158. Bölüm

158. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

EFLAL KARCA

 

Alparslan gideli on gün olmuştu. Tamı tamına on gündür ondan uzaktık. Evin her yerinde, her an, her saniye gözlerim onu arıyordu. Evdeki eşyalarındaki kokusu yavaş yavaş yok oluyordu ve bu benim için katlanılmaz bir acıydı. Ben ondan uzak olmaya dayanamıyordum ki... Acaba o da beni özlüyor muydu? Acaba şimdi iyi miydi? Yeterince dinlenemediğine, yemek yiyemediğine, uyuyamadığına eminim. Zaten görevde olması, bütün bunları yapabilmesini engelliyordu. Acaba o da beni arıyor muydu? Sonra bu düşünceyi kafamdan sildim. Şüpheye yer yoktu; kesinlikle özlüyordu. Benim kalbim onun kalbine karşıydı çünkü. O gittiğinden bu yana uykular yine haram olmuştu. Her gün, her gece uykularımdan birkaç defa uyanıyor, gözlerim etrafta onu arıyordu. Göremeyince yine ağlayarak uyuya kalıyordum.

Yemek yiyemez hale gelmiştim. Yine yesem de kusuyordum. Hatta bazen yemesem de kusuyordum. Alparslan yokken hiçbir şeyin anlamı yoktu ki... Yine o eski kötü günlere dönüyordum. Sabahtan beri boş boş etrafıma bakıyorum. Dışarıdaki güneş tepeye çıkmıştı. Öğle saatlerindeydik gök yüzündeki mavilik artık yetmiyordu. Gözlerim kısa bir an ayağımdaki bandaja takıldı. Üç gün önce ayağımdaki alçı çıkarılmış, bandaj sarılmıştı. Eskisi gibi olmasa da hâlâ biraz sızlıyordu. Üzerine uzun süre basamıyordum ama yine de ilk baştaki halime göre iyiydim. Keşke daha erken olsaydı bu... Eğer on gün önce iyileşmiş olsaydım veya iyileşmeye yakın, onlarla gidebilirdim. Bacağımdaki ufak aksaklık umurumda olmazdı. Beni yanlarına almasalar bile peşlerinden giderdim.

"Kızım!"

Duyduğum sesle önümdeki bakışlarımı kapıya çevirdim. Annem, elindeki bezle yüzüme bakıyordu. Bir saat önce yemek yapmak için mutfağa gitmişti. Fulya, köydeki lojmanda kalıyordu birkaç gündür. Ayağım bu durumdayken anneme de pek yardımcı olamıyor, hatta üstüne üstlük ona yük oluyordum. Meraklı bakışları yüzümde dolaştı.

— Sen yine neden mahsunlaştın bakayım?

— Anne, Alparslanlar ne zaman dönecek? Ben onu öyle özledim ki...

Yüzüme anlayışla bakıp gelip yanıma oturdu. Elini yanağıma koyduğunda, istemsiz bir şekilde yanağımı avuç içine bastırdım.

— Az kaldı kuzum. Birkaç güne dönerler hayırlısıyla.

— Anne, biz gittiğimizde sen de böyle mi hissediyorsun? Yani şu an arkasında olmak, uzakta olmak öyle acıtıyor ki...

— Ah benim güzel kızım... Sadece görevlere gittiğinizde değil ki. Sizi göremediğim her an, ikiniz için de ayrı ayrı endişeleniyorum. Allah biliyor ya, siz sağ salim şu kapıdan girinceye kadar içim içimi yiyor. Ama size öyle gülen gözlerle karşımda görünce bütün o sıkıntılar uçup gidiyor.

Yüzüne gülümseyerek baktım.

— Bak, lafa tuttun, yemek yanacak.

Daha fazla benim yanımda oturmadı. Hızlı adımlarla mutfağa geçti. Gerçekten de içeriden hafif yanık kokuları geliyordu. Ben de oturduğum yerde daha fazla duramadım. Geceleri kabus görüp uyandığımdan veya mide bulantılarından dolayı uyandığım için hâlâ uyku sersemiydim. Bedenim kendini huzursuz, rahatsız bir uykuya bıraktı.

Ne kadar olmuştu uyuyalı? Kaç saat veya kaç dakika? Yerimden nefes nefese sıçradım. İstemsiz olarak elim sol göğsüme gitti. Kalbim öyle bir sıkışıyordu ki, öyle bir ağrıydı ki... Neydi bu ağrının nedeni? Kalp krizi mi geçiriyordum? Ama bu ağrı pek de kalp krizine benzemiyordu. Acıdan gözlerim doldu, beynim ağrımaya başladı. Elimle göğsüme baskı yapmaya çalıştım. Lakin ağrı geçmedi. Sanki biri yüreğimi mengene ile sıkıştırıyordu.

— Kızım! Kızım, ne oldu?

Annem kapıda endişeyle yüzüme bakıyordu. Dolu gözlerim onu buldu. Gözyaşlarımın arasından onu görmek biraz zorlaşmıştı. Başımı her iki yana hızlı hızlı salladım.

— Anne, bir şey oldu! Anne, Alparslan'a bir şey oldu!

— Kızım, sakin ol. Belli ki yine kabus görmüşsün. Sakin ol, otur şöyle...

O, bedenimi her ne kadar koltukta tutmaya çalışsa da yerimden doğrulmaya çalıştım. Olabildiğince hızlı hareket etmeye çalışıyordum. Burada daha fazla kalamazdım, daha fazla ondan habersiz duramazdım. Bir şey olmuştu, hissediyordum. Yüreğim hissediyordu, ruhum anlıyordu, duyuyordu işte bir şey olmuştu.

"Hayır, hayır! Bir şey oldu, anne. Yemin ederim bir şey oldu, hissediyorum!"

"Kızım bak, sakin ol. Daha yeni iyileştin, ayağının üstüne basmaman lazım."

"Anne, umurumda değil! Duramam daha fazla bu şekilde. Elim kolum bağlı duramam. Ben gidiyorum!"

Arkamı dönüp hızla kapıya doğru yöneldim. Kapıdan çıkmadan üzerime ceketimi aldım. Ayakkabılarımı giyerken, annem de endişeyle peşimden geliyordu.

"Kızım, Allah hakkı için sakinleş! Nereye gideceksin?"

"Karargâha gideceğim! Bir şekilde bir yolunu bulacağım, bilmiyorum. Bir haber, bir ses... Ne olursa! Daha fazla duramam. Ne olur, beni durdurma!"

"Tamam, tamam... Ama ben de seninle geleceğim."

Beni durdurmayacağını anladığımda biraz daha sakinleştim. O da ayakkabılarını giyip üzerini aldı, sonrasında anahtarı alıp peşimden geldi. O sırada Eylül ve Songül de merdivenleri çıkıyordu. Şehrazat ise gürültüye kapıya çıktı.

"Eflal?"

Üzerindeki şaşkınlığı ilk atan Şehrazat oldu. Lakin adımı söyledikten sonra, yüzümdeki yaşları görünce cümlesini tamamlayamamıştı.

"Sevgi teyze, ne oluyor? Nereye gidiyorsunuz?"

Eylül ve Songül de panikle yukarı çıkıp yanımıza geldiler.

"Kızım, anlamadım ki. Uyuyordu, birden yerinden sıçrayarak uyandı. Kabus gördün diyorum ama dinlemiyor. Alparslan’a bir şey olduğunu söylüyor. Karargâha gideceğiz."

"Eylül, bir şey oldu! Kimse beni anlamıyor ama bir şey oldu, eminim!"

Hepsi yüzüme hüzünle bakıyordu. Anlamıyorlardı işte.

"Tamam, tamam! Biz de seninle birlikte geleceğiz, tamam mı?"

Şehrazat da anahtarını alıp üzerini giyindi. Kızlar zaten kapıdaydı. Hep birlikte karargâha doğru yol aldık. Bu lanet olasıca yol bu kadar uzak mıydı? Ya da biz çok mu yavaş yürüyorduk? Neden bitmek bilmiyordu? Adımlarım hızlı hızlı karargâhın içerisine girdi. Zaten kapıdaki askerler beni ve yanımdakileri tanıdığı için kimlik kontrolüne gerek kalmadan kapıyı açmışlardı. Biz panik halde karargâhın içine girince birçok asker ve üst rütbeli subay etrafımızda toplanmıştı. Koridorda Er Salih’i görmemle hızla ona doğru yürüdüm.

"Salih! Salih, Albay nerede? Onu görmem lazım, çok acil!"

"Eflal! Kızlar…"

O sırada koridorun başında babamın sesini duydum. Meraklı ve şaşkın bakışları hepimizin üzerinde dolandı. Hızlı adımlarla gelip yanımızda durdu. Hemen ona yönelmiş, ellerimi kollarına koymuştum. Gözleri yanaklarımdaki ıslaklıkta dolaştı, kaşları çatıldı. Bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı o da.

"Baba, Alparslan’a bir şey oldu!"

"Ne?"

"Baba, bir şey oldu! Yemin ederim sevdiğime bir şey oldu, baba!"

Gözleri diğerlerinde dolaştı. Annem, merakını gidermek amacıyla buraya gelmeden önce yaşadıklarımızı ve yol boyunca benim ağlayışlarımı anlattı.

"Kızım, bak sakin ol. Belli ki rüya görmüşsün."

Başımı hızla her iki yana salladım. Neden kimse beni anlamak istemiyordu? Neden beni dinlemiyorlardı? Hızla kolundaki ellerimi geri çektim.

"Size bir şey oldu diyorum, niye anlamıyorsunuz beni? Hissediyorum! Ona bir şey oldu. Bir şeyler yanlış, bir şeyler yolunda değil. Yüreğim hissediyor, anlıyor!"

Bağırışım karargâhın koridorlarını inletiyordu. Yüksek ihtimalle bu yaptığımdan sonra iki asker koluma girecek ve beni karargâhın dışına çıkaracaktı. Ama anlatamıyorum derdimi kimseye. Buranın böyle bir yer olmadığının, ciddiyetle hareket etmem gerektiğinin farkındayım. Lakin kimsenin söylediklerime ehemmiyet vermemesi, dikkate dahi almaması beni çileden çıkarıyordu.

"Ne oluyor burada?"

Tahir Komutan da sert ve kendinden emin adımlarıyla yanımıza doğru geldi. Bu defa bir ümitle ona doğru koştum. Birkaç adımda karşısında dikilmiştim. Bakışlarımı yüzünde dolaştırdım.

"Komutanım, komutanım! Yalvarırım, siz bir şey yapın. Kimse beni anlamıyor, kimse beni dinlemiyor. 'Bir şey oldu' diyorum ama kimse buna inanmıyor, Komutanım! Alparslan’a bir şey oldu. Bilmiyorum, belki her şey yolundadır ama... Yalvarırım yardım edin! Beni konuşturmanıza gerek yok. Sadece ‘İyiler mi?’ diye sorsanız, telsizden bir haber alsanız... Size yalvarırım, yardım edin!"

Tüm yalvarmalarım boyunca bakışları yüzümde dolaşmış, neler olup bittiğini anlayamasa da gözlerime anlayışla bakmıştı. Bu bakışından bana yardımcı olacağını anlamıştım.

"Albayım, Bozkurt Timi ile iletişime geçin. Görevin ne durumda olduğuna dair bilgi edinin. Sonrasında edindiğiniz bilgileri bana ulaştırın," diye emir vermişti.

Ben de nihayet rahat bir nefes almıştım. Lakin göğsümdeki ağrı hâlâ geçmemişti. Sağ elim, sol göğsüme uzandı. Tahir Komutan da elimin gittiği noktaya bakmıştı.

"Sen iyi misin kızım?"

Başımı her iki yana salladım. Beni anlıyor olmasına rağmen yüzümde hüzün vardı, gözlerimden durmaksızın yaşlar akıyordu.

"Kalbim acıyor... Anlatamıyorum derdimi ama kalbim çok acıyor..."

"Tamam, bak sakin ol. Birazdan haber alırlar. Sen de rahat bir nefes alırsın, tamam mı? Şimdi geç, otur şöyle."

Şu an karşımda bir komutanım olarak değil, bir askerinin yakınına destek olan bir insan olarak duruyordu. Ve ben o askerinin yakınıydım. Onun askeri değildim, o yüzden olabildiğince anlayışlı ve sakin durmaya çalışıyordu. Bu meslekte öğrendiğim bir şey daha varsa, o da bizler, askerlerimize karşı kendi aramızda ne kadar sertsek, birbirimizin ailesine karşı o kadar yumuşak ve anlayışlıyız. Şu an farkındaydı, ben üsteğmen Eflal Karca olarak burada değildim. Ben şu an Yüzbaşı Alparslan Karahanlı’nın eşi olarak duruyordum. İçimde kocaman bir endişe vardı ve o, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir subayı olarak sevdiğim adamın güvenli kollarda olduğuna beni ikna etmeye çalışıyordu.

Dakikalar geçmek bilmiyordu. Buraya geldiğimizden bu yana kaç dakika geçmişti? Peki, Tahir Komutan’ın emir vermesinin üzerinden ne kadar geçmişti? Tahir Komutan, beni banka oturtmuştu, geri kalan herkes ayakta duruyordu. Bir süre sonra koridorda koşuşturmalar başladı. Harekât merkezine gönderdiğimiz er, koşar adım yanımıza geldi.

"Komutanım, Bozkurt Timi ile irtibat sağlayamıyoruz."

Erin söylediği her kelime beynimde bir balyoz etkisi yaratmıştı. Sanki o an tüm kemiklerim kırıldı. Lakin benden tek bir ses çıkmadı, bakışlarım öylece onlarda kaldı.

"Ne demek irtibat kuramıyoruz? En son ne zaman haber aldınız?"

"Bu sabah saat 10.00 sularında her şeyin yolunda olduğuna dair bilgi almıştık. Lakin şu an tüm çabalarımıza rağmen haber alamıyoruz."

Erin kurduğu cümlelerle babam, Tahir Komutan, Kan ve Şafak Timi'nin komutanları harekât merkezine doğru ilerledi. Bizler ise arkalarından öylece bakakalmıştık. Haber yoktu ama kötü haber de yoktu. Bu da iyi bir şeydi, öyle değil mi?

Böylece lanet bir bekleyiş daha başladı. Aradan geçen bir saatin sonunda Yiğit Komutan harekât merkezinden çıktı. Kim olduğu, ne düşündüğü zerre kadar umurumda değildi. Hızla karşısına geçip durdum. Bu yaptığımla o da durmak zorunda kaldı.

"Ne olur, bir şey söyleyin!"

"Hâlen bir haber yok. Uydu görüntülerinden bulundukları noktada sıcak temas sağlandığına dair şüphelerimiz var. O yüzden şu an yola çıkacağım ve sana söz veriyorum, Üsteğmenim... Kocanı sağ salim getirmek için elimden ne geliyorsa yapacağım."

"Ben..."

"Gelmek istediğinin farkındayım. Lakin olmaz. Bırak, görevimizi yapalım. Türk askeri, Türk askerini zorda bırakacak değil ya. Söz veriyorum, onları sağ salim getirmek için elimden ne gerekiyorsa yapacağım."

Başımı tamam anlamında salladım. Birkaç adım öne çıkıp arkamdaki timine seslendi. Tüm karargâh, sanki başka işi yokmuş gibi hâlâ bizim etrafımızdaydı.

"Kan Timi, tam teçhizat hazırlık! Sadece 5 dakikanız var. Daha fazlası değil! 5 dakika içerisinde hepinizi helikopter pistinde bekliyorum. Silah arkadaşlarımızı almaya gidiyoruz. Türk askeri, o itlere hiçbir kurdu yem etmeyecek! Bunu onlara bir kere daha göstereceğiz, hadi!"

Sözlerini tamamladıktan sonra hızlı adımlarla kendi odasına ilerlemişti. Onun ilerleyişinin ardından timin tamamı hangara doğru koşmaya başlamıştı. Dilerim sözünü tutardı... Dilerim arkalarında böyle kalmam kötü sonuçlara yol açmazdı. Hâlâ aklımın bir köşesinde peşlerine takılıp gitmek vardı. Lakin nerede olduklarını bile bilmiyordum ki, hangi bölgede olduklarına dair en ufak bir fikrim yoktu.

"Kızım."

Babam koridorun başında göründü. Yanıma geldiğinde bakışlarını gözlerime kenetledi.

"Kızım, burada beklemenizin bir anlamı yok. Hadi hepiniz evinize dönün. Bir haber alır almaz söz veriyorum, sizi arayacağım."

"Olmaz, gitmem!"

"Yavrum, söz veriyorum, Bozkurt Timi buraya geldiğinde Yüzbaşı’yı hemen senin yanına göndereceğim."

"Baba, zorlama. Gitmem!"

Bakışlarını bu defa diğerlerine çevirdi. Onlar da en az benim kadar gitmemekte inat etmişlerdi. Lakin babam onlardan daha dirayetli çıkmış, annemle birlikte hepsini eve göndermişti. Ben ise yönümü onun odasına çevirdim. Bu odada bile kokusu kalmamıştı… Allah’ım, sana yalvarıyorum, ona bir şey olmasın!

Odada askıda ona ait olan parka duruyordu. Havalar sıcak olduğu için bunu yanına almamış olmalıydı. Savsak adımlarla oraya doğru ilerledim. Ellerimi uzatıp parkayı aldım. Parmaklarım titriyordu. Ayakta duracak hâlim bile yoktu. Bir kere daha anladım… Bu adam olmadığı sürece ben bir hiçtim, ben yoktum. Ben ondan önce nasıl var olmuştum, hiçbir şeyden haberim dahi yoktu. Koltuğa geçip oturdum. Kucağımdaki parkasına sarıldım. Bunda bile kokusu kalmamıştı… Şu geçtiğimiz on günde kokusunun sindiği ne varsa, hepsini tek tek terk etmişti.

"Dön Yüzbaşı… Yalvarırım bana geri dön! Söz verdin, bu defa sözünde dur..."

Hıçkırıklarım odanın duvarlarına çarpıp kulağıma geri geliyordu. Artık kendimi tutabilecek takatim yoktu. Sarsıla sarsıla ağlıyordum. Ne kadar geçti, kaç saattir buradaydım, gece yarısını geçmek üzereydi. Lakin benim gözlerimdeki yaşlar tükenmek bilmiyordu. Artık sesim çıkmıyordu, gözyaşlarımı sessizce akıtıyordum. Göğsümdeki ağrı yavaş yavaş dinmiş, yerini ince bir sızıya bırakmıştı. Sanki daha önce kurşun yemiş de yarası yavaş yavaş iyileşmeye yüz tutmuş gibiydi. Lakin aklımdaki acı dinmek bilmiyordu.

Odanın kapısının bir anda açılmasıyla bakışlarım oraya kaydı. Gelmişti… Yine bana dönmüştü… Gözlerimdeki yaşlar daha hızlı akmaya başladı. Lakin dudaklarımda küçük bir tebessüm yer edindi.

"Alparslan…"

"Alparslan'ın canı!"

Kollarımı ona doğru kaldırdım. Hızla gelip bedenimi kucakladı. Kokusu ciğerlerime dolunca ben de nefes aldım. Artık ne yüreğim, ne aklım, ne bedenim, hiçbir yerim ağrımıyordu. Sanki birkaç saat önceki acı yok olmuş ve ben yeniden doğmuştum.

Kokusunu doya doya içime çektim. Boynuna, yanaklarına, çenesine, burun ucuna, alnına, gözlerine, dudaklarına… Her yerine dudaklarımı bastırıp öpücükler bıraktım. Öyle özlemiştim ki… İçimdeki özlemi dindirmenin bir yolu yoktu. Tüm bu yaptıklarıma ses çıkarmamış, onu doya doya öpmeme, sevmeme izin vermişti.

"Bebeğim benim… Güzel bebeğim."

Dediğiyle hafif geri çekilip gözlerine baktım. Bu mavi gözler yüreğimi yangın yerine çeviriyordu.

"Çok korktum Alparslan. Sana bir şey olacak diye çok korktum. Yüzbaşı… Canım çok yandı, öyle bir ağrıdı ki kalbim, benim canım öyle bir acıdı ki…"

"Canına kurban olurum, güzelim benim…"

Kollarını biraz daha sıktı. Elinden gelse, göğüs kafesine sokacaktı. Ben de onun tarafından sarılmanın tadını çıkardım. Geri çekilip dudaklarına kapandım. Yavaş yavaş öptüm. Öyle özlemiştim ki… Alt dudağını dudaklarımın arasına alıp emdim, sonrasında üst dudağına da aynı şeyi yaptım. Çok yavaş hareket ediyordum ve bu yavaşlığım onu çileden çıkarmış olacak ki, bu defa dudaklarıma kapanan o oldu. Onunki, benim nazik hareketlerime kıyasla daha sert, daha kabaydı. Dili dilime dolandı, sanki dudaklarımı, tenimi sömürürcesine öpüyordu. Lakin bu öpüş, canımı yakmaktan çok uzaktı. Hatta tam tersine, bana büyük bir haz, büyük bir keyif vermişti. Nefesimin kesildiğini anladığında geri çekildi, ellerini yanaklarıma koyup elmacık kemiklerimi okşadı.

“Çok özledim nefesim, seni deliler gibi özledim.”

“Ben de... Ben de seni çok özledim, Yüzbaşım. Şu aciz hâlime her gün lanet ettim. Ardında kaldığım için her gün sövdüm kendime. Bilemezsin, ardında kalmanın ne demek olduğunu bilemezsin.”

Kollarımı boynuna dolayıp daha sıkı sarıldım.

“Eve gidelim mi, güzelim?”

“Gidelim. Annem de seni çok özledi, çok merak etti.”

Boynumdan son defa öpmüş, kokumu derince içine solumuştu. Bunu yapmasını bile öyle özlemişim ki…

“Şu fulardaki kokun bir bitti ya… İşte o an ben daha çok delirdim, nefesim. Hani diyordun ya, eşyalardaki kokun gidiyor diye… Artık neyden bahsettiğini daha iyi biliyorum.”

Yavaşça geri çekildim, dudaklarına kısa bir öpücük bıraktım ve ayaklandım. Beni fazla bekletmeden o da ayağa kalktı. Sonrasında ikimiz el ele karargahtan çıktık, adımlarımızı evimize yönlendirdik. Bizim birkaç gün sonra düğünümüz vardı. Çok kısa bir süre sonra artık Eflal Karahanlı olacaktım. Resmen onun karısı... Zaten öyleydim ama artık resmiyet kazanacaktı. Bu, aklıma nereden gelmişti bilmiyorum ama içim kıpır kıpırdı.

Birleşen ellerimizi kaldırıp elimin üzerine dudaklarını bastırdı. Sonra da kolunu omzuma dolayıp beni göğsüne çekti. İkimizin de yüzünde şapşal bir tebessüm vardı. Kısa bir süre sonra –ki bu süre karargâha giderken benim için saatler sürmüş gibiydi– evimize gelmiştik. Kapıyı çaldığımızda annem hızla kapıyı açmıştı. Sanırım kapıda bekliyordu. Aksi takdirde bu kadar hızlı açmasının imkânı yoktu. İkimizi de sağ salim görmesiyle rahat bir nefes aldı. Özellikle bugün söylediklerinden sonra bu hareketleri daha çok dikkatimi çekiyordu. Alparslan’a sarılmış, özlemini gidermişti.

İkimiz de yan yana evin içine girdik. Hepimiz çok yorgunduk ve saat epey geç olmuştu. Bu yüzden fazla oyalanmadan odalarımıza çekildik. Alparslan önce kendi üzerini değiştirmiş, sonra yanıma gelip benim üzerimdeki kıyafetleri çıkarmıştı. Üzerime, benim pijamalarımdan birini giydirecekti ki karşı çıktım:

“Senin tişörtünü giydir.”

“Bebeğim, kirli o. Kim bilir kaç gündür yıkanmadı. Hem bak, ben senin yanındayım.”

“Senin tişörtünü giydir Yüzbaşı!”

İnadım karşısında pes edip, demin kendi üzerinden çıkarıp kirli sepetine attığı tişörtünü geri getirmiş, sonra da bana giydirmişti. Bu yaptığına tebessümle yüzüne baktım. O ise “sen adam olmazsın” dermiş gibi bakıyordu. Belki haklıydı. Bakışları hâlâ benim üzerimdeydi.

“Bakma öyle.”

“Yavrum, ne yapayım? Ben senin yanındayım. Lakin sen hâlâ benim kirli kıyafetlerime sarınıyorsun.”

“Kirli değil bir kere. Üstüne senin kokun sinmiş.”

“Bebeğim, tamam kokum sinmiş de kaç gündür ben de o dağlardaydım.”

“Sen sanıyor musun ki kötü kokuyorsun, Yüzbaşı? Sen günlerce duş almasan da ben senden hiçbir zaman kötü bir koku almadım ki... Sanki hep bir nefesmiş gibi kokuyorsun.”

Dediğimle dudakları kıvrılmış, daha fazla ısrarcı olmamıştı. Beklemeden kollarının arasına sığındım. Beni fazla bekletmedi, kollarıyla sımsıkı sardı ve ben bugün, hatta günlerdir uyuyamadığım o huzurlu uykuya şimdi dalmıştım. Sabaha kadar ne bir kabus, ne nefes kesilmesi, ne kötü bir his... Hiçbir şey olmamıştı. Bilincim, onun güzel sesi ve dokunuşlarıyla açıldı:

“Bebeğim, güzelim, uyan hadi.”

Sesi her ne kadar beni uyandırmaya çalışsa ve o güzel yüzünü görmek istesem de, biraz nazlanmak istemiş, gözlerimi açmamıştım.

“Cennetim... Ömrümün baharı, gül kokulum, hadi uyan.”

“Uyanmak istemiyorum.”

“Peki neden?”

“Uyurken kolların hep sarıyor. Şimdi uyanırsam birkaç saniyeliğine de olsa uzaklaşmam gerekecek.”

“Peki ya uyandığında da kollarım seni sürekli böyle saracak desem? Kokun hep kokuma karışacak desem?”

Tek gözümü açıp yüzüne baktım. Gülen gözlerle bana bakıyordu. Mecburen diğer gözümü de açtım. Çünkü bu gülüşü kaçıramazdım.

“Madem böyle güzel şeyler olacak, e ben de uyanayım o zaman, değil mi?”

Eğilip alnıma dudaklarını bastırdı. Sonra yanaklarıma, derken dudaklarıma da küçük bir öpücük bıraktı.

“Uyan elbet, güzelim... Uyan elbet, benim canımın canı. Yoksa ben senin o güzel gözlerini görmeden nasıl yaşarım?”

“Ağzın çok iyi laf yapıyor Yüzbaşı, biliyorsun değil mi?”

Dediğimle odada kahkahası yankılanmıştı. İkimiz de daha fazla yatakta oyalanmayıp kalkmıştık. İçeriden duyduğum tıkırtılarla annemin çoktan uyandığını anladım. İkimiz de yüzümüzü yıkayıp mutfağa geçtik. Annem sofrayı çoktan kurmuş, çayları dolduruyordu. Arkasından yavaşça yaklaşıp kollarımı beline sardım, hızlıca dudaklarımı yanağına bastırdım. Bu yaptığımla hafif irkilmiş, sonrada gülmeye başlamıştı.

“Günaydın sultanım.”

“Günaydın güzel kızım. Bakıyorum bu sabah keyfin pek bir yerinde.”

“Senin o gül yüzünü görüp de keyfimin yerinde olmaması mümkün mü?”

“Ha! Bunun nedeni benim gül yüzümü görmen... Şu arkadaki deli bozuk değil yani?”

“Aşk olsun. Onunla ne alakası var? Ben onunla senin için evleniyorum zaten. Bakma, o bahane.”

Söylediklerimden sonra ikisi de kahkaha atmaya başlamışlardı. Gülüş seslerimiz eminim evin dışına kadar çıkıyordu. Üçümüz de oturup keyifli bir kahvaltı yapmıştık. Kahvaltının ortalarına doğru masadaki peynirin kokusu niyeyse midemi bulandırmaya başladı. Bozuk falan mıydı bu?

Yüzümü buruşturdum.

“Bu peynir sizcede çok kötü kokmuyor mu?”

“Yok kızım, daha yeni açtım.”

“Bozuk falan mı, anne? Belki tarihi geçmiştir, yemeyin siz de.”

“Güzelim, yedim ben. Bozuk falan değil, ayrıca kötü de kokmuyor.”

“Yüzbaşı, benden uzağa koyar mısın? Çok kötü kokuyor.”

Oturduğum yerde daha fazla kalamadım, gerçekten iğrenç bir kokusu vardı. Mideme kramplar girdi, elim midemdeydi. Hızla banyoya doğru koştum. Sabah kahvaltısında yediğim ne varsa, şu an dışarıdaydı. Lanet olsun, yine mi başlamıştı bu kusmalar? Yüzbaşı da peşimden gelmişti. Ben kusarken saçlarımı toplamış, eliyle sırtımı sıvazlamıştı. O kadar çok kusmuştum ki gözlerimden yaşlar aktı. Biraz da olsa yemek yiyebildiğim için bedenimin dirayeti yerindeydi. Neyse ki eskisi kadar güçten düşmüyordum. Doğrulduğumda, Alparslan sifonu çekmişti.

“Bebeğim, iyi misin?”

“İyiyim, önemli bir şey değil zaten, sürekli olmuyor.”

“Ben yokken de mi oldu?”

Hüzünlü bakışları yüzümde gezindi. Lanet olsun, bunu sevmiyordum işte; çünkü şu an kendini suçladığının farkındaydım.

“Bakma öyle, yüzbaşı. Bu senin suçun değil ki, hem geldin, geçer yine. Daha önce geçti, yine geçer.”

Sıcak dudaklarını anlama bastırdı, bedenimi kollarının arasına aldı. Bu o kadar iyi gelmişti ki...

“İsterlerse şu geçen 10 günde canımı alsınlar, etimi kemiğimden ayırsınlar, şu sarılışına... Tüm acılarım diner, dimdik ayaklanırım, kokunu bir nefeslik solusan hemen iyileşirim. Yüzbaşı, farkında değilsin; lakin senin varlığının bende iyileştiremeyeceği yara yok.”

“Bebeğim benim, güzel bebeğim... Keşke elimden bir şey gelse, keşke seni iyi etmenin, tüm bu yaraları sarmanın bir yolu olsa.”

“Kendini daha fazla suçlama, elinde olsa yapardın. Ben biliyorum. Ve bu arada, hala açım. Yediğim her şeyi kustum.”

Bakışlarımı kapıda bize hüzünle bakan anneme çevirdim.

“Anne, masadaki peyniri kaldırır mısın? Kokusu gerçekten kötüydü, oraya gelmek istemiyorum.”

O da gelip kollarını bana dolamış, saçlarımdan öpmüştü. Sonra tebessüm edip mutfağa ilerlemişti. Büyük ihtimalle biz mutfağa girmeden, o masadaki peynirden kurtulacaktı. Deminki neşemizden eser kalmamıştı, bunun olmasından nefret ediyordum. En güzel anlarımıza bir şekilde gölge düşüyordu. Biraz kahvaltı yapmış, birkaç lokma da olsa atıştırmıştım.

“Seni bugün bir yere götüreceğim.”

Bakışlarımı yüzbaşıya çevirdim, gülümseyerek yüzüme bakıyordu.

“Nereye?”

“Sürpriz.”

“Senin bu yaptığın haksızlık ama, madem sürpriz, niye bir yere götüreceğini söylüyorsun? Meraktan çatlayacağımı biliyorsun.”

Söylediğimle gülmüş, sonra da masadaki elimi alıp üstüne dudaklarını bastırmıştı. Anneme masayı toplamasında yardımcı olduktan sonra el ele evden dışarı çıkmıştık. Araç yollarda bir sürü ilerledikten sonra, yolun her iki yanında yan yana dizilmiş küçük müstakil evlerin olduğu bir yolda ilerliyorduk. Evler gerçekten çok şirin, çok güzeldi. Her birinin kendine ait küçük bir bahçesi vardı. Bahçelerin birçoğunda rengarenk çiçekler, geri kalan kısmında ise ev sahiplerinin diktiği sebzeler vardı.

Biz buraya niye gelmiştik? Kim için gelmiştik anlamamıştım. Bir süre sonra araç, onlara benzer bir evin önünde durdu. Bu evin bahçesinde, diğerlerinin bir kısmında olduğu gibi çiçekler ekiliydi. Ama diğerlerinin aksine evin etrafında çitler değil, yarıya kadar beton duvarlar vardı. Duvarların üzerine ise bir buçuk metrelik tel örgüler çekilmişti. Örgülerin üzerinde ise beyaz sarmaşık gülleri kaplamıştı. Dışarıdan bakan bir insan, evin bahçesinde kimin olduğunu ya da ne yaşandığını asla göremezdi. Doğal bir bariyer gibiydi. Lakin bu çok hoş duruyordu.

İkimiz de yan yana indik, ama hâlâ bu evin kime ait olduğunu, kime geldiğimizi anlamamıştım. Meraklı bakışlarımı yanımdaki adama çevirdim. Gözlerinin içi gülüyordu, sanki özellikle benim bu meraklı bakışlarım onu çok hoşuna gidiyordu.

“Neresi burası? Kimin evi?”

Yanıma gelip kolunu omzuma attı, ikimizin de yönünü eve çevirdi. Birden gözlerimin önünde bir anahtarlık belirdi. Hâlâ şaşkın bakışlarım yerini koruyordu. Eğilip kulağıma doğru fısıldadı:

“Burası Karahanlı çiftinin evi.”

“Nasıl?”

“Burası bizim evimiz, nefesim. Burası bizim ve gelecekteki çocuklarımızın yuvası olacak.”

Söylediğiyle şaşkınlıkla yüzüne bakmıştım. Burası çok güzeldi, muhitte çok temizdi, genellikle ailelerin oturduğu bir yerdi.

“Alparslan, sen ciddi misin?”

“Şaka yaparmış gibi bir halim mi var? Beğendin mi?”

“Şaka mı yapıyorsun, beğenmez olur muyum? Cennet gibi bir yer burası.”

Elimden tutup beni evin içine doğru götürdü. İlk başta bahçe kapısını, elindeki anahtarla açtı, ikimizi de içeri buyur etmişti. Çok büyük bir bahçe değildi ama küçük de denemezdi. Evin duvar diplerine doğru yerde küçük parke taşları vardı. Evin kapısına kadar bu parke taşlarından taştan bir yol yapılmıştı; yolu toprak zeminden ayırıyordu. Kahverengi çelik kapının önünde durduğumuzda heyecandan kalbim duracak gibiydi.

Biz şimdi evimizde miydik? Bizim evimiz! Elindeki anahtarla kapıyı açtı. Girişte küçük bir hol vardı, hemen sonrasında büyükçe bir salon. Salonun bitişinde hoş bir mutfak vardı. Mutfak ve salonun bahçeye çıkışını sağlayan büyük camdan kapı ve geniş camlar vardı. Bu evin içinin hem ışık almasını hem de daha ferah olmasını sağlamıştı. Giriş katında, salondan ayrı bir tane erişkin banyosu, bir tane de küçük yatak odası vardı. Bu odayı annemler için ayırabilirdik; geldiklerinde burada kalırlardı.

Evin içinde henüz eşya yoktu ama eşyalarımız geldiğinde burası çok güzel bir yuva olacaktı. Bu 10 gün içerisinde kataloglardan da olsa bir şekilde birkaç mobilya beğenmiştim ve şanslıydım ki büyük bir çoğunluğu bu eve uyum sağlayacaktı. Geri kalan kısmında zaten satın almamıştık; onların yerine yenisini seçerdik.

“Ne diyorsun güzelim?”

“Çok çok güzel, hayallerimin ötesinde. Sen yanımdayken neresi olduğu mühim değildi zaten. Küçük bir barakada bile yaşardım ama şimdi burayı görünce, ilerideki çocuklarımızla, o kadar güzel hissettiriyor ki.”

“Yukarıyı görmek ister misin?”

“İsterim.”

Başımı hızlı hızlı aşağı yukarı salladım. Elimden tutup bu defa yukarı yönlendirdi. Evin üst katı da alt katı gibi havadar ve aydınlıktı. Koridorun sağ kısmında küçük bir banyo vardı, sol kısmında ise küçük diyemeyeceğim ama büyük de sayılmayacak bir oda daha vardı. Odanın içerisinde aydınlatan küçük bir pencere vardı. Aşağıdaki pencerelerin aksine, bu pencerede parmaklıklar vardı. Yönümüzü bu defa son odaya çevirdik. Bu oda diğer odalara göre biraz daha büyüktü. Odanın içerisinde bir tane de ebeveyn banyosu vardı. Odanın içini aydınlatan, bahçe tarafına bakan büyükçe bir cam vardı.

“Burayı nasıl buldun?”

“Çok güzel. Hatta şimdiden evin düzeni hakkında kafamda bir şeyler oluşmuş olabilir.”

“Nasıl bir düzenmiş bu?”

“Şimdi şöyle; alt kattaki odayı annem ve Fulya için ayarlayabiliriz, küçük bir misafir odası gibi ama onlar için özel küçük dokunuşlar yaparız. Bu üst kattaki diğer odayı küçük çocuklarımıza ayıracağız. Güzel bir çocuk odası olacağına inanıyorum. Ama ailemiz büyüdükçe bu evin bize yetmeyeceğini hatırlatırım sana, yani daha çok çalışman gerekecek, Baba Yüzbaşı.”

Dediğimle sesli bir gülüş bahşetmişti bana.

“Demek baba yüzbaşı.”

“Evet, bizim küçük bebeklerimizin babası olacaksın. Bir de tabii ben de hala senin bebeğinim, unutma, en çok beni seveceksin. Hatta bebeklerimiz de en çok beni sevecek."

Eğilip dudaklarını boynuma bastırdı. Birkaç saniye bekleyip derince soluklar aldı. Bedenim kendinden geçmeye dünden razıydı. Dudakları boynumdayken fısıltısı duyuldu:

— En çok seni, sevgilim, en çok seni seveceğim.

— Alparslan, eğer devamını getirmeyeceksen, hemen şimdi dur!

Dediğimle geri çekildi, dudakları kıvrılmıştı.

— Peki, burası için ne düşündün, güzelim?

— Burası bizim odamız olacak, çocuklara yakın ama aynı zamanda baş başa kalabileceğimiz bir yer.

Duvar tipine doğru ilerledim, yönümü geniş cama çevirdim.

— Yatağımızı buraya koyarız, şöyle ayak ucu cama gelecek şekilde.

Sonrasında sol tarafı işaret ettim.

— Bu tarafa gardırobu koyarız.

Sağ tarafıma döndüm.

— Bu tarafa da benim için makyaj masası koyarız, olur mu?

Gelip kollarını belime doladı.

— Sen iste yeter, nefesim, sen istediğin sürece olmayacak bir şey yok.

"Alparslan! Kaçak dövüşüyorsun, beni baştan çıkarıp sonrasında geri çekiliyorsun. Şayet oyun oynuyorsan bil ki bunun rövanşı olur.

Söylediklerimden sonra yanağımdaki dudakları gerilmişti. El mahkum geri çekilmek zorunda kaldı ama ikimiz de gülümsüyorduk, ikimiz de mutluyduk.

Son 3 gün... 3 gün sonra düğünümüz vardı. Ve benim sevgili kocam hâlâ balayı için beni nereye götüreceğini, ne planları olduğunu söylemiyordu. Sadece bunun hayali bile bedenimi ateşe veriyordu. Hoş, ona bakmak benim kendimden geçmem için yeterliydi. Ama benimki de laf olsun diyeydi.

İkimiz el ele evden ayrıldık. Alparslan önce evin kapısını, sonra da bahçe kapısını elindeki anahtarla kilitlemiş, yüzüme bakıp gülümsemişti ve ikimiz de yan yana arabaya binmiş, buraya geldiğimiz gibi gerisin geri, şimdilik evimiz olan yere geri dönmüştük.....

 

Bölüm : 27.05.2025 16:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Tuba eye / KUZGUN / 158. Bölüm
Tuba eye
KUZGUN

233.29k Okunma

21.38k Oy

0 Takip
162
Bölümlü Kitap
KUZGUN2. Bölüm3. Bölüm4. Bölüm5. Bölüm6. Bölüm7. Bölüm8. Bölüm9. Bölüm10. Bölüm11. Bölüm12. Bölüm13. Bölüm14. Bölüm15. Bölüm16. Bölüm17. Bölüm18. Bölüm19. Bölüm20. Bölüm21. Bölüm22. Bölüm23. Bölüm24. Bölüm25. Bölüm26. Bölüm27. Bölüm28. Bölüm29. Bölüm30. Bölüm31. Bölüm32. Bölüm33. Bölüm34. Bölüm35. Bölüm36. Bölüm37. Bölüm38. Bölüm39. Bölüm40. Bölüm41. Bölüm42. Bölüm43. Bölüm44. Bölüm45. Bölüm46. Bölüm47. Bölüm48. Bölüm49. Bölüm50. Bölüm51. Bölüm52. Bölüm53. Bölüm54. Bölüm55. Bölüm56. Bölüm57. Bölüm58. Bölüm59. Bölüm60. Bölüm61. Bölüm62. Bölüm63. Bölüm64. Bölüm65. Bölüm66. Bölüm67. Bölüm68. Bölüm69. Bölüm70. Bölüm71. Bölüm72. Bölüm73. Bölüm74. Bölüm75. Bölüm76. Bölüm77. Bölüm78. Bölüm79. Bölüm80. Bölüm81. Bölüm82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm85. Bölüm86. Bölüm87. Bölüm88. Bölüm89. Bölüm90. Bölüm91. Bölüm92. Bölüm93. Bölüm94. Bölüm95. Bölüm96. Bölüm97. Bölüm98. Bölüm99. Bölüm100. Bölüm101. Bölüm102. Bölüm103. Bölüm104. Bölüm105. Bölüm106. Bölüm107. Bölüm108. Bölüm109.Bölüm110. Bölüm111. Bölüm112. Bölüm113. Bölüm114. Bölüm115. Bölüm116. Bölüm117. Bölüm119. Bölüm120. Bölüm121. Bölüm122. Bölüm123. Bölüm124. Bölüm125. Bölüm126. Bölüm127. Bölüm128. Bölüm129. Bölüm130. Bölüm131. Bölüm132. Bölüm133. Bölüm134. Bölüm135. Bölüm136. Bölüm137. Bölüm138. Bölüm139. Bölüm140. Bölüm141. Bölüm142. Bölüm143. Bölüm144. Bölüm145. Bölüm146. Bölüm147. Bölüm148. Bölüm149. Bölüm150. Bölüm151. Bölüm152. Bölüm153. Bölüm154. Bölüm155. Bölüm156. Bölüm157. Bölüm158. Bölüm159. Bölüm160. Bölüm161. Bölüm162. Bölüm163. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...