kıyamadınız mı komutanım?" dedi Davut, hafif bir tebessümle.
"İnsanların ağlamasını sevmiyorum. Söz konusu bensem özellikle," dedim. Gözlerim hafifçe yere kaydı, çünkü söylediğim bu kelimeler bir anlamda yalnızlığımı açık ediyordu.
"Sen niye gelmiyorsun be kızım yanımıza?" dedi Tolga’nın ailesi, bana hafifçe kızarak. Seslerinde hem bir azarlama hem de tatlı bir davet vardı. Hiçbir şey demeden onlara doğru yaklaştım ve sımsıkı sarıldım. "Bana bak, aileniz biz senin," dediler. Bu sözler, sanki yüreğimdeki boşluğu bir nebze doldurmuş gibiydi.
En son Efe’nin annesi gelip bana sarıldı. Elleriyle beni sanki bütün acılarımdan korumak istercesine sıkıca tutmuştu. Sarılmanın sıcaklığını daha tam hissedemeden, içeriye giren İbrahim Albay’a baktım
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |