Burası savaş kokuyordu.
Karargâhın içine adımımı attığım anda beton duvarlara sinmiş eski görevlerin ağırlığını hissettim. Haritaların ve evrakların üzerine sinmiş toz kokusu, hava kadar ağırdı. Flu yanan lambanın titrek ışığı, odamızı bir savaş planının tam ortasına hapsediyordu.
İçeri girer girmez İbrahim Albay’ın sesi, havada asılı kalan emirlerden biri gibi düştü kulaklarıma. “Günaydın.”
Oturduk. Kapı arkamızdan kapanırken, tüm kaçış yolları da kapanıyormuş gibi hissettim. Albay’ın bakışlarını üzerimde hissettiğim an, bütün maskelerimi daha sıkı takmam gerektiğini biliyordum. “Öncelikle, Yaren, sen neden geldin?” Sesindeki o keskinlik, bıçak gibi kesti içimi.
“İyiyim ben, komutanım,” dedim. Ama gözlerinden inanmamıştı. Bakışları üzerimde gezindi, gözlerimde bir yalan aradı. Beni tanıyordu. Gerçekten iyiysem neden gözlerimin altı hâlâ mor? Neden nefes alışım, olması gerekenden daha hızlı?
Sonunda derin bir nefes aldı ve aniden elini alnıma koydu. Soğuk parmaklarını tenimde hissettiğimde, içimden bir küfür savurdum. Ateşim yoktu. Çünkü iğneyi kendi koluma vurmuştum. Oturduğu yerden çekildi ve hâlâ bakışlarını üzerimde gezdirmeden edemedi. Aklında bir şeyler dönüyordu, bunu anlayabiliyordum.
“Yiğit, Yaren sizde kalıyor değil mi?”
“Evet, komutanım.”
“Hastaneden sonra hiç uyudu mu?”
Yiğit, kısa bir tereddütten sonra cevap verdi. “Eve gidene kadar uyudu, daha sonra ise direkt spora gitti.”
Albay’ın kaşları hafifçe çatıldı. O an yüzündeki ifadeyi okuyamadım ama içimde garip bir his peydah oldu. Soru sormuyordu ama suskunluğu da cümleler kadar ağırlık taşıyordu. Biliyordu. Bir şeyleri anlıyordu. Ama şu an bunu yüzüme vurmayacaktı. Ve ben de, buna hazır olana kadar pes etmeyecektim. "Bu halde mi?"
İbrahim Albay’ın sesi, karargâhın soğuk havasında yankı yaptı. Ama benim gözlerim hâlâ öndeki dosyada, adamın biyolojik silahlarını analiz etmekteydi.
“Sizin askeriniz komutanım,” dedi, soğukkanlı bir şekilde, tıpkı her zaman yaptığı gibi. “Biliyorsunuz ki Mavi’yi durdurmak nerede ise imkansız. Durdurmaya çalışınca kolumu kırmakla tehdit etti kendisi.” Şikâyet eder gibi bir ton kullanmamın altında herhangi bir pişmanlık yoktu, sadece gerçeği söylüyordum.
“Yiğit, komutanım, bu arada kesin yapar. Net yani. Sırf üniformaya kan bulaştı diye bir adama işkenceden sonra öldürmüş birinden bahsediyoruz.” Batur’un sesi, gerilimle birlikte havada asılı kaldı. Yine, hepsi sustu. Havadar, soğuk bir sessizlik vardı, içimdeki gerilimle uyum içinde.
“Birincisi ben o şahısı konuşturmak için yaptım,” dedim, dudaklarımda bir yarım gülümseme. “İkincisi, o şahıs özellikle kanlı elini kolumdaki Türk bayrağına dokunduğu için öldürdüm onu. Üçüncüsü, ben kısıtlanmayı seven bir kız değilim. Dördüncüsü, sevdiklerime zarar vermem. Ve beşincisi, beni burada komutana şikayet etmeye utanmıyor musunuz?”
Albay, hafifçe gülümsedi. “Kız haklı.” Kafamı kaldırmadan gülümsedim. Bu kadar basit bir şey için bile uğraşmaları, hâlâ komik geliyordu.
Yeni biri içeri girdi. İçeri girmesiyle hepimizin bakışları o tarafa döndü. “Teğmen Çağrı Ünal. Tanıştırayım.” İbrahim Albay’ın tanıtımını hızla geçtik. Kimseye fazla bakmadan, gözlerim tekrar önümdeki dosyaya odaklandı.
Her zaman olduğu gibi, yazılı bir şeyi okumadan önce incelemeye başladım. Dosyanın her sayfası benim için derin bir keşifti. Hastalığım yüzünden tek bir göz gezdirmemde dosyayı ezberleyebiliyordum. Bu, belki de yaşadığım karmaşayı yönetme şeklimdi. Duygusal yoğunluk yerine, bu tür pratik yeteneklerle kendimi savunuyordum.
“Şimdi konumuza geri dönelim,” dedi İbrahim Albay, bir kağıdın sesini çıkararak önümdeki dosyayı işaret etti. “Önünüzdeki dosyadaki adam biyolojik silah kaçakçısı. Bizim bu adamı ele geçirmemiz gerekiyor. Biyolojik silahları yayması fazlasıyla tehlikeli durumlara yol açıyor. Adamın da bu gece silahlar yolla çıkıyor. Adamı almayı nasıl düşünüyorsunuz? Bir sizin fikirlerinizi alalım.”
Her ses kesildi. İbrahim Albay’ın dediği her şey, benim beynimde yankılandı. Biyolojik silahlar, dünyayı yok edebilecek kadar güçlüydü ve bu adam... bu adamı yakalamak, herkesin kaderini belirleyecekti. Ama ben, başkalarının ne düşündüğünü dinlemeden, sadece dosyadaki satırlara odaklandım. Adamın yüzünü, imzasını, geçmişini, hareketlerini ezberlemek bir alışkanlık haline gelmişti.
Savaşta ses, bazen sessizlik kadar öldürücüdür.
“Sen ne düşünüyorsun, Yaren?” Bu soruya verdiğim her yanıt, her planım, savaşın kaderini değiştirecekti. Gözlerim haritaya kaydı, her detayda zihnimde bir plan kuruluyordu. Birkaç saniye içinde, her yolu, her çıkışı ve her tuzağı düşündüm.
“Komutanım, sevkiyat büyük bir ihtimalle gece yarısı yola çıkacak.” Sesim soğuk ve kararlıydı, odadaki herkesin dikkatini tek bir noktaya çekiyordum. “Yollarını bir grup kesecek. İzniniz ile göstereyim.”
Haritanın başına geçtim, parmaklarımla yavaşça başlangıç ve bitiş noktalarını birleştirerek rotayı çizdim. Yolun her kıvrımında, her köşesinde bir tuzak planlıyordum. “Kullandıkları yol burası. Ve iki grup olarak ayrılacağız.” O an sesim bir tık daha kesildi, herkesin dinlediğinden emin oldum. “Bir grup tam burada ve o iki grubun biri üç kişi, biri de beş kişi olacak. Beş kişilik grup tam olarak burada duracak.”
Yolun tam ortasını işaret ettim, ardından grup isimlerini hızlıca sıraladım.
“Bu dört kişilik grupta olan kişiler: Aren, Batur, Tolga, Kaan ve Davut. Aren araba kazası yapmış gibi davranacak, onları oyalayacak. Batur, sen en iyi bildiğin işi keskin nişancılık yaparak adamları indireceksin. Kaan, Davut ve Tolga, siz de hem Aren’i koruyacaksınız hem de Batur’a temizliğe yardım edeceksiniz. En fazla on kişi olurlar.”
İbrahim Albay, yavaşça kafasını sallayarak önümdeki haritaya baktı. Gerilim, sadece odada değil, benim içimde de artıyordu. “Kalan üç kişi ne yapacak?” dedi.
“Silahları yapan kişinin evine çökeceğiz. O uyurken biz de evinde temizlik yapacağız.” O an, odadaki herkesin gözleri bana döndü. Herkesin aklında aynı soru vardı, ama hiçbiri dile getirmedi. O kadar netti ki, bu işin sonu ne olursa olsun ya kazanacağız, ya kaybedecektik. Ama ortada benim için kaybedilen bir şey olmayacaktı. Ben öldüğüm anda şehit olacak ve sevdiğime kavuşacaktım.
Bir anlık sessizlikten sonra, Davut bir adım öne çıktı. “Komutanım, sanki Aren yerine ben olsaydım daha iyi olmaz mıydı?” Sahip olduğu cesaret, güvenini bana gösteriyordu, ama bu planı sorgulamak istemiyordum. Aren, planın kilit noktasıydı. O yüzden Davut’un bu sorusuna cevap vermek istemedim.
“Bu soruya şu anda cevap veremem, Davut. Bak, çıkınca tekrar sor.”
“Küfür edecek.” Kaan, Davut’a fısıldadı. Herkesin gözleri bir an için Davut’un üzerine kaydı, ama bu tür gerginlikler de işin bir parçasıydı.
“Peki, timi neden eşit bölmedin?” diye sordu Albay.
Bu soru, planı sorgulayan bir bakış gibiydi. Gerçekten eşit dağıtmak daha kolay olurdu, ama bizim işimiz bu değildi. “Komutanım, onların işi daha zor. Zaten ben ve Yiğit bile gitsek, o temizliği çok rahat hal edebiliriz.”
Sözlerim, odadaki havayı iyice gerdi, ama Albay hâlâ gözlerimi takip ediyordu. Gözlerimdeki kararlılığı gördüğünde, planın üzerinde daha fazla düşünmeyeceğini anladım. Tolga'nın sesi duyuldu, ama cevabını vermek için bile fazla zaman kaybetmedim. Yine aynı sorular, aynı insanlardan. Herkes bir şeyler sormaya çalışıyordu ama ben de çok netim. "Komutanım, onun yerine bize Yiğit komutanı verseniz daha iyi olmaz mı?" dedi Tolga.
"Onu kendime ayırdım." dedim, gözlerim haritaya kaymışken.
Batur bir anda kafasını kaldırdı, şaşkın bir şekilde "Nasıl yani?" dedi. Hani o şüpheli bakışlar vardı ya, o bakışlardandı işte. Ama ben gözlerini dahi görmedim. Yiğit’in yanında olmasını istemem kadar doğal bir şey olamazdı.
"Gökhan güvenmiş, ve ben de güveniyorum." dedim, parmağım Yiğit’i işaret ederken. Her şey netti. Güvendiğim tek kişi. Bunu hissettim. Yiğit, her zaman benim en sağlam kalkanım olmuştu.
Haritaya döndüm, hepsi bekliyordu. Bu kadar beklemelerine gerek yoktu, kararım netti. "Bizim için kalan grupta ben, Yiğit ve Çağrı olacak. Yani benim planım bu şekilde." dedim, ve ellerimle planı yerleştirirken, arkamda herkesin yüzünü görmeden devam ettim. Her şey yerli yerindeydi.
İbrahim Albay biraz sessiz kalıp, sonunda gülümsedi. "Yine her zamanki gibi harika. Emir komuta sende. Kılıcınız keskin olsun." dedi ve gülümsemesiyle herkesin rahatladığını görebiliyordum. Gözlerinde takdiri görmek, beni sadece bir adım daha ileriye taşıyordu.
İçerideki karışıklık birkaç saniye daha sürdü. Biz hızlıca selamlarımızı verip, karargah merkezinden çıktık. Adımlarımızı hızlandırdık. Aşağıya inmeye başladık. Aren’in sesi bir anda yine duyuldu. "Komutanım, Davut’un bir sorusu vardı ya, onun cevabını bir verseniz?" dedi. Ama o sırada içimden bir şeyler yükseldi. Her şey bu kadar düzeldiği zaman, yine başka bir şey sormaya kalktılar. Bunu hissettim.
"Oğlum gavurlara benzemeye ne kadar meraklısınız lan? Bırakın, bu arkadaş zaten benziyor, görevini yapsın işte amına koyayım." dedim, gözlerim sadece önümdeki yol boyunca sabitti.
İçimdeki o sertlik, beni susturacak bir şey bırakmadı. Davut’un sorusuna dönmek de gerekmezdi. Herkes görevini bilmeliydi İçimdeki soğuk, kendini bir kez daha gösterdi. Aren’in "Kalbimi kırdınız komutanım." demesi, tam da beklediğim gibi. Bunu duydum ama sadece içimden gülümsedim.
"Oğlum, sende kalp mi var?" dedim, ne kadar sertleşirse sertleşsin içimdeki gülümseme geçmiyordu. Yüzümü gizlesem de bu şaka sinirimi ancak geçirebiliyordu.
Aren'in o masum hali hiç değişmiyordu. "Valla var komutanım. Yemin ederim var. Bakın atıyor hala." dedi ve avcumu tutup, kendi kalbinin üzerine koydu.
Evet, kalp falan var mıydı, bilmiyordum ama Aren'in hep başını belaya soktuğunu çok iyi biliyordum. “Aren, son atışları olmasını istemiyorsan, bir daha sakın benim iznim olmadan bana dokunma. Bu bir emirdir.” Dedim ve o anki soğuk sesim, her şeyi açıkça anlatıyordu.
Aren hemen sustu. "Emredersiniz komutanım." dedi. Gözlerindeki o korku, bu sefer belki de doğru yeri bulmuştu. Gözleri benden kaçmak yerine, sadece önüme odaklanmıştı.
Yolumuza devam ettik, ancak Batur'un sesini duyduğumda kafamı hafifçe çevirdim. "Komutanım keşke eşit bölseydiniz ya." dedi, ama yine de gülümsüyordu. Hani o rahat ve konuşkan tavrı vardı ya, onu her zaman seviyordum.
"Eşit oğlum zaten." dedim, bu sefer de keskin bir bakışla Batur’a. "Bak şimdi Davut ile Kaan, Tolga ile Aren bir araya gelince anca bir insan ediyorlar. He, bu arada. Sahip çık bu salaklara. Bunların ne yapacağı gram belli olmaz."
Batur gülerek "Haklısınız komutanım." dedi ve bir yandan da hızla hazırlığa başlamak için hangara doğru ilerledik. Hangara geldiğimizde, birden Batur’un sesi tekrar duyuldu. "Komutanım, öreyim mi saçlarınızı?" dedi, fakat ben anında Yiğit’in yanına döndüm.
"Ben yaparım." dedi Yiğit hemen, içimden minik bir gülümseme daha geçirdi. Balık sırtı örgüsü. Yiğit küçük kız kardeşi için öğrenmişti, bana da bazen arada yapıyordu. Öremediğim tek şeydi belki de.
Batur’un yüzündeki içten gülüş yine beni hafifçe neşelendirdi ama Yiğit'in elleriyle yapacağı örgü, biraz olsun bana huzur veriyordu. Bu anlarda, her şeyden önce yalnızca güvenebileceğim insanlar vardı ve Yiğit onlardan biriydi.
Batur'un "Komutanım yapardım ben." demesi, bir an için kafasını kaldırıp ona bakmasına neden oldu. Ama bu sefer "Yaparım dedim ya Batur, uzatma." dedi. Neredeyse kulağımda yankı yapıyordu sözleri. Ters bir bakış attı ve hemen arkama döndüm.
Bordo beremi, Batur’un eline uzattıktan sonra, "İstemiyorum." dedim, bir an düşündüm, sonra birden Yiğit'in "Mavi sus." dediğini duydum. O kadar ani oldu ki, kafamı hafifçe çevirdim. Yiğit’in parmakları saçlarımda geziniyordu, çıtalar halindeki tokayı açıp tek bir hareketle saçlarımın arasına karıştı.
Tepeden başlayarak, tek balık sırtı örgü yapmaya başladı. O kadar dikkatli ve nazikti ki, saçlarımın her bir telini özenle örüyordu. Saçım uzundu, evet, biraz uzun sürmüştü. Ama biliyorum ki, Gökhan da hep ikili balık sırtı örgü yapardı. İkisi de elleriyle bana huzur veriyordu. Ama Yiğit’in yaptığı bu örgü, bana gerçekten çok güzel bir his bırakmıştı.
Gülümsedim. "Eyvallah." dedim, sadece bir kelime, ama içimdeki minnettarlık o kadar büyüktü ki. Gözlerim, Yiğit’in bakışlarında takılı kaldı. Ardından arkama dönüp hazırlanmaya başladım. İlk hazırlanan ben oldum, en başta yerimi aldım.
"Eyvallahın ile yaşa."
Teker teker herkes yerini aldı. Birbirimizi sessizce izlerken, helikoptere binmeye başladık. Tüm bu hareketlilik, içimdeki gerginliği biraz olsun almıştı. Helikoptere binip, kapılar kapanınca herkes sessizdi. Sadece motorların uğuldaması vardı. Ama ben tam Yiğit’in yanındaydım. Ses yoktu. Birkaç dakika sonra, "Batur ne kadar yolunuz var?" diye sordum, telsizi elime alıp sesimi netleştirerek.
"Elli dakika komutanım." Batur’un sesi, beklediğimden biraz daha sertti. Ama o kadar kararlıydı ki, eminim hiçbir şey onu korkutamazdı.
"Çabuk olun Batur ve onlara sahip çık. Özellikle Aren’e." dedim, bu uyarı her ne kadar sert olsa da, gerçekten olan şeyleri anlamalıydı.
Ve işte tam o an, Aren’in sesini duydum: "Komutanım beni bu kadar düşünmeniz gözlerimi yaşarttı." diyordu, ama sesindeki şakalaşan cıvık tonu çok iyi tanıyordum. Bir yandan kafamı çevirmemek için kendimi zor tuttum,çünkü kafamı çevirsem bile göremezdim ama içimden yine bir gülümseme yükseldi.
Her birimiz birbirimizden farklıydık, farklı geçmişler, farklı acılar… Ama bu takımda olmamın tek bir nedeni vardı: Güven.
"Kusura bakma Aren. Ben sizin gibi değilim, kardeşlerimin canı benim için her şeyden önce gelir. Sizin canınızın yanması benim canımı iki kat yakar." dedim ama sesim ne kadar sertse, içim o kadar kırıldı.
Yürümeye devam ederken etrafıma göz gezdirdim. Her adımımda, içimdeki boşluk biraz daha büyüyordu. Gözlerim bir yandan çevremi tararken, Batur’un sesi kesildi. "Komutanım hedefe ulaştık." diye anons etti. Yavaşça başımı çevirdim, hedefin çok yakın olduğunu fark ettim.
"Tamam. Hemen hazırlıkları yapın. Batur kendine güzel bir yer bul. Davut, Kaan ve Tolga sizde önce Aren’e yardım edin, daha sonra ise sizde bulun bir yer. Birbirinize sahip çıkın." dedim, sesimdeki kesinlik, herkesin üzerine bir sorumluluk bırakıyordu.
Hepsi bir ağızdan, "Emredersiniz komutanım." dediler. Arka arkaya söyledikleri bu sözler bana, bu timin ne kadar bağlı olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Helikopterin içinde geçen o sessiz dakikalardan sonra, harekete geçme vakti geldi. "Çağrı, bizim ne kadar yolumuz kaldı?" diye sordum, içimdeki gerilim iyice artmıştı.
"Üç dakika komutanım." dedi ve kafa salladım. Üç dakika. Kısa bir süre ama her bir saniyesi ölüm kalım meselesiydi.
"Gece olmasını bekleyeceğiz beyler." dedim, o anda herkesin içine bir sessizlik çökmüştü. Zihnimde sadece hazırlıklar vardı. Görev, plan, ve hepsinin yaşaması.
Yerlerimizi aldık, biraz daha ilerleyip siperlendik. Birkaç dakika geçtikten sonra, yanımda Yiğit’in sesi yankılandı. "Mavi." Sadece ismimi söylemişti, ama tonundaki o derinlik, yavaşça kulağıma gitti.
"Efendim?" dedim, kısaca.
"İyi misin?" dedi, gözleri tam gözlerimin içine odaklanmıştı. O an, bir anlığına kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Ama yüzümde hiç bir şey belli etmedim.
"Evet." dedim, ama sesim biraz daha alçalmıştı.
Bir anlık sessizliğin ardından, "Dün gece kim aradı seni?" diye sordu Yiğit. Sorması gerekmedi aslında. İçimde bir sıkıntı vardı, her şeyin gerisinde bir şeyler gizliydi.
"Bilmiyorum. Özel numaraydı. Taşak geçti oğlum işte." dedim, gülümsemeye çalışarak. Ama gerçek şu ki, o telefon beni huzursuz etmişti. Ne vardı orada? Hangi yüzle aradı beni?
"Yaşadığına inanmıyor musun?" dedi Yiğit, sesindeki derinlik, yüreğime batıyordu.
"İnanmıyorum." dedim, gözlerim uzaklara kaydı.
"Neden?" diye sordu. Ama ben cevabımı hazır vermek istedim.
İçimdeki boşluk, sadece bir kişiye aitti. O kişi, yıllardır kaybolmuştu ve kaybolmuş olduğu gibi, geri gelmemeliydi.
Mavi'nin adımlarının yankısı, karanlık morg koridorlarında sanki bir tehdit gibi duyuluyordu. O kadar kararlıydı ki, ne kadar zorlansa da, ne kadar itilip kakılsa da, o odadan çıkmaya niyeti yoktu. İçindeki acı, gözlerindeki kararlılıkla birleşince, bir kez daha kalbinin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlıyordu. Gökhan'ı görmek için her şeyi göze almıştı.
Gassal, ona karşı sertti, ne kadar isteksiz görünse de, Mavi'nin gözlerinde bir şey vardı ki, ona karşı durmak imkansızdı. Yıkandıktan sonra, tabutun içinde yatan Gökhan’ın son hali, Mavi'nin içindeki boşluğu daha da derinleştiriyordu.
Gökhan'ı son bir kez görmek istiyordu. Kafasında hep o an vardı; Gökhan’ın ölümünden sonra, ona veda edebilmek. Ama bu, ona hiç de kolay gelmiyordu. Gassal ona engel olmaya çalıştıkça, Mavi daha da sertleşti. O, bu durumu kabullenmeyecek, Gökhan’ı son bir kez görmek için her türlü engeli aşacaktı.
Büyük bir hırsla, adamın cebindeki anahtarı sıkıca tutarken, kafasında bir amaç vardı: Odaya girecek, Gökhan’ı son kez görecek, ve belki de içindeki korkunç boşlukla yüzleşecekti.
Fakat işler, düşündüğü gibi gitmedi. Adam onu itti. Küçük bedeni savrulup yere düşerken, başı masanın köşesine çarptı. Bir anlık bir acı, kalbini yerinden söküp atacakmış gibi oldu. Ama Mavi, yere düşse de, hemen toparlanıp ayağa kalktı. Kafasında akan kanı hissetse de, Gökhan’ı görmek için verdiği mücadele bitmeyecekti.
Gökhan, ameliyatı geçirmişti ama hayatta kalamamıştı. Mavi, o anın acısını hissettiği gibi, bu acı yüzünden başka bir gerçeği daha kabulleniyordu: Gökhan'ı kaybetmişti. Bu gerçek, ne kadar derin olursa olsun, ona başka türlü öğretilmişti.
Odaya girdiğinde, Gökhan’ı bir kez daha görmek için her şeyi göze almıştı. Yıkanmış, kefene sarılmış bedenini görmek, ona büyük bir ıstırap veriyordu. Ama Mavi, içindeki boşluğu kabul etmeye başlamıştı. Kefeni aralarken elleri titredi. Gökhan’ı son kez görme isteğiyle, onun yüzünü tekrar görebilmek için çabalarını iki katına çıkardı.
Ve tam o anda, bir beyaz gül sıktı aralarına. Bir parça güzellik, bir parça huzur... Ama sonra her şey tekrar eski haline geldi. Mavi, son kez göz ucuyla Gökhan’a baktı, ama bir şey daha vardı: İçindeki acıyı ve kaybı sonsuza kadar taşıyacağına dair bir gerçek vardı.
Ve o gerçek, ne kadar acı verse de, kabul etmek zorundaydı. Yavaşça geri çekildi, ama bir parça umut hala içindeydi.
“Anladım.” dedi ve etrafı kolaçan etmeye devam etti. Gözleri karanlıkta her hareketi takip ediyordu. Gece iyice çökmüş, bahçede ufak bir hareketlilik başlamıştı. Bir kız, titrek bir ışık altında, kutlama için masa hazırlıyordu. Masanın etrafında birkaç kişi sessizce oturuyor, aralarındaki gerginlik her halinden belli oluyordu. Kırmızı bültenle aranan kişiler, orada oturuyor, kimsenin ne düşündüğünü veya düşündüğünü bilmeden aralarındaki konuşmalara katılmak için bir fırsat kolluyorlardı.
Gülümsedim. Hızla kafamda bir plan şekillenmeye başlamıştı. “Yiğit.” dedim, sesim bir an için sessizliğin içinde kaybolmuş gibi oldu.
“Efendim?” diye cevap verdi, gözlerini hala evdeki masadan ayırmadan.
“Beni koruyabilir misin?” dedim, gözlerimdeki kararlılık derinleşmişti.
“Aklında ne var?” dedi, tedirgin bir şekilde.
Masadaki birkaç kişi, o kırmızı bültenle aranıyordu. Ve ben, bu fırsatı kaçırmak istemiyordum. “Masadaki birkaç kişi kırmızı bültenle aranıyor, gelmişken alıverelim de onları da.” dedim, gülümsememi genişleterek.
Yiğit, başını iki yana sallayarak gözlerini bana çevirdi. “Nasıl yapacaksın?” dedi, şüpheyle.
“Aralarına karışacağım.” dedim, gözlerimde bir parıltı belirdi.
“Çok tehlikeli.” dedi, sesinde endişe vardı.
“Eee tamam, sorun yok.” dedim, omuzlarımı hafifçe silkerek.
Yiğit, derin bir nefes aldı ve sonunda başını eğerek cevap verdi: “Ölebilirsin, Mavi.”
“Eee tamam da, bunda da sıkıntı yok.” dedim, sesimde bir cesaret vardı. Zamanın ne getireceğini kimse bilemezdi, ama bu geceyi boşa harcamak istemiyordum.
“Ne dersem dinlemeyeceksin, değil mi?” dedim, Yiğit’in gözlerine bakarak.
“Ha, şunu bileydin.” dedim, sırt çantamı yere bırakarak. İçinden, bu şerefsizlerin tarzına uygun kılık değiştirmek için kullandığımız kıyafetleri çıkardım. Üzerimdeki montu çıkarıp, yeşil bir badi ve pantolonla kaldım. Üzerine, o kıyafetleri geçirdim ve gözlerime lens taktım. Mavi lensler, derinliğini gizlemişti. Silahımı da sakladım, her şey hazırdı.
“Mavi dikkat et.” dedi Yiğit, endişeli bir şekilde. Kafamı salladım ve evin arka tarafına yürümeye başladım. Adamlarının arasına karışmak, hiç de zor olmayacaktı.
Adımımı atarken, arka tarafta yalnız başına kalan bir adamı fark ettim. Gözlerim, onun hareketlerine odaklandı. Sessizce yaklaşıp, boynunu bir hareketle kırdım. Cesedi, görünmeyen bir yere yerleştirip, elindeki silahı aldım. Bu gece, burada olan çoğu insan ölecekti.
Yavaşça ilerlerken, bir adam yanımdan geçti ve gözlerimdeki dikkat kayboldu. Hemen yanına yaklaşıp, tavırlarını alttan alttan taklit ederek, sesimi değiştirmeden ona seslendi:
“Hey, tu kî yî?” dedi, şüpheyle. "Hey, sen kimsin?"
“O ku kî?” dedi adam, yanındaki adama bakarak. "O kim?"
“Samara I. Ez zilamê Melkan im li vir.” dedim, sesimi sabırlı bir şekilde. “Samara, ben Melkan’ın adamıyım.”
Adam bir anlık tereddütten sonra, başını sallayarak rahatladı. Melkan, kırmızı bültenle aranan bir adamdı ve ben adını sallamıştım, her şey planladığım gibi gidiyordu.
“Temam. Sam di hundir de li benda jinan e. Wan bextewar bike û piştre were cem min.” dedi, güvenle. “Tamam. Sam içeride kadınları bekliyor. Onları mutlu et, sonra bana gel.”
“Temam.” dedim, başımı sallayarak. Yanından geçtim, içerideki odaların yolu bana hemen gözüküyordu.
Ana kapıdan sızıp içeri girdim, her şey planlandığı gibi ilerliyordu. İçeri girdiğimde, bir hizmetçi kostümü giymiş bir kızla karşılaştım. Kız, tam kapıdan çıkacakken, bir elimi ağzına kapadım ve diğer elimle elindeki tepsiyi aldım.
Kız bağıracakken, onu tek bir vuruşla bayılttım. Hızla onu taşıyıp, gözden uzak bir odaya bağladım. Ağzını sıkıca kapadım, kimse onu fark etmesin diye. Kızın kıyafetlerini çıkardım ve üzerimdeki her detayla dikkatlice ilgilendim. Kıyafet bana biraz dar geldi ama işimi görecekti. Ayakkabıları ayağıma tam oldu. Saçımı açıp, düzeltim ve bıçağımı, dizime kadar gelen çorabımın içine sakladım. Gözlerim hızla odadan dışarıyı taradı, her şey yolunda gidiyordu. Tepsiyi elime aldım ve içeri doğru yürümeye başladım.
Kulaklıklarımdan Yiğit’in sesini duydum "İyi misin Mavi?” dedi Yiğit, hafif bir endişeyle.
“Fazlasıyla. Enerjimi atacağım bebek.” dedim, gülümseyerek. Hızla gözlerimdeki kararlılığı toparlayıp, dışarıya doğru adım attım.
Ev, içeriye yayılan yumuşak bir ışıkla hafifçe aydınlanmıştı. Yerlerde yoğun bir halı vardı, adımlarım yumuşak bir şekilde yankılandı. Koridor boyunca ilerlerken, önümdeki büyük aynada geçici bir yansıma gördüm; saçlarımda hafif bir dalgalanma, gözlerimde ise kesin bir kararlılık vardı. Hızla bir dönüp etrafa bakarak, dikkatle yaklaşmaya devam ettim.
“Sen?” dedi adamlardan biri, Türkçeyi zorlukla konuşarak. Sesindeki aksan, ona yabancı bir havada olduğunu hissettiriyordu.
“Merhaba, Samara ben.” dedim, soğukkanlılıkla. “Hizmetçi kız eğlendiremedi sizi, yerine geldim.” Cümlem her ne kadar doğal bir şekilde çıkmış olsa da, gözlerimle bu sahneyi biraz daha inandırıcı hale getirdim. Adam, beni baştan aşağı süzerken, bakışları biraz fazla derinleşmeye başlamıştı.
“Eğer o adam sana biraz daha bakarsa, ben o adamı öldürürüm.” dedi Yiğit, kulaklık aracılığıyla, sesinde keskin bir tehdit vardı.
Bir an, adımlarımın hızını yavaşlatarak biraz alınganlık yaptım. “Geldiğime sevinmediniz herhalde. Gidebilirim.” dedim, yalandan bir kırgınlıkla. Hıçkırarak ağlamak üzereymiş gibi davrandım.
Adam, arsızca bir gülüşle “Kal.” dedi, yüzünde tatlı bir sinsi gülümseme belirdi. Ama içimde bu anın benim için kazançlı olduğunu biliyordum. Bu oyunculuğum, takdir edilmeyi hak ediyordu.
Masaya geçmeden önce, kulağımdaki kulaklığa gizlice konuştum. “Yiğit, sadece üç dakika bekle. Sonra başla.”
Yiğit, sinirli bir şekilde yanıtladı. “O adam senden bakışlarını çekmezse, o kadar da beklemem.” Sesindeki öfke, adeta havada yankılandı.
Masaya doğru yöneldim. Adamların ellerindeki bardakları hızla doldurdum. Her biri birer bardağı hızlıca içti. İçimden, bu gecenin sonunda kazanacağımı biliyordum. Bardakları masanın üzerine dikkatlice yerleştirdikten sonra, sesimi ince bir şekilde yükseltip, ortamı gerdim: “Küçük bir oyun oynayalım bence.”
“Ne oyunu?” dedi, masanın sonundaki adam, alaycı bir gülümseme ile.
“Üç dakika içinde kim en çok içerse, onu alıp götürüyorum. Bütün gece de onunum.” dedim, sesiyle yavaşça havayı germeyi hedefleyerek. Adamların gözlerinde hemen bir parıltı belirdi, hemen şişeleri kaptılar. İçerken ben de içimde bir gülümseme yerleştirerek, saymaya başladım.
Yavaşça ama kararlı bir şekilde:
“10…”
“9…”
“8…”
“7…”
Sayıyı bitirmeme saniyeler kala, adamlar masada yığıldılar. Sessizce gülümsedim. “İyi uykular derdim de, kabusunuz maalesef benim.” dedim, soğukkanlı bir şekilde silahımı alarak. “Beyler de haydi.” dedim ve birkaç silah sesi yankılandı. Adamlar yere düşerken, ben de hızla arkamdaki kalabalığı temizlemeye başladım. “Kendi işimi bitirdim, şimdi yanına geliyorum Yiğit.” dedim, kulaklıkta yankılanan sesiyle.
“Gel. Yakınımda ol, sen benim.” Yiğit’in sesindeki güven, bir an bile tereddüt etmeden ilerlememi sağlıyordu. Onun yanına yürüdüm ve ilerleyen birkaç adımda, kalabalığın arasına dalıp adamları temizlemeye başladım. Evet, kalabalıktılar ama bu bizim için engel değildi. Yiğit’in yanına vardığımda, biraz nefes alıp sırtımı duvara yasladım. Etraf sessizleşmişti, sadece bizim adımlarımız yankılanıyordu. “Bu üzerindeki ne, Mavi?” dedi Yiğit, dikkatle üzerimdeki kıyafeti inceledi.
“Sus, işim var şu anda.” dedim, biraz sert bir şekilde ve Yiğit’ten aldığım güvenle sırtımı ona yasladım. Hızla adımladık, her adımda birini daha yere seriyordum. Yakınlarda, sadece saklanmak için duvarlar vardı ve o duvarlardan güvenliğimizi sağlamak imkansızdı. Ama bizim için fark etmezdi. Sırt sırta ilerlerken, işimizi hızla hallettik. Adamlar yavaşça yere düştü.
“Temiz.” dedim, gözlerimi süzüp etrafı kontrol ederek.
“Temiz.” dedi Yiğit, ve gözlerinde bir yansıma vardı. Bir an duraksadım, bu karanlık geceyi biraz daha derin hissettim.
“Temiz.” Çağrı’nın sesi kulaklıkta yankılandı, ve biz son bir kez etrafı taradık.
“Çağrı, sen kontrol et evi. Ben üniformamı giyeyim. Yiğit, sende şu masadaki adamları yan yana koy ve hepsini bağla.” dedim, kararlı bir sesle.
“Emredersin komutanım.” dedi Çağrı, ve hemen harekete geçti.
Yiğit, gözlerindeki ciddiyetle bana baktı ve “Bence de giy sen üniformanı.” dedi, silahımı, çantamı ve üniformamı uzatarak.
Hızla hizmetçi kızı bağladığım odaya yöneldim. Üzerimdeki kostümü çıkardım, hemen üniformamı giydim. Bıçağımı belime sabitledim ve saçlarımı sıkıca at kuyruğu yaptım. Kaskımı başıma geçirdiğimde, dışarı çıktım. Birden, az önce bana yavşayan adamın yüzünün kanlar içinde olduğunu fark ettim. Hepsi baygındı, yere serilmişti.
“Adama ne oldu amına koyayım?” dedim, sinirle.
“Bakmaması gereken birine baktı.” dedi Yiğit, sakin bir şekilde.
“Hayırdır, sen beni mi kıskanıyorsun?” dedim, biraz alaycı bir şekilde.
“Ne kıskanması?” Yiğit gülümsedi, gözlerindeki ifade hâlâ ciddiydi.
“Adamın hali, giydiğim kıyafetlere karışmalar... Hayırdır, anlıyalım yani?”
“Gökhan olsa, o da aynısını yapardı.” dedi Yiğit, bu sefer sesinde biraz daha yumuşaklık vardı. Ben de sustum, kafamı sallayarak önümdeki adamlara döndüm.
Telsizden bir ses geldi, kesik kesik ama net bir şekilde. “Görev tamam komutanım.” dedi Batur, sesi biraz gerilim taşıyor ama başarılıydı.
“Çağrı, karargahı ara.” dedim. Çağrı hızlıca telefonu uzattı, sesini belli bir ciddiyetle yükseltmeden.
“Komutanım.” dedi.
“Dinliyorum Yaren.” dedim, kulaklıklarımla net bir şekilde sesini duydum.
“Tır elimizde. Aynı zamanda silahları yapan adam, yani Saffan ve beş adet kırmızı bültenle aranan kişiler elimizde.” dedi Yaren, kısa ama kesin konuşuyordu.
“Alnınızdan öpüyorum kızım. Adamları nasıl aldın?” dedim, biraz şaşkınlıkla ama gururlu bir sesle.
“Komutanım, şans.” dedim, alçak bir gülüşle.
“Sana emrimdir kızım. Kurtlarımı al ve yuvana sağ salim dön.” dedim, güven dolu bir sesle.
“Emredersiniz komutanım.” derken sesim kararlıydı ve telefonu Çağrı’ya verdim. Telsize döndüm, gözlerim odada gezerek, bir an için duraksadım. “Beyler, yuvaya.” dedim, aynı kararlı bir şekilde.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |