
Övünülmeye değer onca şey varken, insanlar en çok acılarıyla gururlandı çünkü dünyada en çok yara alan, en güçlü sanıldı.
Mavi Derin Yıldırım'ın Günlüğünden
Günlük 1 - Sayfa 29
2015
Yine sana gelemediğim için özür dilerim Kalbim.
Bugün seninle sonsuza kadar konuşmak istiyorum.
Rüyamda gördüm. O rüyaya gömülmek istedim ben. Senin o melodiyi andıran sesin duyuluyordu. Bana o kadar güzel sarıldın ki kolların mezarım olsun istedim. Sensiz yaşamak zor.
Sensiz yaşamak imkansızmış.
Anlıyorum ki senle olduğum zamanlarda gün doğumu benim için bir umuttu. Ben artık umudumu kaybettim. Şu anda gün doğumları sadece sensizliğin ve biten saçma bir gecenin habercisi gibi geliyor.
Hafızam bana ihanet ediyor. O kadar korkuyorum ki senden bir parçayı unutmaktan. Ama istesem de unutamam korkma. Son kez bana güldüğün hiçbir an gözümün önünden çıkmıyor.
Ben yaşamak istemiyorum Kalbim.
Buna yaşamak deniyorsa ben bunu istemiyorum.
Sana ne kadar kızgın olduğumu hayal bile edemezsin. Neden gittin? Neden beni bu cehennemin ortasında tek bıraktın? O son kavgamız, o son sözlerim. Onlar benim kefenim oldu. Geceleri uyandığımda, o sözlerin yankısıyla uyanıyorum. Keşke sana "Seni seviyorum" diyebileceğim binlerce fırsat varken, ben o anları başka şeylerle harcamasaydım.
Keşke o gün... Keşke o gün kolundan tutup gitmene engel olsaydım. Keşke son bakışındaki vedayı okuyabilseydim. Hayatımın tek pişmanlığı sensin.
Seni durdurmadığım için kendimden nefret ediyorum.
Onlara inandığım için kendimden nefret ediyorum.
Şimdi elimde sadece bir his var. Boşluk. Öyle derin bir boşluk ki, içine bağırsam sesim bile geri gelmez. Senin kalbin durdu, ama benimki de atmıyor. Sadece acı pompalıyor damarlarıma.
Senin için yaktığım o küçük mum var ya. İşte o benim umudum. O söndüğü an, bil ki ben de burayı terk etmiş olacağım. Çünkü sensiz bir cennet bile, benim için lanetli bir yalnızlık demek.
Beni bekle. Sana geliyorum.
...
Yazarın Anlatımıyla
İnsan kaybettikten sonra mı o şey kıymete binerdi?
Belki de evrenin en eski yasası buydu; her şey, ancak yokluğunda anlam kazanırdı. İnsan, elindekini görmezdi çünkü görmek için mesafe gerekirdi. Mesafe, yokluğun başka bir adıydı. Tanrı, zamanı bu yüzden yaratmıştı; insanlar birbirinden, kendilerinden, sahip olduklarından uzaklaşsın diye. Yakın olanı fark etmek, insana verilmemişti. İnsan hep bakar ama nadiren görürdü. Ve gördüğünde artık hiçbir şey elinde değildi. Çünkü görmek, kaybetmekti.
Kaybetmek, Tanrının insana unutturmadan hatırlattığı tek dersti. Varlık, geçici bir gölgeydi; her şey, zamanı gelince kendi sessizliğine dönerdi. İnsan bunu bilir ama anlamazdı. Çünkü anlamak acıydı ve insan acıdan kaçardı. Her şeyi elinde tutmak ister ama her tutuşunda biraz daha kaybederdi. Zaman, insanın parmak aralarından kayan bir ışıktı; onu sıkıca kavradıkça daha hızlı akardı. Kaybetmek, aslında sahip olmanın en dürüst biçimiydi. Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar kalamazdı; kalırsa, zaten canlı olmazdı. Ölüm bile, yaşamın sürekliliğini kanıtlayan bir hareketti.
Evren, kayıpların yankısıyla genişlerdi. Her giden, ardında bir boşluk bırakırdı; o boşluk, varlığın kendisiydi. Tanrı bile sessizliğe ihtiyaç duymuştu çünkü sessizlik, varlığın dinlenme hâliydi. İnsan buna “hiçlik” der ama yanılırdı. Hiçlik, varlığın öteki yüzüydü; tıpkı geceyle gündüz gibi, biri olmadan diğeri tamamlanmazdı. Kaybedilen her şey, bir dönüşümün parçasıydı. Toprak, düşen yaprağı yok etmez, dönüştürürdü. İnsanın kaybı da böyleydi; kalpte acı olarak başlar, sonra anlam olur, sonra sessizlik gelirdi. Ve en sonunda, insan bile kendi yokluğuna karışırdı.
İnsan, kıymeti ancak kaybedince anlardı çünkü kayıpla birlikte sınırlarını fark ederdi. Elindekinin sonunu görmek, varoluşun çıplak hâliydi. Sevgi bile bu yasadan kaçamaz; sevileni yitirmek, sevmenin kanıtıydı. Acı, gerçeğin iziydi. Bu yüzden acı çeken insan, yaşamın özünü hissederdi. Ne mutlu o insana değil, çünkü mutluluk kısa sürerdi ama ne gerçek o insana çünkü acı, hakikatin diliydi. Tanrı, belki de bu yüzden insanı kırılgan yarattı çünkü yalnız kırılan şey, ışığı içine alabilidi.
Ve sonunda, her şey bir sessizliğe dönerdi. Gökyüzü susar, rüzgâr diner, insan dururdu. Ama o duruşta bile bir anlam gizliydi. Çünkü yaşam, sona ererek tamamlanırdı. Kıymet, kayıpla ölçülür. İnsan, varlığı değil, yokluğu deneyimleyerek büyürdü. Belki de Tanrı, kaybedenlere biraz daha yakındı çünkü onlar, varlığın ağırlığını taşımayı öğrenmişlerdir.
Yiğit'in kulak zarları, "Maalesef." kelimesinin keskin, camdan bir kırılma sesiyle delik deşik oldu. Bu tek kelime, havanın yoğunluğunu aniden ve acımasızca katılaştırdı. Sanki görünmez, soğuk bir demir el, göğsünün tam ortasına derin bir saplanışla inmiş; kalbini köklerinden, etrafındaki her bir atardamardan zalimce söküp almıştı.
Bir an, aldığı son nefes boğazının daracık kilit noktasında, yanıcı bir zehirli gaz gibi asılı kaldı. Ne ileri gidebiliyordu, ne geri çıkabiliyordu. Yutkunmaya çalıştı ama tükürüğü, sert bir kum tanesiymişçesine boğazının yüzeyini kanatırcasına kazıdı; inmeyecekti çünkü o an bedeni, o yıkıcı gerçeği içeri almayı reddetti.
Göğüs kafesi, sanki içindeki tüm destekleyici kolonlar aynı anda çökmüş gibi, içi oyulmuş, nemli ve karanlık bir mağara boşluğuna dönüştü. Ciğerlerinin hacmi sıfırlanmış, hava tutulmuştu. Bu mağaranın sonsuz sessizliğinde, kendi iç sesi bile sadece kısır, hapsolmuş bir döngüde yankılanıyordu.
"Maalesef..."
Bu kelime, ruhunun en derin dehlizlerinde, kesik kesik bir çığlık gibi dönüyordu.
Etrafındaki dünya, Yiğit'in yaşadığı bu kapsamlı çöküşe tepki veriyormuş gibi, varlığını ağır çekimde inkâr etmeye başladı. Hastanenin uzun, kireç beyazı koridoru silikleşti. Yukarıdaki floresan lambaların baygın, yapay sarımsı ışığı titredi; o kadar çok titredi ki, sanki patlayıp sonsuz bir karanlığa gömülecekmiş hissi verdi. Duvarların soluk şeftali ve deniz yeşili renkleri, yavaşça bir tablodan soluyormuş gibi matlaştı, geride sadece gri, anlamsız bir boşluk bıraktı.
Diğer insanların yüksek perdeli, telaşlı sesleri, uzaktan gelen ayakkabı tabanlarının ritmik vuruşları ve makinelerin o sinsi, dijital nabızları hepsi bir anda kalın bir kadife perdenin arkasına çekildi. Seslerin varlığı değil, yokluğu kulaklarında sağır edici bir uğultu yarattı.
O an, zamanın kumaşı yırtılmıştı. Ne ileriye doğru bir ilerleme, ne de geri dönme gücü vardı. Evren, Yiğit'in ağrılı odak noktasının etrafında dönmeyi korkunç bir emirle durdurmuştu. Geriye kalan tek şey, kendi kontrolünden çıkmış, düzensiz ve hırpalanmış kalbinin atışlarıydı; her bir vuruşu, sanki kendi kendine daha fazla acı çektirmek istercesine göğüs kafesine kesik bir tokat gibi çarpıyordu.
Aniden, o sağır edici, mutlak sessizliğin kalın, pamuksu battaniyesi, uzaklardan yankılanan keskin, ince bir tiz sesle paramparça oldu. Bu ses, gerçeğin kırık bir cam parçası gibi koridorun nemli, boğucu havasını delip geçti. Mavi'yi öldü sanmıştı.
Hemşirenin dudaklarından dökülen kelimeler, buzlu bir fısıltının rüzgârla taşınmış en ürkütücü kısmı gibiydi. Sesin kendisi neredeyse yok denecek kadar zayıf olmasına rağmen, içerdiği anlamın ağırlığı, Yiğit'in kulaklarında bir çelik çekiç darbesi gibi patladı. "Daha önce hastanın kanında bu zehir birden fazla kez bulunmuş."
Bu bilgi, havada donup kalmış toz zerreciklerini bile titreten, soğuk bir titreşim yaydı. Mağaranın yankısı, "Maalesef"in kısır döngüsü, aniden yeni ve korkunç bir melodiye dönüştü. Artık bu, sadece bir kayıp değil, kasıtlı bir ihanetin veya gizlenmiş bir dehşetin kokusuydu.
Yiğit'in yüz kasları, öfkenin yakıcı, anlık bir sarsıntısıyla ve tüyler ürpertici bir şaşkınlığın darbesiyle kasıldı. Kaşları, alın kemiğine doğru sertçe ve acı verici bir gerginlikle çatıldı; alnında, gerçeği sorgulayan derin, öfkeli çizgiler oluştu.
Gözleri, doğrudan dehşetin kendisine bakar gibi ani bir refleksle fal taşı gibi açıldı. Göz bebekleri, bu yeni bilginin karanlık merkezinde küçülmüş, kıpkırmızı bir alevin etrafında donmuş gibiydi. Artık görme yetisi, sadece bu korkunç cümlenin izdüşümünü algılıyordu. Vücudundaki her sinir teli, bu şokla elektrik çarpmışçasına gerildi.
O an, bütün bir dünya ve tüm geçmişteki acıları, Yiğit için tek bir, ezici sorunun ağırlığına dönüştü. Nefes alma eylemi bile gereksizleşmişti. Dilinin üzerindeki kuruluk ve metalik tat ile boğuşarak, zar zor, havayı parçalayan bir feryatla sordu. "Ne?"
Bu, basit bir soru değildi; bu, inancın yıkıldığı bir anın, varoluşsal bir haykırışıydı. Bu kelime, tüm mantığı ve düzeni reddeden, kayıp bir ruhun çaresizliğinden doğan bir sesti.
Beyninde yankılanan her soru, ruhunun etine kızgın demirden bir çivi gibi çakılıyordu. Her bir soru, kalbine atılan bir çekiç darbesiydi. Bu sadece bir şüpheden ibaret değildi; bu, gerçeğin tüm temelini paramparça eden bir imkânsızlıktı. Bu mümkün değildi. Olamazdı! O saf, savunmasız bedende o sinsi, ölümcül zehir daha önce de mi dolaşmıştı? Hangi gözü dönmüş, gölgelerdeki bir el, ne zamandan beri bu alçakça suçu işliyordu? Zihninde, mantığın yerini yavaş yavaş, hınç dolu bir kaos alıyordu.
Kadının yüzü, bu korkunç sırrın ağırlığı altında anında solgun, neredeyse mumyalaşmış bir renge büründü. Yüzündeki tüm sıcaklık çekilmişti. Elleri, göğsünün hemen önünde aşırı gergin ve sıkı bir düğüm şeklinde kenetlendi; bu, kendi tedirginliğini gizleme çabasıyla oluşan, bilinçsiz bir refleksti. Gözlerinin titrek, nemli yüzeyinde ise saklanamayan bir korku ve pişmanlık okunuyordu. Sesi, sanki kendi dudağından çıkmasına izin vermekte zorlanıyormuş gibi alçak ve gergindi. "Mavi Derin Yıldırım’ın yakınları?"
Doktorun sesi, loş koridorun uzayan, soğuk boşluğunda yankılanan ağır, tokluk sesi veren bir tokat gibi çarptı Yiğit’in yüzüne. Cümlede saklı olan en ölümcül ihtimal, Yiğit’in ciğerlerine saplanan paslı ve zehirli bir bıçaktı. Akciğerleri, bir daha asla hava almamaya yemin etmiş gibi ani bir spazmla kasıldı.
O an, dünya etrafında dönme görevini tamamen ve geri dönülmez bir şekilde unuttu. Yukarıdaki tavan lambalarının cılız ışığı bile, nefesini tutmuş, bu şoku izleyen cansız bir şahit gibiydi.
Koridor, optik bir hileyle gerçekdışı bir şekilde büyüdü. Duvarlar birbirinden sonsuzluğa doğru uzaklaşıyor, mesafeler esrarengiz bir şekilde uzuyordu. Zemin, Yiğit’in ayaklarının altından yavaşça çekilen kaygan bir halı gibiydi; gövdesi, yutulmak üzere baş aşağı bir boşluğa doğru kaymaya başladı.
Ama Yiğit, o boşluğa düşmedi. Tam düşecekken, havanın içinde donmuş, yerçekimini reddetmiş gibi, boşluğun tam ortasına saplanıp kaldı. Vücudu, içinden tüm hayat sıvısı çekilmiş ağır bir cisim gibi iki büklümdü. Ellerini dizlerinin üstüne dayamış, sanki kalbinden çekilen tüm kan ve enerji o noktada toplanmış gibi, korkunç bir hareketsizlik içinde duruyordu. Donmuş, nefes almayan, acı çeken bir heykeldi.
Yiğit, kavrulmuş bir nefesi ciğerlerinin en derin kuyusundan çekerek, gözlerini doktorun gözlerine, tam ortasına, acımasız, çelik bir kesinlikle kilitledi. Bu bakış, ne korkuyu, ne şoku içeriyordu; bu, acının küle dönüştüğü yerden doğan, mutlak bir intikam ve sorgulama iradesinin, soğuk, keskin kıvılcımıydı. Artık düşmeyecekti; o boşlukta kalacak ve hesabını soracaktı.
Doktorun sesi, o loş, kasvetli koridorun boğucu boşluğunda yankılanarak, Yiğit’in yüzüne buzlu, ağır bir tokat gibi çarptı. Cümlede saklı olan ölümcül, kararlı ihtimal, Yiğit’in ciğerlerine paslı, zehirli bir bıçak gibi aniden saplandı. Akciğerleri, havayı geri püskürten bir kasılmayla kilitlendi.
O kırılma anında, dünya, kendi yörüngesel görevini ani bir emirle durdurdu. Evren, Yiğit'in acı dolu odağının etrafında dönmeyi tamamen unuttu. Başlarının üzerindeki titrek, sarımsı tavan lambaları bile sanki nefesini tutmuş, bu insanüstü şoku izleyen cansız, metal şahitlerdi.
Koridor, gerçek dışı bir optik yanılsamayla ansızın sonsuz bir tünele dönüştü. Duvarlar birbirinden uzaklaştı, mesafeler ağır çekimde uzadı. Zemin, Yiğit’in ayaklarının altından yavaşça çekilen kaygan bir battaniye gibiydi; gövdesi, baş aşağı bir boşluğa doğru, çaresizce kayıyordu.
Ama Yiğit, o boşluğa teslim olup düşmedi. Tam düşecekken, havanın katılaşmış yoğunluğuna saplanıp kaldı; yerçekimini reddeden, acıdan donmuş bir heykel gibiydi. Vücudu hantal bir ağırlıkla iki büklümdü. Ellerini dizlerinin üzerine, kemikleri bembeyaz olana kadar dayamıştı; sanki az önce kalbinden çekilen tüm kan ve enerji, bu noktada soğuk ve hareketsiz bir gölcük oluşturmuştu. Yiğit, nefes almıyordu; o an sadece varoluşun en acı verici noktasında asılı kalmıştı.
Bir titreşim, bir içsel elektriklenme, saf bir iradenin son kıvılcımı...
Gözleri, buzlu bir çelikten yontulmuş bir kılıcın ucu gibi, doktorun gözlerine, tam ortasına, acımasız, geri dönülmez bir kesinlikle kilitlendi. Bu bakış, ne korku, ne çaresizlikti; bu, hesap sormaya, yalanları kökünden sökmeye yemin etmiş, soğuk ve mutlak bir kararlılığın ilk, keskin sinyaliydi.
Ve o kilitlenmiş bakış, Yiğit’in ruhunun en derin dehlizlerinde uzun süredir hapsedilmiş, bastırılmış tüm fırtınaları, gürültülü ve yakıcı bir serbestlikle dışarı bıraktı. Gözbebeklerindeki donukluk eridi; yerini, kızıl ve acımasız bir intikam kararlılığının soğuk parıltısı aldı.
Vücudu, içindeki öfke ve saf korkunun patlamasıyla anlık bir sarsıntı geçirdi. Sanki damarlarındaki kan, sıcak, erimiş bir metal gibi hızla akmaya başlamıştı. Kasları, yıllardır gerilmiş çelik halatlar gibi aniden gerildi.
Hiçbir uyarı vermeden, birden yerinden fırladı. Bu bir kalkış değil, zorunlu bir savrulmaydı. Sanki az önce durduğu zemin, ona ihanet etmiş, onu tutmayı reddetmişti de, başka hiçbir fiziksel çare yokmuş gibi, vücudu kontrolsüz bir enerjiyle havaya, dik bir konuma doğru savruldu. Hareketi, bir yayı aniden bırakmak gibiydi. Ani, şiddetli ve amaçlıyfı.
Arkasından gelen ses, bu fiziksel patlamanın şiddetli yankısıydı. Sandalyenin metal bacakları, yerin soğuk, sert taşıyla temasından doğan tok, sert bir gürültüyle geriye kaydı; bu ses, koridorun ölü sessizliğinde bir top mermisi gibi yankılandı.
Doktorun gözlerinde, Yiğit’in bu sarsıcı fırlayışıyla bile milim sapmayan, o kırık, yorgun ve hüzünle yoğrulmuş ifadeyle karşılaştı. Doktor, sanki uzun süredir bu patlamayı bekliyor, hatta bunun bir parçası olmayı kabul etmiş gibiydi. Yüzündeki ifade, derin bir üzüntünün ve çaresizliğin donmuş maskesiydi.
Ama Yiğit, artık "ifade" denen o bulanık ve kaçamak şeyi aramıyordu. Gözleri, doktorun yüzünün katmanlarının arkasına değil, doğrudan gerçeğin çekirdeğine odaklanmıştı. Onun aradığı şey, doktorun yorgunluğunun nedeni ya da pişmanlığının tonu değildi.
O artık "Cevap" arıyordu.
Kesin. Tartışılmaz. Geri dönülmez şeyler arıyord.
Bu arayış, gözlerindeki son merhamet kıvılcımını söndüren, saf bir öfkenin ve adaletin soğuk, metalik ihtiyacıydı. O kaotik anda, Yiğit’in zihninin merkezinde, saf mantığı ezen, yakıcı, zehirli tek bir düşünce fısıldıyordu.
"Bu kelimeleri bitirme. Bu cümleyi bana bitirme. Benim yüzünden hayatını bitirme..."
Bu, yalnızca bir dilek değil, kalbinin duvarlarına çaresizce çarpan, ilkel bir yalvarıştı. Eğer doktor, o son cümleyi tamamlarsa eğer ölümün kesinliğini dile getirirse bu, Yiğit'in kendi varoluşsal suçunu mühürleyecekti. Yaren'in yaşamının sonu, dolaylı olarak kendi ihmalinin ya da koruyamamasının bir sonucu gibi, ruhuna kazınacaktı.
Koridorun ağır, kasvetli sessizliği, şimdi Yiğit’in düzensiz, kesik kesik nefes alışverişleriyle, sanki zorla bölünüyor gibiydi. Her bir nefes, hırıltılı, acı dolu bir sesle ciğerlerine giriyor ve çıkıyordu. Ciğerleri, sanki her nefeste biraz daha daralıyor, içerideki hava zehirli bir gaza dönüşüyordu.
Omuzları, omuz kemikleri kambur bir kavis oluşturarak, ağır bir utancın ve çaresizliğin yüküyle yavaşça öne eğildi. Beden dili, yıkımın kabulünü yansıtıyordu. Ellerinin parmak uçları, kontrolsüz, titrek bir dansa başladı; bu, içindeki tüm sinirlerin gevşemeyi reddeden, çılgınca bir titreşimiydi.
Ama yine de, konuşmadı.
Dudakları aralandı, kelimeler dilinin ucuna kadar geldi ama orada donup kaldı. O an, konuşmanın, o korkunç gerçeğe resmiyet kazandırmak anlamına geleceğini biliyordu.
Çünkü konuşursa, sadece bir kelime bile söylese, o kelimenin içindeki tüm acı, şok ve öfke açığa çıkacak; Yiğit, kendi kelimelerinin yarattığı girdabın içinde, nefessiz kalarak boğulacaktı. O yüzden sustu. Sessizlik, o an kendini koruma çabasının son ve en zorlu kalkanıydı.
Dakikalar süren boğucu, dilsiz felçten sonra, Yiğit’in dudaklarından tek bir, sarsılmaz kelime sökülüp atıldı. "Benim."
Sesi, titrek ama esnekti; tıpkı fırtınanın ortasında kırılmayı inatla reddeden, kökleri derine inmiş bir dal gibiydi. İçindeki yoğun acı ve öfke, sesini kalın ve kadife bir hırıltı hâline getirmişti. Bu kelime, sadece bir tanıma değil, Derin'in durumunun tüm sorumluluğunu üzerine alma yemini gibiydi. Kelimeler ağzından dökülürken, sanki kendi vicdanına mühür vuran, ebedi bir ant içiş tonuyla çıktı.
O anda, hareketsiz kalıbı kırıldı. Birkaç kararlı adım daha attı. Bu adımlar, sadece fiziksel bir mesafe kat etme eylemi değildi; koridorun ölü sessizliğinde yankılanan, içindeki acıya karşı bir direniş ve gerçeğe doğru amansız bir yürüyüş gibiydi. Her bir adım, doktorla arasındaki mesafeyi kapatan, yıkılmaz bir kararlılığın ifadesiydi.
Yiğit, doktorun tam önünde durduğunda, tüm vücudu, kelimenin tam anlamıyla sarsılıyordu. Nefes alışverişi, göğüs kafesinde zorla ve hırıltılı bir mücadele veriyordu. Gözleri, doktorun yüzündeki her bir kılcal damarı, her bir gölgeyi hınçla inceliyordu.
Ve sonra, o titrek kuvvet tükenmeye başladı. Sesi, aniden yüksek perdeli bir yalvarışın eşiğinde, nemli, zar zor duyulan bir fısıltıya dönüştü. "İyi mi o?"
Bu artık bir soru değildi; bu, Yiğit'in ruhunun en derinlerine tutunmuş, boğulmamaya çalışan son ve kırılgan umut dalıydı. Bu fısıltı, nefesinin en ucuna tutunmuş, gerçeğin acımasız okyanusunda yüzeyde kalma mücadelesi veren, çıplak, çaresiz bir istekten ibaretti. Bu fısıltının cevabı, ya onu kurtaracak ya da tamamen batıracaktı.
Doktor, Yiğit’in yüzündeki titreyen, kırılgan direnişin yarattığı ezici baskıyı yutkunarak karşıladı. Boyun derisi, zoraki, keskin bir hareketle gerildiğinde, acı bir tadı yuttuğu hissedildi. Bir an, gözlerinin nemli yüzeyinden kaçmak, o ateşli bakışın yoğunluğundan sıyrılmak istedi ama yapamadı.
Çünkü Yiğit’in gözlerinde, bir insanın göğsünü yarıp, içine işleyen o saf, kırılmaz direnişi görüyordu. Bu bakış, doktorun vicdanına saplanan, buzdan bir hançerdi.
Doktor, uzun, zorlu bir nefes aldı; bu, bir infazı başlatmadan önceki son, ağıtvari hazırlıktı. Ciğerlerine çektiği hava, soğuk ve ağırdı.
Ve kelimeler, tıpkı bir mahkumun idam fermanı gibi, acımasız bir kesinlikle ve ağırlıkla, doktorun dudaklarından yavaşça, süzülerek döküldü. "Söylemem gereken birkaç şey var."
Sesi, yüzeyde ölçülü, profesyonel bir maske takıyordu ama o dikkatle denetlenen tonun hemen altında, bastırılamayan, soğuk ve titreşen bir çaresizlik vardı. Ardından gelen yıkıcı gerçekler, birer kaya parçası gibi koridorun havasını deldi ve Yiğit'in ruhuna çarptı. "Vücuduna, ağır, sinir uçlarını yakan, bilinçli bir kötülüğün ürünü olan bir zehir enjekte edilmiş. Aynı zehir, daha önce de birkaç kez vücudunda bulunmuş. Ve bu tekrar eden, sinsice işlenmiş temaslar, onun bu maddeye karşı, tamamen beklenmedik ve ironik bir şekilde, kısmi bir bağışıklık kazanmasına sebep olmuş."
Yiğit, anlık bir buz heykeline dönüşmüştü. Zehrin varlığı tüm hücrelerine işleyen bir dehşet yayarken, o 'kısmi bir bağışıklık' kelimesi, karanlığın en dibinde yanan cılız, ama inatçı bir umut mumu gibi titriyordu. Bu artık sadece bir kayıp değil, savaşılması gereken, geçmişten gelen organize bir saldırıydı.
Doktorun ağzından dökülen her bir zehirli kelime, Yiğit'in göğsünün orta yerine inen ağır, görünmez bir yumruk gibiydi. Zehrin adı, tekrar sayısı ve ihanetin gizemi. Her biri, bedenini geriye doğru iten, fiziksel bir travma yaratıyordu. Yiğit, sendeledi. Ayakları, kaygan, soğuk bir buz üzerinde yürüyormuşçasına titredi, vücudu kontrolsüz bir ritimle sallandı.
Ancak, düşmedi.
İçindeki kızıl, öfkeli bir çapa, onu zorla ayakta tutuyordu. Yüzündeki kaslar gerildi, ama dudakları mühürlü kaldı.
Gözleri, doktorun gözlerinden bir saniye bile olsun ayrılmadı. Bakışı, bir avcının hedefine kilitlenmesi gibiydi. Yoğun, aç ve kararlıydı. Çünkü o boğucu, dürüst bakışta, söylenenlerden daha kötü neyin geleceğini çoktan sezmişti. Sezgi, soğuk bir akım gibi omurgasından yukarı tırmanıyordu. Bir fırtınanın en büyük darbesinin henüz gelmediğini biliyordu.
Doktor, gerçeğin en acı verici kısmını sona saklamış gibi, bir nefeslik duraksamanın ardından konuştu. Sesi bu sefer, ciğerlerinin en derin kuyusundan geliyordu; boğuk, titreşen ve melankolik bir tınıyla yüklüydü. O tek, zehirli kelime süzüldü. "Ancak..."
Bu kelime, basit bir bağlaç değildi. Bu, Yiğit'in içine acımasızca saplanan, paslı, sivri bir kancaydı. Kanca, derisine girdi, kalp kasına dolandı ve ağırlığıyla onu korkunç bir sona doğru çekmeye başladı. Bütün o 'kısmi bağışıklık' umudu, o anlık direniş, bu "Ancak..." kelimesinin altında kırıldı, ufalandı.
Yiğit’in zihni, korkudan bembeyaz oldu. Vücudundaki her bir sinir teli, bu cümlenin devamını duymamak için yırtılıyordu. Koridordaki hava, cama sıkışmış gibi hissediliyordu.
Doktor, o paslı "Ancak..." kancasının ardından, kelimeleri acıyla yoğurarak devam etti. "Ameliyat sırasında biz, elimizden gelen çabayı göstererek, her şeyi, harfiyen her şeyi yaptık ama..."
Yine o boğucu duraksama. Koridorun havası kurşun gibi ağırlaştı. Doktorun gözleri, sanki şimdi değil, o anda, ameliyathanenin keskin, mavi-beyaz ışıkları altında yaşanan geriye dönülmez bir anın kabusuna geri dönmüş gibi, uzak ve travmatize bir ifade aldı. O anki çaresizlik, yüzünün her kıvrımına derin gölgeler düşürdü.
Ve sonra, asıl darbe geldi. Kelimeler, Yiğit’in ruhunu hedef alan, hassas bir neşterin keskinliğiyle süzüldü. "O, yaşadığı her şeyi, binlerce kat daha yoğun, daha yakıcı bir şekilde hissetti. Tüm o acı verici müdahaleyi, derin kesikleri, cerrahi zorlamayı... Tümüyle bilinci açık gibi, kesintisiz bir dehşetle yaşadı."
Bu cümle, Yiğit'in ruhunun, sinir sinir paramparça eden bir patlamayla dağılmasına neden oldu. Bütün dayanma gücü tükendi. Dizlerinin bağı, erimiş balmumu gibi çözüldü; bedeni boş bir ağırlık gibi çökmek üzereydi. Ancak o anki saf dehşet, onu düşmekten tiksinircesine alıkoydu. Yere yığılmak yerine, görünmez bir iple asılı kalmış, çarmıha gerilmiş gibi ayakta durdu.
Gözleri, bir anda sel gibi doldu; görüşü, alev almış bir sisin arkasından bakıyormuşçasına bulanıklaştı. Alt dudağını, dişleriyle vahşice, kanatacak kadar ısırdı. Ağzına yayılan metalik, sıcak kan tadı, belki de Derin'in sonsuz sancısını kendi bedeninde bir saniyelik bir ortak acıyla paylaşabileceği nafile, çılgınca bir umut yarattı.
Kafasının içinde, koruyucu bir kalkanı parçalayan, çaresizliğin en saf ifadesi dönüp duruyordu.
Keşke ben olsaydım…
Keşke o acı dolu yatakta, o zehrin pençesinde, Derin değil, kendisi kıvranıyor olsaydı.
Keşke...
Bu felç edici iç sesin ardından, Yiğit’in ağzından çıkan ses, bir mumun son titremesi gibiydi. O önceki kararlı sesinden eser kalmamıştı. Soru, çok daha kısık, çok daha kırık, ruhunun en derin yarasından sızan bir kan damlası gibi çıktı. "Hepsini mi?”
Bu, sadece bir doğrulama değil; bu, duyulan dehşetin mutlak sınırını sorgulayan, boğulmaya terk edilmiş bir ruhun son feryadıydı.
Yiğit, boğazında yumruk olmuş, kemiklerini sızlatan o dayanılmaz acıyı zorlukla içine bastırarak yutkundu. Yüzündeki kaslar gerginlikten titriyordu. Gözleri, doktorun gözlerine kırılmayacak bir çelik halkayla kenetlenmiş durumdaydı. Bu, sadece bir soru sormak değil, gerçeğin en korkunç, en iğrenç detayını deşmek için gösterilen son bir irade eylemiydi.
Sesi, kırık cam parçalarının fısıltısı gibiydi. “Dokunduğunuz her anda mı?”
Doktorun bakışları, bu derin, kişisel acının karşısında kurşun gibi ağırlaştı. Sanki o an, Yiğit’in yükünü omuzlamış gibi, başını yavaşça, acı dolu bir kabullenişle eğdi. Bu hareket, sözcüklerden daha keskin bir onaydı.
Ellerini ceplerinde, etleri bembeyaz olana dek sıktı. Bu, kendini kontrol altında tutma, pişmanlık ve çaresizliğin yarattığı görünmez bir kasılmaydı. Sesi, şimdi kalın, zorlu bir mırıldanma gibi çıktı. “Dokunduğumuz her anda çektiği acı.”
Doktor sözlerini bitirdiğinde, ortamda yankılanan boş, korkunç sessizlik, koridorun duvarlarını kaplayan ağır, siyah bir örtüye dönüştü. Bu sessizlik, bir ölüm ilanı gibi, Derin’in yaşadığı mutlak dehşetin tesciliydi.
O anda, gerçekliğin ağırlığından kaçan doktorun zihni, anlık bir geri dönüşle ameliyathanenin parlak, soğuk ve kanlı kaosu içine daldı.
Doktorun gözlerinin önünde canlanan o kadındı. Mavi Derin. Ameliyathane boyunca susmuştu. Ne boğazı yırtan bir çığlık, ne sinsi, kısık bir inleme…
Hiçbir şey.
Bu mutlak suskunluk, çığlıktan çok daha ürkütücüydü. Bu, acının ötesine geçmiş, ruhun teslimiyetini ilan etmiş bir sessizlikti. Derin, acıyı içine hapsederek, bilinci açık bir mezarlıkta yaşıyordu. Doktorun zihninde, bu sessiz teslimiyetin yankısı, korkunç bir suçlama olarak kalmıştı.
Bu sessizlik, bir ses yokluğu değil, varlığın kendisini yutan, evrensel bir boşluktu. Koridordaki o nemli, soğuk hava, bu sessizliğin somut, görünmez bir ağırlığına dönüşerek, doktorun omuzlarına ezici, bin tonluk bir yük gibi çökmüştü. Bu yük, tıbbi yetersizlikten değil, tanık olunan insanüstü acıya duyulan pişmanlık ve saygıdan kaynaklanıyordu. Doktor, kendi ruhunun derinliklerinde biliyordu ki, gerçek, katıksız bir sessizlik, binlerce, on binlerce acı çığlığından çok daha ağırdı ve korkutucuydu. Çünkü kırılmaz acı, kendini gürültüyle ifşa etmek yerine, içe doğru bükülerek, sessizce direnerek anlatılırdı.
Ve Mavi Derin’in direnişi, doktorun bilimsel mantığının, profesyonel deneyiminin ulaşabileceği her kelime, her kavram sınırının çok daha derininde, dipsiz, karanlık bir metanet kuyusunda yer alıyordu.
Doktor, verilen tüm narkotik ve analjezik ilaçların etkisiz kaldığını, tüm kimyasal bariyerlerin anlamsızlaştığını, buz gibi bir kesinlikle idrak ediyordu. Zehirin gücü, o ilaçların incecik koruyucu duvarlarının üzerinden, toprağı titreten, acımasız bir zırhlı tankın paletleri gibi hışımla geçmişti. Geriye sadece çıplak, savunmasız, açıkta kalmış bir sinir sisteminin kıvranışı kalmıştı.
O kadın...
O narin, güçlü kadın, o korkunç, bilinçli ve uzayan işkence anının mutlak ve yoğun acısından dolayı, bedeni ruhunu bırakmaya zorlayarak, bayılmıştı. Bilinci, hayatta kalma içgüdüsünün son, çaresiz emriyle, kendi bedeninin cehennemini terk etmek zorunda kalmıştı.
Ama yine de, o uzun, kasvetli ameliyatın hiçbir noktasında, ne gırtlağı yırtan, tiz bir çığlık, ne de güçsüz, kısık, yalvaran bir inleme yükselmişti ondan.
Hiçbir şey. Mutlak sıfır.
Sadece bir sessizlik.
Derin, dipsiz, yutucu, karanlık, dipsiz bir okyanusun en soğuk dibi gibi bir sessizlik. Bu sessizlik, kendi başına bir varlık, kendi başına bir işkenceciydi.
Bu mutlak, anlaşılmaz suskunluğa akıl sır ermezdi. Etmemeliydi. Çünkü insan ruhu ve bedeni, acının bu kadar yoğun, bu kadar derin bir çukuruna gömülürken, bir yerden sonra limitlerine ulaşıp ya beyaz bir öfkeyle bağırır, ya iradesi kırılır ve merhamet dilenir, ya da mekanizmaları durur ve anında ölürdü.
Ama Derin... Derin ne bağırmış, ne yalvarmış, ne de kırılmıştı. O, sessizliğiyle acının en üst perdesinde, insanüstü bir metanetle direnmişti. Bu sessizlik, Yiğit’in zihnine işleyen bir efsaneydi
O kadın, Mavi Derin, sanki tüm dünyanın, tüm evrenin çelikten yükünü incecik omuzlarına almış ve o steril, soğuk ameliyat masasında, ruhuyla, bilinciyle çırılçıplak bırakılmıştı. Zehrin etkisinde, dirilmek zaten insan sınırlarının, psikolojik ve fiziksel dayanıklılığın çok ötesinde bir dehşetti.
Ama asıl akıl almaz olan şuydu: Acının binlerce kat arttığı, her bir sinir ucunun alev aldığı o korkunç halde bile, sabit kalmak, dimdik durmak ve sessiz kalmak... Bu metanet, doktorun zihninde bir neşter darbesi gibi derin bir yara açtı. Bu yara, mesleki başarısızlığın ve insanüstü bir sırrın karışımıydı.
Bu nasıl bir dayanıklılıktı? Bu, hangi cehennemden sağ çıkmış bir ruhun ürünü olan içsel bir savaşın, görünmez bir zaferiydi?
O an, doktor, istemsizce ve şiddetle, kadını takdir etti. Ancak bu takdir, saf bir hayranlık değildi; bu, içine saplanan çaresizliğin en ağır, en keskin biçimiydi. Bir hekim olarak duyduğu o kıskaç gibi çaresizlik, onu bu utanç verici hayranlığa itmişti.
Doktor, kendi yetersizliğine rağmen, Mavi'ye derin bir saygıyla hayran kalmıştı. Çünkü o, fiziksel acının bile kıyamet kopardığı, her şeyin dağılması gereken o son noktada, ruhen dimdik durmuştu.
O an, başka bir düşünce, koridorun sessizliğini yaran, ağır, metalik bir taş gibi doktorun vicdanının tam ortasına düştü. Acı çeken biri neden takdir edilirdi ki?
Bu, hekimlik yeminini sorgulayan, etik bir çığlıktı. Bir insan, yaşadığı tarif edilemez acıyla başa çıktığı için, onuruyla acı çektiği için neden alkışlanırdı?
Oysa yapılması gereken tek şey, hekimliğin ana gayesi, o ezici acıyı onun narin omuzlarından almak değil miydi? Acıyı bir erdem gibi övmek değil, onu kökeninden dindirmek değil miydi doğru olan?
Doktorun zihninde, ameliyathanenin soğuk ışıkları altında yüksek sesle yankılanan tek bir yargı vardı. "Öyle değil miydi?"
Bu sorgulama, doktorun kendi mesleki kimliğini, o anki çaresizlik içinde tamamen parçalıyordu.
Doktorun zihninde, etik ve vicdanın o kanlı mücadelesi devam ediyordu. Zihninin derinliklerinde, soğuk, net bir yargı yankılanıyordu. Acının hiçbir türü, asil bir kahramanlık kisvesine büründürülmemeliydi. Acı, övülmemeliydi. O, sadece karanlık, çürütücü bir yara, bastırılmış bir çığlık, çaresiz bir susuştu. Ve sessizce, titizlikle çözülmesi gereken bir feryattı.
Doktor, bu içsel fırtınanın yüküyle yüzleşirken, kontrollü, alçak bir sesle, neredeyse havayı keserek konuştu. “Güçlü bir kadına benziyor.”
Sesi ağır ve basınçlıydı; kelimeleri, en keskin anlamı verecek şekilde, dikkatle seçilmişti.
Yiğit’in derin, bulanık bir acının denizinde dalıp giden bakışları, bu güç tespiti karşısında şiddetli bir titremeyle geri döndü. Doktorun gözlerine yeniden kenetlenirken, doktor, söyleyeceği en ağır gerçeği sona saklamış gibi, sesini bir ton daha boğuklaştırdı. “Zehir ilk damarına ulaştığında…” Doktor, bir anlığına nefesini tuttu; bu kısa duraksama, bir bombanın fitilinin yanması gibiydi. “kalp krizi geçirip ölebilirdi.”
Bu söz, Yiğit’in göğüs kafesine, sıcak ve ağır bir granit blok gibi oturdu. Akciğerleri ezildi, nefes alması bile imkânsız bir mücadeleye dönüştü. Orada, o masada yatan kişinin kendisi olamayışı, saf bir suçluluk ve utanç olarak, her geçen saniyeyi daha da ağırlaştırıyordu. Derin’in ölüme karşı koyma gücü, Yiğit’in kendi yetersizliğinin bir anıtı gibi yükseliyordu.
Ancak, o anki çaresizlik, Yiğit'i eylem moduna itti. Artık duygusal bir feryada ya da kendini sorgulamaya zaman yoktu. Zihnindeki kaos, keskin, pratik bir zorunluluğa dönüştü. Bütün o acı, tek bir amaca hizmet etmeliydi.
Sesi, titrek ama yıkılmaz bir kararlılıkla çıktı. “Bizim şimdi ne yapmamız gerekiyor?”
Bu, sadece bir soru değildi. Bu, felce uğramış duyguların zincirini kıran, bir hayatta kalma savaşçısının, soğukkanlı ve acil bir eylem planı talebiydi. Yiğit'in tüm varlığı, artık bu sorunun cevabına kitlenmişti.
Yiğit’in sesi, koridorun soğuk, fayans yüzeyi kadar buz gibiydi. Her bir hece, çelikten yontulmuş bir kararlılıkla havada asılı kaldı. Ancak o buzlu tınıların hemen altında, patlamak üzere olan, kızıl ve yakıcı bir fırtına gizliydi; bu fırtına, gözlerinin kızıl kenarlarındaki kırılgan, sürekli bir titreme ile dışarı taşıyordu.
Elleri, avuç içlerine gömülen tırnaklarının keskinliğiyle beyazlaşmış, sertleşmiş yumruklara dönüşmüştü. Kendi bedenine uyguladığı bu acı, Derin'in hissettiği sonsuz ızdırabın yanında küçük, ama gerekli bir bedeldi.
Doktor, Yiğit’in bu soğuk talebi karşısında ağır bir nefes verdi. Ciddiyetin keskin, acımasız gölgesi, yüzünden düşen her kelimenin üzerinde geziniyordu. "Panzehiri bulmanız gerek." Bu bir öneri değil, mutlak, kaçınılmaz bir emir gibiydi. Doktorun sesindeki tatsız gerçek, boş bir yankı yarattı. "O kadar dayanabilir mi ya da ne kadar dayanır hiçbir fikrimiz yok."
Bu sözler, zamanın kumaşını yırttı ve Yiğit’in yüzüne korkunç, bilinmeyen bir sürekliliğin tehdidini vurdu. Doktorun gözleri, anlamsız bir kaçış ararcasına anlık bir refleksle koridorun kilitli kapısına kaydı. Bu, sistemdeki bir boşluğu, bir kaçış yolu arayan birinin tedirginliğiydi. "Bu tip vakalar bize gelmez." Doktorun sesi şimdi, tıbbi yetersizliğin utancıyla alçalmıştı. "Panzehir de yok, maalesef." kapının üzerindeki kilidin son, gürültülü tıklaması gibiydi. Kaçış yolu kapanmış, umut kapısı mühürlenmişti.
Yiğit, bu mutlak çıkmazın karşısında, yüksek bir duvarla karşılaşmış gibi, mekanik bir hareketle elini alnına bastırdı. Elinin soğuk, sert baskısı, o an zihninin içinde dönen, kaotik fırtınayı durdurmaya yönelik nafile bir çabaydı. Bu, acı, yorgunluk ve öfkenin birleştiği bir çaresizlik mühürüydü. Eli alnına bastırılmışken, koridorun loş ışığında gözleri kapanmış, ama ruhu sonuna kadar uyanık kalmıştı.
Bu, bir durum tespiti değil, kendi ruhuna verdiği, geri alınamaz bir yemindi.
Eli, mekanik bir refleksle ensesine kaydı. Sert, kaba hareketlerle ensesini ovaladı; sanki boynuna dolanan görünmez, boğucu bir zinciri gevşetmeye çalışıyordu. Fiziksel sıkıntı, içindeki zihinsel fırtınanın dışavurumuydu.
Derin, sarsıntılı bir nefes aldı; ancak ciğerlerine çektiği soğuk koridor havası bile, o anki ezici stres ve adrenalin boşluğunu doldurmaya yetmiyordu artık. “Tamam.” dedi.
Bu "tamam" kelimesi, bir teslimiyet değil, içindeki tüm öfke, çığlık ve paniği boğazına zincirleyip, geçici olarak susturmanın son eşiğiydi. Sesi alçaktı, ama o alçaklığın altında, çelikten bir kararlılığın çatırtısı gizliydi. Ve o zincir, kontrolsüz gücün baskısıyla çoktan çatlamaya, tehlikeli bir ritimle çatırdamaya başlamıştı.
Geriye birkaç mekanik adım attı. Tüm varlığı, bir eylem planı bulma gereksinimiyle gerilmişti. Cebinden kendi telefonunu çıkaracaktı ki, o boğucu, kurşuni sessizliğin üzerine, aniden başka bir melodi yükseldi. Net. Berrak. Zamana ait olmayan, şaşırtıcı derecede tanıdık bir ezgiydi.
Yiğit’in kaşları, öfke ve şaşkınlığın keskin darbesiyle sertçe çatıldı. Gözleri, sesin kaynağını bulmak için telaşla, panik içinde etrafta gezindi. Hızla ceplerini yokladı. Hayır, bu kendi telefonu değildi.
Melodi, Mavi’nin telefonundaydı. Onun cebindeydi.
Ellerinde titreyen, kontrolsüz bir aceleyle telefonu cebinden çıkardı. Telefonun parlak ekranı, koridorun loş ışığında aniden, sert bir ışıkla yandı. O melodi, o anki dehşetin üzerine düşen, beklenmedik ve ürkütücü bir davetti.
"Doruk"
Bu isim, Yiğit’in gözbebeklerini anlık, şiddetli bir şokla genişletti; sanki kör edici bir flaş patlamıştı. Bu ismin kim olduğu, ne anlama geldiği hakkında zihninin veritabanında tek bir veri kırıntısı bile yoktu. Meçhul, yabancı ve soğuktu. Ama o an, tüm ilkel içgüdüleriyle hissettiği tek bir şey vardı.
Telefon, Yiğit'in elinde kısa bir süre daha, titrek bir ısrarla çaldıktan sonra, aniden, keskin bir tık sesiyle kapandı.
Ardından gelen sessizlik, anlık bir rahatlama değil, yeni bir fırtınanın habercisiydi.
Ekran, saniyenin saliselerinde, zincirleme mesaj bildirimleriyle doldu. Mesajların parlak, beyaz ışığı, Yiğit’in yüzüne kabus gibi bir gölge düşürdü.
Yiğit’in parmağı, kontrolsüz bir titremeyle, ekranın yüzeyinde zorlukla kayıyordu. Her bir bildirim, bir kurşun gibi zihnindeki kaosun içine, sessizce ama derinden işliyordu.
Yiğit, parmaklarının ucunda tuttuğu Mavi'nin telefonunda beliren, beklenmedik bir masumiyetin ürünü olan mesajlara uzun, donuk bir dikkatle baktı. Her bir satır, Yiğit'in içindeki fırtınanın en hassas noktasına isabet eden küçük, ama öldürücü bir acı saplıyordu.
Doruk: Abla iyi misin?
Bu soru, Yiğit’in yüzüne çarpan bir tokat gibiydi. Hayır, iyi değildi. O, hayatının en kötü anını yaşıyordu.
Doruk: Abla lütfen bakar mısın? Görevde olsan telefonun kapalı olurdu. Melodi seni görmek istedi.
Melodi... Bu isim, Derin’in hayatındaki bir bağın sıcaklığını fısıldıyordu. Yiğit, Derin’in şu an görevin ötesinde, ölümün eşiğinde olduğunu bilmenin vicdan azabıyla kasıldı.
Doruk: Abla ben özledim seni. Ablam da gelmiyor. Uzun zamandır da görmüyorum seni. Haddim değil belki ama gelip görsen?
Bu mesajlar, saf bir özlem ve kayıp hissi taşıyordu. Yiğit’in kendi içindeki boşlukla Doruk’un boşluğu çarpışıyor, acı ikiye katlanıyordu. Derin’i göremeyen sadece o değildi.
Doruk: Lütfen abla.
Yiğit’in kalbi, göğüs kafesinde sıkışmış, nefessiz kalmış, çırpınan yabani bir hayvan gibi hızla ve düzensiz bir ritimle çarpıyordu. Doruk'un masum mesajları, ameliyathanenin buz gibi, keskin gerçeği ile dış dünyadaki sıcak, kayıp, hayat dolu varoluş arasındaki acımasız, yakıcı tezatı suratına bir buzlu tokat gibi çarpıyordu.
Tam o anda, sessizliğin o kurşuni, boğucu örtüsünün üzerine, telefon yeniden, daha keskin, daha ısrarcı, tiz bir melodiyle çaldı. Arayan yine Doruk’tu. Bu, artık sadece bir arama değil, çaresiz, yankılanan bir feryattı; yardım çağrısıydı.
Yiğit, direnemedi. Dayanma gücünün son zerresi tükenmişti.
Titrek bir parmakla, ekranın soğuk, parlak yeşil düğmesine dokundu.
Hat, zorla açıldı. Koridorun loş, kasvetli havası, şimdi telefonun ahizesinden gelen, cılız, ama yoğun bir beklenti sesiyle doldu. Hattın diğer ucundaki nefesin ritmi, Yiğit’in kendi düzensiz nefesiyle karıştı.
Yiğit’in boğazındaki düğümün zorlu yutkunma sesi, hat üzerinden karşıya, yabancı bir kulağa, ağır, uğultulu bir gök gürültüsü gibi gitti.
Yiğit'in "silah arkadaşıyım" sözü, Doruk’un üzerindeki şüpheyi tamamen silmedi, aksine dehşeti daha da somutlaştırdı. Doruk'un genç bedeni telefonda hissedilen bir anlık kasılmayla daha da gerildi. İçindeki endişe, bir termometrenin civası gibi an be an tırmandı, boğazına kurşuni bir düğüm attı.
Doruk’un sesi, şimdi sıvılaşmış, gözyaşlarıyla tıkanmış bir hıçkırığın eşiğindeydi. “Bana sakın şehit oldu deme.”
Bu dört kelime, hattın öteki ucundan gelen, sarsıcı bir yalvarıştı. Mavi’nin yokluğunun getirdiği en korkunç düşünce, Doruk’u fiziksel olarak boğuyordu. Ciğerleri, bu ihtimalin ağırlığı altında eziliyordu. “Konuş ama sakın öldü deme, yalvarırım.” diye ekledi, sesi kırık bir yakarışla biterken.
Yiğit, tanımadığı bu yabancının sesindeki saf, katıksız bağlılığı hemen hissetti. Bu, sadece bir saygı değil, Mavi Derin'e duyulan derin, köklü bir sevgi ve değerdi. Doruk, telefonda duyulan hışırtılı sakinliğini korumaya çalışıyordu, ancak bu sakinlik, içindeki derin acının yüzeyini örten ince, titrek bir buzdandan başka bir şey değildi. Onun bu zorlama sakinliği, savunmanın son hattıydı; kalbindeki fırtınaya inat, ayakta kalmaya, yıkılmamaya çalışan bir irade beyanıydı.
Aslında, Yiğit karşısındaki kişiye sinirli değildi. Doruk’un yaşadığı korku, kendi vicdan azabını ve çaresizliğini yansıtıyordu. Ama Yiğit'in içindeki acı, o zehrin kaynağına, o karanlık komplonun yaratıcısına yönelmesi gereken kör bir öfkeydi. Ve bu ezici, kontrolsüz öfke, şu anki kırılganlığı nedeniyle yanlış kişiye, masum bir sesin üzerine patlayabilirdi. Yiğit, kendi kontrolünü kaybetme tehlikesinin eşiğinde duruyordu.
Yiğit, içindeki fırtınanın bu masum sesin üzerine patlama tehlikesini çok net biliyordu. Kontrolünü kaybetmemek için, kelimelerini tek tek seçiyor, hiç tanımadığı bu genci kırmamak adına alt dudağını, acı kan tadını alana dek şiddetle kanatırcasına ısırıyordu.
“Yaşıyor.” dedi. Sesi, derin bir kuyunun dibinden gelir gibi kısık ve alçaktı.
O iki kelime, hattın öteki ucundaki boğucu gerilimi anlık bir umut nefesiyle yumuşattı.
“Şimdilik.” kelimesini ise diyemedi. O kelime, kalbinin tam ortasında, keskin bir buz parçası gibi kaldı. Söylese, o anda hem kendisinin hem de Doruk’un omuzlarına kaldırılamaz bir ağırlık daha yüklenecekti.
Panzehir bulunmazsa... Yaşamayacaktı. Bu korkunç, acımasız gerçeği Doruk'a söylemedi. Ya da söyleyemedi çünkü o an bir yalan söylemek zorundaydı.
Doruk'un sesi, bu kısa cevaptan aldığı güçle anında bir barajın yıkılması gibi patladı; nefesini bile kontrol edemeden, üst üste bindirdiği sorularla titriyordu. “Nerede? Neden telefonu sende? Ablam nerede? Sesini duymak istiyorum. Ona Mavi diyemezsin sen! Niye Mavi diyorsun ona?”
Sesi, kırılmış bir camın titreşimi gibiydi. Doruk durmazdı. Yiğit, bu soru sağanağını kesmese, Doruk nefesi tükenene, sesi kısılana kadar sormaya devam edecekti. Her bir soru, kontrolü Yiğit’in elinden alıyordu.
Yiğit, Doruk'un soru sağanağını kesmek için, içindeki tüm otoriteyi sesiyle toplamaya çalıştı. "Sakin." dedi. Ses tonu, bir buz tabakasının üzerindeki çelik bir ağırlık gibiydi. Bir an durdu; bu duraklama, söyleyeceği acı gerçeği kendisinin de sindirmesi içindi. "Vuruldu Mavi. Şu an hastanede.” Kelimeleri keskin, ölçülü ve acımasızca netti. Fazla detay yoktu; sadece yıkıcı gerçeğin kuru özü. Ardından, o gerilim yüklü Mavi meselesine soğuk bir cevapla son noktayı koydu: “Mavi demek istiyorum, o yüzden Mavi diyorum.”
Bu cevap, profesyonel bir açıklama değildi. Bu, Yiğit’in kendine bile tam itiraf edemediği, gizli bir sahiplenme, bir endişe ve derin bir saygının yarattığı başka bir bağın o kelimede mühürlenmiş olduğunun keskin bir yansımasıydı.
Doruk’un sesi, bu yıkıcı, ama eksik gerçeğin ardından tekrar yükseldi. “Durumu ağır mı? Çıkamam ben buradan. Kızar ablam. Söyle, nasıl o?”
Doruk’un sesindeki panik, kontrol edilemeyen bir dalgalanma ile öyle derinden geliyordu ki, hattın öteki ucunda, telefonu tutan Yiğit’in bile boğazını fiziksel olarak sıkıyordu.
Tam o boğucu, karanlık anda, telefondan başka bir ses, neşeli, tiz ve beklenmedik bir melodi gibi yükseldi. Minik, cıvıl cıvıl bir sestir bu.
“Doyuk abiii!” Neşeyle, enerjik bir patlama gibi bağırdı küçük kız. “Moy gözlü süpey kahyaman ile mi konusuyonnnnn?” Kelimeleri uzatarak, çocukça bir heyecanın doruğunda konuşuyordu.
Bu masum, saf ses, Yiğit’in kasılmış, öfke ve acıyla donmuş yüzünde istemsiz, tuhaf ve buruk bir gülümseme yarattı. Bu, uzun zamandır hissetmediği, insani bir yumuşamaydı.
“Ben de konuşayım mı abiii? Ben moy gözlü ablamı istiyommm. Bak o da beni istey. Söyle ona de ki Su seni istiyo de, konusmak istey benimle.”
Yiğit’in kalbi anında sıkıştı.
Su...
O küçücük sesin saf, yalın beklentisi, Yiğit’in içindeki en derin, en taze yarayı, masumiyetin keskinliğiyle açmıştı. O anki acısı, Derin’in koruyamadığı bu masumiyetin ağırlığıyla katlandı.
“Yok abicim, onunla konuşmuyorum.” dedi Doruk.
Doruk’un sesi, Yiğit’e yüzeyde telaşsız, çocukça bir oyunu yönetiyormuş gibi geliyordu. Ancak Yiğit, arka planda bastırdığı, ince, tiz bir çaresizliği hemen kulak zarıyla fark etti. Doruk maskeliyordu.
Ama minik Su, o travmatik maskenin ardını görecek yaşta değildi. “Yine süpey kahyaman olmaya mı gitti abi?”
“Evet.” dedi Doruk. Sesinde, kabul edilmiş, zoraki bir yalanın acısı vardı.
“Yupiii!” Diyerek sevinçle, neşeyle yankılanarak uzaklaştı küçük kız. Sesinin yankısı, koridorun boşluğunda, Yiğit’in kulaklarında acı bir anı gibi asılı kaldı.
Doruk anında, tüm dikkatiyle telefona döndü. “Kusura bakma abi.” Sesi, yetişkin bir sorumluluğun yükünü taşıyordu.
“Ne kusuru? Kardeşin mi o?” dedi Yiğit. Su’nun sesi, her şeye rağmen, Yiğit’in yüzünde o yarım yamalak, buruk gülümsemeyi tutmayı başarmıştı.
“Yok hayır. Öz değil ama öyle yani.” Doruk anlık bir duraklama yaşadı. Bu sessizlik, sadece ciğerlerine kuru bir nefes çekmek içindi. Sonra, tekrar sordu, bu sefer daha derinden, daha karanlık bir çaresizlikten gelen bir sesle: “Abi, ne oldu Derin ablaya?”
Yiğit, bir an sustu. Bütün o karmaşık, acılı, zehirli cümleleri yutkunup, sadece iki kelimeyle cevapladı. Aynı cevapları tekrar vermek istemese de yine de konuştu. “Vuruldu, aslanım.”
Tam o boğucu, dürüst acının ortasında, aniden koridorun sessizliği, yırtıcı bir panikle parçalandı. "Hemşire, doktor!”
Koridordan yankılanan, tiz, yüksek perdeli bu çığlık, telefonun tüm sesini, Doruk’un sessizliğini ve Yiğit’in düşüncelerini anında bastırdı.Yiğit’in kalbi, o seste anında durdu. Bedenindeki tüm kan çekilmişti.
“HASTANIN KALBİ DURDU!”
Mavi Derin’in odasından yankılanan, keskin, ölümcül bu çığlık, Yiğit’in beyninde gürültülü bir patlamayla dağıldı. Gerçeklik anında çözülüyordu. Telefon, parmaklarının uyuşuk, gevşeyen arasından kayarak, soğuk zemine çarptı. Dünya, o an, mutlak bir sessizliğe gömüldü.
Sadece kalbinin içini delip geçen, yanan bir yankı kaldı.
Kalbi durdu.
BÖLÜM SONU
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.86k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |