Karanlık bir dünyada yaşıyoruz.
Yeterince karanlık.
Aydınlatmak gerek;
varlığınla, sevginle, umudunla
ve belki de her şeye inat, aydınlık olan yarınınla.
Bazen kaybetmek gerek,
ve belki de kaybolmak.
Yaşamak gerek inatla,
seni öldürmeye, içindeki ışığı söndürmeye çalışanlara rağmen...
Kendi içindeki yaralı çocuğa rağmen...
EFLAL KARAHANLI
Elimdeki bitki çayından bir yudum daha aldım. Tadı damağımda yayılırken, gözlerim camın dışındaki beyaz güllerde gezindi. Çok güzellerdi. Alparslan hâlâ yukarıda uyuyordu. Gece ikimiz için de yorucu geçmişti. Anlamsız bir nedenden ötürü gözlerim bu sabah kendiliğinden açılmıştı. Halbuki burada kaldığımız tüm süre boyunca hep ondan sonra uyanıyordum. Her ne kadar onu uyandırmak istesem de kıyamamış, biraz daha uyumasına izin vermiştim.
Parmak uçlarımda yürüyerek alt kata inmiş, oradan mutfağa geçip kendime bitki çayı yapmıştım. Üzerimde onun tişörtlerinden biri vardı. Saçlarımı tepemde dağınık bir topuz halinde toplamıştım. Bu güzel manzaraya daha fazla camın arkasından bakmak istemedim. Sürgülü kapıyı yavaşça kenara çekip çıplak ayaklarımla dışarı adımladım.
Benim olmadığım süre zarfında Alparslan, evin etrafında bize ait olan arazinin tamamını yüksek duvarlarla çevirmişti. Duvarların iç kısmına beyaz güller ekmiş, evin dışını beyaz güllerle süslemişti. Bunun dışında bahçeye çok hoş bir havuz yaptırmıştı. Buradaki iki günümüz boyunca birlikte havuzda yüzmüş, eğlenceli vakit geçirmiştik. Her sabah ve her akşam bahçeye çıkıyor ve benim için beyaz güllerden bir buket getiriyordu. Bir önceki getirdiği güller solana kadar elime yenileri ulaşmış oluyordu.
Tüm bu zaman zarfında teni tenimden ayrılmamış, doyasıya kokusunu solumuştum. Gözlerimi her açtığımda ve her gece kapadığımda, en son gördüğüm gök mavisi gözleri ve gülümseyen yüzüydü. Benim de ondan aşağı kalır yanım yoktu. Dudaklarımdaki gülümseme solmak nedir bilmiyordu.
Aklıma takılan bir diğer konu vardı ki, bu konuda ne yapacağımı henüz tam olarak çözememiştim. Bir yanım kuş gibi kanat çırparken, diğer yanım huzursuzlanıyordu. Ve ben öyle korkuyordum ki cesaret edip bu konuya nokta koyabileceğimi düşünemiyordum.
Ama bu sabah uyandığımda kararım kesinleşti. Her ne olursa olsun, bugün bu iş bitecekti. Bakışlarımı gök yüzüne çevirdim. Sabah meltemi yüzümü okşuyor saçlarımı geriye savuruyordu. Adımlarım az ötede duran salıncağa ilerledi beklemeden oturdum.
Tam o sırada sürgülü kapının aralandığını duydum. Başımı çevirdiğimde, gözleri hâlâ uykulu ama gülümsemesi sıcacık olan Alparslan’ı gördüm. Güneş, arkasından yükselirken onu olduğundan bile daha büyüleyici gösteriyordu. Üzerinde hâlâ dün gece giydiği tişört vardı, saçları dağınıktı. Göz göze geldiğimizde kalbim, yerini bilen bir kuş gibi usulca yerine kondu.
“Erken uyanmışsın,” dedi, sesi sabah serinliği gibi yumuşaktı.
Başımı salladım, gülümsedim. “Uyanınca seni izlemek istedim. Bu sessizlik… huzur gibi.”
Yanıma oturdu, salıncağın diğer ucuna. Elimi tuttu, parmaklarımız her zamanki gibi birbirine kenetlendi. Sessizlik vardı ama rahatsız edici değildi. Aksine, ikimizin de söylemeye ihtiyaç duymadığı bir sürü şey o sessizlikte saklıydı.
“Biliyor musun,” dedim usulca, “bu ev, bu bahçe, sen… her şey rüya gibi geliyor hâlâ. Uyanacakmışım gibi hissediyorum bazen.”
Başımı ellerinin arasına aldı, gözlerimin içine baktı. “Bu bizim gerçeğimiz, Lâl'im. Evet, rüyaları andırıyor olabilir. Ama bu defa uyanmak yok.”
O an içimde bir yerlere dokundu. Bu adam… hayatım boyunca sığındığım tek liman olmuştu. Geçmişimizin fırtınalarını birlikte aşmış, birbirimize tutunarak bugüne gelmiştik. Ve şimdi, birbirimize ‘karı-koca’ diyebildiğimiz bu yepyeni hayatta hâlâ birbirimizi ilk günkü gibi seviyorduk.
Kafamı göğsüne yasladım, kalp atışlarını dinledim. Bu sesi defalarca duydum ama her seferinde başka bir anlam taşıyor. Güvende olmanın, ait olmanın sesi bu.
“Bugün ne yapalım?” diye fısıldadım.
“İstersen hiç plan yapmayalım,” dedi. “Havuz, bahçe, biraz müzik… belki sen dans edersin, ben sana bakarım.”
Gülümsemem büyüdü. “Ve sen ağzını kapatamayıp beni izlerken yine suya düşersin.”
“Yeter ki sen gül,” dedi. “İstersen her gün düşeyim.”
Kendimi o an dünyanın en şanslı kadını gibi hissettim. Hayat bize ikinci bir şans vermişti ve biz onu hiç kırmadan, özenle yaşıyorduk. Sevgiyle, sabırla, birbirimize yaslanarak.
Birlikte ayağa kalktık. Elimi tuttuğu gibi peşinden sürükledi. İkimizde el ele yan yana içeri geçtik. Evin içinde narin bir sabah sessizliği hâkimdi. Mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya başladık..... Taze demlenmiş çay, ince dilimlenmiş beyaz peynir, zeytin, domates… ve Alparslan’ın her zamanki gibi "karışık ama çok güzel" hazırladığı yumurtalı ekmekler duruyordu.
İkimizde yerlerimize oturup keyifle kahvaltımızı yapmaya başladık. Ortamdaki derin ve huzurlu sessizliğin tadını çıkardım.
“Burada hiçbir şey düşünmeden nefes alabiliyorum,”
“Ben senin yanındayken her yeri nefes alınabilir buluyorum.”
Güldüm. “Bu kadar güzel sözlerle beni her seferinde nasıl şaşırtıyorsun?”
“Sen her gün başka bir halinle karşıma çıkıyorsun. Ben de her haline başka bir şiir yazıyorum,” dedi. Bendeki gülümseme her geçen saniye büyüyordu. Sırıtmaktan ağzım yırtılacaktı neredeyse.... kahvaltımızı yaptıktan sonra birlikte sofrayı toplamıştık, film izlemiştik yetmemiş banyoya bile birlikte girmiştik. Yapışık ikizler gibiydik bir saniye olsun uzak kalamıyorduk. Şikayetçi miydim. Hayır. Şimdi ise öğle saatleriydi
Güneş gökyüzünün tam tepesindeydi. Evin içi serindi, dışarının ışığı camlardan süzülüyor, perdelerin üzerine huzmeler düşürüyordu. Mutfakta, tezgâhın önünde durmuş limonlu kek karışımını karıştırıyordum. Saçlarımı gelişigüzel toplamıştım. Üzerimde Alparslan’ın bana "bu artık senin" dediği tişörtü vardı. E adamın tüm tişörtlerine el koyduğumdan.
Tam o sırada arkamdan gelen kollar belime dolandı. Başını omzuma koydu, sesi kulağımın hemen dibinde yankılandı:
“Burası mis gibi kokuyor. Ama en çok da senin tenin gibi kokuyor.”
Kıkırdadım. “Senin de karnın acıkmış.”
“Elbette. Karım limonlu kek yapıyorsa, dünya durmuş demektir.”
Döndüm, yüzüme baktı. Elimi uzatıp saçlarını düzelttim. O kadar alışmıştım ki onun varlığına, yokluğunu düşünmek bile istemiyordum. Parmak uçlarıyla yanağımı okşadı.
“Birlikte mi pişirsek?” diye sordu.
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Geç içeri, otur. Sadece izle. Şımartılmayı hak ettin.”
“Seninle evlenerek zaten en büyük şımarıklığı yaptım,” dedi.
Ve ben bir kez daha âşık oldum.
Alparslan aşağıdaydı. En son yaptığım keki tabağa koyup, yanında çay ile servis etmiştim. Şimdi ise tek başıma oradaydım.
Hadi Eflal, bundan kaçış yok.
Buraya geldiğimizden bu yana regl olmamıştım. Normalde de gecikir ama bu kadar değil... Bunca zaman, onca birlikteliğimizde korunmamıştık. Son yaşadığım hayal kırıklığından sonra bu testi yapmaya korkuyordum. Ama yapmam gerekiyordu.
Geçen defa Fulya’nın getirdiği testlerden biriydi bu. Neden yanıma aldığımı bilmiyorum... Almıştım işte.
Adımlarım banyoya ilerledi. Ellerim titriyordu. Alparslan’a söylemek istemiyordum çünkü olmaması hâlinde o da benimle birlikte üzülecekti. Şüphesiz, bir bebeğimiz olmasını en az benim kadar çok istiyordu. Adımlarım banyoya ilerledi daha fazla oyalanmanın anlamı yoktu. İşe koyuldum.....
Testi yaptıktan sonra banyodaki soğuk fayanslara yaslandım. Kalbim sanki avuçlarımdaydı; o kadar hızlı çarpıyordu ki…
Beklemek çok uzun sürdü ya da bana öyle geldi.
Sonra...
O küçücük ekranın üzerinde beliren o iki çizgi…
Gözlerim doldu. Başta inanmak istemedim. Tekrar tekrar baktım.
"Gerçek mi bu?" dedim kendi kendime, sesim çatallandı.
Avuçlarımda tuttuğum testin üzerine bir damla gözyaşı düştü.
Sonra bir tane daha…
Ve ben artık saklayamadım.
Ağlıyordum. Ama bu defa hüzünden değil.
Bu gözyaşları umut kokuyordu, sevgiyle doluydu.
İçimde bir can vardı artık.
Bizden bir parça, onun gözleriyle bana bakacak bir minik hayat…
Alparslan’ın gülümsemesiyle gülecek bir bebek…
O an, o banyoda, kucağımda hiçbir şey yokken bile kendimi hiç olmadığım kadar “anne” gibi hissettim.
Testi avuçlarımda sımsıkı tutarak odama yöneldim.
Yavaşça yatağın kenarına oturdum. Gözyaşlarım hâlâ süzülüyordu. Elim karnımda…
Sessizce fısıldadım:
“Merhaba, minik mucizem...”
Savsak adımlarla odanın içine gittim. Elim karnımdaydı neydi bu koruma iç güdüsü mü. Yatağın üzerine çöktüm gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Ordaydı, bizimleydi.
Bir süre sonra kapı aralandı.
Alparslan içeri girdi, gözleri üzerime kaydı. Tebessüm eden yüzü ağladığımı görünce yerini kaş çatmasına bıraktı. Hızla içeri girip karşımda diz çöktü.
“Bebeğim?” dedi yumuşak bir sesle. “İyi misin? Neler oluyor?”
Gözlerim hâlâ yaşlıydı. Onun sesini duymak daha da kırdı içimi.
Kelimeler boğazıma dizildi. Konuşmak o kadar zor geldi ki.
"Bir yerin mi acıyor, canımın canı. Neden ağlıyorsun?"
Lakin benden yine yanıt alamadı.
"Nefesim, yalvarırım anlat ne oldu, neden ağlıyorsun. "
Sorgulayan bakışları üzerimde gezindi. En son karnımdaki elime kaydı.
"Karnın mı ağrıyor. Ha bebeğim anlat bana. Ne oldu benim canıma?"
Göz yaşlarımın içinde kollarımı boynuna doladım beni bekletmeden belimden sardı.
"Bebeğim Allah hakkı için bir şey söyle."
Kollarımı biraz gevşettim.
"Artık bu tende sana ait iki can var yüzbaşı."
Şaşkın bakışları hiç bir şey anlamadığına dair yüzümde gezindi. Daha fazla bir şey demedim.
Sadece test çubuğunu avuçlarımın arasından çıkarıp, titreyen ellerimle ona uzattım.
Alparslan, önce bana, sonra teste baktı.
Bakışı dondu, nefesi durdu sanki.
Bir saniye, iki saniye, üç...
Ve sonra gözleri parladı.
“Bu... bu gerçek mi?” dedi.
Başımı evet anlamında salladım, gözyaşlarımı tutamadan gülümsedim.
O an, bana sarılışıyla içimdeki tüm korkular silindi.
Karnıma, sonra yüzüme dokundu. Sesi titriyordu:
“Teşekkür ederim… teşekkürederim canımın ikimiz içinde Sanki dünya sessizleşti, zaman dondu. Sonra… o çok güçlü, dimdik duran adam bir anda yumuşadı. Gözleri doldu, dudakları titredi. Birkaç saniye içinde gözyaşları yanaklarına süzüldü.
Ben bir şey söylemedim. Söyleyemedim.
Sadece baktım ona…
Ve onu o hâlde görmek…
Mutluyduk şimdi gerçekten bir aile olmuştuk ,gerçek ve eksiksiz.
Alparslan, test çubuğunu yavaşça yatağın kenarına bıraktı. Sonra ellerini karnıma götürdü, sanki içimdeki hayatı ilk kez hissediyormuş gibi narin, dikkatli bir dokunuşla avuçladı orayı.
“Gerçek değil mi ben baba oluyorum değil mi?” diye fısıldadı. Gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. “Senin içinde… bizim bir parçamız ikimizin?”
Ben sadece başımı salladım. Sesim çıkmadı çünkü boğazıma kocaman bir düğüm oturmuştu.
Alparslan ellerini tekrar karnıma koydu. Bu defa usulca okşadı.
İçten, şefkatle, tarifsiz bir hayranlıkla...
Sanki dokunduğu yerde hayatı dinliyordu.
Bir anda bana sarıldı. Öyle sıkı, öyle sahip çıkan bir sarılıştı ki…
Sanki beni ve içimde taşıdığım o minicik hayatı tek bir kucakta korumak istiyordu.
Kokusu başımı döndürdü. Kalbi kalbime değdi.
“Seni öyle seviyorum ki canımın canı. Canımın canları,” dedi. “Ama biliyor musun seni sevdikçe, içindeki o mucizeyi daha da çok seviyorum.”
Gelip yatağa uzandı benide yanına çekti. Eli karnımı okşuyordu. İncecik fısıltılarla konuşuyordu bebeğimizle.
Bir yandan ağlıyor, bir yandan gülüyordu.
“Baba oldum ben, Lâl'im …
Seninle... senden bir hayat büyütüyoruz artık.”
O gece onun kollarında sadece bir kadın değil, bir anneydim artık.
Ve Alparslan sadece eşim değil, bir babaydı.
Ve biz… artık iki değil, üç kişiydik.
Biz büyüyorduk sevdamız büyüyordu......
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
233.29k Okunma |
21.38k Oy |
0 Takip |
162 Bölümlü Kitap |