
EFLAL KARCA KARAHANLI
Hayat bazen bir rüya gibi, göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu. Bazı anlarda ise sanki tüm ömrünüz o andan ibaretmiş gibi sancılıydı. Benim hayatımın büyük bir bölümü ikincisinden oluşmuş, acı dolu kâbusların arasında sıkışmıştım. Ta ki gözlerim bir çift mavi gözle kesişene, karanlığıma maviyi bulaştırana kadar. Ellerim, koca ellerine tutunmuş ve ben ömrümü ona adamıştım.
"Nefesim..."
Bakışlarım aynadaki aksine kaydı. Artık kendi iç dünyama nasıl daldıysam, bu durum dikkatini çekmişti. Ya da ben, her zamanki gibi onun yanında gardımı indirmiştim. Dudaklarım kıvrıldı. Bu yaptığım ile bakışlarında bariz bir rahatlama oluştu. Zira beni böyle düşündüren şeyin ne olduğunu merak ediyordu. Kâbusların, korkuların yakama yapışmasından çok korkuyordu. Adımları bana doğru gelip tam arkamda durdu. Ellerini omuzlarıma koyup saçlarımın tepesine dudaklarını bastırdı:
— Bebeğim, ne oldu?
— Hiç... Hiçbir şey.
— Buna inanayım mı?
— İnan.
— Madem sen öyle diyorsun, hazırsan çıkalım mı?
— Hazırım.
Ayaklanmamla bakışları bedenimi baştan aşağıya süzdü. Bu hâli içimde bir şeyleri ateşe verdi. Ben de onu süzmeden edememiştim.
— Yüzbaşım...
— Söyle, Yüzbaşının canı. Emret.
— Hiç zamanımız yoktur değil mi?
Arsız bakışlarımdan anlamıştı. Zira son zamanlarda ona olan düşkünlüğüm ve tutkum katbekat artmıştı. Dudaklarından kaçan kahkaha odanın içini inletti ve ben bu görsel şölenin tadını çıkardım. Elini yanağıma koyup okşadı:
— Belki gece döndüğümüzde... Ama şimdi çıkmamız gerek.
Söylediğiyle omuzlarım düştü.
— Yapacak bir şey yok. Geceyi bekleyeceğiz artık.
Bu söylediğim onu daha çok güldürmüştü. Elimden tutup aşağıya yönlendirdi. Aynı şekilde ikimiz yan yana evden ayrılıp araca bindik. Bu gece tüm sevdiklerimize iki büyük haberimiz vardı. Birine üzüleceklerinden emindim. Lakin ikincisinin sevincinin diğerinin hüznünü bastıracağından da emindim. Araç karanlık yolda ilerlerken gözlerim istemsiz çehresinde gezindi: mavi gözleri, güneşten yanmış buğday teni, tıraş olmaktan yıpranmış yanakları... Şimdi öpsem, dudaklarımı bastırsam... Çıkık âdem elması, geniş omuzları, koca bedeni...
Araba kısa bir süre sonra mekânın önünde durdu. Bakışlarını bana çevirdi. Mavi gözleri gecenin karanlığına rağmen parlıyordu.
" Sevgilim, aşkım, ahir dünyadaki cennetim.
Umudum ve bilhassa ümidim.
Annem, babam, dostum...
Kardeş ve belki sırdaşım...
Hayatım boyunca teninde nefes almak için yaşadığım...
Kalbim, ruhum, tüm bedenimin, aklımın sahibi... Seni son nefesimde bile seveceğim. Tamam mı?"
Sözlerim son bulurken bakışlarında başka bir duygu hâkimdi.
— Bu nedendi?
— Sana olan sevgimi dile getirmek için bir neden mi gerek?
Bedenini bana doğru döndürdü, gözlerimin içine baktı.
— Hayır elbet. Lakin sen beni hep "Yüzbaşım" diye seversin. Bu kelimeler yabancı sana.
Başımı iki yana salladım.
— Bu kelimeler de, sevda da yabancıydı bana. Lakin senin gelişinle hepsiyle bir dost oldum. Hatta sırdaş...
Dudakları kıvrıldı.
— Neymiş bu sırdaşla aranızdaki sır?
Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Ben de biraz daha yanaştım.
— Sen.
Dudaklarının üzerine doğru fısıldadım. Ve bu, aramızdaki ateşe ilk kıvılcımı çaktı. Dudakları, dudaklarımın üzerine kapandı. Soluğum kesilircesine öptü. Nefes almak istercesine öptüm. Geri çekildiğinde ikimizin de solukları sık ve kesikti.
— Nefesim... Şayet arabayı eve çevirmemi istiyorsan susma.
Dediğiyle ağzımdan çıkan kıkırtıya engel olamadım.
— Sana "hayır" diyeceğimi düşündürten ne? Durmak isteyende, duracak olan da sensin. Zira ben hamileyim.
Dediğimle aracın içinde kahkahası yankılandı.
— Beni ateşe verip durmamı isteyemezsin. Dahası, her defasında "hamileyim" deyip geri çekilemezsin.
— Hayır, yapabilirim. Zira hamileyim. İstediğim her şeyi yapabilirim. Seni öpebilir, baştan çıkarabilirim. Ama durmamız gerekiyorsa durması gereken sensin. Zira baba olan sensin.
Elimi alıp avuç içimden öptü.
— Başımla beraber... Sen istediğin her şeyi yap. Durmak da coşmak da varsın benim omuzlarımda olsun. Yeter ki iyi olun.
Erimeye hazır hâlimle bakıyordum ki inmemiz gerektiği gerçeği aklına gelmiş olacak, önce kendi inip aracın etrafını dolandı. Kapımı açıp inmeme yardımcı oldu. Ellerimiz kenetlendiğinde ikimiz de mekâna giriş yaptık. Bizimkileri bulmak zor olmadı. Zira kalabalık ailemiz mekânın büyük bir bölümünü kaplamıştı. Annem ve babam sohbet ediyordu. Ali ve Fulya yan yana oturmuş, Fulya’nın anlattığı şeye gülüyordu. Ve o masanın altındaki ellerin kenetlendiğine emindim.
Devran ve Dursun derin bir sohbetin içindeydi. Dursun’un bakışları Devran’da olsa da, sık sık yanında gülümseyen kıza bir şeyler soruyor, onu yabancı hissettirmemeye çalışıyordu. Onun hemen sağ tarafında Nehir’in halası olduğunu bildiğim bir kadın vardı, o da annemlere katılmıştı. Sinan ve Eylül, ortamdan bağlarını koparmış gibi birbirine odaklıydı. Eylül’ün yüzünde utangaç bir gülüş hâkimken Sinan sırıtarak bu hâlini izliyordu. Bu ikisinde farklı bir şeyler vardı. Ya hadi hayırlısı...
Rıdvan abi ve Nergis abla, Çınar ile oyun oynuyor, sıkılmasını engelliyordu. Ateş ve Songül telefondan bir şeye bakıyor, hararetli bir şekilde tartışıyordu. Karan, Şehrazat’ı bedenine yaslamış; sanki bu dünyadan değilmişçesine kendinden geçmişti. Şehrazat ise bu durumdan oldukça memnundu. Dudaklarında çok hoş bir gülümseme vardı. Yaklaşmamızla bakışlar bizi bulmuştu.
— Herkese iyi akşamlar!
Ortamda şen sesim duyulmuştu. Herkesin iyi dilekleriyle geçip masaya oturduk. Keyifle yenen yemeklerin ve edilen sohbetlerin ardından ikimiz de tebessümle birbirimize baktık. Uzanıp elimi avucunun içinde sıktı. Sanırım zamanı gelmişti. Önümdeki su kadehini alarak çatalla vurdum. Çıkan sesle herkesin bakışları bana döndü. İkimiz yavaşça ayağa kalktık.
— Hepinize, bu gece bizi kırmayıp buraya geldiğiniz için teşekkür ederiz.
Konuşmaya ilk Alparslan başladı:
— Bugün buradayız çünkü size iki önemli haberimiz var.
Kısa bir an durup bana baktı. "Bu sıra sende," demekti.
— Bu haberlerden biri sizi üzecektir. Lakin nedenini duyduğunuzda eminiz ki bizim kadar mutlu olacaksınız.
Herkesin yüzünde merak hâkim oldu. Daha fazla bekletmeden devam ettim:
— Ben istifa etmeye karar verdim.
Herkesin gözlerinde bariz bir şaşkınlık ve endişe peyda oldu. Ortamda bir curcuna, bir uğultu oluştu.
— İstifa ediyorum çünkü...
Kısacık bir an da olsa yanımdaki adama baktım. Tebessüm ederek gözlerini açıp kapadı:
— Hamileyim.
Deminki şaşkınlık nidalarının yerini büyük bir sevinç aldı. Annem ve babam da mutluydu. Lakin şaşkınlık yoktu. Hepsi teker teker tebrik ve iyi dileklerini iletti. Ama bizim söyleyeceklerimiz hâlâ bitmemişti. Beklenti içinde bize bakıyorlardı. Bu defa sözü Alparslan devraldı:
— Bizim bebeklerimiz olacak.
— Bebeklerimiz derken?
Rıdvan abinin şaşkın sesiyle dudaklarımdaki gülüş büyüdü:
— İki taneler.
Bu defa, deminkinden bile büyük bir coşku oluşmuştu. İkimiz de söyleyeceklerimizi söylemiş, yerimize oturmuştuk.
— Yüzbaşım...
— Efendim, nefesim?
— Babam neden şaşırmadı bu habere?
Tek kaşımı kaldırıp sorgularcasına yüzüne baktım.
— annem neden şaşırmadıysa ondan zannımca...
Dediğiyle gülüşüm tüm yüzüme yayıldı. Kolunu kaldırıp beni bağrına bastı. Ailemiz gerçekten de her geçen gün daha da büyüyordu ve ailemiz büyüdükçe yüzümüzdeki gülüşler de büyüyor, kahkaha seslerimiz daha gür çıkıyordu.
5 YIL SONRA
— Nefesim... Cennetim...
Eli saçlarımda gezindi, dudakları çıplak omzumda yer edindi. Yıllar geçmişti, hayatımızda çok şey değişmişti. Lakin değişmeyen tek şey, sevdamız olmuştu.
— Canımın canı, uyan haydi... Gül kokulum...
Anlımdaki sıcak dudakları yavaşça yanağıma ulaştı. Oraya da küçük bir buse bıraktıktan sonra, dudaklarını dudaklarımın üzerinde hissettim. Bu davetini geri çevirmedim; gözlerimi açmadan, hatta belki uykumdan tam uyanmadan karşılık vermeye başladım. Nefesimin kesildiğini anladığı an geri çekildi. Acı kahverengi gözlerimi araladığımda ise gerçekten günün aydınlandığını, mavi gökyüzünün onun aşkıyla parladığını gördüm.
— Günaydın...
— Bana baktığına göre aydınlanmış.
Dudakları kıvrıldı.
— Bunu nasıl yapıyorsun?
— Neyi nasıl yapıyorum?
— Her sabah aşkla uyandırmayı...
— Bu benim görevim. Hem de en önemli, en kıymetli görevim.
— Ağzın çok iyi laf yapıyor, Yüzbaşım.
Dediğimde gözlerini devirdi.
— Yavrum, o kadar kıdem atladım, binbaşı oldum. Sen hâlâ “Yüzbaşı” diyorsun.
— Çünkü sen hâlâ benim yüzbaşımsın.
— Bari çocukların yanında deme, Eflin baba yerine “Yüzbaşı” diyor.
— Ona bakarsan Araf da bana “anne” yerine “Nefesim” diyor.
— Hatırlatma o hergeleyi! “Anne benim!” diyorum, “Nefesim senin annen” diyorum. “Yok, benim Nefesim!” diyor. Kime çekti, bir bilsem!
— Acaba kime?
İmalı sesimle o da gülmüştü. Zira oğlumuz tıpkı babasına benziyordu. Gözleri hariç, küçük bir Alparslan’dı. Kıskançlığından tut ketumluğuna kadar, hatta cüssesine kadar…
— İyi ki kızımız sana benziyor desene... Çakır gözlü, gece saçlı kızım...
Adam, gözlerimin önünde kızıyla aşk yaşıyordu.
— Kıskanayım mı?
Elini uzatıp saçlarımı okşadı. Erimeye dünden hazır olan ben hemen gevşedim.
— Kıskanma... Zira sen hâlâ benim bebeğimsin.
— İki çocuktan sonra bile mi?
— Onlar çocuk, büyüyor. Lakin sen hep bebeğim olarak kalacaksın.
Sesi öyle derinden ve sevgi doluydu ki dudaklarımı yaklaştırdım. Tam istediğimi alacaktım ki kapı tekmelendi. Evet, vurulmadı ya da tıklatılmadı — tekmelendi. Ve bu, Alparslan’ın derin bir nefes almasına neden oldu. Bunu yapan tek kişi vardı. Ben ise bu hâline gülmeden edemedim. Yerinden kalkıp kapıya ilerledi. Açtığında ise biricik oğlum koşarak içeri girip yatağa tırmandı. Küçük kollarını boynuma doladı. Ben de beklemeden kollarımı bedenine sardım.
— Günaydın.
— Günaydın birtanem.
— Sana da günaydın, küçük bey.
Yüzbaşı, kapıda durmuş öylece bize bakıyordu. Az biraz kıskanmış olabilir; zira Araf ona çok yüz vermiyordu. Daha doğrusu, ikisi arasındaki bağ çok farklıydı.
— Günaydın, babam.
Bir “baba” deyişi, Alparslan’ın yelkenleri suya indirmesine yetmişti. Yanımıza gelip onun aynısı olan siyaha çalan saçlarını karıştırdı, sonra da başından öptü.
— Günaydın, evlat.
— Eflin uyanmadı mı?
— (Başını hayır anlamında salladı.)
— O zaman gel bakalım, kardeşini uyandıralım.
Alparslan onu koltuk altlarından kavrayıp kucağına aldı. Ben de arkalarından gülümseyerek baktım. Kalkıp üzerimi değiştirdim. Bugün çarşıda işimiz vardı. Zira bir hafta sonra ikizlerin doğum günüydü. Şimdi düşünüyorum da... Çok zorlu bir doğum olmuştu. Hele ki o dönemde Alparslan’ın uzun süreli bir görevde oluşu gerçekten benim için çok daha zorlayıcı olmuştu.
*******************
Karnımda hissettiğim kısacık sancıyla elim kasığımın sağ tarafını buldu. Ağrılar her geçen gün artıyordu. Karnımı sevgiyle okşadım. İkiz annesi olacaktım ben... Biri kız, biri erkek iki bebeğimiz olacaktı. Yüzbaşı gideli iki hafta olmuştu ve daha gelmesine üç gün vardı. İçimi bir nebze de olsa rahatlatan, ondan düzenli olarak haber alışımdı.
— Annecim... Biraz daha sabredin, olur mu? Babanız yakında gelecek. Gelmek istediğinizin farkındayım, az daha sabır...
— Kızım?
Annemin sesiyle bakışlarımı ona çevirdim. Adımları ilerleyip tam karşımda durdu.
— İyi misin?
— Hıhı... İyiyim, sorun yok.
Başını “yeme beni” dercesine eğdi.
— Yüzbaşıyı özledim.
O anda karnımın iki farklı noktasında hareketlenme oldu. Dudaklarım kıvrıldı.
— Özledik...
Bu dediğime tebessüm etti. O sırada telefon çaldı. Annem bekletmeden açtı. Sevinçli sesiyle benim de dikkatimi çekmişti.
— Tamam tamam oğlum, veriyorum. Bekle!
Telefonu getirip bana uzattı.
— Alparslan!
Duyduğum isimle hızla telefona yapıştım.
— Yüzbaşım!
— Yüzbaşının canı... İyi misiniz?
— Biz iyiyiz, sorun yok. Sen nasılsın? Ne zaman döneceksin?
— En kısa zamanda dönmek için ne gerekirse yapacağım, güzelim. Seni merak ettim.
— Etme, ben çok iyiyim. Sadece özledik... Üçümüz de. Ama sakın dikkatini dağıtma. Sen sağ salim gel, yeter.
— Burnumda tütüyorsun be kadın...
— Sen de benim. Çabuk gel.
— Söz... Yüzbaşı sözü. Şimdi telefonu annene verir misin?
Sanki görecekmiş gibi başımı salladım.
— Tamam. Anne, seni istiyor.
Annem telefonu alıp koridora doğru ilerledi. O gün ben bilmesem de, annem sancılarımın başladığını fark edip ona gelmesini söylemişti. Ve Yüzbaşı, bana söylemese de o gün yapılan saldırıyı normalden üç saat erken bastırıp sözünü tutmuş; en kısa zamanda bana gelmişti.
Ben ise gece yarısı salonda öylece bekliyordum. Neyi beklediğimi bilmeden... Gözlerim ara ara kapanıyor, sonra tekrar açılıyordu. En son kapandığında uyuya kalacağımı düşünmüştüm. Lakin işittiğim tıkırtı ile hızla yerimden kalktım. Kapıdan gelen seslerle bakışlarım holün girişine yöneldi. Birkaç saniye sonra, koca bedeni ve heybetli duruşu ile karşımdaydı. Şaşkın yüzü benimkiyle eşdeğerdi. Zira ben onu bu kadar erken beklemezken, o da beni ayakta bulmayı beklemiyordu.
— Güzelim...
— Yüzbaşım......AAAAHHHH
Ben daha bir şey diyemeden, karnımda hissettiğim sancıyla iki büklüm oldum. Bacaklarımdan aşağıya akan sıvıyla neye uğradığımı şaşırdım.
— Lâl’im!
Hızla bana doğru gelip bedenimi kucakladı. Korkudan ve ani gelen sancıdan dolayı çığlık atmıştım. Çıkan seslere annemler de kalktı. Sonrasında büyük bir panik hâkim oldu. Alparslan hızla beni hastaneye götürdü. Biz varmadan tüm tim ve ailem dediğim insanlar hastaneye ulaşmıştı bile. Hastane koridorunda eli elimi bir an olsun bırakmamıştı. Lakin doğumhaneye girdiğimde onu dışarıda bekletmişlerdi. Bu biraz korkmama neden olsa da onu daha fazla endişelendirmek istemiyordum. Zira şu an benden daha kötü görünüyordu.
Doğum çok zor geçmişti benim için. Tam dört saat sürdü. İlk başlardaki yalancı sancılar bitip gerekli açıklık sağlanana kadar gerçekten çok acı çekmiştim. Lakin duyduğum o cılız ağlama sesiyle tüm korkularım, acılarım bir yel gibi çekip gitmişti. İlk oğlumu görmüştü gözlerim. İlk o “merhaba” demişti bana. Dayanma gücü vermişti. "Dayan anne," demişti. "Dayan, daha kardeşim gelecek."
Daha onu saramadan sancılar tekrar boy gösterdi. Kızımın gelişi de en az oğlumunki kadar zor ve sancılı olmuştu. İkisinin arasında 45 dakika vardı. Ve nihayet, o 45 dakikanın sonunda kızımın ağlayışları da doldu kulaklarıma. Gözlerimden akan mutluluk gözyaşları bir bir şakağımı buldu.
İki bebeğimi de aynı anda göğsüme yatırdılar. Gözleri henüz açılmamıştı. Küçük bedenleri hafif kanlıydı. Hemşireler her ne kadar onları silse de hâlâ tam temizlenmemişlerdi. Buruşuk bedenleri tenimin üzerinde geziniyordu...
Allah’ım...
Hayatıma iki mucize gelmişti ve ben geri kalan hayatımı onlara adamak istiyordum. Ben toparlanana kadar, bebeklerimi alıp babalarına götürmek istemişlerdi. Vereceği tepkiyi her ne kadar merak etsem de onu daha fazla merakta bırakmak istemiyordum. Başımı “tamam” anlamında salladım. Kızımı pembe, oğlumu ise mavi bir pusetin içine yerleştirip doğumhanenin dışına çıkardılar. Üzerime temiz bir hasta önlüğü giydirdikten sonra, sedyeden üzerinde biz de onlara katılmak üzere dışarı çıktık.
Doğumhanenin kapısı açıldığı anda Alparslan hızla bana doğru geldi, ellerimi kavradı. Burada oluşuna şaşkındım. Çünkü bebeklerimizle birlikte gideceğini düşünmüştüm.
— Yüzbaşı…
— Yüzbaşının canı…
--Sen bebeklerimizle gitmedin mi?
— Seni bekledim. İyi olduğunu görmek istedim.
Söylediğiyle dudaklarım kıvrıldı. Eli elimde, bizim için ayrılan odaya doğru ilerledik. Ben yatağa geçtikten sonra birkaç dakika içerisinde iki hemşire eşliğinde bebekler de getirilmişti. Alparslan gözlerine inanamıyormuşçasına ikisine bakıyordu. Bu halini bir kameraya çekip ömrüm boyunca izlemek istiyordum. Timdeki herkes tek tek gelip bebeklere bakmış, uzaktan da olsa onları sevmişti. Sonrasında onlar gitmiş, biz çekirdek ailemiz olarak kalmıştık. Hemşirelerin yardımıyla onları tek tek emzirmiştim. Sanırım bu, dünyanın en güzel duygusuydu.
Ve de en güzeli.
Alparslan beni hiçbir zaman yalnız bırakmamış, olabildiğince çocuklarla ilgilenmiş, tüm bebeklikleri boyunca dinlenmem için bana yardımcı olmuştu. Bazen göreve gidecek olsa da dinlenmek yerine benim dinlenmemi sağlıyor, çocuklarla o ilgileniyordu. Gerçekten mükemmel bir babaydı. Bebeklerin altını değiştiriyor, onlarla oyun oynuyor, bazen banyolarını kendi elleriyle yaptırıyordu. Geceleri onları uyutup masallar okuyor, sonra da gelip yanıma uzanıyor, bedenimi kollarının arasına alıp üçüncü bir bebeği varmışçasına sevgiyle beni uyutuyordu. Aramızdaki aşk ilk günkü gibi devam ediyordu.
Aşağıda kopan curcunaya bakarsak, sanırım şu an üçü de mutfaktaydı. Mutfağımı savaş alanına çevirmeden önce yerimden hızla kalkıp merdivenlerden aşağı indim. Ve tam tahmin ettiğim gibiydi. Alparslan kahvaltı hazırlamaya çalışırken, ikizler etrafı dağıtıyordu. Eflin tam elindeki yumurtayı Araf'a fırlatacaktı ki kapıda benim onları izlediğimi görünce, babasının tıpkısı olan mavi gözlerini sonuna kadar açıp elindeki yumurtayı yavaşça tezgâhın üzerine bıraktı. Bu yaptığına gülümsemeden edememiştim.
İkisi birbirinden ayrı duramıyor, biri diğerinin gözünün önünden kısa bir an olsun kaybolursa hemen onu sorup aramaya başlıyordu. Lakin yan yana geldiler mi küçük çaplı bir kıyamet kopuyordu.
— Anne!
— Annem, bu mutfağın hâli ne acaba?
— Baba yaptı!
— Babam yaptı!
İkisi de ayrı ayrı Alparslan'ı işaret edip tüm suçu ona atmıştı. Tabii bu yaptıklarına sevgili kocam hiç şaşırmamış, gülümseyerek önce onlara, sonra bana bakmıştı.
— Demek baba yaptı... O zaman babaya ceza vereyim ben!
— Yok, verme!
Tabii bu fikre ilk karşı çıkan, babasına âşık olan kızım olmuştu. Araf da istemese de Eflin kadar hızlı itiraz etmemişti. İkisinin yardımıyla önce etrafa dağılan domates, salatalıkları toplamış, sonrasında yere dökülüp saçılan diğer kahvaltılıkları temizlemiştim. O sırada Alparslan ise masayı kurmuştu. Keyifle edilen bir kahvaltının ardından ben duş almak için tekrar odaya çıkmıştım. Umarım ben işimi bitirinceye kadar evi yakmazlardı.
Alparslan her ne kadar maharetli ve yetenekli olsa da bazen ikizlere kıyamıyor ve onlarla birlikte yaramazlık yapıyordu. Bunu yapmasına her ne kadar kızıyormuş gibi görünsem de aslında çok hoşuma gidiyordu. Zira büyüdükleri zaman akıllarında en çok bu güzel anların kalacağına emindim. Duşumu alıp üzerimi giyindikten sonra aynanın karşısına geçtim. Elimi tarağa uzatmıştım ki bir el benden önce davranmış, tarağı almıştı. Gözlerim aynadaki yansımasına kaydı. Gülümseyerek bana bakıyordu. Islak saçlarımdan öptü, sonrasında yavaş yavaş taramaya başladı. Bundan hiçbir zaman vazgeçmemiş, bir gün olsun “Neden bunu ben yapıyorum?” diye sorgulamamıştı. Ben ne zaman duş alsam veya saçımı yapacak olsam, benden önce eli tarağa gidiyor, uzun saçlarımı tek tek, incitmeden tarıyordu. Ve bundan büyük bir zevk alıyordu.
— Çocuklar nerede?
— Odalarında oyun oynuyorlar.
— Sadece oyun mu oynuyorlar?
— Merak etme, biz gidene kadar uslu duracaklarına söz verdiler.
— Sen de bu söze inandın mı?
— İkiz sözü verdiler.
Dediğiyle birlikte gülüşüm sesli bir hal aldı. Yavaşça ayağa kalkıp güzel yüzünü okşadım, dudaklarından hızlıca bir öpücük çaldım.
— Hadi, sen de üzerini değiştir. Yoksa geç kalacağız.
Onu ardımda bırakıp tekrar çocukların yanına gittim. Lakin böyle bir manzara ile karşılaşmayı ben de beklemiyordum. Eflin kendi yatağının üstünde oturmuştu. Araf ise eline tarağı almış, benimkilere benzeyen uzun siyah saçlarını tek tek, yavaşça taramaya çalışıyordu. Bu görüntü karşısında gülümsemeden edememiştim. Onları hiç rahatsız etmeden, sessizce yönümü tekrar yatak odasına çevirdim. İçeri girdiğimde Alparslan tişörtünü giyiyordu. Beni görünce şaşırdı:
— Bebeğim, ne oldu?
— Oğlun tıpkı sana benziyor, biliyor musun?
— O da nereden çıktı?
— Gel benimle.
Elinden tutup çocukların odasının önüne götürdüm. Aralık kapıdan yavaşça bakmasını işaret ettim. O da benim gibi, gördüğü manzara karşısında tebessüm etti.
— Oğlumuz babasını taklit ediyor. Ve biliyor musun, ben ona her baktığımda seni görüyorum. Her gün “İyi ki sen,” diyorum.
Bedenimi kollarının arasına çekip sıkıca sardı.
— Ben de öyle bebeğim. Ben de her gün Allah’a şükrediyorum seni bana getirdiği için.
Daha fazla oyalanmadan içeri girdik. Araf, biz girince utanmış olacak, kızaran yanaklarını öbür tarafa çevirmiş, elindeki tarağı yavaşça yatağın üzerine bırakmıştı. Bu hali bile babasına benziyordu. Alparslan, sanki çok kolay bir şey yapıyormuş gibi birini bir koluna, öbürünü diğer koluna almış, ikisini de kucaklamıştı. Kocam diye demiyordum, gerçekten de çok güçlüydü.
Onlardan sonra ben de arkalarından aşağıya inmiştim. Önce evden, sonra da bahçeden dışarı çıkmıştık. O sırada karşı bahçenin önünde Karan’ın arabası durdu. Evet, onlar da biz taşındıktan kısa bir süre sonra burayı satın alıp taşınmışlardı. Tıpkı timin diğer üyeleri gibi... Hiçbiri bizden uzak kalmak istememiş, bir kısmı ev satın alırken, başka bir kısmı kiracı olarak bu mahalleye yerleşmişti. Alparslan ise bu duruma “Ben bu delilerden niye kurtulamıyorum?” diye söyleniyor ama içten içe çevremizdeki tüm dostlarımızın bir bir etrafımıza toplanmasına seviniyordu.
— Hayırdır, sabah sabah nereye böyle?
— Çarşıya gidiyoruz. Var mı bir isteğin?
— Yok kardeşim, ben hanımın istediklerini aldım.
Elindeki poşetleri yukarı doğru kaldırıp tebessüm etti. Şehrazat şu an yedi aylık hamileydi ve hamilelik gerçekten ona çok yakışıyordu. Çok tatlı bir anne olacaktı. Karan’ın bu heyecanlı halini gördüğümde, bebek haberini ilk aldığı gece aklıma geldi. Saat gece yarısını çoktan geçmişti, birden kapımız gümbürtüyle çalmış, dışarıdan Karan’ın bağırışları duyulmuştu. İlk başta ikimiz de endişelenmiş, hızla kapıya koşmuştuk. Zira kapıyı biraz daha böyle çalmaya devam ederse bebekler uyanacaktı — ki uyandılar mı, tekrar uyumaları çok zor oluyordu. Kapıya vardığımızda nefes nefese kalmış bir Karan’ı görmek ikimizi de şaşırtmıştı.
— Alparslan! Alparslan ben baba oluyorum! Baba oluyorum oğlum ben! Benim bir bebeğim oluyor!
Art arda kurduğu cümlelerden ve bağırışlarından, Şehrazat’ın hamile olduğunu anlamıştık. İkimiz de mutlulukla birbirimize bakıp onları tebrik etmiştik. Şehrazat ise şaşkındı. Hamilelik haberini verdikten sonra Karan, ilk başta “Baba oluyorum!” diye evi inletmiş, sonrasında “Nasıl baba olunur?” diye kendi etrafında şaşkınca dolanıp durmuştu. En sonunda “Alparslan baba olmayı bilir!” deyip Şehrazat’ı arkasında bırakıp bizim eve koşmuştu. Bu durum Şehrazat’ın üç gün boyunca ona trip atmasına neden olmuştu. “Sen beni arkanda nasıl bırakırsın?” diye söylenip duruyordu.
Bu mutlu hallerini biz de gülümseyerek izlemiş, sonrasında arabaya doğru ilerlemiştik. Araç, şehrin sokaklarında akıp gidiyordu. Bir süre sonra Eflin uyuyakalmıştı, Araf ise pencereden dışarıyı izliyordu. Çarşının girişinde oluşan kalabalıkla Alparslan aracı durdurdu.
— Güzelim, siz burada kalın.
— Alparslan, gitme.
— Bebeğim, çocuklarla kal.
O an gitmesini hiç istemedim. Lakin beni dinlemedi. Dinlememesi gerekiyordu. Silahını belinden çıkarıp çarşının ortasına doğru ilerledi. İçimde öyle bir duygu baş gösterdi ki… Korku, huzursuzluk, endişe, mutsuzluk… Hepsi bir aradaydı. O varken oluşan tüm güzellikler bir bir gitmiş, onların yerine karanlık duygular gelmişti.
Bakışlarım kısa bir an, hâlâ uyuyan kızıma ve etrafta ne olup bittiğini anlamayan, her şeyi şaşkın bakışlarla izleyen oğluma kaydı. Endişeli bakışlarımı görünce ona gülümsemeye çalıştım. Bakışlarımız ayrılınca, içimdeki korku, acı kahve gözlerime hücum etti. Kalbimin teklemesine neden olan şey, duyduğum bir el silahı sesi oldu. Deminki korkunun yerini çok daha fazlası aldı.
Dayanamadım, duramadım. Torpidodaki silahı alıp belime taktım, sonrasında elim hızla kapıya gitti. Açıp aşağıya indim.
— Anne?
— Annecim, kardeşinle kal ve sakın korkma.
Kapıyı kapatıp yönümü, demin sevdiğim adamın gittiği yöne çevirdim. Ayaklarım yürümüyordu, koşuyordu. Lakin ruhumun adım atacak takati yoktu. Çarşının ortasına geldiğimde adımlarım birbirine dolandı, yürümek ağır geldi. Alparslan, silahını birine doğrultmuştu. Adamın elinde bir buton, üzerinde ise bomba vardı. Gözlerinde kararlılık vardı; o bombayı patlatacaktı.
Belimdeki silahı hızla çıkarıp adama doğrulttum. Benim hareketimle dikkati kısa bir an bana kaydı.
— YAKLAŞMAYIN! PATLATIRIM! HEPİMİZ HAVAYA UÇARIZ!
— Aptallık etme! Şu hâline bak! Senden başka kimse zarar görmez! Teslim ol!
Bu bir yalandı. O bomba patlarsa, etkisi büyük olacaktı. Birçok insan zarar görecekti. Alparslan onu ikna etmek için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Lakin adamın göz altlarındaki kızarıklık, yüzündeki ter damlaları, ellerinin titreyişi... Bir şeyler kullandığının kanıtıydı. Şu hâliyle ikna edilemezdi.
— VAZGEÇTİM! YAKLAŞ ASKER, YAKLAŞ Kİ HEP BERABER UÇALIM!
Aptal bir gülüş duyuldu ortamda…
Adamın kahkahası çarşının dar sokaklarında yankılanıyordu. Gözleri delirmiş gibiydi; elleri titrerken parmakları bombanın üzerindeki butona her an basacakmış gibi duruyordu. Alparslan ise o anın ağırlığını tüm vücudunda hissediyordu; soluk soluğa, kararlılıkla silahını adama doğrultmuştu.
— Son kez söylüyorum! Bırak o butonu! Burada kimseye zarar gelmez! — dedi, sesi titremiyor, ama içinde yükselen korku kaçınılmazdı.
Adamın yüzündeki ter damlaları büyüyordu, gözleri ise kıpkırmızı kesilmişti bir çeşit transtaydı sanki...
— Ya hepimiz beraber uçarız, ya da hiç kimse sağ kalmaz! — dedi, sesindeki çıtırtı adeta ölüm fısıltısıydı.
Bir yandan çarşının kenarındaki insanlar panik içinde kaçışıyor, camlardan ürkek bakışlarla yaşananları izliyordu. Hava ağırlaşmış, herkesin nefesi tutulmuştu.
Bir an… zaman durmuş gibiydi.
Kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu. Alparslan adamı durdurmaya çalışırken ben de ne yapacağımı bilemez haldeydim. Korku, endişe ve bir o kadar da öfke içinde kıpırdanıyordum. Her saniye, o butonun patlayabileceği korkusuyla donuyordum.
Birden, içimde hiç beklemediğim bir cesaret doğdu. O an, tek düşüncem çocuklarımın, Alparslan’ın ve benim güvende olmamızdı. Ellerim titriyordu ama elimdeki silahı sıkıca tuttum.
Adamın gözlerindeki o ölüm kararlılığıyla karşılaştım. Çarşının ortasında zaman durmuş gibiydi. Alparslan “Bırak o butonu!” diye bağırırken, ben adeta donuk bakıyordum.
Ve o an… karar verdim.
Silahımı kaldırdım. Nefesimi tuttum. “Hayır,” dedim kendi kendime, “Bize zarar vermene izin vermeyeceğim.”
Bir tıkırtı, ardından ateş sesi…
Kurşun adamın omzuna saplandı.
İkincisi kafatasını delip geçti cansız bedeni asfaltın üzerine serildi. Alparslan arkasını dönüp beni görünce üzerindeki şaşkınlığı atıp tebessüm etti. Gözlerim dolu doluydu ama içimde tarifsiz bir rahatlama vardı. Gelip bedenimi kolları arasına aldı.
Her şey bir anda sakinleşmiş, kalbimde tarifsiz bir huzur oluşmuştu. Alparslan’ın kollarında, onun sıcaklığıyla sarılmışken, sanki dünya bizim için durmuş gibiydi. O an, mutluluğun en saf halini yaşıyorduk.
Ama o huzur, saniyeler içinde paramparça oldu. Gök semada bir el silah sesi yankı buldu acı vardı tarifi imkansız, yakıcı, başa çıkılması zor bir acı. Hayır hayır bu acı bedenimde değil kalbimdeydi. Çünkü şuan benim gökyüzümde acı vardı. Dudakları tebessüm ediyor olsada gözleri dolmuş mavi gökyüzüm bulutlanmıştı. Belimdeki kolları gevşedi gücü azaldı lakin bırakmadı.
"Alparslan....."
"Alparslan'ın canı...."
Sesi titrekti gözümden akan yaşı silmek için havalandı eli. İşte tamda o anda belimde başka bir ağrı boy gösterdi. Bedenime isabet eden bir kurşun daha.... hissettiğim fiziksel acımı yoksa kalbimin acısı mı dayanmama engel oldu bilmiyorum, lakin bacaklarım bedenimi taşıyamadı, dizlerimin üzerine çöktüm. Bedenime sarılı kolları bedenimi tutamamıştı bu defa ,benimle birlikte yere çöktü. Bakışlarımız birbirine kenetlenmişti gözlerimden akan yaşlar yanaklarıma aktı. Ve bir kurşun daha duyuldu, yüzü acı ile kasıldı.
" Ssev... gilim...."
Parmakları yanaklarımdaki ıslaklıkta gezindi.
"A..ağla...ma ccanımın canı..."
Nefesleri kesik kesikti etrafta sesler vardı. Lakin ben ayırt edemiyordum. İnsanlar çığlık çığlığa kaçışıyordu. Bedenime bir kurşun daha isabet etti.
"A afet..... seni... koruyamadım. "
"Se senin...leyim..... seninle şeha...det cennet."
Var olan son gücü ile bedenimi sardı. Saçlarımda soluğunu hissettim. Bir kurşun daha sıktılar koca bedenine..... karşımıza çıkacak cesaretleri yoktu. Sırtımızdan vurmuşlardı. Kalleşçe, kancıkça..... sevdamızı yaşamamıza izin vermemişlerdi. Bedeni daha fazla bu acıya dayanamadı yere serildi mavi gözlerinden akan yaşlar güzel yüzüne yol aldı. Bedenim hemen yanına serildi. Başımı göğsüne koydum her zaman olduğu yere tam kalbinin üzerine.... hep aşkla çarpan kalbini belkide son defa dinleyişimdi.
"Alp...arslan..."
"Cennetim..."
Sesi ağırdı konuşmak acı veriyordu. Gözümden akan yaşlar üzerini ıslatıyordu.
Kan bedenimden ağır ağır akarken, gözlerimi zorla açmaya çalıştım.
"Ço...çocukları mız..."
"Önce Allah'a...son..ra ailemize e.. ma ..net.. ler"
Dediği ile dudaklarım kıvrıldı. Acılı bir gülümseyiş. Onlar yalnız değildi. Biz olamayacaktık... büyüdüklerini , okula gittiklerini, ilk aşklarını göremeyecektik. Ama yalnız değillerdi. Babam ve annem bizim yokluğumuzda anne ve baba olacaktı. Timdekiler amca olacak Alparslan ile yapamadıkları her şeyi yapacaklardı. Kızlar kızımın ilk aşkında da ilk aşk acısındada yanında olacaklardı. Karne günlerinde yalnız olmayacaklardı. Onlar eksik büyüyecek ama kimsesiz olmayacaktı. Başımı kaldırıp son defa maviliklere baktım. Elimi yanağına doğru uzattım.
Dudaklarımızı son defa birleştirdim. Boynundan derin soluklar aldım.
"Mutluyum... Her... şeye... rağmen....bben çok dua et etim..... son nefesimde senin...le olayım diye....kokunu ssolu...yorum.... mutluyum..."
"Mutluyum.... kollarımdasın...."
Kalplerimiz belki duruyordu ama ruhlarımızda yankılanan o sevgi, zamansız bir sonsuzluk vaat ediyordu. Başımı olması gereken yere boynuna gömdüm son kalan gücümle koca bedenine sarıldım. Var gücü ile sardı yanında küçücük kalan bedenimi.
O son sarılışta, dünya üzerindeki tüm acılar, korkular ve kayıplar silindi geriye sadece; tarifsiz, sonsuz ve yıkılmaz bir sevgi kaldı. Dudaklarımda huzurlu bir mutluluğun tebessümü ile kapadım gözlerimi. Ölürsekte birlikte yaşarsakta birlikte demiştik ve şimdi ölüme birlikte yürüyorduk. Bizim mutlu bir sonumuz olmamıştı. Bizim mutlu bir sonsuzluğumuz olmuştu. Son nefesimde sevdiğim adamın kokusunu soludum. Son kalp atışında bana olan sevdasını dinledim ve ben son nefesime kadar onu sevdim. Aldığım son soluğa kadar Alparslan'ın Lâl'i, Yüzbaşının canı, Çankırın kuzgunu oldum.........
********************
O gece tüm televizyonlarda tek bir haber vardı.
"Bir son dakika gelişmesi ile karşınızdayız. Mardin'in merkezinde teröristlerce yapılan saldırıda özel kuvvetlere mensup binbaşı Alparslan Karahanlı ve eşi Eflal Karahanlı hayatını kaybetti. Şehitlerimize Allah’tan rahmet yakınlarına sabır diliyoruz.... şimdi sıradaki habere geçiyoruz...."
İki dakika... iki şehide, iki sevgiliye, iki cana ayrılan süre sadece iki dakikaydı. Kimse ne adlarını hatırlayacaktı nede arkalarında kalanlara ağlayacaktı. Onları birtek aile dedikleri hatırlayacak evlatlarına sahip çıkacak aile olmaya bıraktıkları yerden devam edeceklerdi. Bu saldırıyı yapanlar inlerinde kıskıvrak yakalanacak ve bozkurt timi tarafından kurşuna dizilecek intikamları alınacaktı. Lakin hiçbir intikam, sıkılan hiçbir kurşun onları geri getirmeyecekti. Aradan yıllar geçsede o dağlarda kuzgun ve deli yüzbaşının sevdasıda ,namıda konuşulmaya devam edecek düşmana korku salacaktı ve elbet bir gün Araf Karahanlı büyüyecek deli kuzgun olarak anne ve babasının bıraktığı yerden devam edecekti....
SON
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 402.38k Okunma |
29.68k Oy |
0 Takip |
174 Bölümlü Kitap |