Mavi’nin sesi titriyordu. “Mavi, özür dilerim. Yalvarırım, dur…” Ama durmadım. Yağmur üzerimden süzülürken soğuğu hissetmiyordum bile. Arabaya yaklaşınca içeriden gelen hıçkırıkları duydum. Küçücük bir bedenden çıkan, kocaman bir acı… Arka kapıyı açtım, minik vücudu titriyordu. Kocaman gözleri yaşlarla doluydu, küçücük elleri battaniyesine sıkıca tutunmuştu. İçim sızladı.
Üzerimdeki siyah kıyafetler sırılsıklam olmuştu. Arabaya göz gezdirdim. Motorla gitmiştik ama şimdi Yiğit’in arabası buradaydı. Koltukta kime ait olduğunu bilmediğim siyah bir hırka vardı. Tereddütsüz aldım. Üzerimdeki ıslak kıyafetleri çıkardım, Yiğit anında bakışlarını başka tarafa çevirdi. Siyah hırkayı üzerime geçirip önünü kapattım, ardından minik bedeni kollarıma aldım. Arka koltuğa geçip onu nazikçe salladım. Titremesi hafifledi, ağlaması azaldı. Birkaç dakika içinde minicik bedeni gevşedi, nefesleri yavaşladı. Uyumuştu.
Yiğit sürücü koltuğuna geçti ve arabayı çalıştırdı. Ama ben sustum. Ellerimi bebeğin sırtında gezdirerek nefesini dinledim. Sonra Yiğit’e döndüm, gözlerimi ondan ayırmadan konuştum: “Benim peşimden geleceğine kardeşine sahip niye çıkmıyorsun sen? Küçücük bebeği burada tek başına bırakmak ne lan? Bir de arabayı da kilitlememişsin. Askeriz oğlum biz. Sırf tehdit etmek için kaçırsalar bebeği ne yapacaksın?”
Sesimdeki öfke, içimdeki korkudan besleniyordu. Yiğit derin bir nefes aldı ama gözlerini yoldan ayırdı. “Düşünememişim.” dedi, sesi boğuktu.
"Düşünememişsin." dedim ona bakarken. "Düşünmeyi öğreneceksin." dedim sözlerime devam ederken. "Eğer şu anda bunları düşünmeyi öğrenmezsen ilerde sana bambaşka düşünceler öğretirler ve hayatında keşkeler hiç eksilmez." dediğimde hala pişmanlık dolu gözlerle bebeğe ve bana bakıyordu. “Benim dediğim yere sür. Kardeşine süt anne lazım.” dedim, gözlerimi ona dikerek. Her yerine bakıyordum ama gözlerine bakmıyordum.
Yiğit bir şey demedi, sadece başını sallayıp gaza bastı. Ama ben susmadım. İçimde büyüyen öfke, gecenin içinde yankılanıyordu. "Sen nasıl bulacaksın ki?" Yiğit’in sesi yorgun ama meraklıydı. Ona kısa bir bakış attım, sonra minik bedene gözlerimi diktim.
"Yetimhaneye gelen bebekleri emziren anneler var. Hepsi tanıyor beni. Bu miniği de emzirirler." dedim, sesimde en ufak bir tereddüt yoktu.
Telefondan hızlıca konumu açıp Yiğit’e uzattım. O da tek kelime etmeden aldı, ekrana göz gezdirdi ve direksiyona odaklandı. Gece hala tam anlamıyla dağılmamıştı. Sokak lambalarının solgun ışığı, arabanın içini belli belirsiz aydınlatıyordu. Yolun ortalarına geldiğimizde, cebimdeki telefon titreşti. Arayan isme göz attım: Akın Komutan. Yiğit’in yüzü anında gerildi. Kaşları çatıldı, direksiyonu daha sıkı kavradı. Sabahın altısında bu adam beni niye arıyordu? Üstelik raporluydum.
Elimi uzatıp telefonu aldım, açtım ve kulağıma koydum. "Emredin, komutanım."
"Yaren, ikimizin de üzerinde üniforma yok. Mümkünse resmiyeti kaldıralım."
Bir an duraksadım. Akın Komutan resmiyeti bırakacak bir adam değildi. Hemen ardından gelen sözleri durumu açıklığa kavuşturdu. "Komutanım, neden aradığınızı öğrenebilir miyim? Saat daha çok erken."
Sesim kontrol altındaydı ama içimde hafif bir şüphe vardı. "Şey… Ben seni uyumuyorsun zannettim. Sadece sesini duymak istedim. Bir de benimle kahvaltıya çıkarsın diye düşünmüştüm."
Yiğit’in dişlerini sıktığını duyar gibi oldum. Göz ucuyla bana bakmıyordu ama arabanın içinde bir gerilim vardı. "Bu bir emir mi yoksa rica mı?"
"Rica." diye yanıtladı sorumu.
Akın Komutan emir verir gibi konuşmamıştı ama sesinde garip bir tını vardı. "Komutanım, o zaman bugünlük ben gelemem ama yarın sözüm olsun, olur mu?"
Kısa bir sessizlik oldu. "Olur tabi. Sen nasıl istersen. Kendine iyi bak, Yaren."
"Siz de, komutanım." diyerek telefonu kapattım.
Arabanın camından dışarı bakınca mahalleye geldiğimizi fark ettim. Kucağımda uyuyan miniği dikkatlice koltuğa bıraktım. Sonra kapıyı açıp arabadan indim.
Ve tam o anda…
Sokaktan gelen çocuk sesleri bir dalga gibi üzerime çarptı. Okula gitmeye hazırlanan ufaklıklar, beni görünce çığlık çığlığa koştular. Gözleri parlıyordu. "Abla!" Beni sıkıca sararak kucaklayan minik kolların sıcaklığı, içimdeki tüm yorgunluğu alıp götürdü.
"Ablalasının güzelleri."
Tek dizimin üzerine çöktüm, kollarımı açarak minikleri sardım. Bana diz çöktürecek tek şey buydu. Bu çocuklar…
"Abla neredesin ya sen?" Sesin sahibine döndüm. Boncuk. On yedi yaşında. Saçlarını örmüştü yine, gözleri hem sorgulayıcı hem özlem doluydu. Okula giderken bu miniklere göz kulak olsun diye başına diktiğim kızdı. Hepsi yedi sekiz yaşlarındaydı, ama Boncuk büyümüştü.
"Beyler, bayanlar! Hadi bakalım servislere! Okula gelip hepinizle oyun oynayacağıma söz veriyorum, tamam mı?" Sözümün ardından minikler neşeyle çığlık atarak servislere doğru koştular. Ama Boncuk olduğu yerde kaldı. "İşlerim vardı, Boncuk." dedim, gözlerimi kaçırmadan.
Boncuk… Gün geçtikçe daha da güzelleşiyordu. Ama gözlerindeki gölgeler hiçbir zaman tam anlamıyla kaybolmuyordu. Benim gibi sokak çocuğuydu. Bir zamanlar elli yaşındaki bir adama satılmıştı. O Efe denen piç yapmıştı bunu. Allah’tan, daha adam ona dokunmadan yetişmiştim. Onu alıp çıkarmıştım o karanlıktan.
Boncuk bana uzun uzun baktı, sonra sesi kısılarak konuştu. "Sarılayım mı? Ben özledim de seni."
İzin istiyordu. Her seferinde olduğu gibi. Sevgisini gösterirse ona kızacağımı sanıyordu. O yüzden hep soruyordu. Hiç düşünmeden onu kendime çektim. "Özlemişsin tabi. Ben de seni." diye mırıldandım. Küçük bedeni biraz daha sıkı sarıldı bana. Sonra omuzlarından tuttum, gözlerinin içine baktım. "Hadi güzelim, geç kalma sen. Ben bugün buralarda olurum, tamam mı?"
Başını salladı. Gözlerindeki o buruk ifade hafifledi. Sonra hızla dönüp servise koştu. Derin bir nefes aldım, ardından arabaya yöneldim. Kapıyı açıp miniği kollarıma aldım. O an, gözlerimin üzerinde bir bakış hissettim.
Yiğit.
Arabanın kaportasına yaslanmış, kolları göğsünde birleşmiş halde beni izliyordu. Gözleri derin ve sessizdi. "Hadi gidelim de şu miniği doyuralım." dedim, derin bir nefes alarak.
Yiğit sessizce kafasını salladı ve yanıma geldi. Ama gözleri kararsızdı, içinde bir şeyleri tartıp biçtiği belliydi. Sonunda dayanamayıp sordu: "Beni affettin mi?"
Omuzlarımı silktim. "Ben sana kızmadım, Yiğit. Kendime kızıyorum." Sesim daha kısık çıktı, sanki içimdeki yükü kelimelere sığdıramıyormuşum gibi. "Bağlıyım ona ben. Kopamıyorum. Aramıza ölüm girse de umurumda değil. Ben yapamıyorum. Evet, etrafımda bu halimi beğenen insanlar var. Bunun farkındayım. Ama ben onları istemiyorum ki. Benim istediğim tek bir insan var, o da yanımda değil."
Konuşurken farkında olmadan elimdeki minik bedeni biraz daha sıkı sardım. Yiğit başını öne eğdi. "Özür dilerim, Mavi. Her şey için."
Başımı iki yana salladım. "Sorun yok. Senin de kafan yerinde değildi." Sonra bir an durup ona döndüm. "O değil de, oğlum, senin odan büyülü mü lan? On bir saat aralıksız uyumuşum amına koyayım! Ve ben kabus görmedim. Uykum bölünmedi. Kesin odanda büyü var."
Yiğit hafifçe gülümsedi. "Odamda büyü yok bildiğim kadarıyla. Ve ben de ilk defa kabus görmeden ve bu kadar uzun süre uyudum." Bir an durdu, sonra ekledi: "Bence sen uyku ilacı alsan uyursun aslında."
Başımı iki yana salladım. "Uyuyamıyorum. İşe yaramıyor. Bayağı etkili bir ilaç kullanıyordum ama yine de uyuyamıyorum."
"Neden?"
Yüzümde acı bir gülümseme belirdi. "Çünkü kendimi güvende hissetmezsem uyuyamam. Benim de kendimi güvende hissettiğim tek liman artık yok. Ve ben sürekli kabus görüyorum. Sırf o kabusları görmemek için de uyumamayı tercih ediyorum."
Yiğit dikkatlice yüzümü inceledi, sonra başını hafif yana eğerek sordu: "Benim yanımda güvende hissediyorsun yani kendini?"
Gözlerimi devirdim. "Hissetmesem yanında olmazdım zaten, amına koyayım."
"Küfür etme." dedi, burnundan sinirli bir nefes vererek.
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım. "Sana ne lan?"
"Mavi!"
"Ne Mavi? İster küfür ederim, ister etmem. Sana ne?"
Yiğit, içinden geçenleri bastırmaya çalışıyor gibiydi. Eli, istemsizce yanağının kenarına gitti, dişlerini sıktı ama bir şey demedi. Dayanamadım. Kaşlarımı kaldırıp hafif bir meydan okuma ile burnundan soluyarak konuştu. "Oğlum, bir şey de yapamıyorsun."
Gözlerini kıstım ve cevapta gecikmedim. "Denesene."
"Kucağında bebek varken mi bana meydan okuyorsun?"
"Tamam lan, önce bu miniği doyuralım, sonra seninle küçük bir müsabaka yapalım."
Yiğit başını iki yana salladı, dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. "Canını yakmak istemiyorum."
"Benim canımı o kadar çok yaktılar ki, inan seninkinin lafı bile olmaz." dedim, gözlerimdeki acı her kelimede hissediliyordu. Yiğit sustu. Yürümeye devam ederken, sessizliği o bozdu.
"Belki başka biriyle denesen, onu unutursun."
Bir an duraksadım, derin bir nefes aldım ve yanımda yürüyen Yiğit'e baktım. "Maalesef Yiğit. Öyle güzel bir çift göze aşık oldum ki, bütün gözlere kör oldum." diye yanıtladım, ama içinde bir burukluk vardı, bir sızı. Gözlerim hafifçe parladı.
Yiğit, suratındaki merakla bana döndü. "O kadar seviyor muydun ya onun gözlerini?"
"Senin gözlerin gibiydi onun gözleri de. Yeşil ile kahverengi karışımı. Benim dünyam onun bakışlarıydı. Nasıl anlatılır ki? O gözler, benim çocukluğumun dünyasıydı işte. Renkli tarafım. Gözleri benim dünyamın ormanları gibiydi. Ormanlarda insanlar yoktur ya hani. Özgürsündür orada. He işte, ben de onun yanında özgürdüm."
Yavaşça yürüdük, kapının önüne gelmiştik. Kapıyı çaldım, Yiğit ise yine bana bakıyordu. Ne düşündüğünü çözmek zordu. "Daha sonra anlatmaya devam etsene." dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. Bir şey dememe kalmadan kapı açıldı.
"Yaren hanım." Asel, beni içeri davet ederken, gülümsedi.
"Hanım ne ya? Kaldırın şu resmiyeti." dedim, biraz can sıkıcı bir gülümsemeyle. Asel, beş yaş benden büyük olan, geçen ay doğum yapmış ve hala hayatına güçlü bir şekilde devam eden kadındı.
"Buyur, geçin. Bu bebek kimin? Yoksa senin mi?" Asel, gözlerinde şaşkınlıkla soruyu yöneltti. "Hem de bu kadar küçük?"
"Yok Asel. Yiğit tanıştırayım. Bu da Yiğit'in kardeşi." dedim, başımı hafifçe sallayarak.
Asel kafasını sallayarak anlamıştı. Ama her zaman olduğu gibi, gözlerinde bir merak vardı. Bu kadar derin ilişkiler, her zaman belli bir mesafeyle yaklaşılmayı gerektirirdi. "Hoş geldiniz." dedi Asel, gülerken gözleri yumuşuyordu.
"Hoş bulduk." Yiğit, Asel’e nazikçe cevap verdi. Birkaç saniye sessizlik oldu. İkimizin de hislerini anlamaya çalışan bakışlar vardı.
"Asel, ben senden bir şey isteyecektim." dedim, gözlerimde biraz kararsızlık vardı, ama bunu kabullenmeye çalışıyordum.
"Emrin olur, Yaren. Yapacağım bir şeyse hemen yaparım ha." Asel, her zaman olduğu gibi açık sözlüydü. Ama yine de içimde bir his vardı.
"Emir ne ya? Rica ediyorum, rica. Bak bizim bir süt anneye ihtiyacımız var. Görüyorsun, daha çok küçük, bana yardımcı olur musun?" Sözlerimi söylerken, gözlerim dolmuştu, ama bir şekilde toparladım. Yiğit’le aramızdaki sessiz anlaşmayı fark ettim; o da beni anlıyordu.
"Tabi ki, Yaren. Sen beni çocuğumu o adamdan kurtarmışsın, tabi yaparım." Asel’in gözlerinde içten bir güven vardı. O an, ona şükran duyduğumu hissettim.
"Sağ ol. Sen al, istiyorsan miniği. Sabahtan beri hiçbir şey yemedi." dedim, duygusal yük biraz hafiflemişti.
"Oy oy oy. Kıyamam ben ona. Ben gidip doyurayım karnını." dedi ve miniği alıp odadan çıktı. Yiğit ile koltuğa oturduk. O sessizlik, biraz daha huzurlu hale gelmişti.
"Kurtarmışsın derken?" Yiğit, soğukkanlı bir şekilde sordu, ama sesinde bir merak vardı.
"Ya, bu Asel’i zorla bir adamla evlendirmişlerdi. Adam da Asel’e bela olmuştu. Ben de kızı ve çocuklarını alıp buraya yerleştirdim, onlara sahip çıktım." İçimdeki öfkeyi dile getirirken, biraz nefes almak istedim. Ama söylediklerim, geçmişin acısını yine canlandırıyordu.
"Allah seni bu dünyaya süper kahraman olarak göndermiş." Yiğit, sesindeki hayranlıkla, gözlerimdeki boşluğu biraz olsun hafifletmeye çalışıyordu. Ama ben yine de içimdeki huzursuzluğu hissedebiliyordum.
"Ben mutlu olamıyorum, Yiğit. Başkaları mutlu olsun benim yerime. Benim bir ailem de yok. Başkaları da ailesiz kalmasın istiyorum. Kimse benim yaşadığımı yaşamasın istiyorum. Ya da kimsenin abisi veya babası tarafından tacize uğramasın istiyorum. İnsan atlatamıyor çünkü..." Sözlerim, derin bir içsel acıyı dile getirdi. Yiğit’in yanımda olması, o an biraz daha rahatlamamı sağladı ama o hissiyatı tam olarak anlatamıyordum.
"Özür dilerim." Yiğit, yumuşak bir şekilde başını eğdi, ama benim içimdeki duygusal yükü hafifletmek için buna ihtiyacım yoktu.
"Ne için?" dedim, biraz şaşkın bir şekilde.
"Boş ver." diye yanıtladı. Sadece kafa sallayarak, cevap vermek istedi ama gözlerinde bir sorgulama vardı.
Yiğit’in üzeri sırılsıklamdı, aynı şekilde benim de. Üzerimdeki hırka ıslanmış, fakat o kadar umurumda değildi. Dışarıya hızlıca çıktım, Yiğit’e de beş dakika içinde döneceğimi söyledim. En yakın mağazaya girdim, ikimize de kıyafet almak için. O an, bir şekilde dışarıda yalnızken bile içimde bir huzur bulmaya çalışıyordum.
Mağazaya girdiğimde, gözlerim hemen siyah tonlarında bir şeyler aramaya başladı. Ne alacağımı biliyordum aslında; her zaman olduğu gibi, siyahın gücünü hissedecektim. Derin bir nefes alıp, tam istediğim gibi bir siyah deri ceket buldum. Üzerinde taş işlemeleri vardı ama çok abartılı değildi. Hemen onu aldım ve pantolonumu da siyah seçtim. Bu ikisi, beni en iyi yansıtan kıyafetlerdi. Üzerimdeki tişört ise yumuşak kumaştandı, biraz dökümlüydü ama beni rahat hissettirecek kadar zarifti. Ayakkabılarımı da siyah botlardan seçtim. Tekrar tekrar bakmam gerekmiyordu. Siyah her zaman doğru tercihti.
Yiğit için hemen gözlerim krem tonlarında bir şey aradı. Ona çok fazla renk yakışmazdı, ama bu krem rengi kazak farklıydı. Yumuşak dokusu vardı ve tam olarak üzerine oturuyordu. Altına giyeceği pantolonun rengi çok önemli değildi ama üstü her zaman dikkat çekmeliydi. Kazak o kadar güzel görünüyordu ki, hemen aldım. Üzerine hafif bir mont da seçtim, havalar biraz soğuktu.
Miniğe gelince, onun için çok tatlı bir kıyafet buldum. Hem rahat hem de sevimli olmalıydı. Yumuşacık bir pamuklu tulum aldım, beyaz ve pembe karışımıydı, tatlı minik desenlerle süslenmişti. Üzerinde şirin bir kapüşon vardı. Miniği rahat ettirmek en önemli şeydi, ve bu kıyafet ona mükemmel uyuyordu. Yumuşak ve esnek bir kumaşla tasarlanmıştı, rahatça hareket edebilecekti.
Ödemeyi yapıp hızlıca mağazadan çıktım. Karşımdaki bebek giyim mağazasına gözüm takıldı. Miniği unutmamalıydım. Hızla oraya yöneldim ve içeri girdiğimde, parçalara bakmadan önce her birini kafamda tasarladım. Yumuşacık, sıcak renklerde birkaç kıyafet aldım, tam onun boyutlarına uygun. Bu minik vücuda uyan şeyler bulmak o kadar kolay değildi, ama onları seçerken hiçbir zaman kararsız kalmadım. Birini direkt üzerine giydirmek için aldım.
Biraz ilerideki reyondan ıslak mendil, bebek bezi, biberon ve anne sütü taşıma poşetleri gibi şeyleri de aldım. Bu işleri halletmek on beş dakika sürdü. Hızlı ve kararlıydım, her şey yerli yerindeydi. Sonra sırt çantası, minik detaylar… Bunları düşünmek hiç zaman almadı. Çantamı alıp hızlıca Asel'e doğru yola çıktım.
Kapıyı Yiğit açtı. Üzerine aldığım kıyafetleri hemen eline tutuşturup banyoya yönlendirdim. Asel ile minik odasında olduğu için, hiç vakit kaybetmeden onlara yöneldim. Kapıyı çaldım ve içeri girmem için gel komutunu bekledim. Kısa süre içinde içeriye girmeme izin verildi.
Hoş geldin, Yaren. Yedi yemeğini. Bak ben süt de sağdım ona, dedi Asel, minik için hazırladığı sütü göstererek. Kafa salladım, minik bana doğru bakıyor, küçük ellerini ayaklarını çırpıyordu. Sanki bir mucizeye bakar gibi, onun minik vücuduna gözlerimi dikip, bütün yorgunluğumdan arınarak hareket ettim. Önce bezini değiştirdim, sonra üstünü giydirdim.
"Asel, çok tatlı olmadı mı? "dedim ve miniği ona gösterdim. O kadar narin, o kadar masum bir haldi ki, gözlerim dolmuştu.
"Çok tatlı oldu Yaren. Ben çıkayım, üzerini değiştir sen", dedi Asel, gülümseyerek odadan çıktı.
Hızla miniği giydirdim. Aldıklarımı açıp, üzerinde hızla yerleştirdim. Asel'in sağdığı sütü, ağız kısmını dikkatlice kapattım. Her şey yerine oturmuştu. Çantayı sırtıma yerleştirip, miniği kucakladım. O uyanıktı, ellerini ve ayaklarını çırparak dünyayı keşfetmeye çalışıyordu. Sanki her hareketiyle hayatın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu.
Odadan çıkıp Yiğit'in yanına gittim. Birbirimizi süzdük. O kadar derin bir bakıştı ki, sanki zaman durdu. O anın içinde, her şeyin yoluna gireceği bir anı yaşadık.
Miniği Yiğit’e verdim, kucakladı.
"Yakışmış", dedim, yumuşak bir gülümsemeyle.
Yiğit, miniği kucaklayarak bana döndü ve gülümsedi. "Eyvallah, Mavi." dedi, ama gözlerinde bir şeyler vardı. Bir soru, bir boşluk, ama hepsi çok derindeydi.
"Eyvallahın ile yaşa." dedim, ona bakarak.
Yiğit, miniği dikkatlice kucaklarken, gülümseyerek başını salladı. Birlikte adımlarımızı atmaya başladık. Hepsi düzene girecek gibiydi. Yola çıktık, yolculuk başladı. “Bugün izin günümüz. Hadi gidelim eve. Miniği bırakıp, kimlik çıkaralım kıza. Sonra okula uğrayıp çocuklarla oynayacağım.” dedim, gülerek.
Yiğit’in gözleri parladı, ama kucağındaki bebek bir anda huzursuz oldu. Gözlerinde bir burukluk belirdi. “Görüyor musun, senle oynamıyor minik,” dedi Yiğit, bebekle biraz dalga geçiyormuş gibi.
Aniden bebek ağlamaya başladı. Küçük elleriyle Yiğit'in ellerini sımsıkı tuttu, ağlaması gittikçe daha sertleşti. “Ya sen valla geri zekalısın,” dedim, sinirli bir şekilde. Yiğit'in suratındaki şaşkın ifadeye aldırmadan bebeği hemen kucağımdan aldım. Yavaşça, sabırlı bir şekilde onu sallamaya başladım. Nefesini derin derin alarak susturmaya çalıştım, sonunda minik susarak kollarımda huzurla uyumaya başladı.
“Ben ne bileyim ağlayacak?” Yiğit pişman bir şekilde söze girdi, ama sesi hala biraz gücenmişti.
“Seni öldürmemem için bana geçerli bir sebep söyle,” dedim, sinirlerim iyice gerilmişti.
Yiğit gülümseyerek, “Kıyamazsın,” dedi. Ama gülüşü, ne kadar ciddiyetsizse de o an içimde biriken öfkeyi bastırmaya yetmedi.
“Haklı, geri zekalı,” dedim, daha fazla dayanamayarak. Adımlarım hızlıydı, sinirle yürürken, Yiğit’in de arkadan beni takip ettiğini hissediyordum.
Arabaya binip eve geldik. Kapıyı Ateş açtı. Gözleri, beni görünce kocaman açıldı. Elimdeki bebeğe bakarken gözleri neredeyse düşecek gibi oldu.
“Lan, kimin bu? Bebek mi yaptınız lan siz? Lan bana niye haber vermediniz?” diye bağırdı, içeri girip kapıyı kapatırken.
“Bebek yaparken sana niye haber veriyoruz lan?” Yiğit'in sesi soğuk ve alaycıydı. Ama sesindeki sinir de belli oluyordu.
“Aman Tanrım, sizin mi lan bu? Zeze, senin karnın balon gibi değildi ki… Hem lan, siz sadece bir gece kalmadınız mı aynı odada? Yiğit hemen siktim mi lan kardeşimi?” Ateş'in sesi iyice yükselmişti, şaka yapıyor gibi ama içindeki şaşkınlık da derindi.
Ben, utancımdan kıpkırmızı oldum. Yüzümdeki kızarıklık o kadar belirgindi ki, sıcaklığı hissedebiliyordum. Cidden, neredeyse her yerim ateş gibi olmuştu.
“Kıpkırmızı oldu lan kız,” dedi Yiğit, gülerek. Ama sesindeki gülüş beni daha da çok sinirlendiriyordu.
“Naneyi yerken bana mı sordu? Oğlum insan bir haber verir lan. Allah ikinizi de bildiği gibi yapsın. Allah’ım ben bu günleri de mi görecektim? Yiğit kızı nasıl sikmişse amına koyayım, kız bir günde doğurmuş,” diye söylenmeye devam etti Ateş, tamamen şok olmuştu. Ama yine de kahkahalarla karışık bir ses tonuyla.
“Yeter lan. Sikerim ebenizi. Saçma saçma konuşmayın. Yiğit’in kardeşi bu,” dedim, artık sinirlerim iyice gerilmişti. Sesim titriyor, öfkem her kelimede birikiyordu.
“Ne?” dedi Ateş ve Can, aynı anda şok içinde. O an tüm odada bir sessizlik oldu.
“Salak salak konuşuyorsun amına koyayım. Ben daha da kalmıyorum o odada,” dedim, öfkeyle. Gözlerim dolmuştu, ama bir şekilde onlara bakacak cesaretim yoktu. Hızla oturma odasına geçtim. Yiğit duş alması gerektiğini söyleyip üst kata çıktı. Benimse, içimde biriken tüm duygulara rağmen, sakin kalmaya çalışmam gerekiyordu.
Ateş ve Can abim ise kalakaldılar. Onlara hiç bakmadım. İçimden bir şeyler kırılıyordu, ama ne olduğunu anlayamıyordum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |