Yiğit, kaşlarını hafifçe kaldırarak telefona baktı, ardından bana uzattı. Parmakları, cihazın soğuk metal yüzeyinde kısa bir an oyalanırken sesi, gecenin sessizliğini yaran bir merakla yankılandı.
"Gece gece kim arıyor kızım seni?"
Sesi, alıştığım o koruyucu tonla karışıktı; hem hafifçe şüpheli hem de meraklı. Odanın loş ışığında, yüzündeki gölgeler dalgalandı. Göğsümde hafif bir ağırlık hissettim ama omuz silkip kayıtsız görünmeye çalıştım.
"Askeriyeden arıyorlardır abi. Ne bileyim ben, ya da yuvalardan birinde sorun çıkmıştır."
Cümlenin sonunda içimi kemiren o huzursuzluğu bastırmak ister gibi nefes aldım. Telefonu elime aldığımda, ekrana düşen iki kelimeyle tüm vücudum istemsizce gerildi.
Özel Numara.
Kaşlarım istemsizce çatıldı. Kalbim, göğsümde sessizce ama güçlüce çarptı. Kötü bir his, derinlerden, kemiklerimin içine işleyen bir sızı gibi yükseldi. Nefesimi tuttum. Birkaç saniye boyunca sadece ekrana baktım. Aramanın sesi odanın içinde yankılanırken dünya daralıyordu sanki.
Derin bir nefes alarak telefonu açtım. "Alo."
Karşıdan gelen ses derindi, ama garip bir yankı taşıyordu. O anda anladım. Ses değiştirici kullanıyordu.
Bilinçsizce elim hareket etti, telefonun ekranına dokunarak ses kaydını açtım. Parmaklarım biraz titriyordu.
"Kimsiniz?" dedim, sesimi olabildiğince sert tutmaya çalışarak.
Telefonun diğer ucundaki kişi kısa bir an duraksadı. Sessizlik, bir bıçağın havada asılı kalışı gibi ağırdı. Sonra, o kırık, neredeyse fısıltıyı andıran sesi duydum.
"Kim olduğumu sana söylemeye yüzüm yok, Yaren."
Bir düğüm, boğazımın ortasında sıkıştı. Adamın sesi titriyordu, içindeki o ince çatlak, kelimelerin arasına sızan kederle büyüyordu.
"Senden özür dilerim. Bunu sana anlatmam gerekiyor çünkü… çünkü senin acı çekmene dayanamıyorum."
Bir an nefes almayı unuttum. Ciğerlerimdeki hava ağırlaştı, dünya aniden daha da boğucu hale geldi.
"Kimsiniz siz?" diye tekrarladım, bu kez sesimdeki o titremeyi ben bile fark ettim. "Lütfen söyleyin!"
Adam derin bir nefes aldı. Sesi daha kısık, daha boğuk, neredeyse içini çeken biri gibi geldi.
"Söyleyemem..." dedi fısıltıya yakın bir tonda. "Senin hayatını mahvettim ben. Beni affet, Yaren. Yalvarırım, affet beni."
Boğazıma koca bir taş oturdu. İçimde beliren o rahatsız edici his mideme çöreklenirken, kelimeleri aradım.
Hangi hata? Hangi pişmanlık? Hangi geçmiş?
Adamın sesi, bu kez daha yaralı, daha kırık bir halde tekrar yükseldi:
"Benim sana olan aşkım yüzünden senin hayatını mahvettim…"
Tüm kaslarım gerildi.
"Ne yaptığınızı söyler misiniz?"
Telefonun diğer ucundaki nefes alışlar bir an durdu, sonra titrek bir iç çekiş duyuldu. Ardından, o iki kelime geldi.
Soğuk. Net. Geri alınamaz.
"Gökhan yaşıyor, Yaren."
Dünya durdu. Beynimde tüm düşünceler bir anda sustu. Zihnim, o on sekiz harflik cümleyi algılamayı reddediyordu.
Kulaklarım uğuldadı.
Göğsümde bir ağırlık, kocaman bir çekiç gibi indi.
"Ne?"
Sadece bu çıkabildi ağzımdan. Ama aslında sormak istediğim onlarca şey vardı. Nasıl? Nerede? Neden? Niye şimdi? Ama dilim tutulmuştu, boğazımdan tek kelime bile çıkmıyordu.
Adam, kısık ve titrek bir sesle devam etti:
"Özür dilerim. Senden çok özür dilerim. Ben sana çok aşıktım, Yaren. Unutursun sandım onu. Atlatırsın sandım. Ama bugün tam tamına on beş yıl oldu… Unutamadın, Yaren."
Dizlerim titremeye başladı.
Odada her şey bulanıklaşırken, adamın son cümleleri, içimde yankılanan bir çığlık gibi üzerime çullandı.
"Ben kendime yeni bir hayat kurdum. Ama hastayım ve yakında öleceğim, Yaren. Yalvarıyorum, affet beni."
Ve telefon kapandı.
"Alo! Alo!"
Sesim gecenin karanlığında yankılanıp kayboldu. Ama karşımdaki kişi artık yoktu. Beni terk etmiş, beni o cehennemin içine atmıştı. Geriye kalan tek şey vardı: hızlanan, kontrolsüz nefes alışlarım. Göğsüm sıkışıyordu. Kalbim, kaburgalarımı kıracakmış gibi çırpınıyordu.
"Mavi, ne oluyor?" diye sordu Yiğit. Ama ona bakmadım bile. İçimde bir volkan patlıyordu. Lavlar damarlarımda dolaşıyor, içimi kavuruyordu. Ayağa fırladım.
"Abim, nereye gidiyorsun?"
Gözlerimi ona diktim. İçimde bir çığlık, boğazıma takılan bir bıçak gibi keskin ve öfkeliydi. "CEHENNEMİN DİBİNE!" diye haykırdım. "PEŞİMDEN GELENİ SİKERİM!" Ayakkabılarımı çekiştirirken elim titriyordu. Bağcıkları bile düzgün bağlayamıyordum. Nefesim kesik kesikti. Kontrolüm elimden kayıyordu. Koşmaya başladım.
Mezarlığa.
Merdivenleri ikişer üçer atladım, topuklarım betona çarpıp yankılandı. Kafamın içinde tek bir şey vardı. O ses. O lanet cümle.
"Gökhan yaşıyor, Yaren."
Ayaklarım yere vurmuyordu sanki, rüzgârı yararak ilerliyordum. Ciğerlerim bıçaklanmış gibi yanıyordu ama bu acıyı bile hissetmiyordum.
O cümle tekrar tekrar çarpıyordu zihnime.
"Gökhan yaşıyor, Yaren."
Koşarak mezarlığın içine daldım. Gecenin ayazı kemiklerime işliyordu ama vücudum cayır cayır yanıyordu. Adımlarım ağırlaştı. Tüm dünya yavaşladı. Gökhan’ın mezarının önünde durdum. Dizlerimin bağı çözüldü.
Toprak.
O taş.
O isim.
Ellim istemsizce uzandı, mezar taşına dokundu. Soğuktu. Benden daha soğuk, daha cansız, daha gerçekti.
Ama ya değilse?
Ya birileri bana yalan söylediyse?
O an, içimdeki delilik iplerini kopardı.
Dizlerimin üzerine çöktüm. Avuçlarımı toprağa bastırdım. İçimde bir şey çığlık atıyordu.
Kaz.
Ellerim, kendi iradem dışında hareket etmeye başladı. Toprağı parmaklarımla kazımaya başladım. Toprak tırnaklarımın arasına dolarken içimde bir şeyler parçalanıyordu.
Daha derine.
Daha hızlı.
Kazmalıydım.
Görmeliydim.
Emin olmalıydım.
Nefesim hırıltıya döndü. Ellerim artık hissetmiyordu. Sadece kazıyordum. Parmaklarım toprağı her eşeledikçe, içimdeki çığlık daha da yükseliyordu. Bir an başımı kaldırdım ve alnımı sertçe mezar taşına çarptım. Keskin bir acı saplandı kafama. Kan kokusu burnuma çalındı. Ama hissetmiyordum bile.
"Mavi, dur! Ne yapıyorsun?!" diye bağırdı Yiğit.
Duymadım.
Ya da duymak istemedim. Toprak. Kazmalıydım.
Çünkü eğer Gökhan gerçekten yaşıyorsa, burada kim yatıyordu?
Avuçlarım yanıyordu. Tırnaklarım kopacakmış gibi hissediyordum. Toprağın içindeki taşlar, dallar ve kökler ellerimi kesiyordu ama umurumda bile değildi.
Derken…
Bir çift güçlü kol aniden beni sardı.
"BIRAK!" diye haykırdım.
Çırpındım. Tekmeledim. Tırmaladım. Ama Yiğit bırakmıyordu. "Bırakmam." dedi, sesi sertti.
Kolları demir kelepçeler gibi beni sıkıca sarıyordu. Direnmek faydasızdı. Ama ben yine de savaşmaya devam ettim. Çünkü burada, şu an, ben olmaktan çıkmıştım. Çünkü bir şeyler paramparça olmuştu.
Ve eğer Gökhan yaşıyorsa…
Benim varlığımın bir anlamı kalmamıştı.
Sonunda kendimi kurtardım.
Yiğit’in kollarından sıyrılır sıyrılmaz yeniden toprağa saldırdım. Parmaklarım uyuşmuştu. Tırnaklarımın altında kan vardı. Ama umurumda değildi.
Gece, mezarlığın üzerine ağır bir kefen gibi çökmüştü. Rüzgâr, ağaçların kuru dallarında uğursuz bir fısıltı bırakıyor, toprağın altındaki sırları anlatıyordu sanki. Ay ışığı, mezar taşlarının soğuk yüzlerine soluk benizli hayaletler gibi vuruyordu.
Havada toprak ve çürümüş çiçek kokusu vardı. Ayaklarımın altındaki kuru yapraklar, mezarlıkta yankılanan tek sesti. Ama asıl sessizlik, mezar taşlarının arasına sıkışmış bir çığlık gibi boğuyordu beni.
Kazmaya devam ettim.
Tırnaklarım toprağın sert yüzeyine geçti, tırmaladım, kazıdım, avuçlarım kanayana kadar. Ellerim titriyordu ama umurumda değildi. Çünkü bir parçam, toprağın altındaki gerçeği biliyordu.
Parmak uçlarım sert, pürüzlü tahtaya çarptığında tüm dünya durdu. Bedenim hareketsiz kaldı. Göğsüm, nefes almayı unuttu. İçimde, ruhumu delip geçen bir şeyler vardı. Ellerim titreyerek tahtalara sarıldım. Çektim. Çektim. Çektim.
Ve sonra eğilerek baktığımda bir şey görmeyi umdum.
Boş.
Mezar bomboştu.
Kan beynime sıçradı. Mide bulantısı boğazıma tırmandı. Dizlerimin üstüne çöktüm. Gözlerim, içimde yankılanan bir çığlığın yankısıyla yanıyordu. "Hayır… Hayır… Hayır!"
Rüzgâr sesimi alıp gecenin içine savurdu.
Öfkemi, kırılmış bir cam gibi hissettim. Parçalarım etrafa saçılmıştı ama hiçbirini toplayacak gücüm yoktu. Gökhan neredeydi? Başımı kaldırdım, gözlerim Yiğit’e kilitlendi. Gözlerimde deliliğin sınırında dolaşan bir çığlık vardı.
O burada olmalıydı. Gözlerim, dehşetin uçurumunda kaybolmuştu. "Nerede, Yiğit?" diye fısıldadım, ama sesim neredeyse benim bile kulağıma gelmiyordu. Ama sonra, içimdeki her şey patladı. "NERDE GÖKHAN?! ABI NEREDE?! NEREDE ATEŞ?! NEREDE LAN, NEREDE?!"
Ciğerlerim yırtılıyordu. Yiğit yüzüme baktı. Nefesi titriyordu. Dizlerinin üstüne çöküp beni sımsıkı göğsüne çekti. Ama ben durmak istemiyordum. Ben birine sarılmak istemiyordum. Ben Gökhan'a sarılmak istiyordum. Çırpındım. Vurdum. Isırdım. Kollarını tırnaklarımla kazıdım. Ama Yiğit bırakmadı.
"Sakin ol. Sakin ol, Mavi." Kolunu boynuma doladı, daha sıkı sardı. Titriyordum.
Bu mezarlık, tüm mezarlıklar gibi sessizdi. Ama bu gece, bu toprağın altından çığlıklar yükseliyordu.
Çünkü asıl mezar benim içimdeydi.
"Nerede, Yiğit?" Bu kez fısıltıyla sordum. Sesim, çatlamış bir aynadan farksızdı. "Ben acı çekerken o neredeydi? Beni hiç mi merak etmedi? Hiç mi?" Nefesim kesildi. Boğazımda bir düğüm oluştu. "Kızgın mı bana, Yiğit? Kurtaramadım diye kızgın mı?" Dudaklarım titredi. Gözlerim bulanıklaştı. Ama içimdeki öfke… Öfkem berraktı. Ve sonunda, düğüm çözüldü. "Benden nefret ediyor! Kesin benden nefret ediyor! Öyle olmasa gelirdi!" Sesim geceyi delip geçti. "Eğer benden nefret etmese, GELİRDİ!"
Yiğit’in gözleri parladı. Omuzlarımdan tutup beni sertçe sarstı. "Mavi, ne nefret etmesi?!" Nefesi hiddetle titriyordu. "O seni çok seviyor!"
Gözlerim doldu. Yumruklarımı sıktım. İçimdeki çaresizlik bir bombaya dönüşmüştü. Ve o bomba patladı. "NEREDE LAN O ZAMAN?!" Öfkem, bedenimi titretiyordu. Tek hamlede ayağa kalktım. "Ben gidiyorum." Sesim donuk, keskin ve nihayetinde kararlıydı. "Yalnız bırakın beni. Peşimden gelmeyin." Arkamı döndüm. Daha fazla burada kalamazdım. Mezarlıktan çıktım. Gözümün önüne Gökhan’ı kaybettiğim o uçurum geldi. Oraya gidiyordum. Çünkü artık tek bir sorunun cevabı vardı. Ve geriye kalan hiçbir şey umurumda bile değildi
Gökhan neredeydi?
Bilmiyordum. Ama ayaklarım biliyordu. Beni oraya, onu kaybettiğim yere götürdüler. Uçurumun kenarında, eski ağacın dibine çöktüm. Dizlerimi kendime çektim, kollarımı sımsıkı sardım etrafına. Başımı bacaklarımın arasına gömdüm.
Ağlayamazdım.
Çünkü yağmur yağmıyordu.
Titriyordum. Ama üşümekten değildi bu. İçimde büyüyen, adını koyamadığım bir boşluk, damarlarıma kadar ilerliyordu. Bir şeyler kırılmıştı.
Ama ağlayamazdım. Yağmur yağana kadar olmazdı.
"Ağlama, Mavi. Sakın yapma bunu." diye fısıldadım kendime. "Yağmurun yağmasını bekle, Mavi."
Arkamdan bir ayak sesi geldi. "Abim," dedi Can. Sesi boğuktu. "Gidin." Sesim neredeyse kendi içimde kayboluyordu. "Lütfen gidin."
"Mavi, tek başına kalamazsın," dedi Yiğit.
"Bırakın. Bir nefes almam lazım. Kendime gelmem lazım." Sessizlik. Sonra bir fısıltı gibi yankılandı ismim.
"Zeze'm."
Yiğit bileğime dokundu. Parmakları hafifti ama içimde binlerce kilo ağırlık oluşturdu. Kafamı kaldırıp ona baktım. Ona böyle baktığımı en son ne zaman hatırlıyordum, bilmiyorum.
"Benim tek kalmam lazım."
Yiğit başını iki yana salladı. "Kalamazsın."
Ayağa kalktım. Yürümeye başladım. Ama nefes alamıyordum. Göğsümde görünmez bir el vardı sanki. Bastırıyordu. Bastırıyordu. Bastırıyordu. Nefesimi kesmek istiyordu. "Ben… nefes alamıyor gibi hissediyorum." Kelime değil, bir çığlık gibiydi dudaklarımdan dökülen. "Nerede? Niye bulmadı bizi?"
Başım döndü. Gözlerimi yumdum. Ve sonsuza kadar kalmak isteyeceğim karanlığa düştüm.
Yiğit’in Anlatımı
"Mavi'm!" Sesim, gecenin içine çarpa çarpa kayboldu. Küçücük kaldı kollarımda. Avuçlarımın arasına sığacak kadar kırılgan, ama bir volkan kadar sıcak. Yanıyordu. Elimi alnına götürdüm. Alev gibiydi. Yanan bir fırına dokunmuşum gibi elimi geri çektim, ama onu bırakmak mümkün değildi. "Mavi, bana bak!" Cevap yoktu. Hiçbir tepki yoktu. Yüzüne hafifçe vurdum, parmaklarım solgun teninde bir gölge gibi kayboldu. "Mavi, lütfen." Nefesimi tuttum. Gözleri hâlâ kapalıydı.
Bir an, onu kaybettiğimi sandım.
"Ateş!" diye bağırdım. "Acil arabayı getir! Hastaneye gitmemiz gerekiyor! Çok ateşi var!"
Ateş, başını bile sallamadan koşmaya başladı. Arabanın sesi uzaklardan yankılandı, motorun öfkeli homurtusu mezarlığın karanlığını parçaladı. Arkamdan Can'ın sesi geldi: "Oğlum, kimle konuştu bu kız?!"
Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum. Ama artık öğrenmek istiyordum. Öğrendiğimde her şeyi yakacaktım. Dişlerimi sıktım. "Ne bileyim lan ben? Ama artık yaşadığını biliyor. Daha kötüsü, ondan nefret ettiğimi düşünüyor."
Can gözlerini kıstı. "Ne yapacağız?" Yutkundum. Sadece bir yol vardı. "Söyleyeceğiz." Bunu söylediğinde, dehşetle ona baktım. "Ne olursa olsun, artık Mavi’ye her şeyi anlatacağız."
"Yapamam."
"Yap Gökhan." Can’ın sesi bıçak gibi keskin ve titrek çıktı. Gözlerini Mavi’ye dikti, sonra bana döndü. "Kardeşimin haline bak lan. Ellerine bak Gökhan. Senin mezarını kazarken oldu bunlar." Bedenim istemsizce irkildi.
Benim mezarım.
Bunu düşündüğümde içimde bir şeyler tuzla buz oldu.
Can nefesini sertçe verdi. "Hastaysa da bizim yüzümüzden. Kız uyuyamıyor Gökhan. Kâbusları bırakmıyor peşini. Dayanamıyor oğlum. Bizim ondan bir hayat çalmaya ne hakkımız var?"
Gözlerimi kaçırdım.
O kadar kolay mıydı?
Ateş’in sesi çatladı. "Oğlum, yeter. Mavi yerine ben olsam, yemin ederim bu kadar güçlü kalamazdım."
Mavi...
Benim yüzümden...
"Mavi tek bir şey istiyor oğlum. Seni istiyor."
Nefesim düzensizleşti. İçimdeki acı, öfkeye karışıyordu. "Sen de aşıksın ona değil mi?"
Boğazım düğümlendi. Gözlerim bulanıklaştı. "Çok."
Can başını salladı. "Mavi acı çekiyor Gökhan, görmüyor musun?"
"Abi. Yapamam." Sesim zayıftı. "Elif'in yüzünden başımızda bir ton bela var."
Can bir şey söyleyecekti ama o sırada araba geldi. Konuşmamız havada asılı kaldı.
“Hastanenin çoğu yeri beyaz, Yiğit.” dedi Ateş. Sesinde bir tereddüt vardı. Hâlâ bana Yiğit diyordu.
Farkındaydım. O beyaz duvarların, beyaz yatakların, soğuk ışıkların Mavi’ye neler hissettirdiğini biliyordum. Ama başka çaremiz yoktu.
“Farkındayım ama gitmek zorunda. Ateşi çok yüksek. Hem karnı ve başı da ağrıyordu. Ara ara öksürüyordu.” dedim, içimdeki korkuyu bastırmaya çalışarak.
Ateş dişlerini sıktı. “Tamam ama… krize girebilir. Kendine zarar vermeye çalışıyor her seferinde.”
Gözlerimi kapattım, içimde bir şeyler titredi. Onun bu halde olduğunu bilmek, bana ölmek gibi geliyordu.
“Hastanede uyanmadan eve götürürüz.” dedim sonunda.
Can başını iki yana salladı. “Biz Mavi’nin ailesi değiliz. Bir bok yapamayız.”
Ona dik dik baktım. “Ne yapalım Ateş? Biz de o uyandıktan sonra gözlerini kapamasını söyleriz.” dedi Can alayla.
Ama ben onu duymuyordum artık. Gözlerim Mavi’nin yüzüne kilitlenmişti. Zaten fazlasıyla açık tenliydi ama şu an neredeyse kâğıt gibi beyazdı. Kim aradıysa… Kim onunla konuştuysa… Onu yıkmayı başarmıştı.
Elleri hâlâ titriyordu. İnce parmakları, kendi içine kapanmış gibi sıkılmıştı. Bedeninde bir sıcaklık vardı ama yüzü soğuktu. Ölü gibi…
Şortunun cebindeki küçük cüzdanı gördüm. Yanından ayırmamış mıydı bunu? Tek elimle Mavi’yi tutarken aldım. Kimliğini çıkarmam gerekiyordu. Acil hastaydı ve büyük ihtimal hastanede yatması gerekecekti.
Tam o anda, elimi başının arkasına götürdüm. Parmaklarım bir ıslaklığa bulandı. Karanlıkta ne olduğunu anlayamamıştım ama araba ışıkları elimi aydınlattığında gördüğüm şey midemi bulandırdı.
Kan.
İçimde bir şeyler koptu. Boğazım düğümlendi, nefes almakta zorlandım.
“M-Mavi’nin kafası kanıyor.” dedim kekeleyerek.
Can hızla bana döndü. “Ne?”
Bayılırken kafasını vurduğunu hatırlamıyordum. Nasıl olmuştu? “Bayılırken kafasını vurmadı ki…” dedim, beynim yanıyormuş gibi hissederek.
Ateş derin bir nefes aldı, sesi taş gibi sertti. “Mezarlıkta vurdu kafasını.” Dünyam durdu. Öfkeden ellerim buz gibi oldu. Dişlerimi sıktım, yumruğum istemsizce gerildi.
“Ve sen bunu bize söylemedin?!” diye patladım. Sesim arabanın içinde yankılandı. Ateş gözlerini kaçırdı.
"Sadece ben bir şeyler saklamıyorum."
“Bez verin!” dedim, nefes nefeseydim.
Can hızla etrafına bakındı ama Ateş bileğine sardığı bandanayı ağzıyla çözüp uzattı.
Elim titreyerek Mavi’nin başına bastırdım. Kan parmaklarımdan süzülüyordu ama ben sadece onun nefes alıp almadığını dinliyordum. Yalvarırcasına, “Dayan Mavi.” diye fısıldadım. “Ne olursa olsun, dayan…”
“Nereye vurdu kafasını?” diye sordum, sesim titriyordu.
Ateş gözlerini kaçırdı, sonra nefesini tutup yanıtladı.
“Senin mezarına.”
Dünya üzerime çöktü. Göğsümde bir şeyler sıkıştı, nefes almakta zorlandım.
“Bayıldı ama oğlum, bayıldı!” diye tekrarladım, kendimi inandırmaya çalışıyormuş gibi.
Ateş cevap vermedi.
“Tamam, geldik.” dedi Can.
Hastanenin acil kapısına vardığımız an, Mavi’yi kollarıma daha sıkı sardım ve hızla içeri daldım. Hemşireler ve doktorlar hemen yanıma koştular. Onu sedyeye yatırdım, ama elini bir an olsun bırakmadım. Teni hâlâ soğuktu.
Doktorlardan biri, “Onu acile alıyoruz.” dediğinde, istemeden de olsa parmaklarımı çözmek zorunda kaldım. Sedyeyi hızla koridorun sonuna doğru sürüklerken, ben donmuş gibi arkasından baktım.
Sonra bir adım geri attım. Bir adım daha.
Ve kapının yanındaki duvara sırtımı vererek çöktüm.
Elimde hâlâ Mavi’nin cüzdanı vardı. Ona baktım. Üstü askeri desenlerle kaplı, köşeleri hafifçe yıpranmış küçük bir cüzdandı. Erkeklerin kullandığı türden bir modeldi. Ama Mavi bunu sırf cebine rahat sığıyor diye tercih etmişti. Çanta taşımaktan nefret ederdi. Bunu her zaman bilirdim.
Balo gecesi çantasına attığı o öldürücü bakışı hatırladım. Kendimi zor tutmuştum gülmemek için. O an bile ondan başkasına bakmayı düşünmemiştim.
Derin bir nefes aldım ve içimdeki meraka yenik düşerek cüzdanı açtım. İlk gözüme çarpan şey bir fotoğraf oldu. Beşimiz… Yan aynadan çekilmiş bir kare. O kadar gerçek, o kadar bizimdi ki…
Ve hemen yanında…
Mavi’nin kopmuş bilekliği.
İşte o an, bu cüzdanı neden yanından ayırmadığını anladım.
Parmaklarım titreyerek bilekliği aldım. Dokunduğumda, içinde tuttuğum nefesimi bıraktım. Bunu ben yapmıştım ona. Şimdi de yine ben onarmalıydım.
Bilekliği eski haline getirmek için kopan ipi kendi bileğimdeki başka bir boncuklu bilekliğin bağını koparıp kullanmaya karar verdim. Sabahın ilk ışıkları hastane camlarından süzülmeye başlamıştı ama hiçbir dükkân açık olmazdı.
Ben ise sadece Mavi’nin bilekliğini düzeltmeye odaklandım.
Sıkıca düğüm attım. Tekrar, tekrar… Sonuna kadar sağlam olmalıydı.
Tam işimi bitirdiğimde, içeriden çıkan doktoru ve hemen arkasında beliren İbrahim Albay ile Akın Komutan’ı fark ettim. Anında ayağa fırladım. Avcumda hâlâ sıkı sıkı tuttuğum bileklikle, doktorun karşısına geçtim. Yanımdaki Can, gergin bir nefes alarak sordu: “Kardeşim nasıl? İyi mi?”
Hastanenin soğuk beyaz ışıkları yüzümüze vuruyordu. Duvarlar, zemin, yatak çarşafları… Her şey fazla temiz, fazla düzenli ve fazla soğuktu. Mavi’nin burada olması, onu bu renksiz ve kasvetli yerin içine bırakmak, içimde tuhaf bir huzursuzluk yaratıyordu.
Tam o anda doktor, elindeki dosyayı hafifçe kapatıp gözlüklerinin üzerinden bize baktı.
“Mavi Hanım’ın yakınları siz misiniz?”
Akın Komutan, hiç düşünmeden, “Biziz.” dedi.
Ona sert bir bakış attım. Ne hakla benim yerime cevap veriyordu? Doktor hafifçe başını sallayıp devam etti.
“Mavi Hanım’ın durumu stabil. Başına aldığı darbe düşündüğümüz kadar ağır bir etki bırakmamış. Ancak bayılmasının sebebi kesinlikle kafa travması değil. Aşırı yorgunluk ve bitkinlikten tükenmiş durumda. Vücudu iflas etmiş. Havale geçirecek kadar yüksek ateşi vardı. Şu anda ateşi biraz düştü ama hâlâ dikkat edilmesi gerekiyor. Dinlenmesi şart.” İçimdeki sıkıntı artıyordu. Mavi’yi böyle görmeye dayanamıyordum. Onun güçlü, inatçı ve dimdik duruşuna alışkındım. Şimdi ise solgun, yorgun ve bitkindi. Doktor konuşmaya devam etti. “Az önce kendine geldi, gözlerini açtı ama hemen geri kapattı. Uyanık ve… Yiğit Bey, hanginizseniz, sizi yanında istiyor.”
Kalbim bir anlığına durdu. “Yiğit Bey’i mi yanında istiyor?” diye sordu Akın Komutan. Kaşlarını çatmış, şüpheli gözlerle bana bakıyordu.
Doktor hafifçe başını salladı. “Evet. Bir de uykusunda sayıklıyordu. Yanlış anlamadıysak ‘Gökhan’ diyordu. İsterseniz-” Ateş, doktorun sözünü sert bir şekilde kesti.
“İstesek de Yiğit ve Gökhan aynı anda o odaya giremez. Çünkü biri yaşarken diğeri ölü.”
Ona döndüm. Haklıydı.
Yiğit yaşarken Gökhan ölüyordu.
Gökhan yaşarken ise Yiğit ölüyordu.
Doktor ciddi bir ifadeyle devam etti. “Hepiniz sırayla görebilirsiniz ama en son Yiğit Bey yalnız kalacak.”
Cümlesi biter bitmez içeri daldım. Mavi’yi görmek istiyordum. Diğerleri de arkamdan geldi, İbrahim Albay hariç. “Ben en son askerimle konuşmak istiyorum.” dedi. Kafa salladık.
Mavi, odanın köşesinde, beyaz çarşafların içinde kaybolmuş gibiydi. Teninin her zamankinden daha soluk olduğunu görmek mideme bir yumruk gibi oturdu. Hafifçe yanına yaklaştım ve adını fısıldadım. “Mavi…”
Gözleri kapalı, kaşları hafifçe çatılmıştı. Dudakları kuru ve solgundu. Zayıf bir sesle mırıldandı. “Yiğit… Çıkar beni buradan. Oğlum, doktor varken hastaneye getirmek ne lan?”
Öksürük sesi odayı doldurdu. “Gözlerini aç.” dedim, hafifçe eğilerek.
“Çok… beyaz var…” diye fısıldadı.
“Aç sen gözlerini. Bak, ben de buradayım.”
Akın Komutanın bana sert bakışlarını hissettim ama umursamadım. Mavi, kirpiklerini ağır ağır kaldırdı. Gözleri açılır açılmaz panikle etrafına baktı. Nefesi hızlandı. O an fark ettim. Beyazdan korkuyordu. Yataktan hızla kalktı ama dengesini kaybetti.
Düşmeden önce onu tutmaya çalıştım ama benden önce Ateş’e gitti. Ateş hiç tereddüt etmeden kollarını açtı ve onu sımsıkı sardı. Bu sefer ters bakışlara maruz kalan Ateş’ti. Bu sefer ben atmıyordum o bakışları. Ateş, başını iki yana sallayıp hafifçe gülümsedi. “Gel bakalım küçük.”
Mavi’yi nazikçe kucağına aldı ve tekli koltuğa oturdu. Onu göğsüne bastırdı. Biz de serumun demirini onların yanına yaklaştırdık. Mavi, başını Ateş’in omzuna yasladı ve boğuk bir sesle mırıldandı: “Ateş, kurtar beni şu sargılardan…” Sesi o kadar zayıftı ki… “Sen sar, olmaz mı?”
Ateş, başını hafifçe iki yana sallayarak, içten bir gülümsemeyle cevap verdi. “Ben senin yarlarını sarmam küçük…” dedi. “Ben sana sargı olurum.” Ateş, Mavi’nin saçlarını usulca okşarken fısıltıyla konuştu. “Sen şimdi uyu bakalım. Uyanınca o sargıları görmeyeceksin, tamam mı?”
Mavi’nin yorgun göz kapakları ağır ağır kapanıyordu ki Can’ın sesi odayı doldurdu. “Uyuyamaz şu anda. İbrahim Albay kapıda, onu bekliyor.”
Bu söz, odadaki atmosferi anında değiştirdi. Sessizlik çöktü.
Ateş’in kaşları çatıldı ama sesi her zamanki sakin tonundaydı. “Tamam.”
Mavi iç çekerek gözlerini açtı. Yavaşça doğruldu, ayaklarını yere bastı. Serumun hortumu hafifçe gerildi. Adımlarını attıkça, hastane terlikleri yere yumuşak bir sesle sürtünüyordu.
Kapıya yaklaşırken elinde olan serum torbasıyla çıkmak istemedi. Ona bakınca içimde bir sıkıntı hissettim. Serum neredeyse tamamen boşalmıştı.
Bir an bile tereddüt etmeden serumu kolundan çıkardı. Tam o anda Ateş’in sert sesi duyuldu.
“Ne yapıyorsun lan sen?!”
Omuz silktim. Cevap vermedim. Serumu oradaki sehpanın üzerine bıraktım ve hiç arkama bakmadan dışarı adım attım.
Hastanenin koridorları loştu. Beyaz duvarlar, ilaç kokusu ve sessizlik… Bütün bunlar içimi daraltıyordu.
Kapının hemen önünde, İbrahim Albay ayakta bekliyordu. Beni görünce bakışları anında sertleşti.
“Sen neden ayaklandın?”
Sesi tok ve buyurgandı.
Gözlerimi kaçırmadan ona baktım. “İyiyim, komutanım.”
Yalan söylemem gerektiğini biliyordum ama sesimdeki titremeyi engelleyemedim.
İbrahim Albay başını hafifçe yana eğerek bana dik dik baktı.
“Yalan söyleme, Yaren… Bana.”
Adımı böyle söyleyişinde farklı bir şey vardı.
Hissediyordum.
Biliyordu.
Mavi Yaren'in anlatımıyla devam
“Ben yalan söylemem, komutanım.” Sesim, odadaki soğuk hava kadar keskin çıktı. Sırtımdaki gerilim, kaslarımı sertleştiriyordu.
İbrahim Albay’ın gözleri, dikkatlice yüzümde gezindi. İçinde bir şeyleri ölçüp biçiyor gibiydi. Sonra kaşlarını hafifçe kaldırarak sordu: “Hayırdır Yaren? Benden nefret mi ediyorsun yoksa aşırı mı seviyorsun?”
Gözlerimi kıstım. O kadar yorgundum ki, artık duygularımı tartacak hâlim bile kalmamıştı. “Az önce söylediklerinizden sonra sevgiyle bakamam size, komutanım.” dedim, her kelimemi keskin bir bıçak gibi saplayarak. “Hayatımın bir kısmını siz de biliyorsunuz.”
Albay, gözlerini kısıp derin bir nefes aldı. “Benden nefret ediyorsun yani?”
“Hayır, komutanım.”
“Eee, Yaren? O zaman ne?” Ona doğru bir adım attım. Omzumda taşıdığım yükler sırtımı kamburlaştıracak kadar ağırdı. Ama ben, bu ağırlığı hissettirmemek için dimdik duruyordum. “Gözlerime neden bakıyorsun o zaman?”
İşte o anda, içimdeki öfke bir şimşek gibi çaktı. Dudaklarımı sıktım. Birkaç saniyeliğine gözlerimi kaçırdım. Sonra başımı kaldırıp doğrudan onun bakışlarına kilitledim. “Beyaza bakmamak için.”
Beyaz.
Hastane duvarlarının, çarşafların, tavanın rengi.
İçinde sadece çaresizlik barındıran, donuk, ruhsuz bir boşluk. Albay, söylediklerimi anlamaya çalışıyormuş gibi başını eğdi. Kaşlarının arasında derin bir çizgi belirdi. “Ne oluyor sana Yaren? Bu kaç gündür ya vuruluyorsun ya da hastanedesin.” Sesinde bir yorgunluk vardı. Ama içinde gizleyemediği bir endişe de saklıydı. “Kızımsın sen benim, Yaren. Dikkat etsene kendine. Şu haline bak. Omzundaki yükler seni çökertiyor, Yaren. Paylaş biraz… ailenle.”
Bir şey kırıldı içimde.
O kadar ani, o kadar keskin bir kırılmaydı ki, içimdeki öfke kontrolsüzce taştı. Dudaklarımdan alaycı, boğuk bir kahkaha döküldü. “Ailemle paylaşayım, öyle mi komutanım?” dedim. Sesim buz gibiydi. “Babamla mı konuşayım mesela? Beni bir odaya kapatıp zorla altmış yaşında bir adamla evlendirmeye çalışan babamla mı?” Albayın yüzündeki bütün ifade kayboldu. Benim için fark etmezdi. Yıllardır aynı hikâyenin içindeydim. “Beni on bir yaşındayken sattığını biliyor musunuz? Ya da… bunları gördüğü hâlde hiçbir şey yapmayan anneme mi anlatayım?” Bir adım daha attım. Gölgem, loş ışıkta duvara yansıyordu. Sanki o gölge, yıllardır içimde biriken acının suretiydi. “Yoksa durun, daha iyisi var. Öz abime mi anlatayım, komutanım?” Dudaklarımı acı bir gülümsemeyle büzdüm. “Babamın bütün bu yaptıklarına yardım eden biricik abime?”
Albayın gözleri dolmuştu. Bir şey söylemek istiyor gibiydi ama kelimeler boğazına düğümlenmişti.
Boşuna.
Benim için fark etmezdi.
“Kusura bakmayın, komutanım.” dedim. “Ben sırtımdaki yüklerle yaşamak zorundayım. Bu benim kaderim. Ben düştüğümde kimse kaldırmaz beni.” Albay, gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Ve sonra… fısıltıyla bir kelime döküldü dudaklarından.
“Özür dilerim.”
Bunu beklemiyordum.
İlk defa, birileri bana gerçekten üzülerek bakıyordu.
Ama ne fark ederdi ki? Her şey için çok geç kalınmıştı. Bana olan her şey olmuştu zaten. Benim çocukluğum acılar içinde kıvranarak ölmüştü.
Birkaç saniye hareketsiz durdum. Sonra başımı yana eğdim. “Sorun yok, komutanım.”
Gözlerini açtı ve aniden, hiç beklemediğim bir şey yaptı.
Sıkıca sarıldı bana.
Vücudum bir an için dondu. Sarılmak… çok uzun zamandır unuttuğum bir histi. Ama ellerim havada asılı kaldı. Karşılık vermedim.
Burnum tıkalıydı ve komutanın kokusunu alamıyordum.
Sadece bekledim.
O bırakana kadar.
“Dinlen Yaren. Uyu.” dedi komutan. Sesi, odadaki sessizliği yarıp geçen yumuşak ama kararlı bir tını taşıyordu.
“Emredersiniz, komutanım.” dedim, gözlerimi kaçırarak. Ama uyumayacaktım. Bunu ikimiz de biliyorduk.
Komutan bir an duraksadı, sonra gözlerini kısıp devam etti. “Can ile Yaman kim?”
Soruyu duyunca başımı hafifçe yana eğdim. Birkaç saniye düşündüm. Sonra gülümsemeden, ama gözlerimde bir sıcaklıkla cevap verdim: “Biri kardeşim, diğeri abim. Kan bağı olmayan ama can bağı olan.”
Komutan başını onaylarcasına salladı. “Tamam. Hadi, uyu artık.”
Arkasını dönüp gidene kadar sessizce izledim. Adımlarının yankısı koridora karıştı. Sonra… Kapının önünde, gölgelerin arasından bir siluet belirdi.
Akın komutan. Gözlerimi kısarak baktım. “Komutanım?”
“Yaren.” dedi yalnızca. İçimde garip bir huzursuzluk dalgası yayıldı.
“Sizin burada ne işiniz var?”
“İbrahim komutan haber verdi. ‘Yaren hastanede’ diye.”
Birkaç saniye boyunca birbirimize baktık. Sonra başımı hafifçe eğdim. “Sağ olun, komutanım.” dedim, sesimde hafif bir yorgunlukla.
Akın komutan, gözlerini benden ayırmadan başını salladı. “Ben gideyim artık. Geçmiş olsun, Yaren.”
“Sağ olun, komutanım.” dedim tekrar. O da arkasını dönüp gitti. Sessizlik, bir kez daha etrafı sardı. Ağır adımlarla odaya döndüm. Kapıyı kapattım. Ve… yere çöktüm. Ayaklarım beni taşıyamaz hâle gelmişti sanki. Derin bir nefes aldım ama göğsümdeki ağırlık azalmıyordu. Ve sonra… Odanın içinde bir gölge daha belirdi.
Can abim. Yanıma hızla çömeldi, gözlerinde endişeyle.
“Abim.” diye fısıldadım. Sesim o kadar titrek çıkmıştı ki, kendim bile tanıyamadım. “Abi, beni buradan çıkarın. Ben hiç iyi değilim.” dedim, içimde biriken boğucu hisleri zorlukla bastırarak.
Can’ın yüzü sertleşti. Başını bir kez salladı. “Tamam.”
O sırada Yiğit, yanımıza diz çöküp yüzüme dikkatlice baktı. “Bana bak bakalım.” dedi, çenemi hafifçe tutup yukarı kaldırarak. Gözlerim ona odaklanmışken, avcuma bir şey bıraktı. İçimde bir kıvılcım yandı. Elimi açtığımda, gözlerim büyüdü.
Bilekliğim.
Boncukları tek tek tanıyordum. Onu kaybettiğim günü hatırlıyordum. Beni yıllarca yalnız bırakmayan o küçük eşyayı.
Şok içinde baktım bilekliğime.
Sonra, gözlerim yavaşça dolmaya başladı.
Başımdaki tüm ağırlık kaybolmuş gibi, yavaşça Yiğit’e döndüm. Gözlerim onun gözlerine kenetlendi. Ve… aniden, sıkıca sarıldım ona. Kollarımı çözüp eğildim, boynuna doladım kollarımı. O da anında belime sardı kollarını. Beni bırakmayacak şekilde.
“Sen gamzelerini göstere göstere güleceksen, ben bunu sürekli yaparım.” dedi Yiğit, gülümseyerek. Eğiliyordu çünkü bana göre fazla uzundu. Ve ben, uzun zaman sonra, ilk kez içten içe gülümsedim.
"Deve ile cücenin sarılması gibi." dedi Ateş, gözlerini devirerek. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Gerçekten çok uykum vardı.
"Gidelim, uykum var. Yoksa bayılacağım." dedim, başımı hafifçe sallayarak. Yiğit, gözlerimi zorla açık tutmaya çalıştığımı fark etmiş olacak ki, bana yanaşıp kollarını açtı.
"Sen gel bakayım." dedi ve aniden beni kucağına aldı. Şaşkın bir şekilde gözlerimi kırpıştırarak başımı kaldırdım.
"Oğlum, ağır değil miyim lan ben?" diye sordum.
Yiğit gülümseyerek omzunu silkti.
"En fazla elli kilosundur. Bir vursam yok olacaksın." dedi Ateş, alaycı bir ifadeyle.
Kaşlarımı kaldırıp ona döndüm. "Denesene?" dedim meydan okurcasına.
Can abim araya girerek başını iki yana salladı. "Unutmayın, bu kız bordo bereli." dedi, göz kırparak. Ateş hâlâ küçümseyici bir ifadeyle bana bakarken, Can abim gülerek devam etti: "Oğlum, kız daha dokuz yaşındayken beni deviriyordu. Sen nasıl bir vuruşta yok edeceksin?"
Ateş kaşlarını çatarak döndü ona. "Lan o senin salaklığın. Kızdan dayak yemeye utanmıyor musun?" dedi.
Yiğit’in kucağından hızla atladım ve bir adımda Ateş’in yanına vardım. Ayağına hafif ama dengeli bir hamle yaparak onun yere devrilmesini sağladım. Ateş, sert bir şekilde sırt üstü düşerken, yüzündeki şok ifadesi görülmeye değerdi. Eğilip, kaşlarımı çatarak ona baktım. "Beni sakın hafife alma." dedim, elimi uzatarak.
Ateş, yüzünü buruşturup elini beline götürdü. "Sırtımı kırdın lan." diye homurdandı.
Gözlerimi devirerek elimi ona uzattım. "Hafife alma o zaman beni." dedim ve onu yukarı çektim.
Tam geri dönerken Can abim yana yaklaştı. Gözlerinde hafif bir kurnazlık vardı. "Pişt, haşat etti lan kız seni." dedi kahkahasını gizleyerek.
Ateş hâlâ suratını asmışken, Can abim ciddileşerek elimi nazikçe tuttu ve gözlerimin içine bakarak saygıyla elimi öptü. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakarken, Ateş bir anda itiraz etti: "Oğlum, hazırlıksız yakalandım!"
Gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Ancak sabrım uzun sürmedi. "Lan siktir git. Siktirme bana belanı." dedim, sinirle.
Yiğit kaşlarını kaldırarak başını çevirdi. "Küfür etme." diye uyardı kısık bir sesle.
Of çekerek cebime elimi attım. Bir şey arıyordum ama… Telefonum da kulaklığım da yoktu. "Lütfen, biriniz benim telefonumu almış olsun." diye mırıldandım.
Yiğit gülümsedi, cebinden telefonumu çıkarıp bana uzattı. "Eyvallah." dedim, telefonumu alarak.
"Eyvallahın ile yaşa."
Daha sonra Can abime döndüm. "Abi, kulaklığını ödünç verir misin?" Hiç düşünmeden uzattı. Hafifçe gülümsedim ve kulaklığı aldım. Arabaya binene kadar kulaklığı takmadım. Diğerleri kendi aralarında konuşuyordu. Ancak ben, başımı cama yaslayarak gözlerimi kapattım.
Uykum gittikçe ağırlaşıyordu…
BÖLÜM SONU
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |