Yer altına inşa edilmiş sığınağın kapısının önünde duruyordum. Çevremi karanlık ve nemli taş duvarlar sarıyordu. Havadaki ağır rutubet kokusu genzimi yakıyordu. Derinlerden gelen su damlalarının yankılanan sesi, sessizliği daha da ürkütücü kılıyordu. Metal kapının üzerinde incecik bir delik vardı. Uzun ve esnek kamerayı o boşluktan içeri soktum.
Görünürde sadece yedi kişi vardı. Paslı demir masanın etrafında oturmuş, gevşek bir tavırla sohbet ediyorlardı. Yerde, nemden küflenmiş eski tahta kasalar yığılıydı. Sarı ışık veren birkaç ampul tavandan sarkıyordu, gölgeler hareket ettikçe duvarlarda canlanıyor gibiydi.
İçeri doğrudan dalamazdım. Ama bunlar benim için fazlasıyla kolay lokmaydı. Derin bir nefes aldım, kapaktaki kilidi sessizce çözdüm. Aniden kapağı kaldırdım—tıpkı beklediğim gibi tüm bakışlar bir anda üzerime çevrildi.
Bana silah doğrultmalarına fırsat vermeden, susturucu taktığım silahımla hepsini tek tek yere serdim. Cesetlerin yere düşerken çıkardığı boğuk sesler yankılandı. Direkt aşağı atladım, dizlerimi bükerek sessizce yere indim.
Ortam karanlıktı, fakat bu benim için bir engel değildi. Gözlerim, gölgeler arasındaki detayları kolayca seçebiliyordu. Yüzeyi yosun tutmuş taş duvarlara dokunarak ilerledim. Ayaklarım, yıllardır temizlenmemiş zemindeki nemli toz tabakasını kaldırıyordu. Damlacık sesleri yankılanmaya devam etti, ama bir şey dikkatimi çekti: Su sesi arasına karışan boğuk bir nefes alma sesi.
Birisi daha vardı. Ve saklanıyordu.
Buraya girmek için neredeyse üç gündür uğraşıyordum. Kimseyle iletişime geçememiştim. Tek başıma gelme sebebim belliydi: Maho’nun verdiği bilgilerin doğruluğundan emin olmalıydım. Eğer yalan söylemişse, tüm tim bir pusuya düşebilirdi. Bu görevi tek başıma halledebilirdim.
Ama önce, gölgeler arasında gizlenenin kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu.
Havada pas ve nemin karışımından oluşan o ağır koku vardı. Duvarlardan sızan su, taş zemine damlayarak yankılanıyordu. Metal paslıydı, hava boğucuydu. Adımlarımı dikkatlice atarak ilerledim, karanlık giderek yoğunlaşıyordu ama bu benim için bir engel değildi.
Silahımı sağlam bir şekilde kavrarken birden sert bir darbe koluma indi. Parmağımdaki tetik hissi kayboldu, silahım birkaç metre öteye savruldu. Daha ne olduğunu anlamadan karnına sert bir tekme savurduğum adam, ağzından boğuk bir küfürle yere kapaklandı.
"Amını siktiğimin evladı, elimi siktin mal!" diye hırladım.
Ne olduğunu anlamadan tepesine çöktüm, burnunu kıracak kadar sert bir yumruk geçirdim suratına. Geri çekilmeden bir tane daha patlattım. Adamın başı yana düştüğünde bayıldığını anladım.
Tükürüp ayağa kalktım. Yerde yatan gerizekalıya tek bir bakış bile atmadan silahımı kaptım ve hızla yoluma devam ettim.
İlerledikçe hava daha da ağırlaşıyordu. Nemli taş duvarlar, çürümüş tahta kasalar ve pas kokusu havayı zehir gibi yapıyordu. Ayak seslerim yankılanıyor, su damlalarının sesi ritmik bir ölüm marşı gibi kulağıma çarpıyordu.
Sonra gözüm bir şeylere takıldı.
Daha doğrusu birine.
Kafesin içinde, zincirlenmiş bir adam.
Akın komutan.
Koridorun sonunda büyük bir kafes vardı. İçeride, zincirlenmiş bir adam hareketsizce asılı duruyordu. Akın Komutan.
Ellerini tepeden bağlamışlardı, ayakları zar zor yere değiyordu. Boynuna kadar uzanan zincirler tenini kesmişti. Üniforması lime lime, kanla karışık ter kokuyordu.
Odada dört adam vardı. Susturucu takılı silahım elimdeydi, onlar daha tepki veremeden art arda gelen mermilerle yere serildiler. Boğuk düşme sesleri yankılandı.
Komutanın yanına vardım. Onu baştan aşağı süzdüm. Bir kolu garip bir açıdaydı, muhtemelen kırılmıştı. Bacağında da sakatlık vardı. Yüzüme baktığında yorgun ama tanıdık bir gülümseme vardı. Gözleri kan çanağı gibiydi ama içinde hâlâ o tanıdık pırıldama vardı.
"Komutanım, sizce de biraz fazla abartmadınız mı bu tatil işini?" diye sırıttım.
Eğilip bıçağı çıkardım ve kilidi açmaya koyuldum. Yarım dakika içinde zinciri çözüp komutanı serbest bıraktım.
"Yaren… sen misin?" dedi, sesi çatallıydı. Kafasını bile kaldıracak hâli yoktu.
Kollarındaki ve bacaklarındaki kilitleri tek tek birer kurşunla hallettim. Zincirler gürültüyle yere düştü.
"Evet komutanım." dedim, hafifçe gülümseyerek.
Akın komutan, dudaklarının kenarını hafifçe kıvırıp başını salladı. O an, onun bile ne kadar yorgun düştüğünü anladım. Ama tabii ki hâlâ eskisi gibi karakterini koruyordu.
"Oğlum neredesiniz lan? Unuttunuz mu beni?" dedi, kaşlarını çatarak.
O an kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Bu adam zincirlenmiş, işkence görmüş ama hâlâ şaka yapacak enerji bulabiliyordu.
"Yok komutanım ya, sizi burada bir süre SPA keyfi yaparsınız diye bıraktık." dedim gülerek. Komutan acı bir homurtuyla güldü. Ama hemen ardından yüzü ciddileşti.
"Buradan çıkmamız lazım. Hemen."
Akın Komutan, yorgun adımlarla yürürken birden durdu. Vücudunun tüm ağırlığı neredeyse bana yüklenmişti. Kolunu omzuma dayamış, ben de belini destekliyordum. Nefes alışları düzensizdi ama hâlâ ayakta duruyordu.
Bana döndü. Gözleri yorgundu ama içinde hâlâ o eski inatçı parıltı vardı.
"Beni nasıl buldunuz?" diye sordu.
"Maho denen iti konuşturduk." dedim sakince.
Akın komutan kısa bir kahkaha attı, sonra acıdan yüzünü buruşturdu. "Sen konuşturdun değil mi?" dedi, gözleri doğrudan bana kilitlenmişti.
"Nasılda tanıyorsunuz askerinizi." dedim hafif bir sırıtışla.
Komutan başını salladı, yüzünde hafif yorgun ama samimi bir gülümsemeyle. "Tanımaz mıyım lan askerimi?" dedi. "Tabii ki tanırım. Özellikle sen isen... daha yakından tanırım."
İki günlük sıkı araştırmam sayesinde buraya sızmak beklediğimden daha kolay olmuştu. Beni beklemiyorlardı. Aslında buraya hiç kimsenin gelmesini beklemiyorlardı. Ama işte buradaydım.
Çünkü Türk askeri arkasında bir kurt bırakmazdı. Ölü de olsa diri de olsa kurtunu alırdı.
Merdivenlere ulaştığımızda önce ben çıktım. Silahımı tetikte tutarak etrafı kolaçan ettim. Ardından, Akın komutanın çıkmasına yardım ettim. Omzundan tutarak yukarı çektim.
Komutan nihayet dışarı çıktığında ciğerlerini temiz havayla doldurdu. Gökyüzüne bir an baktı, sonra derin bir nefes aldı. "Allah'ım, sonunda temiz hava..." dedi gözlerini kapatarak. Ben hafifçe gülümsedim.
"Komutanım, ben bir karargâha haber vereyim." dedim, hızlıca askeri telefonu çıkartarak. Tam numarayı çevirdiğimde Akın komutanın sesi tekrar geldi.
"Tim nerede, Yaren?"
Bir an duraksadım. "Tek geldim." dedim basitçe. Komutan başını salladı, hiçbir şey söylemedi ama gözlerinden geçen o gururu fark ettim.
Telefonu açan kişi doğrudan İbrahim Albay oldu. "Güzel haberler istiyorum, Yaren." dedi sesi tok ve otoriter bir tonla.
"Akın Komutanın durumu gayet iyi, komutanım." dedim. "Birkaç kırık ve yara haricinde sapasağlam."
İbrahim Albay bir an sustu, sonra sesi bir nebze yumuşadı. "Kutluyorum seni, Yaren. İki kurt olarak yuvanıza geri dönün. Bu, sana emrimdir." dedi. "Alnınızdan öpüyorum."
"Emredersiniz, komutanım." dedim.
"Helikopteri yolluyorum," dedi İbrahim Albay ve hat kesildi.
Rüzgâr yeraltı sığınağının ağır havasını dağıtırken, Akın Komutan ile daha güvenli bir yere çekildik. Yorgundu. Bedeni yıpranmış, yaraları derindi. Kanla karışık ter kokusu havada asılıydı. Üzerine çökmüş yorgunluğu gizlemiyordu ama gözlerinde hâlâ o tanıdık kıvılcım vardı. Diz çökerek yüzündeki kanı temizlemeye başladım. Kaşındaki yaradan süzülen kanı silerken bile gözlerini üzerimden ayırmadı.
"Yaren," dedi sesi daha yumuşak ama hâlâ otoriterdi.
"Emredin komutanım," dedim, alnındaki bandajı dikkatlice yerleştirirken.
Gözlerini bir an yere kaydırdı, sonra tekrar bana baktı. "Teşekkür ederim," dedi kısa ama anlamlı bir sesle.
Ne için teşekkür ettiğini sormama bile gerek yoktu. Ama yine de sordum. "Ne için komutanım?"
"Her şey için," dedi. Sert bakışlarının ardında derin bir minnettarlık saklıydı. Onun gibi bir adamın, kelimelerle duygularını ifade etmesi bile başlı başına bir olaydı.
Gülümsedim. "Lafı bile olmaz komutanım."
Komutan hafifçe başını salladı. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra yüzüne alaycı bir ifade yerleşti. "Hadi lan," dedi gülümseyerek, "götür beni şu lanet olası yerden."
Kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırdım.
Helikopterin sesi yaklaşırken rüzgâr sertleşti. Toz bulutları etrafımızda dönüp durdu. Rotorların çıkardığı uğultu metalin titreşimleriyle birleşti. Işıklar göz kamaştırıcıydı.
Helikopter yere inerken Akın Komutan’ı destekledim ve birlikte bindik. Kapak kapandı. Motorun güçlü sesiyle birlikte yükseldik
Karargahın ışıkları görüş alanımıza girdiğinde, helikopterin içindeki sessizlik neredeyse kutsaldı. Akın Komutan gözlerini kapatmıştı. Belki dinleniyor, belki de her şeyi tekrar gözden geçiriyordu. İniş takımları yere değdiğinde, kapak açıldı. Dışarıda bekleyen kalabalık hemen dikkatimi çekti.
Toprak Timi sıralanmıştı. Sert bakışlarının ardında derin bir rahatlama vardı. İbrahim Albay, kollarını göğsünde kavuşturmuş, ifadesiz bir şekilde bizi izliyordu. O kadar da ifadesiz olduğunu söyleyemezdim ama yine de gözlerinde olan her şeyi saklamaya çalıyor gibiydi. Ama beni asıl rahatsız eden şey ambulanstı.
Beyaz.
Bembeyaz metal gövde, soğuk ve hissiz duruyordu. Beyazdan nefret ediyordum. Oraya bakmamaya çalıştım. Derin bir nefes aldım ve İbrahim Albay’ın karşısına dikildim.
"Görev tamamlandı komutanım," dedim. Elini omzuma koyup sıktı. Dokunuşlardan nefret ediyordum ama bunu yine de bir ey söylemedim.
"Seni tekrar tebrik ediyorum. Toprak timi de başka bir görevden dört saat önce döndü. Dinlenin hepiniz."
"Sağ olun, komutanım." dedik hep bir ağızdan.
Günlerdir kapalı olan telefonumu açtım. Tek bir mesaj gelmişti. Yiğit'tendi. Önceden kimseden mesaj gelmezdi.
Yiğit:
Mavi, döndüğünde lütfen Ilgaz'ın yanına uğra. O hiç iyi değil. Sana ihtiyacı var. Günlerdir kendini odaya kapattı. Yemiyor, içmiyor. Yıkılmış durumda. Umarım iyisindir.
Mesajı okur okumaz hızlıca kısa bir duş aldım. Siyah, bol bir hırkayı omuzlarıma geçirdim. Kolları ellerimi örtüyordu. İçime salaş bir tişört giydim. Altıma rahat, esnek bir eşofman geçirdim. Ayaklarıma hafif ve kaymaz tabanlı siyah spor ayakkabılarımı giydim. Saçlarımı kurulamakla uğraşmadım, nemli teller boynuma ve hırkanın yakasına yapışıyordu. Umursamadım.
Normalde Gökhan'ın yanına uğramam gerekiyordu ama şu anda abimin yanında olmam şarttı. Göreve gittiğimden beri bir gram uyumamıştım ama alışkındım, benim için sorun değildi.
Motoruma binip hızla karargahtan çıktım. Evin önüne varana kadar kafamdan binlerce farklı ihtimal geçti.
"Zeze'm." dedi Yaman.
"Abim iyi mi? Bir şey mi oldu ona? Nerede?" dedim hızlıca.
"Odasında." dedi Yiğit. Hiç vakit kaybetmeden yukarı çıktım.
"Abi." dedim kapıyı tıklatırken. "Abi, kapıyı aç ben geldim." İçeriden ayak sesleri duydum. Kapı açıldı.
"Abim." dedi fısıltıyla. Elimi tutup içeri çekti beni. Kapıyı kapattıktan sonra arkasını dönüp sıkıca sarıldı.
Küçükken de böyleydi. Ne zaman canı yansa, bir şey olsa hep bana koşardı. Oysa ben onlardan küçüktüm. Ama her biri canı yandığında yine de bana gelirdi. Benim canım yandığında ise ben onlara... Benim kokum sakinleştiriyordu onları.
"Ne oldu sana?" dedim. Yere çöktü. Ben de onunla birlikte çöktüm. Ağlıyordu.
"Abi, endişelenmeye başlıyorum. Bir şey mi oldu?"
"Aşık oldum." dedi.
"Onu biliyorum. Sen zaten her zaman aşıktın Elif'e." dedim.
Ilgaz derin bir nefes aldı, başını eğdi. "Elif... Bir başkasını seviyor, Yaren." Bir an sessizlik oldu. "Benim en yakınımı seviyor." diye ekledi sessizce. Kaşlarımı hafifçe çattım ama bir şey demedim. En yakınım derken kimi kastediyordu?
Anlamaz gözlerle baktım ona. Sırtımı yasladım duvara, abimi de kendime çektim. Göğsüme yasladı başını. Sanki bu anı bekliyormuş gibi daha fazla gözyaşı dökmeye başladı. Saçlarını usulca okşadım.
"Anlat abi bana. Yardım edebilirim belki sana, olmaz mı?" dedim.
Ilgaz gözlerini kapattı, başını geriye yasladı. Sanki bir şeyleri dile getirmekten kaçınıyordu.
"Yaren."
"Efendim."
"Ben uyuyana kadar kalır mısın? Yalvarırım. Uyuyamıyorum."
"Kalırım tabi abim."
Bunu söyler söylemez, Ilgaz'ın omuzları hafifçe rahatladı. Küçükken de böyleydi. Uyuyamadığında yanına giderdim, saçlarını karıştırarak ninni mırıldanırdım. Şimdi de aynısını bekliyordu.
"Benim en sevdiğim şarkıyı söylesene bana."
Ne derse yapardım. Çünkü cidden iyi değildi. Tam başlamıştım ki kapı açıldı. Yaman ve Yiğit de içeri girdi. Yaman sol tarafıma, Yiğit ise sağ tarafıma geçti. Sessizce, sadece yanımızda olmak için geldikleri belliydi.
Derin bir nefes alıp söylemeye başladım:
"Birden ay ışığını kesti
Bir de sen çok değiştin
Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi
Söylenenler hiç söylenmemiş gibi..."
Oda sessizdi. Sadece Ilgaz'ın derin nefesleri ve benim hafif titreyen sesim duyuluyordu.
"Bir de sen karşıma geçtin
Başka biri var, biri var, dedin
İnanamadım bittiğine
İnanamadım gittiğine..."
Bundan sonrasını gözlerimi kapatarak söyledim. Yiğit’in Gökhan’a benzeyen kokusu uykumu iyice getiriyordu. Zaten fazlasıyla yorgundum.
"Ne sen baktın ardına, ne ben
Hep ayrı yollarda yürüdük."
Burada sustum. Bir anlık sessizlik çöktü odaya. Ama sonra devam ettim.
"Sustu bu gece, karardı yine ay
Kaldı geriye cevapsız sorular
Uyandığımda onu ilk kim görecek?
Bıraktığım düşü kim büyütecek?"
Gözlerimi açmadım. Ilgaz’ın nefesi daha düzenliydi artık. Ama ben…
"Benim iki dakika lavaboya gidip gelmem gerekiyor."
Ilgaz başını göğsümden kaldırdı, hafifçe bana baktı. O kadar yorgun görünüyordu ki… Ama bu konuşmanın devamı gelecekti.
"Zeze'm," dedi Yaman.
"Efendim?"
"Bizim yanımızda da gözyaşı dökebilirsin."
"Ben sadece lavaboya gidiyorum. Ağlasam bile sizin ruhunuz duymaz, bundan emin olun. Geliyorum."
Odayı terk ettim. Lavaboya girip kapıyı kilitledim. Aynaya baktım. Gözlerimin altında uykusuzluk izleri vardı. Solgun yüzüme rağmen hâlâ ayakta durmaya çalışıyordum.
Gökhan da maNga grubunu çok severdi. Hep "Cevapsız Sorular"ı söylerdi. Şarkı tam da onun vefat ettiği dönemde çıkmıştı. O gittiğinde, bu şarkı benim içimde bir mezar taşı gibi kalmıştı.
Gözlerimden benden bağımsız yaşlar aktı. Hızlıca sildim.
"Ağlayamazsın Mavi. Yağmur yağmıyor."
Ellerimi yüzümü yıkadım. Hasta olduğumu biliyordum. Ateşimin olduğunu da. Ama şimdi kendimi düşünemezdim. Şimdi, abim vardı. O iyi değildi. Derin bir nefes alıp çıktım. Odaya geri döndüğümde, Ilgaz’ı tekrar göğsüme yatırdım. Saçlarını okşamaya başladım. Tam o sırada Yaman, sessizliği bozdu.
"Oğlum kalk lan kardeşimin üzerinden, biraz da ben geçeyim."
"Siktir git. Rahatım ben."
İkisi de hafifçe gülüştü. Ama ben öksürmeye başlayınca ortam sessizleşti. Anında dikkatleri bana kesildi.
"İyi misin Mavi?" dedi Yiğit.
Ilgaz, uzandığı göğsümden kalktı. "İyiyim. Üşütmüşüm herhalde."
Yiğit kaşlarını çattı. "Islak saçla geldin buraya. Zaten giderken de ateşin vardı. Bir de sen hasta olunca tam olursun." Ona dönüp baktığımda sustu. Sonra kısık bir sesle ekledi: "Yani… Gökhan öyle söylemişti." Başımla onayladım.
"Abi, ben Gökhan’ın yanına gidiyorum. Sana geleceğim diye gidemedim. Göreve giderken de gidememiştim."
"Hastasın, otur oturduğun yerde." dedi Yiğit.
"Sen bana emir veremezsin. Ne yapıp yapmayacağımı kendim karar veririm. Ben hastalıktan ölsem de gideceğim. Benim ilacım o çünkü."
Yaman, kolumdan tuttu. Ama tam o sırada parmağı bilekliğime takıldı ve bileklik koparak yere düştü. Gökhan’ın bana aldığı papatyalı bileklik… Yavaşça eğilip onu elime aldım. Gözlerim bilekliğin kopan iplerinde dolaştı.
Bir şey söyleyecek gücüm yoktu.
Sadece içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim.
"Hayır." dedim. Sesim o an bir fısıltıdan ibaretti. Bilekliğin bütün boncukları yere dökülmüştü. Papatyalar, iplerinden kopmuş, sert zemine dağılmıştı. Elimi ağzıma kapattım. Nefes almak zorlaştı. Dizlerimin üzerine çöküp, boncukları tek tek toplamaya başladım. Ellerim titriyordu. Bir araya getirmeye çalıştıkça, boncuklar parmaklarımın arasından kaçıyor gibiydi.
"Hayır ya!" diye hırıltıyla fısıldadım. Sonra içimdeki öfke, acıyla karışıp taştı. "ALLAH KAHRETSİN!"
Sesim odanın duvarlarında yankılandı. Kimseye zarar vermemek için hızla kalkıp uzaklaştım. Odadakilerin bana ne şekilde baktığını bilmiyordum. Umurumda da değildi. Adımlarım beni nereye götürdü bilmiyorum ama camdan gelen yağmur seslerini duyduğum an, kendimi dışarı attım. Soğuk hava yüzüme çarptığında, nefesim derinleşti. Yağmur damlaları saçlarıma, kıyafetlerime değdikçe içimde kopan fırtına biraz olsun dinginleşir mi diye düşündüm.
Ama dinmiyordu.
Yağmur yağıyordu.
Ama içimdeki yangın hâlâ sönmüyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.51k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |