157. Bölüm

157. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

ALPARSLAN KARAHANLI

 

 

On gündür dağlardaydık. O şerefsizi aramadığımız, kazmadığımız yer, bakmadığımız delik kalmadı. Artık kafayı yemek üzereydim. Onu bulup yaptıklarını ona ödetmem gerekiyordu. Lakin sanki yer yarıldı da içine girdi. Yola çıktığımızdan beri birçok kampı yerle bir etmiş, birçok adamı sorguya çekmiştik. Öyle ki sorgunun tam ortasında kendimi kaybediyor, adamların kafasına sıkıyordum.

Son gittiğimiz kampta yüzden fazla teröristi etkisiz hale getirmiştik ama Sergey denilen adam oradan kaçmayı başarmıştı. Timdeki herkes çok yorgundu, onları suçlamıyordum. On gündür ne doğru düzgün uyuyabiliyor, ne yemek yiyebiliyor, ne de dinlenebiliyorduk. Bu dağlarda bizim için güvenli denilen bir nokta yoktu. Her an, her şeye hazırlıklı olmak zorundaydık. Saldırının nereden, ne şekilde geleceği belli olmuyordu.

Şu anda nöbet sırası Ali ve Devran'daydı. Dağların yüksek noktasına konuşlanmış, etrafı gözetliyorlardı. Rıdvan abi ve Sinan sol tarafta kayanın arasına oturmuş, sırt çantalarına yaslanmış, ellerindeki ton balıklarını yiyorlardı. Ateş, toprakla teyemmüm abdesti alıyordu. Şunu da hepimiz biliyorduk ki namaz kılmayacaktı; ezan vakti değildi. “Olur da şehadet şerbetini içersem, kardeşlerime kavuşurum,” diye şehadete hazırlık yapıyordu.

Dursun, kaya dibinde gördüğü beyaz papatyayı eline almış, tebessümle bakıyordu. Şu an aklından ne geçtiğini tahmin etmek zor değildi. Aklı geçen gün tanıştığımız küçük kızda olmalıydı. Anlaşılan bizimki gönlünü fena kaptırmıştı. Dilerim sağ salim hepimiz eve döner, sevdiklerimize kavuşuruz.

Karan, silahının dürbününden karşıki dağları seyretmişti. Kayda değer bir şey görmemiş olacak ki bana doğru gelmeye başladı. Sırtını, benim yaslandığım kayaya yaslayıp derin bir nefes aldı.

" Nasıl gidiyor?"

"Nasıl gitsin? O iti bulamadığımız her saniye bana rahat nefes almak haram gibi geliyor. Sevdiğim kadını diri diri toprağa gömmeye kalktığı için şu an yaşıyor olması bir mucize. Ve ben, bunu ona yapanın kellesini almadan rahat edemeyeceğim."

"Gördüğüm zamanlarda iyi görünüyor gibiydi. "

"Yaşadığı her şeyi kafasının içinde yaşıyor, dışarıya belli etmemeye özen gösteriyor. Lakin geceleri gördüğü karanlık kabuslar, orada gördüğü cesetler peşini bırakmıyor. Sanki hepsi birer hayalet gibi ona musallat olmuş. Elimden ona yardım etmek için hiçbir şey gelmiyor. En azından bunu yapanı bulup cezasını kesmek istiyorum."

"Seni anlıyorum dersem yalan olur. Şehrazat’a doğrultulan bir namlu bile nefesimi kesmeye yetmişti. Nasıl dayandın? Ondan ayrı durmaya, defalarca ölümün elinden çekip almaya, nasıl dayandın?"

"Yine ona tutundum. Onun sevdasına tutundum. Onun da tutunacağı dal oldum. Buraya gelirken onu ardımda bırakmak öyle zordu ki... "

"Gelmek istedi."

Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım.

"İstedi. Ama ondan önce gelmemem için yalvardı. Öyle bir yakarışı vardı ki... Annesinin ardından ağlayan çocuklar olur ya; öylesine masum, öylesine çaresizdi."

Onun da bakışları karşıdaydı. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Böyle bir konuda ne söylenebilirdi ki zaten? Bir şey söylemeyeceğini anladığımda konuşmama ben devam ettim.

"Üzüldüğümü görünce güçlü görünmeye çalıştı. Güya arkamdan ağlamayacakmış, söz verdi. Oysaki daha o kapıdan çıktığım anda gözyaşlarını akıttığını biliyorum. Belki de ben merdivenleri inmeden önce verdiği sözü tutamadı."

Elini omzuma koyup sıktı.

"Dayan Karahanlı. Karın düşündüğünden daha dirayetli bir kadın. Dört gün kaldı. Bu dört günün sonunda nihayet hepimiz sevdiğimiz insanlara kavuşacağız."

" Ya Şehrazat? O görev süresini öğrenince ne tepki verdi?"

"Korktu. Üzüldü. Yüreğine bir hasret çöktü. Lakin alışmaya çalıştığının farkındayım. Alışmaya çalışıyor... Sanki böyle bir şeye alışılabilirmiş gibi. İnsan özlemeye nasıl alışır ki?"

"Dört günün sonunda geri döneceğiz. Öyle ya da böyle. Bir şekilde geri döneceğiz. Sevdiklerimize kavuşacağız. Lakin bu dört gün içinde o şerefsizi bulmazsak bu kavuşma hep yarım kalacak. Hepimizin aklında “acaba”lar olacak. Acaba o, şu an nerede? Bir yerden saldıracak mı? Biz o saldırıyı engelleyebilecek miyiz? O saldırıda sevdiğimiz herhangi bir kimseye zarar gelecek mi? Sürekli tetikte olacağız. Sürekli aklımızda sorular olacak.

İşin daha da kötüsü, o şerefsizi bulsak bile onun yerini bir başkası alacak."

Öfkeyle yerimden kalktım. Keskin bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Sakin olmalıydım. Şu an o şerefsizi bulamamamız kimsenin suçu değildi ve burada olmadığı için öfkemi de kimseden çıkaramıyordum.

"Sikerim böyle işi! Şu hâlimize bak! Bir bitmediler anasını satayım, bir bitmediler!"

" Kendin söylüyorsun işte Karahanlı. Bitmediler, bitmeyecekler de. Onlar bitmiyor ama biz bitiyor muyuz? Bitmiyoruz kardeşim! Biz de bitmiyoruz! Bir ölüyor, bin diriliyoruz!"

Burayı sevmemiştim. Tuhaf bir havası vardı. Puslu bir hava... Bakışlarımı timin tamamında dolaştırdım. Yaklaşık yirmi dakikadır buradaydık. Yemek yiyenler yemeklerini bitirmişti. Zaten artık burada daha fazla durmamızın bir anlamı yoktu.

"Bozkurt, toparlan! Gidiyoruz!"

Emrimle birlikte yemek yiyenler kalan artıkları toparlayıp çantalarına koydular. Arkada herhangi bir delil bırakamazdık. Dinlenenler çantalarını sırtlamaya başlamıştı. Tam bulunduğumuz kayaları geçiyorduk ki, kayalara isabet eden mermilerle hepimiz yere siper aldık.

" PUSU!!!!"

Hızla silahıma davrandım. Allah kahretsin ki pusu yemiştik! Bu kadar yakınımıza nasıl girebilmişlerdi? Çok kalabalıklardı. Bizi bir çemberin içine almışlardı. Çevredeki her yerden ateş ediyorlardı. Şayet içinde bulunduğumuz kayalar bir çember gibi etrafımızı sarmamış olsaydı, şu ana dek çoktan ölmüştük.

"Herkes iyi mi?"

O anın sıcaklığıyla “Vurulan kimse var mı?” diye sordum.

" Bizde sıkıntı yok, komutanım! "

diye karşılık verdi Devran. Yanında Ali vardı.

"Bende de sorun yok, komutanım."

Bu da Rıdvan abiydi.

Karan karşıdan başını aşağı yukarı salladı. Göz önümde olduğu için onun iyi olduğunu görebiliyordum.

" Dursun? Sinan? İyi misiniz?"

" İyiyiz komutanım! Sorun yok!"

Onlardan da iyi olduklarına dair geri dönüş alınca rahat bir nefes aldım. En azından kimsede herhangi bir yaralanma yoktu. Ama bu şekilde de uzun süre dayanamazdık.

"Ateş!"

"Emre’nin komutanım!"

"Telsizden karargâhla iletişime geç. Destek istediğimizi söyle. Bu şekilde uzun süre dayanamayız burada!"

Ateş emri ikiletmedi. Telsizi eline alıp karargâhla iletişime geçmeye çalıştı. Birkaç dakika sonra telsizden tekrar onun sesini duydum.

— Komutanım, karargâha ulaşamıyorum.

— Ne demek ulaşamıyorum?

— Komutanım, bağlantılarda bir sorun var. Ya da onlar bir şekilde bağlantıyı kestiler, emin değilim. İletişim sağlayamıyoruz.

— Kahretsin!

"Alparslan, bir şey yapmamız lazım. "

Karan bana doğru konuştu. Ardından saklandığı kayadan dışarı çıkıp iki adamı indirdi, sonra tekrar yerine sinmişti. Haklıydı. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Ama ne?

Bir süre sonra ağır silahlarla üzerimize geleceklerdi. Biz dayanmak istesek bile mühimmatımız yetmezdi. Roketatar ya da el bombası kullanmaya kalkarlarsa, burada kimsenin parçasını bile bulamazlardı.

— Komutanım, ne yapıyoruz?

Rıdvan abinin sesi telsizden duyuldu. Herkes bir şey söylememi bekliyordu. Ne yapabilirdim ki? Şu durumda gerçekten ne yapabilirdik?

— Bozkurt! Hepinizin benden bir beklentisi olduğunu biliyorum. Hepinizin geride bıraktığı sevdikleri olduğunu da... Onlara bir şekilde döneceğiz. Ama bugün, burada bu şerefsizlerin esamesi bile okunmayacak! Gördüğünüzü indirin! Direnebildiğiniz kadar direnin! Merminiz biterse bıçak! Bıçağınız düşerse yumruk! Kolunuz kırılırsa diş! Tırnak! Taş! Ne gerekiyorsa yapın! Kimse esir düşmeyecek! Bozkurt Timi düşmana esir vermeyecek! Anlaşıldı mı asker?"

— Emredersiniz, Komutanım!

— Komutanım, varsa hakkım helaldir. Varsa hakkınız, helal edin!

Bu konuşan Ateş’ti. Gözlerim nemlendi.

— Şayet üzerinizde zerre kadar hakkım varsa, helali hoş olsun. Öte tarafta buluşuruz kardeşlerim!

Yerimden hızla çıkıp birkaç kişiyi indirdim. Olabildiğince adamları tek atışta etkisiz hâle getirmeye çalışıyor, mermilerimi tasarruflu kullanıyordum. Kaç şarjörüm kalmıştı, emin değilim. İki ya da üç... Tüfek şarjörümün dışında, kendime ait silahımın iki yedek şarjörü vardı. Her birinde 12 mermi... Yani 24 mermi... Tüfek şarjöründe ise yaklaşık 10 mermi olduğunu varsayarsak, giderken bu piçlerden epeyce bir kısmını da yanımda götüreceğim kesindi.

Bulunduğum noktadan gördüğüm kadarıyla birkaç adam, kör noktamızdan yararlanıp içimize sızmaya çalışıyordu. Göğsümdeki el bombasını çıkardım, pimini çektim, sonra da adamların olduğu noktaya doğru fırlattım.Saniyeler sonrasında adamların parçaları dört bir tarafa dağıldı. Sırtım kayaya çarpmıştı. Karan’la göz göze geldim. Bana acıklı bir tebessümle bakıyordu. Sanırım o da sonumuzun böyle olacağını tahmin etmemişti.

" Bozkurt! Geleni indirin, kimseye göz açtırmayın!"

" Komutanım! Doğu kanadında sızma teşebbüsü var! Ne?! Emredersiniz... "

"Abi, hepsini havaya uçurun!"

Bu emrin ardından sadece birkaç saniye içerisinde büyük bir gümbürtü koptu. Anlaşılan Rıdvan Abi havan topunu kullanmıştı. Bu sayede birçoğunun geberip gittiğini anlamak zor olmadı. Yerimden çıkıp birkaçını daha indirdim, sonra da bulunduğum mevziye tekrar yaslandım.

Sayıları çok fazlaydı, mühimmatımız ise gittikçe azalıyordu. Sonumuzun burada biteceğini düşünmek çok acı veriyordu. Aklımdan birçok şey geçiyordu. Şüphesiz ki bunların büyük bir bölümünü gece saçlı bir kadın kapsıyordu.

Uzun, simsiyah saçları... Saçlarına tezat bembeyaz teni... Beyaz gülleri andıran kokusu... Kuş cıvıltısına benzeyen gülüşü... Benim kadınım, güzel sevgilim. Ona döneceğime dair söz vermiştim. Lakin şimdi burada sıkışıp kalmıştım.

Önüme düşen bir el bombasıyla bakışlarım oraya kaydı. Kaç saniyesi vardı? Üç? Beş? Bu bombanın patlamasıyla sevdiğime cesedim bile tek parça hâlinde ulaşamayacaktı. Uzuvlarımın her biri bir yere dağılacak, tabutuma ağırlık yapsın diye kum torbaları konulacaktı. Aileme yüzüm gösterilmeyecek, içlerinin acıması bu şekilde engellenmeye çalışılacaktı.

Lakin o anlardı... Bilirdi .... annem ve kardeşim bilmezdi ,tabuttaki ağırlığın benim bedenim olduğunu düşünseler dahi sorgulayacaklardı: Nasıl öldürüldüğümü, şehadete nasıl yürüdüğümü... Mutlaka sorgulayacaklardı.

Bir patlayıcıdan tek parça hâlinde çıkmam elbette imkânsızdı. Buna dayanamayacaklardı. Belki avazı çıktığı kadar bağıracak, belki de tekrar suskunluğa gömülecekti. Belki de delirecekti.

Ama kendimi bildiğim kadar bildiğim bir şey daha vardı: Benim küçük kadınım bu acılara bir kere daha dayanamazdı. Ve ben, sevdiğime söz vermiştim. Ona geri dönecektim.

Ben, Yüzbaşı Alparslan Karahanlı... Bedeni küçücük ama cesareti, kalbi ve inadı kocaman olan bir kadına söz verdim. Onun için gerekirse ölümle savaşacağım. Ama bu savaşı kazanıp ona sağ salim döneceğim. Bir tabutun içinde parçalanmış şekilde değil, nefes almıyor şekilde değil... İki ayağımın üzerinde, onun karşısına çıkıp tekrar kollarıma saracağım.

Hızla önüme düşen bombanın üzerine atladım. Vakit kaybetmeden karşı tarafa geri fırlattım. Maksimum üç saniye içerisinde, hatta belki yere düşmeden, havada patlamıştı.

Üzerime yağmur gibi mermi yağmaya başladı.

" Komutanı koruyun!"

Kara’nın bağırmasıyla bizimkiler bulunduğum tarafa koruma ateşi açtı. Ben de daha fazla oyalanmadan bulunduğum yerden doğrulup hızla eski mevzime geri döndüm.

Çok az kalmıştı. Ölümle aramda sadece birkaç saniye vardı. Ama bu iş böyleydi, değil mi? Bizler ölümle dans ediyorduk. Onunla oyun oynuyorduk. Şüphesiz ki bugün bu oyunu kazanan bendim. Ve elbette ki günün birinde kaybedecektim.

Lakin o gün, bugün değildi.

Kaç saattir buradaydık? Kaç saattir çatışıyorduk? Çatışma başladığında, yüksek ihtimalle saat 14 sularıydı. Şu anda ise hava kararmaya başlamıştı. Mermilerimiz gittikçe azalıyordu ve son şarjörü silahıma yerleştirdim.

— Beyler, ne durumdasınız?

— Bende maksimum bir buçuk şarjör kaldı! Rıdvan Abi’nin sesiyle derin bir soluk bıraktım.

— Bende yarım var.

Kara'nın da hâli içler acısıydı.

— Bende de o kadar var, komutanım! Ateş’in durumu da onlardan aşağı kalır değildi.

Diğerleri de tek tek ellerindeki mühimmatın bilgisini vermişlerdi. Lakin hepimizin elindeki mermi sayısı kısıtlıydı. Artık bulunduğumuz noktalardan daha az çıkıyor, olabildiğince adamları net bir şekilde görüp indirmeye çalışıyorduk.

Silah sesleri gittikçe artmaya başladı.

— Komutanım! Desteğe gelenler var!

— Nasıl? Kim?!

— Komutanım bilmiyorum ama... Adamların arkasından birileri onlara saldırıyor! Destek geldi!

Dursun’un söyledikleriyle hepimizin dudaklarında acıklı bir tebessüm belirdi. Kimlerdi? Nasıl gelmişlerdi? Hiçbirimizin fikri yoktu. Lakin iyi ki gelmişlerdi. Şayet onlar gelmeseydi, maksimum iki saat daha dayanabilirdik. Ondan sonrası yoktu...

— Komutanım! Bunlar bizimkiler!

Sinan’ın sesiyle bulunduğum mevziden karşı tarafı izlemeye başladım.

Gerçekten de bizim askerlerimizdi. Ama nasıl haberleri olmuştu?

— Beyler! Gördüğünüzü indirin! Bütün işi bizimkilere bırakmayalım, öyle değil mi?

Telsizden hepimizin gülüş sesleri duyuldu. Ardından ortalık mahşer yerine döndü. Önümüze geleni indirmeye başladık. Dürbünden gördüğüm kadarıyla kaçmaya çalışan bir adam tepeyi tırmanıyordu.

— Karan, koruyun beni!

— Komutanı duydunuz, beyler! Koruma ateşi!

Yerimden hızla dışarı çıktım ve o itin peşine düştüm. Hiçbir yere kaçamazdı. Bana, sevdiğime yaşattığı şeyin hesabını verecekti. Önce onun peşinden koşan iki kişiyi indirdim. Ardından birkaç saniye duraksayıp arkasına baktı. Peşinden geldiğimi görünce yalpalayan adımlarla tepeyi tırmanmaya devam etti. Lakin korkudan eli ayağı birbirine dolanıyor, durmadan dizlerinin üstüne düşüp tekrar tekrar ayağa kalkmaya çalışıyordu.

Silahımla sağ bacağına ateş ettim. Acı çığlığı dağların eteklerinde yankılandı. Buna rağmen durmayı değil, kaçmayı seçmişti. Bu defa sol bacağına ateş ettim. Bir kez daha acıyla bağırdı. Kendimden emin adımlarla yavaşça ona doğru ilerledim.

Yeşil gözleri, tıraşlı yüzü, bakımlı saçları... Kesinlikle sıradan bir terörist olmadığını gösteriyordu. Aradığım it bu muydu, emin değildim. Lakin o değilse bile büyük balık olduğu kesindi.

Adımlarım her ona yaklaştığında, sürünerek geri gitmeye çalışıyordu. Gözlerinde korku vardı. Adamın tepesinde dikildim.

— Kim olduğumu biliyor musun?

Meraklı bakışları yüzümde dolaştı. Lakin cevap vermemeyi seçti.

" Hadi ama. Kim olduğumu bilmiyor olamazsın."

"Allah’ın cezası! Yüzbaşısın…"

" Doğru. Seninle tanışmak için bayağı bekledik, öyle değil mi?"

" Seni de gebertmeliydim. Daha sen o mağaranın içindeyken seni de gebertmeliydim..."

Adamın ağzından kaçırdığı bu sözlerle artık Sergey denilen itin o olduğundan emin olmuştum. Yanına yaklaşıp çenesini ellerimle kavradım.

— Sana bir şey söyleyeyim mi?

Gözlerinin tam içine baktım.

— Evet, beni o mağaranın içinde öldürmeliydin. Gerekirse beni öldürecektin ama sevdiğim kadına zarar vermeyecektin. Çünkü yaşarsam seni parçalayacağımı bilmeliydin!

Diğerleri de işini bitirmişti. Tüm tim bize doğru geliyordu. Hepsinin bakışları yerde acıyla kıvranan itte ve bendeydi. Az çok bunun kim olduğunu anlamışlardı. Anlamadıkları, ona ne yapacağım olmuştu.

— Devran!

— Emredin, komutanım!

— Senin şu çantadaki kolonya duruyor mu?

— Evet, komutanım.

Neden diye sormadı. Ne yapacağımı kimse sorgulamadı. Devran eğilip çantasındaki küçük şişeyi çıkardı. Bununla oluşabilecek küçük sıyrıkları, böcek ısırıklarını temizlemeye çalışıyordu. Elime verince diğerleri de meraklı bakışlarla bana baktı.

O sırada bize desteğe gelen konvoyda önde Yiğit Yüzbaşı olmak üzere hepsi bize doğru yaklaşıyordu...Onları karşımda görmek gerçekten beni şaşırtmıştı. Onun da bakışları keskindi. Hemen sol tarafında timlerine yeni katılan Üsteğmen Sare vardı. Kadınla hiçbir konuşmamız olmamıştı; sessiz, sakin bir tipti. Kimseye zararı yoktu ama duyduğuma göre kimseye eyvallahı da yoktu. Özellikle de Yiğit Yüzbaşı’ya… Bu çekişmeler nedense bana birilerini hatırlatıyordu.

Yiğit Yüzbaşı, son konuşmasından sonra gerçekten sözünün eri çıkmıştı. Ne benimle ne de Lâl ile muhatap olmamış, sadece işiyle uğraşmıştı. Lakin anladığım kadarıyla Sare Üsteğmen’in gelişi, Sinem denen asalağı rahatsız etmişti. Birkaç defa onunla ilgili olumsuz konuşmalar gerçekleştirdiğini işitmiştim. Lakin üzerime vazife olmadığı için herhangi bir müdahalede bulunmamıştım.

Onlar da gelip bizim timin yanında durdu. Uçurumun kıyısında ite ne yapacağımı hepsi meraklı gözlerle izliyordu.

— Demek mimarlığı seviyorsun, öyle mi Sergey?

Gözlerimi gözlerine diktim. Şu an damarlarımda kan yerine öfke akıyordu. Bu piçin suratına her baktığımda, Lâl'in kırık bacağı, o karanlık, o enkaz altındaki çaresiz hâli aklıma geliyordu. Tüm bunlar aklıma geldikçe delirecek gibi hissediyordum.

Elimdeki kolonyayı şerefsizin üzerine döktüm.

— Biliyor musun, ben de yakmayı severim... Öfkemle, nefretimle, ateşimle yakmayı severim.

Onunla işim bittiğinde birkaç adım geri gittim. Cebimdeki çakmağı çıkardım. Çaktığımda çakmağın ucunda küçük bir alev yanmaya başladı. Ne yapacağımı anladığında korkuyla yüzüme baktı.

— Saçmalamayı kes Yüzbaşı! Türk topraklarında değilsin. Bırak beni. Eğer hemen bırakırsan sana bilmediğin birçok şey söylerim. Madalyalar alırsın Yüzbaşı. Sana anlatacağım şeylerle onlarca madalya alırsın.

Hafif eğilip yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Dudaklarım hafif kıvrıldı. Bu yaptığım, söylediklerinin hoşuma gittiğini düşündürdü ona.

— Biliyor musun? Sikimde bile değilsin.

Geri çekilip çakmağı adamın üzerine fırlattım. Birkaç saniye içinde alev aldı. Acı çığlıkları bozdağlarda yankılanıyordu. Hiç kimse böyle bir şey beklemediği için şaşkın ve korku dolu gözlerle bana bakıyorlardı.

Yerdeki adam, ilk birkaç saniye üzerindeki ateşi söndürmeye çalıştı. Yerlerde yuvarlandı ama başaramadı. Birkaç saniye içinde kendini uçurumdan aşağı atıverdi.

Adımlarım yavaşça uçurum kenarına ilerledi. Tepeden aşağıya baktığımda yere çakılmış olan ve hâlâ alev alev yanan bedeni görebiliyordum. Şükür ki bu da bitmişti. Şayet bu dört gün içinde bu şerefsizi öldürüp işini bitirmeden eve dönseydim, rahat uyuyamazdım.

Yanımda hissettiğim hareketlilikle bakışlarım Karan’ı buldu. O da benim gibi aşağıdaki adama bakıyordu. Başını hafif çevirip bana baktı, elini omzuma koyup hafifçe sıktı.

— Bitti... Nihayet bitti.

İkimiz de uçuruma ardımızı dönüp bizi bekleyen silah arkadaşlarımıza doğru yürüdük. Yiğit’in tam karşısında durup gözlerine baktım. Elimi uzattığımda bu yaptığımı beklemediğini gözlerinden anladım. Lakin beni fazla bekletmedi; hafif bir tebessümle elimi sıktı.

— Eyvallah.

— Ne demek. Her zaman. İyisiniz değil mi?

— Çok şükür, kimsede bir sıkıntı yok.

— Bunu duyduğuma gerçekten çok sevindim.

"Siz nasıl haber aldınız?"

Elini ensesine atıp hafif kaşıdı. Bakışlarını arkasındaki askerlerde gezdirdi. Sonrasında manalı bir şekilde gülerek tekrar bana baktı. Bu gülüş ve bakıştan ne çıkarmalıydım bilmiyorum ama tüm Kan timinin —ki buna Sinem dahil değil— bıyık altından güldüğünü gördüm. Bizimkiler de “burada ne dönüyor?” diye bakıyordu.

— Aslında haber almadık, Eflal Üsteğmen...

Bakışlarım şaşkınlıkla yüzünde gezindi. Onun karargahta ne işi vardı?

— Bu öğleden sonra, Eflal Üsteğmen karargaha geldi.

— Karargâhı bastı desek daha doğru olur, komutanım.

Bu konuşan tim komutan yardımcısı Mustafa’ydı ve gülüşü gerçekten ima doluydu. Bu siktiğimin yerinde ne dönüyordu böyle?

— Eflal Üsteğmen karargâha gelip sana bir şey olduğunu söylemeye başladı. Albay dahil hiç kimse onu sakinleştiremedi. Ne annen, ne kız kardeşin, ne Eylül... Hatta Tahir Komutan bile. Durmadan sana bir şey olduğunu hissettiğini söyleyip duruyordu. “Ona bir şey oldu, yüreğim hissediyor. Kocama bir şey oldu,” deyip çok ağladı, çok bağırdı. Tahir komutan , bu durumuna dayanamayıp sizinle iletişime geçmeye çalıştı. Lakin irtibat kuramadık. Haliyle bu durum, bir şeylerin ters gittiğini anlamamıza yetti. Uydu görüntülerinden bulunduğunuz noktada fazla sayıda terörist olduğunu görünce yardıma ihtiyacınız olacağını düşündük. Gelen emirle de buradayız işte.

— Bu öğleden sonra mı dediniz?

— Evet, saat 3–4 suları sanırım.

Karan, sorduğu sorudan sonra bakışlarını yine bana çevirdi. Çünkü o sırada önüme bir el bombası düşmüştü ve nefesim benden uzakta olmasına rağmen, canımın tehlikede olduğunu hissetmiş, anlamıştı.

Orada daha fazla oyalanmadık. Her iki tim de toparlandı, helikopterlerin iniş sahasına doğru ilerledik. Yürürken, Yiğit Yüzbaşı’nın, Sare Üsteğmen’e olan bakışlarını görebiliyordum. Lakin kadın hiç oralı olmuyordu.

— Her şey yolunda mı, Üsteğmenim?

Kadın birkaç saniye durup ona döndü.

— Evet, Komutanım.

— İyi. Daha fazla sorun istemiyorum.

Yiğit’in sesi sertti. Lakin kadının gözlerinde öyle böyle değil, büyük bir öfke belirdi. Bu geçtiğimiz on günde bu ikisi arasında ne yaşanmıştı böyle?

— Daha önce de sorun çıkarmadım zaten…

Kadın kendi kendine söylendi. Lakin onu duymuştum.

— Ne diyorsun, ağzının içinde bir şeyleri geveleme!

— Emredersiniz, Komutanım.

Kadın, daha fazla muhatap olmamak adına resmen onu geçiştirdi. Ben, Karan ve Yiğit Yüzbaşı art arda ilerliyorduk. Yüzbaşı Yiğit hemen ardımdan gelirken, Sare Üsteğmen önümdeydi. İkisinin konuşmalarının arasında kalmıştım. Kadın biraz daha ilerleyince Yiğit’e doğru konuştum:

— Hayırdır Yüzbaşı, yeni Üsteğmen ile aran pek iyi gibi?

— Ya ne demezsin... Çok acayip bir kadın. Ele avuca sığmıyor resmen.

— Bu hâliniz bir yerden tanıdık geliyor.

Karan da benimle aynı şeyleri düşünüyor olacak ki o da gülüyordu.

— Timdekiler ondan pek memnun değil ama.

— Neden?

— Nedenini ben de anlamadım. Ortalıkta bir şeyler dönüyor ama bunlara bir türlü vâkıf olamıyorum.

Söylediği şeyle bakışlarım, kısa bir an önümüzde ilerleyen kadına kaydı. İğrenç bakışlarını bu defa Sare Üsteğmen’e kitlemişti.

— Sana bir tavsiye vermemi ister misin? Karan’ın da, Yiğit’in de odak noktası benim. Söyleyeceklerimdi...

— Dinliyorum.

— Sinem denen kadına dikkat et. Ve ona sakın güvenme.

— Alparslan yapma. O benim silah arkadaşım. Evet, biraz hırslı ama...

— Hırstan bahsetmiyorum Yiğit. O kadın hasta. Kendi çıkarları uğruna herkesi ve her şeyi satabilecek, her türlü kötülüğü yapabilecek biri. Bak, Sare çok iyi biri demiyorum. Lakin bir adım atmadan önce birkaç defa düşün. Biz, Sinem yüzünden çok acılar çektik. Ben aylarca sevdiğim kadından haber dahi alamadım. Onun çektiği acılar, benimkilerin yanında okyanusta damla bile değil. Ama bu bile onu durdurmadı. Zamanında iftira atmışlığı da çok.

Birkaç saniye duraksadım.

— Tabii, bu söylediklerim sadece bir tavsiye. Uyarsın, uymazsın... senin bileceğin iş. Şayet söylediklerinin ardında duran bir adam olmasaydın ve bugün hem kendi hem de kardeşlerimin canını sana borçlu olmasaydım... inan bana, bu kadarını bile söylemezdim.

Sözlerim sona erdiğinde, onun suratı allak bullak olmuştu. Aklından bir şeyler geçiriyordu. Belli ki bir şeyler olmuştu ve bu olanlara Sinem denilen kadın sebep olmuştu. Daha fazla bir şey söylemedim.

Helikopter pistine geldiğimizde içim içime sığmıyordu. Çünkü öğrendiğim kadarıyla Lâl'im eve gitmeyi kabul etmemiş. Albay ve Tahir Komutan’ın emriyle şu an benim odamda bekliyormuş. Allah’ım, şu yol bir an önce bitse de sevdiğime kavuşsam... On gün… Tam on gündür kokusuna hasrettim. Sol göğsümdeki fularında bile artık kokusu kalmamıştı. Özlemekten delirmek üzereydim...

Helikopter havalandığında her zamanki yerime kuruldum. Bakışlarım kısa bir an yan tarafıma kaydı. Şimdi burada olsa, başını omzuma koyar, birkaç saniye sonra da uykuya dalardı. Çok şükür ki az kalmıştı. Timin diğer üyeleri de rahat bir nefes almıştı. Hemen hepsi yaslandığı yerde ya başını helikopterin duvarına dayamış ya da birbirine yaslanıp biraz da olsa dinlenmeye çalışıyordu. Ve eminim ki şu an hepsinin gönlünde özlemek duygusu vardı. Herkesin özlediği, hasret gidermek istediği bir kadın vardı. Çok şanslıydım ki birkaç dakikalığına da olsa onlardan önce vuslata erecektim.

Kulaklıktan, helikopterin inişe geçtiğine dair bilgi verildi ve bu bilgiyle göğsümdeki kalbim, göğüs duvarıma daha hızlı çarpmaya başladı. Helikopter inişe geçtiğinde, birkaç dakika içerisinde hepimiz çantalarımızı ve silahlarımızı sırtlanmış, albayın karşısında hazırda bekliyorduk. Birkaç adım öne çıkıp karşısında durdum.

— Görev başarıyla yerine getirilmiştir, Komutanım. Sergey denilen terörist başı etkisiz hâle getirildi.

— Aferin çocuklar, hepinizle tek tek gurur duyuyorum.

Bakışlarını herkeste gezdirdi, en son tekrar bende durdu.

— Askerlerine izinli olduklarını söyle Yüzbaşı. Çocuklar dinlensin. Sen de odana uğrasan iyi edersin, imzalanması gereken birkaç evrak var.

— Emredersiniz Komutanım.

Söyleyeceklerini söyledikten sonra hafif tebessüm edip ardına dönüp gitmişti. Odamda beni bekleyen evrakların, güzel karım olduğundan şüphem yoktu. Diğerlerine dönüp dağılabileceklerini söyledim, hızlı adımlarla kendi odama doğru ilerledim. Adımlarım adeta yürümüyor, koşuyordu. Kaybedecek bir saniyem bile yoktu. Bir an önce kollarıma almak, kokusunu doya doya solumak istiyordum.Odanın kapısına geldiğimde hızla içeri girdim. Oradaydı işte. Odadaki parkama sarılmış, dolu gözleriyle karşısındaki duvarı izliyordu. Gözlerindeki yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyordu. Benim kapıyı açmamla birlikte bakışları hızla bana döndü. Dudaklarında güzel bir tebessüm yer edindi. Lakin gözlerindeki yaşlar daha da hızlandı. Hızla kapıyı ardımdan kapatıp ona doğru adımladım. İki kolunu da hafif yukarı kaldırıp bana uzandı. Şu an annesinin kollarına gitmeye çalışan küçük bir çocuktan farksızdı.

— Alparslan…

— Alparslan’ın canı…

Hızla ona doğru ilerledim. Bedenini kollarımın arasına aldım. Kolları hemen boynuma dolanmıştı. Ellerim saçlarında, sırtında gezindi. Boynundan derin soluklar soludum. O da aynı şekilde benim kokumu soluyordu. Dudaklarını boynuma bastırdı, hafif geri çekilip yanaklarıma, alnıma, burun ucuma, çeneme, dudaklarıma… her yerime öpücükler kondurmaya başladı. Hem beni görmenin verdiği mutlulukla rahat etmişti, hem de içindeki hasretten dolayı gözlerinden yaşlar akıyordu.

— Bebeğim benim… güzel bebeğim…

Ellerim saçlarında gezindi.

— Alparslan, çok korktum Yüzbaşı. Çok korktum sana bir şey olacak diye. Kalbim öyle bir ağrıdı ki, öyle bir acı yaşadım ki Alparslan… biliyor musun, canım çok yandı benim…

— Canına kurban olurum güzelim benim…

Kollarımı biraz daha sıktım. Keşke göğüs kafesime koyabilsem, orada sarıp sarmalayabilseydim onu. Ağzından kaçan hıçkırıklar odanın duvarlarına çarpıyordu. Ama iyiydik ya, yan yanaydık… Gayri, bundan sonrası daha kolay olacaktı. Birkaç gün sonra soyadımı alacak ve tamamen benim olacaktı. Bu saatten sonra gayri bizi ölüm bile ayıramazdı. Gerekirse onunla bile savaşacaktım… ama bu kadından caymayacaktım.

 

Bölüm : 22.05.2025 22:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Tuba eye / KUZGUN / 157. Bölüm
Tuba eye
KUZGUN

233.3k Okunma

21.38k Oy

0 Takip
162
Bölümlü Kitap
KUZGUN2. Bölüm3. Bölüm4. Bölüm5. Bölüm6. Bölüm7. Bölüm8. Bölüm9. Bölüm10. Bölüm11. Bölüm12. Bölüm13. Bölüm14. Bölüm15. Bölüm16. Bölüm17. Bölüm18. Bölüm19. Bölüm20. Bölüm21. Bölüm22. Bölüm23. Bölüm24. Bölüm25. Bölüm26. Bölüm27. Bölüm28. Bölüm29. Bölüm30. Bölüm31. Bölüm32. Bölüm33. Bölüm34. Bölüm35. Bölüm36. Bölüm37. Bölüm38. Bölüm39. Bölüm40. Bölüm41. Bölüm42. Bölüm43. Bölüm44. Bölüm45. Bölüm46. Bölüm47. Bölüm48. Bölüm49. Bölüm50. Bölüm51. Bölüm52. Bölüm53. Bölüm54. Bölüm55. Bölüm56. Bölüm57. Bölüm58. Bölüm59. Bölüm60. Bölüm61. Bölüm62. Bölüm63. Bölüm64. Bölüm65. Bölüm66. Bölüm67. Bölüm68. Bölüm69. Bölüm70. Bölüm71. Bölüm72. Bölüm73. Bölüm74. Bölüm75. Bölüm76. Bölüm77. Bölüm78. Bölüm79. Bölüm80. Bölüm81. Bölüm82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm85. Bölüm86. Bölüm87. Bölüm88. Bölüm89. Bölüm90. Bölüm91. Bölüm92. Bölüm93. Bölüm94. Bölüm95. Bölüm96. Bölüm97. Bölüm98. Bölüm99. Bölüm100. Bölüm101. Bölüm102. Bölüm103. Bölüm104. Bölüm105. Bölüm106. Bölüm107. Bölüm108. Bölüm109.Bölüm110. Bölüm111. Bölüm112. Bölüm113. Bölüm114. Bölüm115. Bölüm116. Bölüm117. Bölüm119. Bölüm120. Bölüm121. Bölüm122. Bölüm123. Bölüm124. Bölüm125. Bölüm126. Bölüm127. Bölüm128. Bölüm129. Bölüm130. Bölüm131. Bölüm132. Bölüm133. Bölüm134. Bölüm135. Bölüm136. Bölüm137. Bölüm138. Bölüm139. Bölüm140. Bölüm141. Bölüm142. Bölüm143. Bölüm144. Bölüm145. Bölüm146. Bölüm147. Bölüm148. Bölüm149. Bölüm150. Bölüm151. Bölüm152. Bölüm153. Bölüm154. Bölüm155. Bölüm156. Bölüm157. Bölüm158. Bölüm159. Bölüm160. Bölüm161. Bölüm162. Bölüm163. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...