
İnsanın en çaresiz hâli, bir kapının açılmasını beklerken duasını unutmasıdır.
15 Nisan 2009
Mavi sekiz yaşındaydı; ufacık bedeni, yıpranmış, kenarları iplik iplik sökülmüş bir battaniyeye sarılıydı. Dizlerini karnına çekmişti, battaniyenin altından çıkan çıplak ayakları soğuk taş zemine dokunuyor, her dokunuşta hafifçe ürperiyordu. Gökyüzü siyah bir perde gibiydi, yıldızlar titriyordu ama onların ışığı bile buraya, bu karanlık köşeye ulaşamıyordu. Yine de Mavi, başını kaldırmış, sanki yıldızlara bakıyormuş gibi yapıyordu; oysa gözleri yukarıda değil, kendi korkularındaydı. O küçük gözlerde geceyi delen bir şey vardı korku, yalnızlık, ve kaderini sezmiş bir çocuğun garip olgunluğu vardı.
“Gökhan…” dedi Mavi, sesi neredeyse bir nefes kadar inceydi ama o nefesin içinde boğulmuş bir ölüm korkusu saklıydı.
“Efendim.” dedi Gökhan, başını kaldırmadan, o da yıldızlara bakıyormuş gibi yaptı ama gözlerinin ucuyla Mavi’ye baktı o, onun yıldızıydı. O karanlıkta tek parlayan şey, yanındaki küçücük bedenin gözlerindeki ışıktı.
“Ben senden önce ölürsem…” dedi Mavi, duraksadı, yutkundu, sesi çatladı; “benim mezarıma papatya bırakmak için gelir misin?” O cümle, taş zeminden daha soğuktu; havada asılı kaldı, gece sessizliğini yararak Gökhan’ın kalbine saplandı. Kelime değil, bir yara açtı Mavi. Sekiz yaşında bir çocuğun ağzından çıkan ölüm fikri, Gökhan'ın uzaktan bu anı hatırlayan zihnin içine dokunuyordu.
Gökhan yüzünü buruşturdu, çocukça bir kızgınlıkla, sanki ölümü basit bir oyun sanır gibi Mavi'ye baktı. “O nasıl söz güzelim? Ölüm mölüm duymayayım ağzından. Hem ölüm yakışmaz sana.” dedi ama sesi öyle bir titriyordu ki, o da inanmadığını biliyordu.
Mavi’nin gülümsemesi inceydi, hüzünle karışık; dudakları kımıldadı ama gözleri gülmedi. “Sokak çocuğuyuz Gökhan. Ne kadar yaşamamıza izin verirler ki?” dedi, sesi rüzgârla yarışır gibi titriyordu. Sonra, bir an sustu, nefesini tuttu, sonra yumuşak ama inatçı bir tonla sordu. “Hem gelir misin, gelmez misin?”
Gökhan iç çekti, çenesini yumruğuna yasladı, kaşları çatılmıştı. Çevresinde gece ağırlaşıyor, bir köpeğin uzaktan gelen havlaması yankılanıyor, tenine işleyen soğuk iliklerine kadar iniyordu. Bu sorular onu kızdırıyordu çünkü korkuyordu. Çünkü bu korkularla başa çıkamıyordu. Yutkundu, nefesini tutup gözlerini yıldızlara çevirdi ama artık gökyüzü de cevap vermiyordu. “Gelemem.”
O kelime, gecenin içine düşen bir taş gibiydi; yankısı sessizliği paramparça etti. Mavi, dudaklarını büzdü, kollarını göğsünde birleştirdi; o küçücük bedeninde trip atmak, kendini savunmanın tek yoluydu. Omuzları kalktı, bakışları uzaklara gitti ama o minicik kalbinde kıskanç bir sessizlik kıpırdanıyordu. Gökhan onun bu haline her zaman yenik düşerdi. “Öyle olsun, hatırlatırım.” dedi Mavi, sesi hafifçe titredi; dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm, gözlerinde çocuksu bir küskünlük vardı.
O zamanlar hâlâ Mavi'nin kimsesiydi. Gökhan’dı. Gülümsedi, o gülüş hem koruyucu hem çaresizdi. Elleriyle Mavi’nin incecik omzunu kavrayıp kendine çekti; o omuzlar, soğuğu ve korkuyu aynı anda taşıyordu. “Gelemem çünkü sen ölürsen ben de ölürüm, Mavi.” dedi, sesi rüzgârla karıştı; o cümle yıldızların arasına karışıp kayboldu.
Ama bilmiyordu ki aylar sonra o ölecek geriye Mavi'yi bırakacaktı.
Ama bilmiyordu ki o öldüğüne küçük kızın da kalbi duracaktı.
Bu sözün ardından Mavi’nin yanakları kızardı; utancın sıcaklığı gece soğuğuna karıştı. Gözleri parladı, sonra birden eğilip Gökhan’ın yanağına kocaman, sulu bir öpücük kondurdu. O an, o küçücük bedenin içinden taşan sevgi, rüzgârla savrulan bir gül yaprağı gibiydi. Gökhan önce dondu, sonra utanarak gözlerini kapattı ve usulca geri öptü. O kısacık temas, sanki bütün karanlığı susturdu.
Ama o bile, Mavi’nin ölümden bahsederkenki cümlesinin ağırlığını silemedi. Gökhan, sessizce eğildi, dudaklarını Mavi’nin kulağına yaklaştırdı; nefesi, onun saçlarının arasından geçerken, geceye karışan sıcak bir dua gibiydi. “Eğer ben senden önce ölürsem…” dedi, “kafayı yemiş gibi ölmeye çalışmayacaksın. Yaşayacak ve yaşatacaksın, Mavi. Mezarıma da beyaz güller getirirsin. Alt katta istemediğin kadar var.”
O sırada çatıdan sarkan beyaz güller rüzgârla usulca sallanıyordu; her biri karanlığa karşı direnen küçük bir ışık gibiydi. Çürük duvarlardan, paslı teneke çatının altından hafif bir rutubet kokusu yükseliyordu; o terk edilmiş ev, her nefeslerinde çöküyor ama aynı zamanda Mavi’yi koruyan bir kale gibi duruyordu. O an, Gökhan ölümün bu kadar yakın olduğunu fark etmedi. Mavi ise çoktan onun nefesini ensesinde hissediyordu.
“Tamam ama ben sensiz yapamam ki. Gitme, olmaz mı?” dedi Mavi; sesi neredeyse bir fısıltıya dönüşmüştü. Gözleri, gökyüzüne değil, onun gözlerine baktı; o an, sanki tüm yıldızlar gelip Gökhan’ın gözlerinde toplanmıştı. "Gökhan ölmezsen olmaz mı?"
O, cevap verirken bile nefesini tutarak söyledi. “Denerim.”
Terasın kısa duvarına sırtını yasladı, bacaklarını uzattı, dizine iki kere vurdu. “Gel.” dedi. Mavi zaten fazlasıyla hafifti; adımları rüzgâr kadar sessizdi. Usulca gelip Gökhan’ın kucağına yerleşti, küçücük elleriyle onun boynuna sarıldı. Başını Gökhan’ın göğsüne gömdü, kalp atışını dinledi. O ritim, ona dünyanın en güvenli sesi gibi geliyordu. Gökhan’ın kalbi her atışında “buradayım” diyordu. Ve Mavi, huzurlu bir uykuyu sadece orada, o göğsün sıcaklığında bulabiliyordu.
2024
İnsan, bu dünyanın küllü ve ağır sahnesinde, omuzlarına görünmez bir pranga takılı halde yürürdü. Bu pranga, ne somut bir eşyanın soğuk ağırlığıydı ne de geçmişin elle tutulur, keskin hatalarıydı; o, zihinlerin üşümüş dehlizlerinde, başkalarının ördüğü görünmez duvarların yarattığı boğucu bir ağırlıktı.
İnsan, kendi varoluşunun dikenli, karanlık labirentinde yara bere içinde kaybolmuşken; kendi gerçeğinin paslı, tozlu yollarında ağır bir mücadele verirken, omuzların çöküş anına dek zorlanmışken, aniden dururdu. Gözlerini o solgun gökyüzüne kaldırdığında, etrafına donuk bir halka halinde dizilmiş, yargıdan ibaret bir kalabalık görürdü.
Bu kalabalık, seni sanki camdan bir tabutun içindeymiş gibi izlerdi. Fakat asıl dehşet şuydu. İzledikleri insanın kendisi değildi. Onlar, insan hakkındaki o kirli ve çarpık hikâyeyi izlerlerdi. O hikâye, insanın dilinden dökülmemiş, kurumuş kalbinden akmamıştı. O, başkalarının korkularının soğuk çamurundan, kıskançlıklarının paslı zehrinden ve tembel, yozlaşmış varsayımlarının kokuşmuş liflerinden yoğrulmuştu. Ve insan, o yabancı hikâyenin görünmez mahkûmu olarak, sonsuzluğa doğru yürümek zorundaydı.
Bir an gelir ki, o yabancı, çarpık hikâye, insanın yerini acımasızca gasp ederdi. Artık kendi bedenin içinde, o sahte anlatının soğuk misafiri olurdu.
İnsanın hayatının bir kitabı yazılmıştı; ciltleri eskimiş deri ve pişmanlık kokardı. Ve o kitabın her rutubetli sayfasında, nedeni olmayan, kaynağı belirsiz bir suçun kara lekesi yazar dururdu. O kalabalığın arasında, hiç kimse İnsana dönüp, o basit ve hayatî soruyu sormazdı.
“Neden?”
Kimse, insanın içindeki fırtınanın ıslak ve keskin adını merak etmez, kimse o uğultuyu dinlemezdi. Onlar, yalnızca kusurlu, nihai sonucu görme cüretini gösterirlersi.
Bu kişi, etiketin kararttığı kusurdan ibarettir
Sanki görünmez, kadim ve doğaüstü bir güç, insanı buzla kaplanmış ruhunun en derin, ulaşılmaz köşesine eğilmiş ve orada, siyah bir mürekkep damlası gibi bir leke bulmuştu. O leke ki, onu tanımıyordu; o insana ait değildi ama üzerine yapışmıştı. Artık, bilinmeyen bir günahın kefaretini ödeyen, hayaletimsi bir gölge gibi yaşardı; ne için cezalandırıldığını sonsuza dek bilmeden, sürekli, ağır ve yıpratıcı bir savunma pozisyonunda yaşardı insan. Savunma bile, boş bir yankıdan ibaretti.
Ve bütün bu azabın içinde, en keskin, en iç acıtan anlar, kendini o kırılmaz duvara anlatmaya çalıştığın o anlardı.
Konuşurdu; sesin soğukta kalmış bir keman yayı gibi titrerdi, boğazından yırtılarak çıkardı. Gözlerin, kaybolmuş bir ışığı ararcasına, o yalnız, saf gerçeği haykırırdı.
Ama sözleri, buzdan bir kâbusun ortasına kurulmuş, saydam ve sağır edici bir cam duvara çarpar ve ruhsuz bir fısıltı olarak geri dönerdi.
Karşındaki, insanın gerçek sesinin titrek perdesini değil, kendi zihninin kapalı dehlizlerinde yankılanan bozuk bir kaydı dinlerdi. İnsan ne kadar, "Ben masumum," diye inlersin; bu çığlık bile kurumuş dudaklardan zorlukla sızardı. O ise, gözlerinde yadsınamaz bir kesinlikle şunu düşünürdü. "Suçlu olmalısın, çünkü hikâye böyle yazıldı. Hikâye değişmez."
Bu, yavaş, hücre hücre gerçekleşen bir tür ölümdü. Diriyken, can çekişen bir ruhla, kendini başkasının kör ve acımasız gözünde bir canavara, bir kötü karaktere dönüştürülmüş olarak izlemekti. İnsan, o sahte rolü reddedersin, küle dönmüş bir isyanla çırpınırdı ama rolün karanlık, kurşuni kostümü çoktan tenine dikilmişti ve sen o rolden asla kurtulamazdı.
Çünkü anlamak, bir acıydı, zahmetli bir eylemdi. Bir insanın karmaşasının dikenli düğümlerini, çelişkilerinin soğuk fırtınalarını, iyi niyetle yaptığı küçük, yıkıcı hataları kabul etmek, zihin için tükenmez bir yorgunluktu. Oysa yargılamak, tatlı ve uyuşturucu bir dinlenme haliydi. Zihin, en keskin virajı değil, en kolay yamacı seçerdi.
Etiketle ve geç.
Bir kişiyi sebepsiz, keyfi bir fermanla suçlu ilan ettiğinde, tüm düşünme sorumluluğu senin omuzlarından kaygan bir sabun gibi akar giderdi. Oysa kusurun buz gibi, rahatlatıcı ağırlığı, kurbanın üzerine ezici bir taş gibi çökerdi. Ve insan, sırf başkalarının uykusu daha rahat olsun, hayatları daha az karmaşık kalsın diye, kendi lekelenmiş varoluşunun dayanılmaz ağırlığı altında yavaşça ezilirdi.
İnsanın masumiyetin, bu yıkılmış düzende bir hiçti; çürüyen yaprak kadar değersizdi. İnsanın yılgın sessizliğin, yüksek sesli bir kabul olarak okunurdu. İnsanın parmak uçlarından sızan çaresizliğin ise, tartışılmaz bir kanıt sayılırdı.
Ve geriye sadece soğuk, donuk bir boşluk kalırdı. O boşluğun tam ortasında, odanın koyu merkezindeki o görünmez gölgeyle yani başkalarının insana ölçüp biçtiği o haksız, kalıcı hükümle yaşamayı, nefes almayı öğrenmek zorunda kalırdı. Çünkü artık bilirdi ki, bu karanlık dünyada insanı gerçekten görecek gözler kıyamet kadar nadirdir ve çoğunluk, bakmayı değil, hükmetmeyi tercih ederdi.
Kulağındaki telefondan yankılanan o telaşlı sesi duymuyordu artık; ses, ince bir tül gibi zihninin arkasında dalgalanıyor, kelimeler eriyip birbirine karışıyordu; ne söylendiğinin, kimin konuştuğunun, hatta hâlâ orada biri olup olmadığının bile bir anlamı kalmamıştı. Parmaklarının arasında duran telefon, bir anda yabancı bir nesneye dönüştü; soğuk, pürüzsüz, anlamsız bir ağırlık gibi parmak uçlarından kayarak yere düştü, zemine çarpan sesi o steril koridorun sessizliğini parçaladı; yankı, duvarlardan seke seke uzaklaştı. O an, dikkati cama yansıyan o siluete takıldığında, zaman bir bıçak gibi durdu; nefesi boğazında kesildi, etrafındaki her şeyin rengi soldu.
Camın ardında, beyaz ışıkların altında, hareketsiz bir beden yatıyordu; odanın içini dolduran keskin antiseptik kokusu ciğerine kadar işliyor, metal ve ilaç kokusu birbirine karışıp acı bir tat bırakıyordu; monitörlerin düzenli bip sesi, kalbinin ritmine ters düşen bir metronom gibi, her vuruşta onu biraz daha yıkıyordu. Beden, öylece yatıyordu; cansız, ışıksız, zamanın dışına düşmüş gibiydi. Ama Yiğit’in kalbine saplanan şey o kıpırtısızlık değildi o bedenin Mavi Derin oluşuydu.
Göğsünde yankılanan sancı, bir kıvılcım gibi doğup bir kasırgaya dönüştü; nefesi göğsüne çarptı, ciğerleri hava değil, yangın çekimişti içine; dizleri çözülürken kalbi kabuğundan kopacak gibi çırpınıyordu. Ama durmadı, duramadı; bedenini dizginleyemedi, sanki damarlarında dolaşan kan, onu cama doğru itiyordu. Bir anda ileri atıldı; soğuk cam alnına değdiğinde teninden bir ürperti geçti, nefesi cama çarpıp buğulandı, nefesinin buğusu içerde yatan soğuk sessizliğe karıştı. Yumruğu cama indiğinde çıkan tok, derin ses, odayı dolduran makinelerin düzenli bip’leriyle çatıştı; camın çatlama sesi, içindeki kırılışı yankıladı.
“Hayır! Hayır!” diye haykırdı; sesi duvarlardan sekip koridorlara aktı, lambaların titrek ışığında yankılandı, tavan bile onun acısını geri yansıttı sanki. O an, hastanenin soğuk havası bile korkuyla ürperdi; beyaz duvarlar bile bir anlığına titreşti. Fakat odanın içinde bambaşka bir savaş vardı; doktorlar aceleyle hareket ediyor, metal tekerleklerin cızırtısı yerle temas eden lastiklerle yankılanıyor, tıbbi cihazların bipleri gittikçe hızlanıyordu.
Bir doktorun tiz sesi, havayı yaran bir bıçak gibi yankılandı. “Defibrilatör! Hemen! Hazırla!”
O an her şey yavaşladı; insanlar sanki suyun altında hareket ediyordu, Yiğit’in gözünde her şeyin rengi sönüyor, sadece kalbinin çırpınışı kalıyordu duyulur halde kalıyordu. Mavi’nin başında toplanan beyaz önlüklü kalabalık, ölümle pazarlık eden bir orkestraydı; bir hemşirenin titreyen eliyle tuttuğu cihazdan metalin keskin kokusu yükseliyordu; hava ozonla karışmış yanık bir elektrik tadına büründü. Doktorun sesi yeniden havayı yardı. “150 joule AYARLA!”
Ve o an, zaman bile nefesini tuttu; elektrik kablosunun ucundaki metal plakalar, ölümün ve umudun arasında asılı kaldı; Yiğit’in gözlerinden süzülen yaş, camın yüzeyine düştü cam, bir anlığına nefes aldı sanki.
Camın ardında Yiğit vardı; yumrukladığı yüzeyin çatlaklarından içeriye yayılan soğuk, bileklerine kadar işliyordu. Parmak uçları cama yaslıydı. Cama değil de sanki bir ölüme, bir boşluğa dokunuyordu. Ellerinin altındaki buğuda parmak izleri bulanıklaştıkça, çaresizliği de buharlaşıp dağılıyordu. Camın ardında Mavi vardı; nefes almayan, dudakları solgun bir heykel gibi, ölümle yaşam arasında salınan bir beden. “HAZIR!” diye bağırdı hemşire; ses, duvarlara çarpıp Yiğit’in kulak zarına bıçak gibi saplandı.
“1… 2… 3… Şok!” Elektriğin çıtırtısı yankılandı odada. Mavi’nin bedeni bir anlığına yerden kesildi tüy kadar hafif, ama yere çakıldığında bütün dünyanın ağırlığıyla düştü. Yiğit’in içi parçalandı; sanki onun kalbine de aynı voltaj verilmişti. O an, kendi kalp atışını değil, monitörün düz çizgisini dinliyordu. Gözlerini Mavi’nin yüzünden ayıramadı. Kirpiklerinin ucunda ter mi yoksa yaş mı biriktiğini bile fark etmedi.
Boğazında bir düğüm, ciğerlerinde yanık bir hava vardı. Nefes almak bile ihanetti sanki. Dudakları aralandı, sesi kırık bir dua gibi döküldü. “Ölmek yok sana. Ölmek yok sana Mavi. Dur, daha benim yüzümden ölemezsin. Daha hayallerin var kızım senin…”
Ama Mavi’nin hayalleri çoktan mezar taşına kazınmıştı.
Doktorun sesi tekrar yankılandı. Ses metalik, sert, çaresizdi. “200 joule AYARLA!”. Bir şimşek gibi parlayan mavi ışık vardı. Odanın havası ozonla doldu; yanık ten ve dezenfektan kokusu birbirine karıştı. Zaman, eriyip yere damlayan mum gibiydi. Yiğit’in yumrukları hâlâ çözülmüyor, camın ardında donmuş bir heykel gibi duruyordu. Her şokta kendi kalbi de sarsılıyor, göğsünde yankılanan o metalik “bip” sesiyle birlikte parça parça oluyordu.
Ve bir an.
Bir tek an.
Kalp monitörünün düz, acımasız çizgisi kıpırdadı. Minik bir dalga. Bir nefes gibi, bir direniş gibiydi. Odanın havası değişti. Ölümün soğuk parmakları çekilmişti duvarlardan. Sessizlik çöktü, sonra birden herkesin ciğerinden kopan bir nefes aynı anda duyuldu. Yiğit’in gözleri doldu; camın buğusu yeniden oluştu. Ama bu kez, o buğunun ardında ölüm değil, bir nefes vardı.
Gözlerinden akan damlalar cama düştü, tıpkı az önce Mavi’nin hayatına düşen umut gibiydi; soğuk camın üzerinde yayılan buğunun kokusu, hastanenin steril havasına karışıyor, metalik bir acıyı her nefeste ciğerlere işliyordu. Hastane koridorunda zaman, gri duvarların arasında sıkışmış gibiydi. Floresan lambalarının titrek ışığı, boyaları solmuş duvarlara yansıyarak gölgelerle dans ediyor, ayak sesleri yankılanıyor, çelik korkulukların soğuk dokusu adımların ritmiyle çarpıyordu. O an, üç silüet, ölüm korkusunu ayaklarına dolamış halde, hızla koşarak koridorun ucundan Yiğit'e doğru geliyordu; nefesleri kesik kesik, göğüsleri kalkıp iniyor, terleri ıslak mendil gibi ciltlerine yapışıyordu.
Rüya öndeydi, nefes nefese, yüzü solgun, gözleri dolmuş, karnı hafifçe çıkıntılıydı; bakıldığında belki fark edilmezdi ama Yiğit, onun dört aylık hamile olduğunu anlamakta hiç zorlanmadı; elini karnına bastırıyor, sanki içindeki bebeği korumaya çalışıyor gibiydi. Ama onun gözlerinde korkudan başka bir şey yoktu; öyle bir korku ki, sadece sevdiğin insanı kaybetmekten korkarsın, nefesin kesilir, damarlarındaki kan buz keser, kalbin göğüs kafesinde delice atar, ama yine de koşarsın. Rüya tam olarak öyle koşuyordu, ayakları yere her değdiğinde çakıl taşları gibi metalik yankılar duyuluyor, kalp atışlarının ritmiyle birleşerek koridoru dolduruyordu.
Arkasında Ilgaz ve Yaman vardı; ikisinin de gözleri ateşten bir fırtınaydı, bakışları sivri ok gibi Yiğit’in üzerine yönelmişti. Ilgaz’ın bakışlarında endişenin yanında kardeşine ulaşma çabası, Yaman’ın yüzünde ise öfke vardı, kayıpların tortusu gibi birikmiş, çenelerinin gerilmesi ve dudaklarının kıpırdamasıyla görünüyordu. Yiğit’in onlara doğru donuk gözlerle baktığını gördüklerinde, öfke daha da harlandı; havada asılı kalan nefesleri, tüyler ürperten bir sessizlik gibi koridoru doldurdu.
Ilgaz’ın sesi boğuk ama acımasızdı, koşarken soruyu Yiğit’in suratına çarptı. “Nerede kardeşim?”
Yaman durmadı, daha sert, daha ilik sarsıcı bir tonla patladı. “Nerede Yiğit, Zeze? Sikerim ebeni, nerede lan kardeşim?!” Sesleri, duvarlarda yankılanıp çelik korkuluklardan sekerek ciğerlere metal bir acı gibi işliyordu; ter, toz ve steril dezenfektan kokusuyla karışıyor, kalp atışlarını hızlandırıyor, ayakları yerden kesilmiş gibi hissettiriyordu. Her adım, her nefes, ölüm korkusunun ve öfkenin dokunduğu canlı bir el gibi sahneyi sarıyordu.
Yiğit’in başı bir an bile Yaman’a dönmedi. Gözleri Ilgaz’ın gözlerine takıldı, kelimeler dudaklarından kırık dökük döküldü. “İçeride.”
Tam o anda, odanın kapısı açıldı ve beyaz önlüklü doktor, yüzünde alışılmış yorgun bir maskeyle dışarı çıktı. Ama onlar için o an, doktor bir idam fermanının mührünü taşıyor gibiydi. Yiğit, Ilgaz, Yaman ve Rüya, doktorun etrafında adeta bir çember oluşturdular. Sorular birbirine dolandı. “Mavi iyi mi?”
Doktor, elindeki raporu bile açmadan kısa bir cümleyle karşılık verdi. “Şimdilik iyi.”. Fakat o iki kelime, umut vermekten çok yeni bir korkunun fitilini ateşledi.
“Şimdilik?” diye sordu Rüya, sesi cılız ama içinde fırtınalar vardı. Eli yine istemsizce karnına gitmişti, parmak uçları titriyor, bebek hareket ediyormuşçasına ürkekçe dokunuyordu. Fakat ne zaman bunu fark etse, parmaklarını sıkıca yumruk yapıp durduruyordu. Sanki hem kendi korkusunu hem de doğmamış çocuğunu korumaya çalışıyordu.
Doktor gözlüklerini düzeltti, yutkundu. Sesi ne kadar sakin olmaya çalışsa da, kelimeler kurşun gibi indi. “Daha önce de söyledim. Mavi Hanım’ın panzehir olmadan ne kadar yaşayacağını bilmiyoruz. Şu ana kadar bile dayanması bir mucize. Size tavsiyem, zehrin adını ya da o panzehiri bulmanız.” Cümlenin sonunda bir anlık sessizlik oldu. O sessizlikte herkes nefes almayı unuttu. "Yoksa..."
Yaman’ın sesi bıçak gibiydi. “Yoksa ne doktor?”
Doktor başını eğdi, gözleri donuktu. “Hasta gün, hatta saat bile dayanamayabilir.”
Ve o cümleden sonra, doktor hiçbir şey söylemeden yürüyüp gitti; ardında bıraktığı tek şey, boşluğun içinden yankılanan sessizlikti, gri duvarlarda asılı kalan bir hayalet gibi, soğuk ve keskin, nefesi kesiyor, kalpte donuk bir ağrı bırakıyordu. Rüya, kelimenin tam anlamıyla dizlerinin üstüne çöktü; nefesi boğazında düğümlendi, ciğerleri yanıyor, her nefes alışında yanaklarını ıslatan ter damlaları ellerine bulaşıyordu. Gözleri karardı, dünya karanlık bir sisle kaplanmış, floresan ışıkların titrek ve buz gibi parıltısı yüzüne vuruyordu. Elleri yere dayandı ama dizlerinin dayanacak gücü kalmamıştı; vücudu titredi, parmak uçları titrek, avuç içi buz gibi soğuk ve yapışkandı. “Hayır. Hayır. HAYIR!” diye bağırdı; önce fısıltıydı, ama feryadı kısa sürede koridorun metalik duvarlarına çarparak yankılandı, çelik bir tokat gibi kulaklarda, ciğerde, damarların içinde hissedildi. “Onu da kaybedemem… Onu da kaybedemem…” diyordu; gökyüzü başına yıkılmış, zaman durmuş, dünya nefesini tutmuş gibi, her adımı bir ölü toprağı hissi veriyordu.
Yiğit, herkesin donup kaldığı o an, yumruklarını sıktı; parmakları cam gibi sert, tırnaklarının altı terle ıslanmış, avuçları kasılıydı. Her adımı, sert zeminle çarpıp yankı yapıyor, kalbinin her atışı odadaki gerilimi titreştiriyordu; ayakları neredeyse yerden kesilmiş, nefesi kesik kesik, ciğerleri sanki bıçaklanıyordu. Hastanenin kapılarına yöneldi, gözlerinde artık farklı bir ışık, kararlılık ve öfke vardı aradığı panzehir değildi, aradığı daha derindi, kayıpların, ihanetlerin ve geçmişin ağırlığı omuzlarına çökmüştü. Her adımda geçmişe döndü zihni, yapamadıklarına, kaybettiklerine, sevdiklerini koruyamadığı anlara baktı; gözlerinin önünde ölüme teslim olan insanlar, paramparça umutlar geçiyordu. O ilacı bulacaktı; ne pahasına olursa olsun, damarlarındaki kanın her hücresinde ateş yanıyor, kalp atışı adımlarının ritmiyle birleşiyor, nefesin sıcak ve kesik kesik titreşimi sahneyi dolduruyordu.
Koridorun havası boğucuydu; metalik, steril ve keskin bir koku ciğerlere işliyor, floresan ışıkların soğuk titremesi duvarlarda gölge oyunları yaratıyordu. Her nefes, terle karışan hava, kalpteki korku ve öfkeyi daha da yoğunlaştırıyor, adımların yankısı içerdeki boşluğu titretiyordu. Zaman, ağır bir akışla, nefeslerin, kalp atışlarının ve feryatların ritmiyle gerilimin içinde eriyip gidiyordu; Yiğit her adımında hem geçmişi hem de geleceği taşırken, odadaki sessizlik ve kaosun birleşimi tam bir fırtına yaratıyordu.
Gözlerinin önünde geçmişten gelen bir anı belirdi. Gözlerini devirmiş bir adam, elinde cam şişeler, yüzünde pis bir sırıtış vardı. "Zehir, her zaman zayıfların sonudur…"
O anı Yiğit’in zihnini yakmaya başladı. Adımlarını hızlandırdı. Bu sefer kaybetmeyecekti. Bu sefer geç kalmayacaktı.
Zaman, Gece Kuşları'nın zihninde sarsak adımlarla geri sardı. Hastanenin o soğuk koridorları, gri duvarları bir anda silinip, çocukluğun sığınaklarına çekildi. Yıldızlarla dolu bir gece. Terk edilmiş bir binanın çatısında, duvarları yosun tutmuş, ama pencerelerinden sarkan beyaz güllerin hala dirençle hayata tutunduğu bir yer vardı.
O sırada Rüya, zorlukla koridordaki sert, soğuk koltuklardan birine oturdu; karnına bastırdığı elleri titriyordu, parmak uçları buz gibi ve hafifçe nemliydi. Nefesi düzensiz, kesik kesik geliyordu; her nefes alışında göğsü hafifçe kalkıyor, ciğerlerinde sıkışan havayla birlikte içindeki korkuyu hissettiriyordu. Yaman’ın gözleri, onu baştan aşağı süzdü; bakışı derin, ince bir ışık gibi Rüya’nın bedenini tarıyor ama aynı anda içine işleyen bir soru soruyordu.
Bu kadın kimdi?
Rüya’ya tanımadığı bir insanmış gibi baktı, sesi biraz da şaşkınlıkla çıktı. “Sen kimsin yenge? Zeze-”
Ama Rüya’nın keskin bakışı, Yaman’ın sözünü kesmeye yetti; gözleri bir çelik bıçağın ışığı gibi parladı, sesi kırbacın şaklaması gibi netti. “Kardeşinden başkası ona Zeze dediğini duymasın.” O anda koridorun havası değişti; nefesler sıklaştı, rüzgâr gibi asılı kalan sessizlik kasları gerdi, metalik floresan ışığı sert gölgeler yaratıyordu.
Yaman’ın kaşları çatıldı, ama sesi çıkmadı; Mavi’nin isimler konusundaki katılığı, herkesin bildiği bir kural gibiydi. Onun bile ağzından bir kere bile “Mavi” ya da “Zeze” kelimesi çıkmamıştı; o sadece 'o' derdi. Bazı isimler, herkesin ağzında ezilip tükenemezdi, Rüya bunu iyi bilirdi.
Ama Rüya’nın gözleri bir an Yaman’a takıldı; bakışları, karşısındaki adamın ruhundaki bir kırıklığı, kimsesizliğini sezmiş gibiydi. Hisleri fısıldıyordu ona. Bu adam da yalnız bir kalpten gelmişti.
“Ateş benim.” dedi Yaman, sesi öyle sakindi ki, kelimeler havada asılı kaldı ama o sakinlik, içinde bastırılmış fırtınaları gizlemeye yetmiyordu. Rüya, anında başını kaldırdı; gözleri Yaman’a mıhlanmış, bakışları keskin ve dikkatle doluydu. O an yüzünde öyle bir ifade vardı ki, ne hamileliğin yükü ne de yaşadığı korku, sadece tek bir duygu sızıyordu gözlerinden.
Şüphe.
“Bana bak.” dedi, sesi titreyen öfkesinden yoğrulmuş, damarlarında kaynayan sıcaklık, nefesinin ritmiyle birlikte odada yankılandı. “Eğer Derin’i bu şekilde kandırmaya kalkarsan-”
Ama Yaman, onu kesmek için öne çıktı; sesi bir anda sertleşti, kasları gerildi. “Kandırmak yok yenge!” Gözleri bir anlığına kıvılcımlar saçtı, bakışları bir volkanın kenarında duran ateş gibi parladı. İşaret parmağını Ilgaz’a çevirdi ve ekledi. “Zeze’nin yıllar önce terk ettiği kardeşi benim. Bak, o da abisi.”
Ilgaz sadece başını eğdi, onaylar gibi, yüzünde acı bir tebessüm vardı; sanki geçmişin yükü ve kayıpların ağırlığı bir an gözlerinden okunuyordu.
Rüya, dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı; sesi ince, kırılgan ama keskin bir şekilde yankılandı. “Terk etmek?” Kelime, ciğerlerine saplanmış bir bıçak gibi, nefesini kesiyor, kalbini sıkıyordu. “Derin birini asla terk etmez.”
Yaman başını öne eğdi, yumruklarını sıktı. Sözleri boğazına düğümlenmişti ama yine de döküldü. “Beni terk etti. Gökhan ölünce.”
Rüya sadece başını kaldırmadı, o an ayağa fırladı. “O kimseyi terk etmez!” diye tekrarladı. Sesi bu sefer koca hastane koridorunda yankılandı.
Rüya, Mavi Derin ile beraber büyümüştü; onun korkularını, sevinçlerini, en çok da derinlerde gizlediği acılarını ezbere bilirdi. On iki yıl boyunca her geceyi, her sabahı onunla paylaşmış, odasındaki fotoğraflarda saklı gözyaşlarını, adını anarken gözlerinde parlayan tarifsiz sevgiyi, her şeyini görmüş, hissetmişti. Bu yüzden Rüya’nın sesi yemin gibiydi. “O kimseyi terk etmez. Ne seni, ne başka birini.”
Sözleri Yaman’a bıçak gibi saplandı, havayı kesip nefesleri donuklaştırdı ama Rüya durmadı, sesi koridorun metalik duvarlarına çarpıp yankılanıyordu. “Babası onu bir odaya kapattı hem de senin için!” Yaman’ın yüzü dondu, nefesi kesildi; Ilgaz başını öne eğdi. Yaman, duyduklarını bir anda işleyemedi, kafasında yankılanan kelimeler anlamsız birer parça gibi düşüyordu, kalbi sıkışıyor, damarlarında buz gibi bir gerilim dolaşıyordu.
“Anlamadım.” dedi Yaman, boş bakışlarla Rüya’nın gözlerine kilitlendi; anlamaya çalıştıkça kelimeler, göğsüne saplanan bıçaklar gibi daha da derine işliyordu.
Rüya gözlerini kısarak bakışlarını onun üzerine dikti, sanki gözleriyle beynine giriyor, her köşeyi didikliyordu. “Anlatayım.” dedi net, keskin bir sesle; sesi odadaki sessizliği parçalıyor, Ateş’in içinde bir şeyleri sarsıyordu. Parmağını Yaman’a doğrulttu; titremiyordu, siniri o kadar kontrol altındaydı ki bu daha da ürkütücüydü. “Ateş, yani sen bir ara fazlasıyla hastaymışsın.”
Başını diğerlerine çevirdi, onay bekliyordu; Ilgaz başını salladı, sesi boğuk ama gözleri ciddiyetle Rüya’ya kilitlenmişti. “Evet.” Yaman ellerini dizlerine yasladı, başını öne eğdi; omuzları düşmüş, nefesi düzensiz ve kesik kesikti. “Öyleydim de benim hastalığım ne alaka?” dedi; sesi hem meraklı hem alaycı bir koruma ile karışmış, geçmişe sığınıyor gibiydi.
“Dinle!” diye patladı Ilgaz; sesi metalik ve sert, odadaki havayı keskinleştiriyordu. Yaman’ın omzuna sertçe vurdu; “Derin’i dinlemedin, şimdi yengeyi dinle.”
Yaman sustu, nefesi hâlâ düzensiz, kalbi göğsünde hızlı hızlı atıyordu. Önüne döndü, dirseklerini dizlerine dayadı, başını kaldırmadan gözleriyle Rüya’yı dinlemeye başladı; her kelimeyi, her bakışı, her duruşunu içine çekiyordu. Sessizlik ağırlaştı; odadaki hava ter, metalik duvar kokusu ve gerilimle dolmuştu, zaman sanki yavaşlamış, nefesler, kalp atışları ve bakışlar birbirine karışmıştı.
Rüya derin bir nefes aldı; göğsü kalkıp inerken nefesi odadaki sessizliği keskin bir bıçak gibi yarıyor, kelimeleri havada donuyordu. “Ve aynı zamanda bir hücreye kapatıp, onu dövdüler.” Her kelimesinde gözleri Ateş’in üzerinde parlıyor, bakışları delici bir ışık gibi saplanıyordu. “Sen hastayken, onun kardeşini kaybetme korkusunu kullanarak onu o hücreye hapsettiler. Her gün, her gece. Nefes alışını susturacak kadar dövdüler.” Rüya’nın sesi, öfkeyle dolup taşan bir sel gibi, koridordaki her köşeye yayıldı; dişleri sıyrılmış gibi gergin, elleri kasılı, her harfi titreşimle doluydu.
Yaman’ın yüzü bir anda tüm kanını çekmiş gibiydi; dudakları solmuş, gözlerinin altı kararmış, elleri yumruk olmuş, dizlerini bastıracak kadar sıkıyordu. O yıllar önce birkaç gün geçirmişti belki o hücrede ama o acının Mavi Derin için ne demek olduğunu, Rüya’nın keskin ve ateş dolu bakışları altında iliklerine kadar hissetti. Nefesi düzensiz, her nefeste kalbi göğsünde çarpıyor, damarlarındaki pişmanlık sanki damarlarını yakıyordu. Rüya’nın gözlerinden fırlayan her kelime, onun kemiklerine saplanan bir hançer gibi, kalbinde patlayan acı gibi hissediliyordu; elleri istemsizce titriyor, tırnakları avuçlarına gömülüyordu.
“Senin yüzünden. Çünkü seni yaşatmak için başka şansı yoktu.” Rüya’nın sesi titremedi, keskin ve kontrol altındaydı ama gözlerinin kenarındaki ıslaklık, onu bir an insanın içine çöken bir fırtına gibi sarıyordu. “O, her gün dua etti. Kardeşine, abisine kavuşmak için. O hücrede yere kapanıp seni kurtarmak için dua etti. Ama siz hâlâ onun sizi terk ettiğini sanıyorsunuz.” Her kelime, Yaman’ın beyninde yankılandı; tüyleri diken diken oldu, göğsü sıkıştı, kalbi pişmanlıkla yanıyordu.
Kelimelerinin sonunda derin bir nefes aldı; sesi hüzün ve öfke karışımı, adeta kırılmış bir zincirin sesi gibiydi. “Ben onun her gece bağırışlarını duydum. İçine akıttığı gözyaşlarını gördüm. Sizden bahsederken gözlerinde beliren sevgiyi. O yüzden…” Durdu, sessizlik bir anlığına odayı kapladı, nefesler ağır, zaman yavaşlamış gibi hissediliyordu. Her kelimeyi birer hançer gibi Yaman’ın yüzüne sapladı. “O, kimseyi terk etmez.”
Yaman başını öne eğdi, omuzları düştü; dişlerini dudaklarının arasında sıktı, elleri hâlâ yumruk, parmak uçları terli ve titrekti. Kalbi göğsünde delice çarpıyor, her nefes bir suçluluk ağırlığıyla doluyordu. Gözlerinin içi ıslaktı, pişmanlık damarlarından taşacak gibi, ruhu yanıyordu; geçmişin hayaletleri gözlerinin önünde dönüyor, küçük Mavi’nin çektiği acılar bir çığlık gibi kulaklarında çınlıyordu. Ilgaz gözlerini kapattı; kasları gerildi, çünkü o an Mavi’nin acısını düşünmek dayanılmaz, nefes almak zorlaşmıştı. Rüya’nın bakışı ise hâlâ bir çelik gibi saplanmış, sinir ve öfkeyi her hareketine, her nefesine, Yaman’ın içine kazıyordu; odadaki hava ağırlaşmış, nefesler terle karışmış, sessizlik insanın ciğerlerini sıkıyordu.
Rüya gözyaşlarını silmedi, silmek istemiyordu; yıllardır bastırılmış, susturulmuş her kelime dudaklarından zehir gibi aktı; sesi öfke ve hüzünle dolu, gözleri ateşle yanıyor, bakışları Yaman’ın ruhuna saplanıyordu. “Aynı zamanlarda Gökhan’ı da kaybetti. O yüzden bu sefer cidden yaşayamazdı.” dedi; kelimeler, odadaki havaya saplanan hançerler gibi, nefesleri kesiyor, göğüs kafesini sıkıyor, omuzlarını bastırıyordu.
Yaman’ın omuzları daha da çöktü, elleri hâlâ sıkılı yumruk, tırnakları avuçlarına saplanmış, gözleri dolu, kalbi acıyla çarpıyor, her nefesi boğuk, her bakışı suç ve pişmanlıkla doluydu; çenesini sıkıyor, dişlerinin arasına bastığı dudakları titriyordu, her kası gergin, nefesi kısa ve kesik kesikti. Kalbi göğsünde çarpıyor, damarlarındaki kan adeta buz gibi dolaşıyor, elleri istemsizce titriyor, parmakları açıp kapanıyordu.
Rüya’nın bakışı, çelik bir bıçak gibi saplanmıştı; öfke ve acı her kelimesine sinmiş, odadaki havayı görünür kılmıştı. Her kelimesiyle Yaman’ın vücudu geri çekiliyor, nefesleri hızlanıyor, teri saçlarına ve alnına bulaşıyordu; odadaki sessizlik göğsünü sıkıyor, zaman yavaşlamış, her mikro hareket saatler gibi uzuyordu. Gözleri dolu, her bakışı, geçmişin yükü ve suçlulukla yanıyordu; kasları gergin, her nefesi acıyla karışıyor, kalbi sanki parçalanıyordu; elleri istemsizce avuç içlerine bastırıyor, omuzları çökmüş, her kas kasılması pişmanlıkla doluydu.
Yaman, o anın ağırlığını neredeyse fiziksel olarak hissediyordu; kelimeler Rüya’nın öfkesinde çelikleşmiş, bakışlarda yakıcı bir ateş, sessizlikte keskin bir hançer, odadaki hava ise yoğun bir ağırlık haline gelmişti. Her nefes, ter, titreme, kas gerginliği, göz kırpması, küçük bir ses her şey onun ruhuna saplanıyor, geçmişin acısı ve suçlulukla birleşiyordu; zamanı durdurmuş gibi, sahnede tek başına asılı kalmış gibiydi.
Ve Ateş… O, Mavi Derin’in mezarlıkta neden anlatmadığını anladı; her sessizliği, yük olmamak için yapılmış bir fedakarlıktı; göğsüne çöken ağırlık, nefesinin her ritmiyle damarlarına yayılıyor, kalbini sıkıştırıyor, ciğerlerini keskin bir bıçak gibi deliyordu. Onun terk ettiğine inandırıp gitmesine izin vermesi, aslında kendi ruhunu paramparça etmesiydi; gözleri dolu, alt göz kapakları şişmiş, dudakları titrek, nefesi düzensiz, her soluk sanki göğsüne saplanan bir hançer gibi acıtıyordu. Ona anlatmaya çalışmıştı… ama kimse dinlememişti; kelimeler havada asılı kaldı, odadaki sessizlik onları bastırıyor, havayı yoğun ve boğucu bir ağırlıkla dolduruyordu.
“Lütfen…” dedi Yaman; sesi neredeyse bir inilti, dudaklarının arasından çıkan kelime odadaki duvarlara çarptı, yankılandı ve göğsüne geri dönerek ciğerlerini sıkıştırdı, nefesini daralttı. Parmak uçları titredi, elleri yumruk olmuş, tırnakları avuçlarının içine gömülmüş, kasları gerilmişti; omuzları çökmüş, her nefes göğsüne batan bir hançer gibi acı veriyordu. Dizleri hafifçe titredi, bacak kasları gerildi, tırnakları derisine batarken her nefeste kalbinde bir sıkışma daha oluşuyordu. “Lütfen yapmamış olsun…” dedi; gözleri nemli, boğazı düğümlü, vücudu her kelimenin ağırlığını taşır gibiydi. Ama kimse cevap vermedi; ne Ilgaz, ne Yiğit, ne de Rüya… sadece sessizlik vardı; keskin, ağır, acıtan, insanı boğan bir sessizlik, nefesleri hırpalıyor, zamanı yavaşlatıyordu.
Rüya gözyaşlarını silmedi; silmek istemiyordu. Yıllardır bastırılmış, susturulmuş her kelime dudaklarından zehir gibi aktı; sesi öfke ve hüzünle dolu, gözleri ateşle yanıyor, bakışları Yaman’ın ruhuna saplanıyordu. Her kelime, odadaki havayı fiziksel bir ağırlık gibi büküyor, nefesleri kesiyor, kalbin göğüs kafesinden çıkacakmış gibi atmasını sağlıyordu. “O yüzden bu sefer cidden yaşayamazdı.” Kelimeler, odadaki havaya saplanan hançerler gibi, nefesleri kesiyor, göğüs kafesini sıkıyor, omuzları bastırıyordu; ter alnından süzülüyor, saçları yapışıyordu.
Her kelimeyi dökerken sesi titredi, çatallaştı, ama durmadı; biliyordu ki, Yaman’ın canı yandıkça, Mavi’nin suskun yıllarının bedelini ödeyecekti. “Ona o zaman bir seçenek sundular.” dedi; cümleyi kurarken yutkundu, boğazındaki düğüm tırnaklarını geçirmiş gibi sesine saplanıyordu.
Rüya, o anı gözlerinin önünde tekrar yaşıyordu; Mavi anlatırken bir duvar gibi soğuktu, bakışları boş, kalbi olmayan bir robot gibi; kelimeler mekanik bir ritimle çıkıyor, duygusuzluğu bir buz tabakası gibi odadaki havayı sarıyordu. Ama hayır, bu bir hikaye değildi; kitaplardaki karakterlere ağlanırdı, ama bu gerçekti. Her sessiz nefes, her titreyen bakış, odadaki havayı yoğunlaştırıyor, ter ve korku ile karışıyor, zamanı yavaşlatıyordu.
Yaman’ın omuzları daha da çöktü, elleri hâlâ sıkılı yumruk, tırnakları avuçlarına saplanmış, gözleri dolu, kalbi acıyla çarpıyor, her nefesi boğuk, her bakışı suç ve pişmanlıkla doluydu; çenesini sıkıyor, dişlerinin arasına bastığı dudakları titriyordu, her kası gerilmiş, omuzları çökmüş, boyun kasları gerilmişti; küçük titremeler bile omuzlarından tüm bedene yayılıyordu. Her nefesinde, göğsüne bir ağırlık biniyor, damarlarında buz gibi dolaşan suçluluk ve pişmanlık hissi tüm bedenini kaplıyordu.
Rüya’nın bakışı, çelik bir bıçak gibi saplanmıştı; öfke ve acı her kelimesine sinmiş, odadaki havayı görünür kılmıştı. Her kelimesiyle Yaman’ın vücudu geri çekiliyor, nefesleri hızlanıyor, teri alnına ve saçlarına bulaşıyor, odadaki sessizlik göğsünü sıkıyor, zaman yavaşlamış, her mikro hareket saatler gibi uzuyordu. Gözleri dolu, her bakışı, geçmişin yükü ve suçlulukla yanıyordu; kasları gergin, her nefesi acıyla karışıyor, kalbi sanki parçalanıyordu; elleri istemsizce avuç içlerine bastırıyor, omuzları çökmüş, her kas kasılması pişmanlıkla doluydu; dudakları kurumuş, nefesi kesik kesikti, her nefeste göğsü acıdan titriyordu.
Yaman, o anın ağırlığını neredeyse fiziksel olarak hissediyordu; kelimeler Rüya’nın öfkesinde çelikleşmiş, bakışlarda yakıcı bir ateş, sessizlikte keskin bir hançer, odadaki hava ise yoğun bir ağırlık haline gelmişti. Her nefes, ter, titreme, kas gerginliği, göz kırpması, küçük bir ses her şey onun ruhuna saplanıyor, geçmişin acısı ve suçlulukla birleşiyordu; zamanı durdurmuş gibi, sahnede tek başına asılı kalmış gibiydi.
“Ateş’in tedavisi ve onun özgürlüğü için Mavi’yi deney malzemesi olarak kullanacaklardı.” Rüya, bu cümleyi kurarken Yaman’ın gözlerine kilitlendi; gözleri kaçıyor, göz kapakları hafif titriyor, omuzları çökmüş, nefesi kesik kesik ve düzensizdi; kalbi göğsünde hızlı hızlı çarpıyor, damarlarında suçluluk ve pişmanlık buz gibi dolaşıyordu. Rüya bakışlarını ondan ayırmadı; gözleri birer bıçak gibi saplanıyor, Yaman’ın her nefesini, her kas kasılmasını, her titremesini görünür kılıyordu.
“Onun gözlerini istiyorlardı.” dedi Rüya; sesi keskin, tırnak gibi havaya saplanıyor, odadaki havayı yoğun ve ağır bir ağırlıkla dolduruyordu. Mor renkleri ilgilerini çekiyordu. Ve onun bedeni o zamanlar onun ne olduğunu bilmiyorlardı, bir isim veremiyorlardı; hastalığını anlayamamışlardı. Ama anladıkları tek şey vardı. O kız, onların gözünde deneysel bir varlıktı. Sadece gözleri değil, zekası da farklıydı; fazla zekiydi, fazla “bilinmeyen”di onlar için." Her kelime, Yaman’ın göğsüne, boynuna ve omuzlarına saplanan bir ağırlık gibi hissediliyordu; elleri dizlerine bastığı kaslar geriliyor, tırnakları avuçlarına saplanıyor, omuzları ve boyun kasları her kelimeyle geriliyordu; ter alnından süzülüyor, saçlarına yapışıyordu.
Rüya derin bir nefes aldı, göğsü yükseldi ama gözyaşları yanaklarından süzülmeye devam ediyordu. “Adam ona seçeneği sunduğunda, o da kabul etmiş. Yaşayamazmış öyle demişti. Birini daha kaybetmeyi göze alamazmış.” dedi; sesi çatladı, kelimeler titredi, havaya saplanan bıçak gibi. Yaman, artık Rüya’ya bakamıyordu; başını daha da eğmiş, omuzları çökmüş, nefesi titrek, kalbi göğsünde sanki parçalanacak gibi çarpıyordu. Her nefes, göğsüne saplanan bir hançer, her titreme, kaslarına yayılan bir acıydı.
Rüya onu o halde görmek istemiyordu; öfkesi, acısı ve gözyaşları iç içe geçmişti. Ona kızgındı; onu terk ettiğini düşündüğü için öfkeliydi. “Biliyor musun, o adam onu deney malzemesi gibi kullanmak yerine kendi zevkleri için kullandı.” dedi; her kelime, Yaman’ın kaslarında, omuzlarında, boynunda titremeler yaratıyor, kalbini sıkıyor, nefesini kesiyordu.
Ilgaz’ın yumruğu sessizce sıkıldı; kasları gergin, gözleri parlıyor, nefesi hızlı ve derindi. “Deneylerde kullanıldı evet ama bazen sadece onların istediği şeyleri yapıyordu. Daha ileri gitmemişlerdi. Çünkü Mavi’yi isteyen insanlar vardı. Onun üzerinden çok para kazanacak insanlar…” dedi; sesi boğuk, odadaki havayı titretiyordu, ter alnına ve saçına yapışıyor, küçük titremeler omuzlarından tüm bedene yayılıyordu.
“Şerefsiz…” diye mırıldandı Ilgaz; kelimesi ağır, odadaki havayı daha da yoğunlaştırıyordu. Rüya bunu umursamadı; çünkü bu hikayede herkes suçluydu.
“Öz abisi ve babası tarafından…” dedi Rüya; sesi çatallı, keskin bir hançer gibi Yaman’ın ruhuna saplanıyordu. “Bir yıl boyunca onların istediklerini yapmaya zorlandı. Bembeyaz bir odada. Zincirlerle. Ve o odaya giren herkes o kızın çığlıklarını duymasına rağmen sustu.” Her kelime, Yaman’ın beyninde yankılanıyor, nefesini kesti, kaslarını gerdi; omuzları çöktü, boyun kasları kasıldı, elleri dizlerinde titriyordu; ter alnından süzülüyor, saçlarına yapışıyor, her titreme suçluluk ve pişmanlıkla birleşiyor, göğsüne ağırlık olarak biniyordu.
Yaman’ın gözleri dolu, nefesi kesik kesik, kalbi göğsünde çarpıyor, damarlarında buz gibi suçluluk dolaşıyordu; her bakışında Rüya’nın öfkesi, her kelimesinde Mavi’nin acısı ve her sessizlikte kendi çaresizliği, tüm bedeni ve ruhunu sarıyordu. Kasları gerilmiş, titremeler vücuduna yayılmış, elleri istemsizce avuçlarına baskı yapıyor, dudakları kurumuş, çenesini sıkmıştı; göz kırpışları bile suçluluk ve acıyla doluydu.
Rüya’nın bakışı, çelik bir bıçak gibi saplanmış, öfke ve acıyı taşıyan bir ışık gibi parlıyordu; odadaki sessizlik nefesi kesiyor, göğüs kafesini sıkıyor, zamanı durdurmuş gibi her mikro hareket uzuyordu. Yaman, her kelimeyi, her titremeyi, her nefes alışını, ter damlasını, kas gerilmesini neredeyse fiziksel olarak hissediyor; geçmişin acısı ve suçluluk, damarlarında buz gibi akıyor, kalbi parçalanıyor, ruhu sarsılıyordu.
Bu kelimeleri kurarken Rüya'nın gözlerinden damlalar süzülüyor, ama o hiç duraksamadan devam ediyordu. “Kimse acımadı ona. O kız dünyadaki herkese acıyacak kadar büyük bir kalbe sahipti ama kimsenin umurunda olmadı.”
Sesi çatladı. Dili boğazına düğümlenmişti. “Annesi sustu. O susuş bıçak gibi kesiyordu her şeyi. Sokaktaki insanlar sustu. Çığlıklarını duydular ama sustular.” Her kelime, koridorun gri duvarlarında yankılandı; sessizlik nefesleri kesiyor, tüyleri diken diken ediyordu. Rüya dizlerini büküp yere çökmek istiyordu ama kendini tuttu; bacak kasları gerilmiş, elleri istemsizce avuçlarına baskı yapıyordu, parmak uçları titriyordu. Gözleri sertti, bakışları birer hançer gibi saplanıyordu Yaman’ın ruhuna. “Bir yılın sonunda kafayı yemişti. Kolları ve bacakları zincirle bağlanıyordu artık. O ‘abisi’ olacak şerefsiz…”
Derin bir nefes aldı. Göğsü yükselip alçalıyordu; kalbi göğsünde patlayacak gibi çarpıyor, damarlarında öfke ve hüzün birbirine karışıyordu. Gözlerini sıkıca kapattı, boğazındaki düğüm tırnakları gibi saplanıyordu: “…ona tecavüz etmek istediğinde…” Sustu. Kaçıncı kez yutkunduğunu bile hatırlamıyordu. Koridor bir anda ölüm sessizliğine bürünmüştü; nefes almak bile zorlaşmıştı.
Yaman başını kaldırmadı. Ellerini yumruk yapmış, tırnakları etine gömülmüştü. Dişlerini o kadar sıkıyordu ki çenesi titriyor, alt dişleri üst dişlerine saplanıyor, çene kasları kasılıyor, her nefes acı doluydu. O cümle Yaman’ın iliklerine saplandı; geçmişin suçluluğu ve pişmanlığı damarlarında buz gibi dolaşıyor, kalbi acıdan parçalanıyordu. Onun “kardeşim beni terk etti” diye dolaştığı yıllar, Mavi’nin her gece kendini kaybettiği yıllarla birleşiyordu.
Rüya ona acımıyor, öfkesini gizlemiyordu. Gözleri ateşle yanıyor, nefesi titrek ama kararlıydı. Yaman’ın gözlerine bakarak sordu. “Sen onu gerçekten hiç mi tanımadın?”
“Bir kızın daha hayatını bitirmek istiyorlardı.” Rüya’nın sesi incecik ama cam kesiği kadar keskindi. Her kelime odada havayı keskin bir bıçak gibi yarıyor, nefesleri zorluyor, göğüs kafesini sıkıyordu. “Aslında tecavüz etmeden de o küçücük kızın hayatını bitirmek istememişlerdi.”
Sözleri dökülürken, odada nefes almak bile zordu. “Hatta hayatının sonuna kadar taşıyacağı ruhunda yaralar açmışlardı.” Sözcükler titriyordu ama durmuyordu; durursa boğulacağını biliyordu. “O zamana kadar üzerinde sayısız ilaç denenmişti.” Gözlerini bir noktaya kilitledi; duvarda hiçbir şey yoktu ama sanki orada Mavi Derin’in acıları asılıydı.
“Mavi’yi biriyle evlendireceklerdi.” dedi; sesi titriyordu, gözleri doldu ama kelimeler geri dönmedi. “Adam yaşlıydı. Kalp krizi geçirdi. Evlendiremeyince babası ve abisi olacak o kansızlar…” Sustu. Derin bir nefes aldı. “Tecavüz taciz artık nasıl adlandırmak istiyorsanız onu yapmak istediler.”
Yaman’ın yumrukları bembeyaz olmuştu, kasları gergindi, dişleri o kadar kenetlenmişti ki çenesinden tıkırtılar geliyordu. Her titreme, her nefes, her kas gerginliği suçlulukla doluyordu; her bakışı, Rüya’nın öfkesine saplanıyordu.
Ama Rüya durmadı. “Mavi abisi kollarını açar açmaz vazo camı kırmış.” Elleri kenetli, parmakları beyaz, nefesi kesik kesik, sesi odada yankılanıyordu. “Keskin bir parçasını eline almış ve abisinin şah damarını tek hamlede kesmiş.” Sözleri öyle netti ki, herkesin gözünde o sahne canlandı. “Yere yığılmış. Tek hamlede.”
Bir an durdu; bundan sonrası daha beterdi. “Çok geçmeden babası gelmiş. O kansızı da elindeki cam parçasını kalbine saplayarak öldürmüş.” Rüya’nın sesi taş kesilmişti. Gözyaşları sessizce yanaklarını ıslatıyordu ama yüzü asla titremedi.
“Babası öldüğünde cesedini götürmüşler.” Yutkundu. “Ama abisinin cesedini bıraktılar.” O an Yaman başını kaldırdı. Gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu çünkü ağlamak bile kolaydı. Bu hikayede kolay olana yer yoktu.
“Birkaç adam geldi öldüresiye dövmüşler onu.” Rüya’nın sözleri odada yankılanırken, Yaman’ın omuzları çöktü, kasları gerildi, elleri dizlerine bastığı yerden titredi; dişleri kenetlenmiş, gözleri dolu, kalbi göğsünde acıyla çarpıyor, nefesi kesik kesik geliyordu. Her ter damlası alnından süzülüyor, suçluluk ve pişmanlık damarlarında buz gibi dolaşıyordu. Her kelime, her titreme, her nefes, Yaman’ı parçalıyor, ruhunu sarsıyordu.
Rüya artık gözyaşlarına engel olmuyordu; yanaklarından süzülen damlalar ince ince omuzlarına düşüyor, tişörtünü hafifçe ıslatıyor, parmak uçlarına kadar ürpermeler yayıyordu. Ama sesi hâlâ keskin, kararlı ve keskin bir bıçak gibi odanın havasına saplanıyordu: “Onu abisinin cesedinin önüne zincirlediler.”
Boğazı düğümlendi; yutkunurken boğazındaki kaslar kasılıyor, boyun damarları belirginleşiyordu. “Bir hafta boyunca o cesetle aynı yerde kaldı.” Kelimeler, Yaman’ın göğsünde yankılanıyor, kalbini hızla çarptırıyor, göğsünü sıkıyor, nefesini kesiyordu.
Yaman’ın dizleri hafifçe titredi; kasları gergin, omuzları çökmüş, avuçları terden ıslanmıştı. Ellerini dizlerine bastığında bile kasları istemsizce geriliyor, parmak uçları titriyordu. Nefesi düzensizleşmişti; göğsü inip kalkarken sanki her atışında kalbi biraz daha parçalanıyor, omuzlarından aşağı buz gibi bir suçluluk yayılıyordu.
Gözleri kısılmış, göz kapakları titriyor, alt göz kapaklarının kenarından ince damarlar belirginleşiyordu. Dişlerini kenetlemiş, çene kasları kasılmış, alt dudağı hafifçe titriyordu. Boyun kasları gerilmiş, omuzları çökmüş, sırtındaki kaslar istemsizce kasılıyor, her nefes alışında göğsü daralıyor, kaburgaları sanki kırılacak gibi hissediyordu.
Rüya’nın gözleri Yaman’a saplanmıştı; bakışları ruhunu delercesine keskin ve saplayıcıydı. “Her gün dayak devam etti.” Her kelime Yaman’ın omuzlarına, boynuna, kalbine saplanan bir hançer gibi. Nefesi hızlandı; kalbi göğsünde çırpınıyor, damarlarında suçluluk ve pişmanlık buz gibi dolaşıyordu.
Ilgaz yumruklarını sıkarken dişlerini o kadar sert sıktı ki dudakları beyazladı çene kasları gerildi, boyun kasları kasıldı. Avuçları titredi, damarlar belirginleşti; sessiz bir öfke tüm kaslarına yayıldı.
Rüya’nın sesi titredi ama durmadı; kelimeler havada asılı kaldı, odadaki tüm hava ağırlaştı, nefes almak güçleşti. “O zamandan beri beyaz renge dokunamıyor.” Her kelime Yaman’ın vücudunu sarıyor, omuzlarını çöktürüyor, kaslarını kasıyor, nefesini kesiyordu. Ter damlacıkları alnından süzüldü, saçları hafifçe yapıştı, boyun kasları gerildi.
Yaman’ın başı artık tamamen öne düşmüştü; boynu kasılmış, omuzları çökmüş, sırtındaki kaslar istemsizce kasılıyor, avuçları dizlerine gömülüyordu. Parmak uçları titriyor, tırnakları etine batıyor, dişlerini kenetlediğinde çenesinden tıkırtılar geliyordu. Kalbi göğsünde parçalanıyor, her atışı yankılanıyor, damarlarında suçluluk ve pişmanlık buz gibi dolaşıyordu.
Her nefes kesik kesik, kasları istemsizce kasılıyor, boynu gerilmiş, gözleri dolu ama ağlayamıyordu. Her bakışında suçluluk, her titremesinde yılların yükü okunabiliyordu. Omuzları çökmüş, gövdesi hafifçe sallanıyor, avuçları dizlerinden kayarken her kasındaki gerilme okunuyordu.
Rüya’nın bakışı ateş ve öfke dolu; keskin, saplanıcı, iliklerine kadar sarsıcıydı. Her kelime Yaman’ı içten içe paramparça ediyor, kalbinin her köşesini sarsıyor, nefesini kesiyor, kaslarını geriyordu. Her mikro mimik, her ter damlası, her göz kırpışı okunabiliyordu; odadaki sessizlik artık nefes almayı bile imkânsız kılıyordu.
Yaman’ın dizleri zemine değdiğinde hafifçe kaydı, kalçası, bacak kasları ve sırtı soğuk zemini hissediyordu. Ellerini yüzüne kapattı, parmak uçları titredi, avuçları terle doldu, dişleri kenetlenmişti. Gözlerinden sessizce süzülen yaşlar yere düşerken, odada görünmez bir kırılma yaşandı. Kalbi göğsünde parçalanıyor, damarlarında suçluluk ve pişmanlık buz gibi dolaşıyordu; nefesi kısa, kesik, göğsü inip kalkıyor, kasları istemsizce geriliyordu.
Bu, Yaman’ın “kardeşim” kelimesinin gerçek anlamını ilk kez iliklerine kadar hissettiği andı. Her nefes alışı, her ter damlası, her kas kasılması, her göz kırpışı, okuyucunun bile iliklerinde hissedilebilecek ağırlıkta. Sessizlik artık boş bir sessizlik değildi; kaybedilen yılların acısı, kırık bir ruh ve fark edilmiş suçlulukla doluydu.
Rüya’nın bakışı, ateş ve öfke dolu, keskin ve saplayıcıydı; odadaki tüm hava gergin, ağır ve nefes kesiciydi. Her kelime, her duraklama, Yaman’ı iliklerine kadar paramparça ediyordu; kasları kasılı, ter damlaları yere düşerken sessizlikle birleşiyor, her nefes kesiliyor, kalp ritmi bozuluyordu.
BÖLÜM SONU
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.86k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |