3. Bölüm

2. Bölüm: "KARŞILAŞMA"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

Şırnak... Dağların gölgesinde kurumuş bir yemin gibi bekliyordu beni. Güneşin doğmaya mecali yoktu sanki; gri gökyüzünün altında, taş ve toprak karışımı o yalın şehirde yürürken, içimde bastıramadığım bir sızı vardı. Bu sızı ne korku, ne tedirginlikti. Bu, hatıraların boğazıma çöken yumuşak ama yakıcı yumruğuydu. Çünkü burası, onunla iz bıraktığımız yerdi. Gökhan’la. Her köşesinde çocukluğumdan bir iz vardı; kurşun seslerine karışmış kahkahalarımız, karanlıkta fısıldanan hayallerimiz... Artık ölmüş bir geçmişin küllerine basarak yürüyordum ve adımlarımın altında ezilen sadece taş değil, bendim.

Kışlanın içi sessizdi. Hava kuru, toprak sert, gökyüzü ise griye çakılıydı. Koridorlarda yankılanan ayak sesleri, mesafenin ve disiplinin ritmini tutuyordu. Sol elimle beremi düzelttim; başımda biraz eğik duracak şekilde yerleştirdim. Bu önlüğü her giydiğimde aynı cümle yankılanırdı beynimde. Gökhan'a aitti bu cümle. “Duruşun, savaşmadan da korku salar,” derdi. Parmaklarım saçlarımın üzerinde kısa bir gezinti yaptı, ardından beremi tok bir hareketle yerleştirdim. Aynaya bakmadım. İhtiyacım yoktu. Ben kim olduğumu unutmamıştım.

Toprak Timi’nin hangarına yaklaşırken içimde bir sıkışma hissettim. Yeni bir yer, yeni yüzler, ama tanıdığım bir ağırlık vardı havada. Askerin kokusu, demirin ve barutun karıştığı o tanıdık koku burayı yuvam gibi hissettiriyordu. Yuvam yıkıldığında vatan torakları için bulunduğum her yeri yuvam yapmıştım. Kapıyı açtığımda içerideki sohbet bir anda kesildi. Dönüp bana baktılar. Bazılarının yüzünde şaşkınlık, bazılarınınkinde tanımsız bir temkin vardı. Renkli gözlere alışık değillerdi belki de, ya da içeri giren kadının omuzlarındaki rütbeye değil, gözlerindeki ölüme takılmışlardı.

Teğmen Batur Kandemir’in sesi duvarları yararcasına yükseldi:

“Dikkat!” Bedenler doğruldu, ayaklar birlikte yere vuruldu. Selam verdiler. Sert, net, eğitimli bir disiplinle. Bakışlar bana çevrilmişti ama ben sadece bir tanesine odaklandım: Batur. Eski bir tanıdık. Gözlerinde beni yargılayan bir şey yoktu; daha çok “Hoş geldin,” der gibi, ama o da sessizdi. İleri doğru yürüdüm, masanın önüne geldim. Ceketimin düğmelerini ilikledim. Beremi çıkarmadım.

Sesim boğuk ama netti: “Rahat, beyler. Komutan yokken bana komutan demeyin. En azından ben diyene kadar.”

Bir ağızdan gelen “Emredersiniz,” cevabı, havadaki gerginliği biraz çözdü ama hâlâ temkinliydiler.

Aralarından biri, tereddütle öne çıktı. “Gözleriniz… ilk başta çok değişik geldi. Saygısızlık yaptıysak, kusura bakmayın.” Yüzüne baktım. Gençti. Çekingen ama dürüsttü. Alışığım böyle tepkilere. Gülümsedim demeyeceğim, sadece başımı eğip onayladım.

“Rütbe sırasına göre isimleri alıyorum,” dedim. Hemen hizaya geçtiler. İsimler sırayla aktı. Her biri ayrı bir hikâyeydi ama henüz onları bilmiyordum. Batur listede iki eksik olduğunu not ettiğinde gözlerimi kapattım bir an. İçimde titreyen bir düşünce vardı: Artık onların parçasıydım. Gökhan’ın devrettiği gölgenin içindeydim. Sıram gelmişti.

Yüzbaşı Akın AKYOL

Kıdemli üsteğmen Yiğit KURT

Kıdemli üsteğmen Mavi Yaren YILDIRIM

Teğmen Batur KANDEMİR

Astsubay başçavuş Tolga ÇEVİK

Astsubay Kıdemli Üstçavuş Kaan Umut KILINÇ

Astsubay Kıdemli Üstçavuş Davut BURAN

Astsubay Kıdemli Çavuş Aren BİÇER

Astsubay çavuş Efe AYDIN

Tanışma bitmişti ama üzerime çevrilen gözler, hala içlerinden geçen onlarca soruyu yüzüme fısıldıyordu. Meraklarını konuşmadan bile duyabiliyordum. Göz göze gelmekten çekinmeyen birkaç bakış vardı ki, onların sesi çıkmasa bile kafalarının içinde kıyamet kopuyordu. Daha fazla susmadım.

“Ne soracaksanız, komutanlar gelmeden sorun,” dedim. Sesim netti. Sert değil ama alışkın olmadıkları kadar soğuktu.

Aren Biçer, takımın en genç yüzlerinden biri gibi görünüyordu. Hafifçe yana eğilmişti, sesi çekingen ama içten bir tonla sordu: “İsminizi öğrensek?”

Başımı eğmeden, gözlerimi kaçırmadan cevap verdim. “Yaren.”

Arkamdan Batur Kandemir’in sesi geldi. “Mavi Yaren.”

Kaan Umut Kılınç, Batur’a dönüp kaşlarını kaldırdı. “Tanışıyor musunuz?”

Sadece kafa salladım. O an anlatacak bir şey yoktu, zaten Batur konuşmaya başlamıştı bile. “Rüya’nın arkadaşı. Hani anlat anlat bitiremediği kız var ya... işte o Mavi Yaren.”

“Yaren de, Batur,” dedim kısa ama tok bir sesle. Sertliğimi anlamış olacak ki, ses etmeden başını salladı.

Efe Aydın, şaşkın gözlerle aramıza bakarak sordu: “Nasıl yani?”

Batur, beni yakından tanımanın verdiği rahatlıkla, “Konuşmayı pek sevmez,” dedi omuz silkerek.

“Fark ettik,” dedi Efe, hafifçe güldü ama saygıyı da bozmadı.

Kaan, gözlerini yüzümde gezdirdi, sonra da sanki resmi bir hitap yapar gibi “Yaren komutanım,” dedi. Ardından, fark ettiği resmiyet fazlasını kendi kendine sildi. “Yaren,” diye düzeltti. Bakışlarımı ona çevirdiğimde sesini alçalttı, “Gözleriniz lens mi acaba?”

Kafamı iki yana salladım. Bu gözler bana aitti. Bu renk, doğduğumdan beri üzerimde taşıdığım lanet ya da mucizeydi. Kaan, başını yana yatırıp gözlerime hayranlıkla bakmaya devam etti. “İlk kez mor gözlü birini gördüm,” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı.

Bu sefer Aren, sesiyle aramıza bir kıvılcım bıraktı. “Var mı komutanım bu gözlerin sahibi?”

Anlamıştım. O cümleyle kastettiği sevgilimdi. Bakışlarını kaçırmıyordu, dürüst merak içindeydi. “Var,” dedim.

Sözümün ardından ortam kısa süreliğine dondu. Ardından Aren tekrar sordu, bu sefer sesi hafif bir gülümseme taşıyordu. “Of be... Kim o şanslı kişi? Merak ettim açıkçası. İsmini de söyleseniz?”

Gözlerimi bir an yere indirdim, sonra tekrar kaldırdım. “Mavi Yaren ismi. Sevgilim yok. Şimdiye kadar olmadı, bundan sonra da olmayacak.”

Batur, iç çeker gibi konuştu. “Yaren... hâlâ mı?”

Ona döndüm. Göz göze geldik. “Hâlâ.”

Tam o anda kapının ağzında tok bir ses yankılandı. “Bir de bana da açıklayabilir mi neler oluyor?”

Kapının eşiğinde beliren gölge, odadaki tüm enerjiyi değiştirdi. Duruşumuz düzeldi, sesler sustu. İçeri adım atan kişi, yüzbaşıydı.

Yüzbaşı Akın Akyol.

Hepimiz neredeyse eş zamanlı bir refleksle selam durduk. Bakışlarını üzerimizde gezdirdi, sonra gözleri doğrudan bana döndü. Taramaya başlar gibi baştan aşağı süzdü beni. Gözleri, fazla kelimeye gerek bırakmıyordu.

“Sen?” dedi kısaca.

“Kıdemli Üsteğmen Mavi Yaren Yıldırım.”

“Rahat.”

Komutu alınca duruşumuzu bozduk. Gözleri hala üzerimdeydi. “Ne konuşuyordunuz az önce?” diye sordu.

“Tanışıyorduk komutanım,” dedim. Ses tonum belliydi: Net, kısa, açıklayıcıydı. Daha fazlasına gerek yoktu. O da sadece başını sallamakla yetindi.

“Biz de tanışalım. Akın ben,” dedi. Gözlerini benden ayırmadan bir kez daha baştan aşağı süzdü. Bakışlarının üzerimde gezinme şekli, yalnızca bir komutanın askerini incelemesi değildi. Daha derindi. Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra sesi yumuşadı. “Adını çok duydum. Katıldığın görevler konuşuluyordu. Adın bizden önce gelmiş. Hoş geldin.”

“Sağ olun, komutanım,” dedim. Duruşum dikti ama sesimdeki mesafe belliydi.

“Hadi, oturun. İyice tanışalım,” dedi. Gözlerini gruba çevirdi. “Efe, Yiğit nerede?”

Efe, biraz düşünür gibi yaptıktan sonra cevapladı. “Mezarlığa gideceğini söyledi komutanım.”

Mezarlık… O kelime zihnimde yankılandı. Göğsümün ortasına bir taş oturdu sanki. Gökhan. Onu hâlâ görememiştim. Varlığının son izlerini bile avuçlayamamıştım. Gözlerim bir anlık boşluğa daldı, sonra kararlılıkla seslendim.

“Komutanım.” Tüm gözler bir anda bana döndü. Sesim sakin ama kesindi. “Benim bir yere gitmem gerekiyor.”

Batur hemen araya girdi. “Yaren-” Ama sonra, yanında komutanın olduğunu fark edince cümlesini toparladı: “Yaren komutanım.”

Nereye gideceğimi biliyordu. Gitmemi istemiyordu ama ağzından fazlası çıkmadı. Ona dönmeden söyledim. “Karışma.”

Akın Komutan, bakışlarını Batur’a çevirdi. Tonu sertleşmişti. “Ne oluyor? Sana ne Batur, kızın nereye gideceğinden.”

Sonra bana döndü. Bu seferki bakışı farklıydı. Daha dikkatli, daha kişiseldi. “Sen git. Sonra tanışırız.”

Başımı eğip teşekkür ettim. Adımlarım yavaş ama kararlıydı. Çıktım.

**

Soyunma odasına vardığımda içerisi sessizdi. Metal dolapların sıraya dizildiği dar alanda yankılanan tek ses, fermuarın hışırtısıydı. Üniformamı çıkardım. Bedenim aynada belirdiği anda gözlerim istemsizce oraya kilitlendi.

Çıplak tenim, hatırladığım her acının izini taşıyordu.

Omuz başımda, sırtımda… Bazıları zamanla solmuştu, bazılarıysa hâlâ kırmızımsı kabarıklıklarla oradaydı. Babamın bıçakla açtığı yarıklar, sigarasını söndürürken bıraktığı yanık benekleri… Sırtım bir harita gibiydi; işkencenin, zulmün, susturulmuş çığlıkların coğrafyasıydı.

Bir kadın bedeniydi bu. Ama bir kız çocuğunun yaşadığı cehennemle büyümüş, savaşarak gelişmiş bir kadına aitti. Ve her iz, beni ben yapan şeyin bir parçasıydı.

Gözlerimi aynadan ayıramadım. O an, Akın’ın bana bakışları geldi aklıma. İlk görüşte fark ettiği şey sadece üniformam değil, içimde biriken kasırgaydı belki de.

Ama bilmiyordu. Ben, sadece üniforma giymiş bir asker değildim. Ben, yıkılmamış bir hayalettim.

Omzumun arka tarafında, solmuş derimin kıyısında yıllardır taşımaya mecbur bırakıldığım o yara izi vardı. "G" harfi. Dokunduğum anda içimde bir şey çekildi sanki; etimden değil, hafızamın derinlerinden bir parça koptu da yüzeye çıktı. Küçük bir çocuk gibi çaresizdim yine. O harfe her dokunduğumda olduğu gibi... Bu defa, anı beni çok daha sert bir şekilde içine çekti.

Yoktum. Tam iki gündür. Ne sokak kalmıştı aranmadık ne de kuytu köşe. Ama bulamıyorlardı. Çünkü ben, yeniden bir karar vermiştim. Babam, her zamanki gibi karşıma geçmiş, şeytanın suratına yapışmış o sahte gülümsemesiyle iki seçenek sunmuştu: “Birini seçeceksin. Ya kendin, ya o Gece Kuşları’ndan biri.” Gözümün önüne önce Şeyma’nın gözleri geldi, ardından Ateş’in, Can abimin... Gökhan’ın adını bile düşünmeden geçemedim. Hiçbiri beni seçmezdi. Ama ben, kendimi seçtim. Çünkü onların canı yansa, ben yaşayamam. Onlarsa... Onlar bensiz de yaşar.

O an, herkesin kendini değil birbirini korumayı seçtiğini bir kez daha gördüm. Herkes... Şeyma hariç.

“Gökhan, tekrar dolaşalım sokakları.” demişti Ateş, sesi endişeyle karışık sabırsızlık doluydu.

“Arda her yerde bizi ararken saçmalama istersen.” diye atıldı Şeyma, her zamanki gibi içinden geldiği gibi.

“Ya bir şey olduysa? Ya Arda ya da o iğrenç babasını bulduysa?” dedi Gökhan, sesinde korkuyu ilk kez bu kadar net duyduğum bir tonla.

O an, saklandığım yerin küçük camına üç kez ritmik şekilde vurdum. Aramızda bir şifreydi bu. Camın ardından Gökhan’ın yüzünü gördüğümde değişen o ifade... Gözlerinin içi yandı sanki. “MAVİ!” dedi. O çığlıkta hem sevinç vardı hem korku. Merdivenlerden nasıl indiğini bile hatırlamıyorum. Yanı başımdaydı birden.

“Ne oldu kızım sana?” diye fısıldadı.

“Yakışıklım...” dedim. Cılız, çatlamış bir sesle. Sesimden çok acım yankılandı o kelimede.

Altı yaşındaydım. Ama sokakta büyüyen bir çocuk, yaşından büyük acılarla büyürdü. Alışmıştım. Etim ne kadar yanarsa yansın, içim buz gibiydi. Çünkü sokakta çocuk olmak, ya acıya alışmak demekti ya da ölmek. Kurallardan biriydi bu.

Karların içinden aldı beni Gökhan. Tutuşu hâlâ ellerimde. Saklandığımız, duvarları rutubet kokan o yere götürdü. Eski, yırtık döşeklerin üstüne yatırdı usulca. “Şeyma, sokağın başındaki abladan pansuman için bir şeyler al. Ararsan Gökhan bir ay daha fazla çalışacak dersin.” dedi. Şeyma homurdandı ama çıktı. Çünkü Gökhan’ın emirleri tartışılmazdı o anlarda.

“Kim yaptı?” dedi Ateş. Gözleri alevdi. Tam adı gibi, Ateş.

Gökhan sırtıma dokunduğunda inlemişim. “Acıyor...” dedim.

“Tamam, tamam... Özür dilerim. Çok özür dilerim.” dedi panikle.

“Kim yaptı bunu sana Mavi?” diye sordu Can abim. Sesi boğuktu, yumruklarını sıkıyordu.

“Babam.” dedim.

“Lan yine ne zoru varmış seninle?” Ateş’in yumruğu duvara geçti.

“Gece Kuşları’ndan biri işkence görecekmiş, ben de kendimi seçtim.”

“Sen neden kendini seçiyorsun Mavi?” Gökhan’ın sesi sanki çatladı.

Yine fısıldadım sadece: “Acıyor.”

Sorular dindi. Sessizlik çöktü. Gökhan pansuman yaptı. Sonra beni kollarına alıp sardı. O gece, ben onun kollarında uyudum. O ise, benim canım yanmasın diye bütün gece kıpırdamadan oturdu. Uyuyamadı. Bir an bile gözlerini üzerimden ayırmadı.

Şimdi, aynada o "G" harfine bakarken yüzümde buruk bir gülümseme belirdi. Hem sevdiğim çocuğun dokunuşunu hatırlıyordum, hem de onun uğruna seçtiğim acıyı.

G harfini özellikle damgalamıştı babam, öyle rastgele değil... Etimin en derin yerine, acının kalıcı olacağı bir noktaya. Gökhan’ın sırtında da M vardı. Sebebini asla öğrenemedim ama anlamı çok basitti: Babam, ikimize birbirimizin adını kazımıştı. Belki kendi adımıza sahip çıkmamızı bile istemiyordu, kim bilir. Ama bir şekilde bizi birbirimize zincirledi. Ne garip, çocukken o harf bana ait sanırdım, şimdi sadece yanık etin üstünde küflenmiş bir geçmiş gibi duruyor.

Siyah kot pantolonumu giydim, üstüme bol siyah tişörtümü geçirdim. Silahı belime taktım, tişörtle gizledim. Spor ayakkabılarımı ayağıma geçirip saçlarımı açtım. Toplamayı sevmezdim. Hayır, iş dışında zaten toplamazdım. Saçlarım özgür kaldıkça kendimi daha az tutsak hissediyorum. Çünkü o da böyle severdi. Gökhan... Saçlarımı açık severdi. Bende toplu olmasından nefret ediyordum. Kesmekten nefret ediyordum. Onun örmediği her bir tel saçımdan da nefret ediyordum.

Sen nefret etmiyorsun Yaren, sen hâlâ onun saçlarını yanağından geriye itişini hatırlıyorsun.

İç sesim bazen fazla dürüst. Acıtan bir dürüstlük bu.

Kabinden çıktım, hızlı adımlarla motoruma yürüdüm, kaskımı taktım ve yola koyuldum. Şehir, önümden silik birer gölge gibi akarken içimde tek bir hedef vardı. Mezarlık. Daha doğrusu, lanetli bir tabelanın ardına gizlenmiş, içi ölü dolu ama dışı kimseye ait olmayan o toprak: Kimsesizler Mezarlığı. Gökhan’ın da bedeni buraya gömüldü. Annesi sağken sahip çıkmadı, öldükten sonra da ardında durmadı. “Bir sokak çocuğu söyle. Yılmaz ailesinin mezarında asla yatamaz. Bedenini nereye gömerseniz gömün, beni ilgilendirmez.” deyip kapıyı yüzümüze kapatmıştı. O kadının suratını unutamıyorum. O gün ağladım. O gün sustum. Ama bugün... bugün sadece öfkemle varım. Çünkü ben onun varlığına şükrederken, o oğlunun nefes aldığına bile lanet etmişti.

Ben o gün son kez ağlamıştım.

Ben gamzelerimi sevdiğime mezar yapmış ve orada bırakmıştım.

Kimsesiz mezarlığında isim yok. Sadece sayılar. İnsanlar burada bir numaraya dönüşür. Gökhan’ın numarası 2681’di. Gözüm kapalı yürürüm o mezarın yolunu. Her adımda biraz daha eksildim, her gelişimde biraz daha yandım. Attığım her adımda içimden geçen tek bir dilek vardı: Keşke bu adımı toprağa değil, sana sarılmak için atsaydım Gökhan.

Mezarlık her zamanki gibi sessizdi. Boşdu. Çünkü buradaki kimseyi kimse umursamazdı. Kimse hayatını bu toprakların altındakilere bir dakika ayırmayacak kadar yoğundu. Zaten ayıranlar olsaydı, burada olmazlardı. Ama bu sefer bir şey farklıydı. Gökhan’ın mezarının başında dört kişi vardı. Gözüm ilk başta hepsine kaydı ama sonra… sonra o gözleri gördüm. Masmavi. Donuk. Boğucu. Mavi gözleriyle bana "Ben Şeyma’yım" diye bağırıyordu. Midem burkuldu. Bu kadar yüzsüz olduğunu tahmin etmemiştim. Bu kadar rezil, bu kadar arsız... ölümüne sebep olduğu bir insanın mezarına gelmişti. Gözümden düşmek az kalırdı, içimden düşeli çok olmuştu. Yanlarına doğru yürürken içimdeki öfke giderek yükseliyordu.

"Ölümüne sebep olduğun birinin mezarına gelmeye hiç utanmadın mı?" dedim. Sesim netti, saklamadım, bastırmadım. Oradaki herkes bana döndü ama ben sadece ona baktım. Gözlerinin tam içine. Çünkü çok salakça bir huyum vardı: Ya çok sevdiklerimin ya da öldüresiye nefret ettiklerimin gözlerine dikilirdim. Şeyma’ya bakmamın sebebi çok netti. Ondan nefret ediyordum. Tüm hücrelerimle. Tüm geçmişimle.

Hayat ne tuhaf şey. Bir zamanlar abla diyerek sarıldığım, hayatımın merkezine koyduğum kadın şimdi boğmak istediğim bir enkaz. O zamanlar bana kol kanat geren insan, şimdi bana mezar gösteriyor. Küçük bir kız çocuğuydum. Şeyma ablasını dünyadaki en güvenli yer sanıyordu. Ama o kadın, o masum çocuğun elinden her şeyini çaldı. Biricik Gökhan’ını aldı. Ve ben bu kaybın hesabını hiçbir mezarın başında unutmam.

"Ma–" dedi, ağzını açacak oldu. Gözlerimle kestim lafını. Konuşma. Nefes bile alma. Çünkü o mavi gözlerin, o geçmişte sakladığın yalanlar kadar kirli şimdi. Çünkü sen artık sadece Gökhan’ın değil, benim de mezarımsın.

“Sakın!” dedim, sesim mezarın soğuk taşına çarparak yankılandı. Havanın içine sinmiş nem ve toprak kokusu ciğerlerimi burktu. Gözlerime bakarken, rüzgâr hafif hafif saçlarımı savuruyor, mezar başındaki küçük dallar ürkekçe sallanıyordu. “Sakın, onun bana verdiği ismi ağzına alayım deme. Yoksa seni öyle bir sikerim ki, sesin mezarın sessizliğinde bile yankılanır.”

Bir an göz göze geldik. Gözleri korkuyla doldu, ama benim bakışlarımın içindeki ateşi taşıyamadı, sanki kendini korumak istercesine gözlerini kaçırdı. Ben ise yılmadan, acıyla, öfkeyle dolu bakışlarımı ona diktim; o an yüreğimden bir parçanın kırılıp düştüğünü hissettim.

“Sen yaşıyorsun,” dedi, sesi mezarın taşına çarparak boğuk bir yankı bıraktı. Karanlık mezar başında, ölümün soğuk nefesi etrafımızda gezinirken, bu cümle ağır bir tokat gibi çarptı kulaklarıma.

“Maalesef,” dedim, dişlerimi sıkarak. “Onun gibi beni de öldüremedin, Şeyma. Ona yaptıklarını, bana yapamadın. Henüz başaramadın.” Yüzündeki şok dalgası büyüdü. “Buradan sağ çıkmak istiyorsan, şimdi git! Çünkü ben katil olmak istemiyorum ama bir sonraki ceset sen olursan, mezarın başında kimse şaşırmaz.” Sesim buz gibi keskin, tehditkar ve karanlık.

Hiç kıpırdamadı. Sinirim kabardı, ciğerlerime dolan soğuk havada nefesim kesildi. Yanındakilere döndüm, yüzümü onlara bile dönmeden soğuk ve keskin bir şekilde: “Şu arkadaşınızı alın buradan. Bir daha buraya getirmeyin. Bir kere daha karşılaşırsak, bununla bir sonraki karşılaşma olmaz.”

O hala bana kelime etmeden baktı. “Abim,” dedi, boğuk bir sesle. O iki kelime mezar başındaki sessizliğe adeta çarpan bir taş gibiydi. Durakladım, gözlerimle onu aradım.

Ve işte oradaydı: Can abim. Gri gözleri, mezarın soğuk taşları kadar solgun, yılların acısını, yorgunluğunu taşıyordu. O gözler… Uzun zamandır görmemiştim, şimdi görmek kalbimde sızılar yarattı. Özlemin ağırlığı, rüzgârla savrulan kuru yapraklar gibi ruhumu sarstı. Bakışlarımı yavaşça çekip yanında duran kişiye kaydırdım. Ateş olmasını umdum.

Ve öyleydi. Ateş, Şeyma’nın soğuk, donuk gözleri kadar olmasa da buz mavisi gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerindeki öfke, mezarın soğuk toprağı kadar sert, yıkıcıydı. İlk başta nedenini anlayamamıştım ama sonra anladım.

Beni terk ettiğini sanıyordu.

Ama ben terk etmemiştim. Onu asla terk edemezdim. Hastalığında, imkânsız ilaçlara ulaşması için bedenimi cehenneme çevirmiş, üzerimde deneylere katlanmıştım. O acıları ben çekmiştim.

Ama Ateş bunu anlayamamıştı.

“GİTTİN!” diye bağırdı, sesi mezar taşlarına çarpıp yükseldi. Ona oturup her şeyi anlatmak istiyordum ama gözlerindeki kırgınlık beni susturuyordu. “SEN DE TERK ETTİN BENİ!” diye haykırdı. Yüreğim paramparça oldu.

“Gitmedim,” dedim, yumuşakça, başımı iki yana sallayarak. Ne kadar bağırsa da, ben sakin olmaya çalışıyordum. Çünkü onun öfkesi, benim daha çok bağırmamı tetikler, birbirimizi dinlememize engel olurdu.

“GİTTİN! SEN DE TERK ETTİN BENİ, ZEZE!” diye bir kez daha haykırdı. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Anlatmak istediklerim uçup gidiyordu. Ve en çok bu canımı yakıyordu.

Ben onu bırakmayı asla düşünmemiştim. Yanından bir dakika bile ayrılamazdım. Ama onun ölümünü izlemek, kendi ölümüm demekti.

“Ateş, dinle beni,” dedim. Kafasını iki yana salladı, gözlerinde kırgınlık, inat ve acı vardı.

“Neyini dinleyeyim lan ben senin?! Nasıl terk ettiğini mi? Beni nasıl bıraktığını mı? Neden yaptın lan bunu? Hak ettim mi ben bunu?” diye bağırdı.

“Ateş,” dedim, ama bana kulak vermiyordu. Kendi içinde kapalıydı. Anlayamıyordu beni.

“SENDEN NEFRET EDİYORUM!” dedi, gözleri alev alev yanıyordu. Kafamdan kaynar sular döküldü, donup kalmıştım.

Evet, Mavi Yaren Yıldırım’ı sadece bu üç kelime yerle bir etmişti.

İnsanların benden nefret etmesini pek kafama takacak biri değilim aslında. Ama o kişi Ateş olunca, sanki ciğerime bıçak saplanmış gibi, nefes alamaz hale geliyorum. Kimsenin beni sevmesini bekleyecek biri değilim zaten. Ama sevmeyen kişi Ateş olunca, ölüyordum adeta.

“Benden nefret mi ediyorsun?” diye sordum, sesim mezar taşlarının arasında yankılanırken. Cevabı değişmemişti ama.

“EVET!” diye patladı, sesi mezar başındaki rüzgârın uğultusunu delen sert bir tokat gibiydi. “GİT! SİKTİR GİT ZEZE! ÖNCEDEN NASIL GİTTİYSEN, ŞİMDİ DE SİKTİR GİT!” dedi. Gözlerinden süzülen yaşlar, toprak kokusuyla karışarak soğuk havaya hüzünle karışıyordu. Sonra, sesi yumuşadı, az önceki haykırışın gölgesinde bir fısıltıya dönüştü. “Her şeyimdin, Zeze sen benim... Annemdin, babamdın, ailemdin, kardeşimdin. Sen benim kimsemdin. Beni hastayken bıraktın sen.”

Ama o bilmiyordu. Ben onu bırakmamıştım. Hastalığı iyileşsin diye, yaşaması için uzaklaşmak zorunda kalmıştım. O ölmesin diye, acımı içine gömerek bırakmıştım onu.

Benden nefret etmesini duymaya hazır değildim. Buraya, onları bulmak, onlara kavuşmak umuduyla gelmiştim.

“Yaman yapma,” dedi can abim, Ilgaz. Sesi, mezar taşlarının soğukluğuyla örtüşürcesine ağır, içten ve derindi. Sanki benim yaşadığım tüm acıları o da hissediyordu.

“Ne yapma Ilgaz? Ne yapma lan?” diye haykırdım. “Ben kaç kez ‘Zeze’ diye ağladım? ‘Her zaman çıkıp gelir, yine çıkar gelir’ demedim mi? Ben onsuz tek gece uyuyamadım, oysa o beni bıraktı.”

“Benden nefret ediyorsun, öyle mi?” dedim bir kez daha. Cevabının değişmesini umuyordum, ama değişmedi.

“Senden nefret ediyorum,” dedi, yumuşak ve keskin, birdenbire acıtan bir ifadeyle.

“Etme,” dedim, boğuk ve kırılgan bir sesle. Kendi sesimi bile tanıyamıyordum o an; o kadar yabancı, o kadar kırılmıştı ki...

Bakışlarımı Ateş’ten çekip başka bir yöne çevirdim. Ona bakmak ölüyordu, gerçekten öldürüyordu beni. O yüzden gözlerimi yavaşça, mezarın taşlarına doğru kaydırdım.

Fakat döndüğümde, karşımdaki manzara aklımı karıştırdı; orada Gökhan’ın birebir kopyası duruyordu. Rüzgârın taşıdığı hafif, tanıdık kokuyu alabiliyordum hâlâ. O koku, sadece Gökhan’ın mezarına geldiğim için beynimin bir oyunu olamazdı; buradaki bu yabancı adamdan geliyordu. Gökhan gibi kokuyordu. Benim için huzurun kokusuydu.

Onu incelerken, Şeyma’nın adımla seslenmesiyle başımı ona çevirdim, öfkeyle.

“Sen laftan anlamayacak kadar geri zekalı mısın? Adımla seslenme demiştim sana. Şeyma, bana kendini öldürtme!” diye uyardım, sesim sert, soğuk ve kararlıydı.

“Küçüktük... Böyle olmasın, ben istemedim. Sadece bir kıskançlıktı, özür dilerim,” dedi.

“O da küçüktü,” dedim, başımı Gökhan’ın mezarına doğru çevirerek. “Onu benden aldın. Hangi yüzle hâlâ buradasın? Defol git Şeyma.”

“Beni dinlemelisin, ablanım. Ben senin Ma-”

“Sana adımı ağzına alma dedim. Onun bana verdiği adı, sakın ağzına alma!” dediğimde, Can abime dönüp ekledim, “Al bunu, git abi.”

“Abim,” dedi Şeyma.

“Al gö-” derken cümlem, arkamda çatırdayan bir dal sesiyle kesildi. Ağacın arkasında birinin olduğunu adım kadar emindim.

O sırada Ateş’in sesi yükseldi: “Bana vermen gereken bir hesap yok mu? Beni neden terk ettin?” dedi.

Ben, kendimi anlatmaya çalışmaktansa, buradaki dört kişiyi korumayı seçtim. Bu yüzden sorusunu cevapsız bırakarak etrafa kulak verdim. Saldırı olursa, burada korumam gereken masumlar vardı.

“Neden cevap vermiyorsun bana? Neden susuyorsunuz, Zeze?”

“Az önce beni dinledin mi Ateş? Şimdi neden sustuğumu mu soruyorsun?” diye sordum, gözlerimden ateş fışkırırken.

“Senden nefret ediyorum. Siktir gi-” derken arkamı döndüm, Şeyma’ya doğru. O an belimdeki silahı hızlıca çekip, ağacın arkasında uzatılan namluyu gördüm ve tereddütsüz ateş ettim. Adamı bilerek öldürmeyecek şekilde vurdum; amaç bayıltmaktı, öldürmek değil.

Şeyma’dan yüksek bir çığlık yükseldi, “NELER OLUYOR?” diye bağırdı panikle.

“Bağırma lan, kulağımın dibinde.” Dedim, sesim sinirden çatırdıyordu. Sol koluma, adamın sıktığı kurşunun sıyırdığı acı hatırlatıyordu bana. “Allah’ım, bu geri zekalı yüzünden yaralandığıma inanamıyorum,” diye homurdandım.

“Mavi!” dedi, hâlâ tanımadığım, Gökhan’a tuhaf bir şekilde benzeyen o adam.

“Yaren!” diye seslendi Can abim.

“Zeze!” diye çağırdı Ateş.

“Yok, bir şey yok.” Dedim. “Bağıracağınıza polis arayın,” diye kestim lafı.

Adama doğru adımlarken, Can abimin telefonla polisi aradığını ve elinde, üzerinde Türk bayrağı olan silahı taşıdığını fark ettim. Sanırım hayalini gerçekleştirmişti; polis olmuştu. Benim silahım gibi bir silah da Gökhan’a benzeyen adamın elindeydi.

“Polis olmuşsun.” Dedim alaycı bir gülümsemeyle. “Hayalini gerçekleştirmene sevindim,” diyerek adamın üstüne yürüdüm.

“Yaralanmışsın Yaren, gel buraya, bakayım,” dedi Can abim, endişeyle.

“Bok baktırırım o siktigimin salağına,” dedim, sertçe. Adamın tam önüne vardım. Hâlâ silaha uzanıyordu. Ayağımla silahını ittim geriye, elini de bileğinden kavradım. “Ulan amına koyduğumun salağı, adam gibi kafama niye nişan almıyorsun? Geri zekalı!” diye patladım.

“Ben…” dedi, ama cümlesi havada asılı kaldı; Türk olmadığını anlamıştım daha o anda.

“Ulan, hepsi mal bunların!” dedim sinirle ve kafasını arkadaki ağaca çaktım sertçe. Bayılmıştı artık. “Türk askerinin yanındaki herhangi birisi zarar vermeye çalışırsa, görür böyle ebenin amını!” dedim, soğuk ve öfkeli.

“Zeze, gel bakayım yarana,” dedi Ateş yanımdan.

“Nefret ettiğin birinin kolunu neden düşünüyorsun ki?” diye karşılık verdim.

“Sen neden nefret ettiğin birinin hayatını kurtarıyorsun ki?” dedi, daha adını bile öğrenmediğim o adam.

“Benim işim bu, maydanoz bey,” dedim, ters bir ifadeyle.

“Onun da işi bu,” dedi Ateş.

“Eyvallah, kalsın,” dedim, ardından Can abime doğru yürüdüm. “Şunu verebilir misin?” diye sordum, bileğindeki bandanayı göstererek.

“Al,” dedi, kolundan hızlıca çıkardı ve uzattı. Bandanayı koluma sararak bıraktım.

“Maydanoz bey, adınızı söyleyecek misiniz, yoksa ben size ‘maydanoz’ demeye devam edebilir miyim?” dedim, gözlerim yerinden fırlayacakmış gibi üzerine kilitlenmişti. İçimde buruk bir merak vardı. Gökhan’a olan benzerliği ve kokusundaki o tanıdık notalar beni bir türlü rahat bırakmıyordu. O kokuyu yıllardır aramıştım ama hiçbir yerde tam anlamıyla bulamamıştım.

“Yiğit Kurt,” dedi, sesi sakin ama bir o kadar da keskin. Yüzündeki ifadeden yeni katıldığı timde olduğunu anladım. Yine de gözüm dikkatlice silahına kaydı. “Askerim ben de,” diye ekledi, duruşu sert ve kararlıydı.

“Kötü haber, aynı timdeyiz,” dedim, dudaklarımda ince bir alayla.

“Bence gayet güzel bir haber,” dedi, yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.

“Gökhan ile bağlantın nedir?” diye sordum, sesimde hem soru hem meydan okuma vardı.

Bir an duraksadı, gözlerinde karmaşık bir ifade vardı; sanki ne diyeceğini bilmiyordu. “Arkadaşım,” dedi sonunda, ama içim buna inanmıyordu.

“Kokun, gözlerin, duruşun… Arkadaşım demiyor,” dedim, sesim soğuk ve kararlıydı.

“Kokusunu hatırlıyor musun ki?” diye sordu, yutkundu.

“Hipertimez’in işe yaradığı tek şey, onunla yaşadığım anlar ve kokusu,” dedim, derin bir nefes aldım.

“Ne?” diye sordu Ateş, şaşkınlık ve endişe karışımı bir sesle. “Hipertimez mi var sende?”

Kafamı sessizce salladım. O sırada polislerin siren sesleri yaklaşmaya başladı, sohbetimiz kesildi. Ben de Yiğit’i gözlemlemeye devam ettim. Ona bakışımda iki neden vardı: Birincisi, Gökhan’a olan inanılmaz benzerliği. İkincisi ise, Ateş’in kulağımda çınlayan o rahatsız edici sesini bastırmaktı.

Artık kaçamayacağımı anladığımda, ayağa kalktım. Kalkar kalkmaz, “Kral,” dedi Emir, polis olan yakın arkadaşım.

Emir bana her zaman böyle hitap ederdi, ben de ona karşılık “bro” derdim.

“Bro,” dedim.

“Lan hayırsız! Buraya geldin dedim, şu arkadaşının yanına da bir uğrar diye ama nerede? Görüyor musun lan, unutulduk 2 dakikada,” dedi, ardından sımsıkı sarıldı. “Yemin ederim, bir dahakine çok pis trip atarım. Benimle barışmak için etrafımda dört dönersin,” diye ekledi.

“Ne yapayım bro, hayranım, bol salmıyorlar. Bir dağda bir burda,” diye şakalaştım. Biraz daha sarıldıktan sonra yanımdan ayrıldı. “Emir, sigaran var mı?” diye sordum.

“Kim üzdü lan?” dedi, sigarayı sadece üzgünken içtiğimi biliyordu. Aşırı sigara içen biri değildim aslında.

“Kalk gel sikek,” dedi.

“Yok oğlum, bir şey yok. Senin bu arkadaşını kim üzebilir?” diye sordum.

“Cümlen haklılık fışkırıyor kral. O yüzden yok sana sigara migara. Benim bildiğim kimse üzemez,” dedi ve cebinden fındık çıkardı. “Al, fındık ye,” dedi.

“Eyvallah,” dedim, avucuma bıraktığı fındıkları ağzıma attım. Bir yandan da kolumu dikmek için ilk yardım çantası arıyordum.

“Mavi,” dedi Yiğit, sesi biraz daha yumuşamıştı.

“Mavi değil, Yaren,” diye düzelttim onu, gözlerimde hafif bir sıcaklık belirdi.

“Gökhan sana ‘Mavi’ dememi istiyordu. Yaren, yaşadığı sürece Mavi’yi unutmasın dedi. Arkadaşın öyleyse de yapacak bir şey yok,” dedi Yiğit, sesinde hafif bir burukluk vardı, sanki geçmişin yükünü taşıyordu.

“Ne bakıyorsun Emir öyle?” diye sordum, gözlerimi kısıp ters ters baktım. Emir, gözümün içine bakıyordu ve neredeyse beni öldürecekmiş gibi sert bir ifade vardı yüzünde.

“Gözüme, hatta yüzüme bile bakmadın bu arkadaşa, nasıl baktığımı nasıl görüyorsun?” diye çıkıştı Emir. Olduğum yerde yere çöktüm, ağırlık omuzlarımı iyice bastırıyordu.

“Senin bana bakmadığın her an ben sana baktığım için olabilir mi?” diye karşılık verdim, ardından dönüp Emir’e yöneldim. “Bro, ilk yardım çantası var mı?”

“Ne yapacaksın lan?” diye sordu tereddütle.

“Kolumu dikeceğim,” dedim. Söylediğim anda çevirdi bakışlarını koluma, yüzünde kaygı belirmişti.

“Ulan, vuruldun mu mal? Bana niye söylemiyorsun, geri zekalı?” diye patladı.

“Evet bro, hem de bir sikik için. Şimdi iğne iplik veriyor musun, yoksa ben gidip kendim mi halledeyim?” diye cevap verdim, ciddiyetimi kaybetmemeye çalışarak.

“Ben halledeceğim,” dedi Yiğit, sessizce araya girerken gözleri üzerimdeydi. Ona baktım, sert ve kararlıydı. “Bakma öyle tip tip. Sen karar ver, ya ben dikeceğim, ya Yaman, ya da Elif,” dedi.

“Ulan sen kimsin de bana karışıyorsun amına koyayım?” diye patladım.

“Küfür etme,” diye uyardı hemen. “Gökhan seni bana emanet etti.”

“Siktir git. Gökhan, beni kimseye emanet edecek kadar güvenmez. Eğer güvenirse ya bizim aramıza sokardı, ya da bizi tanıştırırdı,” dedim, inatla.

“Belki sizin aranıza girmek istemeyen bendim,” dedi, sanki biraz da pişman.

“Nasıl inanacağım ben onu tanıdığına?” diye sordum, şüpheyle.

“Koluna baktıktan sonra kanıtlasam olur mu?” dedi. Kafamı iki yana salladım. “Of inatçı keçi of! Bir kere de beni dinlesen olmuyor değil mi?” dediği anda donup kaldım.

“Of inatçı keçim of! Bir kere de beni dinlesen olmuyor mu güzelim?” diye tekrarladı Gökhan.

“Bana ne ya? Benim aklım yok mu, ben niye seni dinliyorum?” dedim ters ters. Ne kadar iyi anlaşsak da, arada bir beni özellikle sinir ederdi. Sinirlenince burnumu sıkar, “aşırı tatlısın” falan derdi.

“Akıllı halin bu mu inatçı?”

“Ne oldu paşam, beğenemediniz mi? Beğenmiyorsanız gidebilirsiniz Gökhan bey,” dedim, alaycı bir tavırla. Yüzünü buruşturdu.

“O resmiyet ne kızım ya? Hem mümkün mü? Benim senden ayrı durmam? Hem ne yapalım, sen de bensiz ayrılmıyorsun,” dedi, dalga geçerek.

“Ha, benden gidebilirsen gideceksin yani?”

“Bilmem. Her seferinde sen sülük gibi yapışıyorsun,” dedi yine gülerek. “Hiçbir türlü kaçamıyoruz senden.”

“Tamam yürü git, seninle bir daha konuşmuyorum, git,” dedim, sözlerim boşuna yankılanıyordu.

Beni aklımdaki düşüncelerden koparan, Yiğit’in yüzümün hizasında elini sallamasıydı. Bakışlarımı ona çevirdim.

“Çok dalgınsın anlaşılan,” dedi gülümseyerek.

Bakışlarımı önümdeki fotoğrafa kaydırdım. İkiye katlanmış olduğu belli olan bu fotoğrafta, ben ile Gökhan yan yanaydık.

Bizi satın almak isteyen bazı insanlar için Arda adında şerefsiz bir adam vardı. Biz onun yanında kaldığımız süre boyunca her çocuğun fotoğrafını çekerdi. Bizi tek tek satmayı göze alacak kadar göt yoktu onda. Hepimizi aynı anda elden çıkarmalıydı. O yüzden baya fotoğraf vardı elimizde. Ve beni geri zekalı, özel bir çocuk sanacak kadar da maldı.

“Nereden buldun?” diye sordum, aslında cevabı gayet biliyordum.

“Arda’nın ininden çaldım,” dedi, rahat tavrıyla. “Başka bulamadım ama,” diye ekledi, sesi üzgündü.

“Kalanı bende,” dedim, göz göze geldik bir an.

“Nasıl?” dedi sesi biraz tereddütlü, gözlerindeki sorgulayıcı bakış hafifçe çatılmış kaşlarla üzerime yapışmıştı.

“Bana ait,” dedim, omuz silkerek, sanki bu anın ağırlığını hafifletmeye çalışır gibi. Sanki o fotoğraf benim geçmişimin küçük bir parçası, saklı kalan bir sırdı.

“Tamam, koluna bakayım artık,” dedi, sesinde biraz sakinlik vardı ama gözleri hâlâ endişeliydi. Sargıyı çıkarırken parmakları nazikçe ve özenle koluma değdi, sanki kırılacak bir cam parçası tutuyormuş gibi. “Sıyırmış,” dedi, sesi hafifçe hayret doluydu.

“Sağ ol ya, ben hiç fark etmedik amına koyayım. Sen nasıl şak diye teşhis koydun be, bravo,” dedim, gözlerimi devirerek ama içimde hafif bir tebessüm vardı. Onun bu dikkatli hali tuhaf ama garip şekilde hoşuma gidiyordu.

“Ulan, normalde konuşmayan kız, benim ağzıma sıçmak için niye bülbül oluyor?” diye çıkıştı, dudakları hafifçe kıvrılmış, ters ters bakıyordu.

“Abartma istersen, amına koyayım,” dedim, gözlerimi bir kez daha devirdim; bu oyun hala sürüyordu.

“Küfür etme. Göz devirirken gözün çıkacak,” diye uyardı, ama gülümsemeye başlamıştı.

Kolumla ilgilenirken hareketleri yumuşaktı, hassas, sanki camdan yapılmış bir şeyi tamir ediyordu. “Camdan değilim,” dedim, kaşlarımı çatarak, ama sesimde alaycı bir ton vardı.

Kafasını kolumdan kaldırmadan, anlamaya çalışan bir sesle, “Efendim?” dedi.

“Kırılacak bir şeymişim gibi dokunmama gerek yok,” dedim, gözlerimde hafif bir meydan okuma vardı.

“Canın acımasın diye uğraşıyorum. Uyuşturmadık bile,” dedi, sesi samimiydi, endişeli.

“Gerek yok uyuşturmaya. Ya hızlı dik ya da ver, ben dikeceğim lütfen,” diye kestirip attım, sabırsızlığımın altında yatan sertliği gizlemeye çalışıyordum.

“Ulan nasıl dikeceksin kendi kolunu kendin?” diye söylenerek elleri hızlandı. İğne ipliği elimde oynatırken, kolumu sarmaya devam etti.

“Eyvallah,” dedim, yüzümde hafif ama gerçek bir gülümseme belirdi.

“Eyvallahın ile yaşa,” dedi, gözlerindeki sıcaklık karşımda duruyordu.

Yavaşça Emir’in yanına doğru yürüdüm. “Bro,” dedim, sesim biraz daha hafif ve sıcak çıktı.

“Kral, bu kimmiş, biliyor musun?” dedi, gözlerinde merak ve biraz da şaşkınlık vardı.

“Valla bilmiyorum ama Türk olmadığı kesin,” dedim, kafamı sallarken içimde bir merak uyandı.

“Aslen Türk ama doğduğu yer yabancı bir ülke. Uzun yıllar orada yaşamış. Yirmi yaşında Türkiye’ye dönüp cinayet işlemiş. Bir kadın cinayeti,” dedi, sesi karanlık ve ağırydı.

“Öldüreyim,” dedim, sesimde kin ve öfke patlıyordu. “Bırak da ağzına sıçayım,” dedim, dudaklarımın kenarında kinli bir gülümseme vardı.

“Lan dur, manyak,” diyerek bileğinden tuttu. “Bir resim bulduk cebinde,” dedi.

“Ee, öldürmemek için geçerli bir sebep değil bu,” dedim, kararlılıkla.

“Resim,” dedi. Kaşlarımı çattım, içimde karmaşık duygular vardı. “Sana ait.”

BÖLÜM SONU

 

 

 

 

 

 

​​​​​

 

 

​​

 

 

 

​​​​​

 

 

 

 

 

​​

 

 

 

​​​

 

 

 

​​​​​

 

Bölüm : 29.09.2024 00:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yaren Yaşar / GECE KUŞLARI / 2. Bölüm: 'KARŞILAŞMA'
Yaren Yaşar
GECE KUŞLARI

43.51k Okunma

4.05k Oy

0 Takip
82
Bölümlü Kitap
GİRİŞBÖLÜM 1 : "GEÇMİŞ"2. Bölüm: "KARŞILAŞMA"KARAKTERLER3.Bölüm: "Gölgelerin Altında"4. Bölüm : "Kurşunlardan Ağır Sözler"5. Bölüm : "Gökhan"6. Bölüm : "Hastane"7. Bölüm : " Mor Gözlü Süper Kahraman"8. Bölüm : " Pişmanlık"9. Bölüm : "Görev adı : Panzehir"10. Bölüm : "Vicdan Azabı"11. Bölüm : "Mavi"12. Bölüm : "Uyandı."13. Bölüm : "Kriz"14. Bölüm : " Tepede Hep Birlikte"15. Bölüm : "Küllerinden Doğan İhanet "16. Bölüm : "Papatyaların Düşüşü"17. Bölüm : "Elif"18. Bölüm : "Yaralı Ruh"19. Bölüm : "Doğruluk Mu Cesaret Mi?"20. Bölüm : "Bilinmeyen Numara"21. Bölüm : " Sırt Sırta"22. Bölüm : "Kayıp Kardeş"23. Bölüm : "Süt Anne"24. Bölüm : "Anneler Günü"25. Bölüm : "Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer"26. Bölüm : "Pusu"27. Bölüm : "Ben Türk Askeriyim."28. Bölüm : "Aşığım"29. Bölüm : "Soru Cevap"30. Bölüm : "Gizli Saklı"31. Bölüm : "Şeyma"32. Bölüm :"Yiğit"33. Bölüm : "Mavi"34. Bölüm : "Görev"35. Bölüm : "Cehennem"36. Bölüm : "Kurt Timi"37. Bölüm : "Tutsak"38. Bölüm : "Yiğit"39. Bölüm : "Mavi Nerede?"40. Bölüm : "Şehit"41. Bölüm : "Acı"42. Bölüm : "Doğum Günü"43. Bölüm : "Şerife Sultan"44. Bölüm : "İntikam Ateşi"DuyuruWhatsApp kanali45. Bölüm : "Defter"46. Bölüm : "Beyaz Gül"47. Bölüm : "Köy"48. Bölüm: "Tim"49. Bölüm : "Bul Beni"Açıklama50. Bölüm : "Yaşıyor"51. Bölüm: "İnandırma Çabası"52. Bölüm : "Mavi"53. Bölüm : "Açılan Mezar54. Bölüm : "Otopsi Sonucu"55. Bölüm : "Mavi'm"56. Bölüm : "Aşk"57. Bölüm : "Mavi neler yaşadı?"58. Bölüm : "Rihem"59. Bölüm : "Mavi"60. Bölüm: "Gökhan"61. Bölüm : "Kalp Acısı"62. Bölüm : "Eski Aşklar"Yazar ile soru ve cevapları63. Bölüm : "Çift seçimi"64. Bölüm : "Eski Günler"65. Bölüm : "Balo Hazırlığı"66. Bölüm : "Balo"Yazar ile soru cevap 267. Bölüm : "Biten Görev"68. Bölüm :"Yüzbaşı"69. Bölüm : "Yara"UyarıDuyuruu70. Bölüm : "Kabuslar"71. Bölüm : "Tolga"72. Bölüm: "Kız benim"Duyuruu
Hikayeyi Paylaş
Loading...