156. Bölüm

156. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

Eflal Karca

Nihayet tüm yalvarmalarım ve nazlanmalarım karşılık bulmuştu. Alparslan bana istediğimi vermişti; iki günlüğüne de olsa buradan uzaklaşmak hem bana hem ona iyi gelmişti. Kendimi toparlıyor olmam, uyurken daha az kâbus görüyor olmam, bana kendimi iyi hissettiriyordu. Bunun akabinde o da mutlu oluyordu. Ben iyileştikçe sanki onun da kanamayan yaraları iyileşiyor, yavaş yavaş kabuk bağlıyor gibiydi.

Bilinçaltım öyle bir hâle gelmişti ki sanki bir süngerdi de tüm yaşanmışlıklar boyunca kötü olan, acı veren ne varsa hepsini bir bir içine çekmişti. Şimdi yavaş yavaş bir el onu sıkıyor ve tüm emdiklerini gün yüzüne çıkarıyordu.

Alparslan’a buradan uzaklaşmak istediğimi söyledikten sonra, akşam eve döndüğünde bizim için küçük bir çanta hazırlamış, sonra beni kucaklayıp arabaya bindirmişti. Şehrin dışında küçük bir pansiyonda ikimiz için bir oda ayırmıştı. İki günlüğüne de olsa baş başa kalmıştık. Bu iki günün sadece birkaç saatini onun kolları arasında, dışarıda geçirmiştim. Ayağımdaki alçıdan dolayı her ne kadar beni zorlamak istemese, kendini uzak tutmaya çalışsa da onu dinlememiştim. Çok özlemişim onu. Yanımdaydı ama yine de çok özlemişim. Elimde olan bir şey değildi ki. Ona olan özlemim, sevgim, arzum bambaşka bir boyuttaydı. Kimse beni anlamıyordu. Çoğu zaman onun bile beni anladığından şüpheliydim.

Dün akşam geri dönmüştük ve ayağımdaki alçı henüz çıkmadığı için bu sabah da bensiz karargâha gitmişti. Ben de salon koltuklarının üzerinde, zigon sehpa gibi uzanıyordum. Sıkılmıştım. Artık bu alçının bir an önce çıkmasını istiyordum. “Acaba kendim çıkarsam olmaz mı?” Bu fikri ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. Ama şöyle de bir şey vardı ki; alçıyı çıkardıktan sonra üzerine basamayacaktım. Yani alçıyı çıkarmak bir çözüm değildi.

Kafamı her ne kadar meşgul etmeye çalışsam da diken üstündeydim. Aslında uzun bir görev gelirse, yanında gidemeyecektim. Ve giderken yanında aklımı, ruhumu, kalbimi de götürecekti. Bedenim geriye kaldığında içi samanla doldurulmuş bir korkuluktan hiçbir farkım kalmıyordu. Duygularım bile çekiliyordu ona doğru.

Ve nedenini bilmediğim bir şekilde içimde tuhaf bir his vardı. Sanki beni bir şey bekliyordu da duymasam da görmesem de, ruhum yaklaşan şeyi hissediyordu. Daralıyordum.

"Kızım, iyi misin?"

Salon kapısında durup bana seslenen annemle bakıştık. Meraklı bakışları yüzümü taradı.

"İyiyim anneciğim. Bir şey mi oldu?"

"Emin misin yavrum? Birkaç defa seslendim, lakin duymadın. Nereye daldın bakayım sen?"

Hem merakla hem de gülümseyerek gelip yanıma oturdu.

"Bilmem ki... Öyle, aklımı kurcalayan özel bir şey yok aslında."

"Peki, madem öyle diyorsan öyle olsun. Akşam için istediğin bir şey var mı?"

Sorduğu soruyla nedense ağzım sulanmıştı. Parlayan gözlerle gözlerinin içine baktım.

"Anne, sütlaç yapar mısın?"

"Yaparım elbet, kara kuzum benim. Sen yeter ki iste."

"Seni ne kadar sevdiğimi söylemiş miydim?"

"Söylemiştin ama ben bir kere daha duymuş oldum. "

Gülümseyerek yerinden kalktı, yüzümü avuçları arasına aldıktan sonra saçlarımın tepesine dudaklarını bastırdı. Gerçek bir anneydi. Benim de annemdi.

Kim ne derse desin, Alparslan'ın hayatıma girdikten sonra oluşturduğu en güzel şeylerden biri, bir annenin varlığına sahip oluşumdu. O kadar güzel kalpli bir kadındı ki... Bazen düşünüyordum, evlenen diğer insanlar eşlerinin annelerini nasıl sevmiyorlardı? Veya o kadınlar, gelinlerini, damatlarını nasıl sevmiyordu?

Benim annemde hiç öyle bir şey yoktu. Tam tersine, bir anne şefkatine ne kadar ihtiyacım olduğunu, anne-baba konusunda ne kadar eksik olduğumu görüyor ve eksiklerimi gidermeye çalışıyordu. Bazen gözlerinde öyle bir bakış görüyordum ki sanki Fulya’dan, Alparslan’dan daha çok seviliyormuşum izlenimine kapılıyordum. Ama biliyordum; evlatları arasında ayrım yapmazdı. Ve beni de bir evladı gibi bağrına basmıştı.O mutfağa doğru giderken ben yine zigon sehpa görevime geri dönmüştüm. Televizyonu açmak istemiyordum. Başucumda duran kitabı da çoktan bitirmiştim. Alparslan evde sıkıldığımı düşünmüş, bugün gelirken benim için yeni kitaplar alacaktı. Ama daha onun da gelmesine çok vardı. Zaten o geldikten sonra ben hiç sıkılmıyordum ki... Başımı göğsüne koyup öylece boş boş duvarlara bakmak bile güzel geliyordu onunlayken. Onunlayken ne tavandaki boyanın rengine takılıyordum, ne televizyonda oynayan dizilerin ne kadar ahmak olduğunu, ne dışarıdan gelen seslerin sinir bozuculuğunu, ne de evdeki sessizliğin ne kadar boğucu olduğunu... Hiçbir şeye takılmıyordum. Onunlayken her şey daha güzeldi, daha katlanılabilirdi.

"Of ya... Ben kocamı özledim," dedim kendi kendime, kapının çalınmasıyla annemin mutfaktan adım sesleri duyuldu. Birkaç saniye içinde annemin şaşkın sesi geldi:

“Oğlum, hoş geldin! Sen bu saatte eve uğramazdın, bir şey mi oldu?”

Alparslan mı gelmişti? Kötü bir şey olmamıştı, değil mi? Normalde gerçekten de bu saatte eve uğramazdı.

“İçeri geçelim, anlatacağım anacığım.”

Birkaç saniye içinde tüm heybeti ve yakışıklılığıyla salonun ortasında belirmişti. Annem de hemen ardından içeri girdi. Mavi gözleri, acı kahve gözlerimin içine daldı. Bu bakışı sevmemiştim. Bakmasın böyle...

“Yüzbaşım, bir şey mi oldu?”

Derin bir soluk verdi. Sanki söyleyeceği şeyin beni ne kadar üzeceğinin farkındaydı.

“Alparslan, kötü bir şey var, değil mi?”

Bakışlarını benden anneme çevirdi. Annem de en az benim kadar meraklıydı. Gözleri ikimiz arasında gidip geliyordu. En sonunda söyleyeceği şeyden kaçamayacağını anlamıştı. Nihayet ağzını aralayıp konuşmaya başladı:

“Görev çıktı.”

Dediği şeyle nedense yüzüne bakamadım. Görev çıktı ve ben o göreve gidemeyecektim... Aslında günlerdir ruhumu kemiren, içten içe beni yiyip bitiren şey buydu, değil mi? Korktuğum şeyin başıma gelecek olması... Belki de bu kadar korkmasam, olmayacaktı. Günlerdir, kırık bacağım yüzünden görev çıkacak ve ben onlarla gidemeyeceğim diye düşünüp korkuyordum. Ve şimdi kötüyü çağırmıştım, değil mi?

“Oğlum…”

Annemin de sesi hüzünlü çıkmıştı. O da üzülüyordu. O da özlüyordu evladını elbet. Nitekim duygularımızı kıyaslamak aptalca olurdu. O bir anneydi sonuçta. Alparslan anneme sarılıp saçlarından öptü. Geri çekilip elini öptü, hayır duasını aldı. Bakışları beni bulduğunda gözlerimi kaçırdım. Ona bakmak istemiyordum.

“Güzelim, bana bakmayacak mısın? Bir şey söylemeyecek misin?”

“İstemiyorum.”

“Nefesim, yapma böyle…”

“Gitmeni istemiyorum.”

Boğazım düğümlenmiş, çenem ve dudaklarım titriyordu. Gözlerimde biriken yaşlardan dolayı etrafı net görememeye başlamıştım. Gitmesindi bana neydi...

“Cennetim… Canımın canı… Kurban olayım, yapma.”

“Yüzbaşı, gitme… Bir kerecik gitmezsen bir şey olmaz. Sen gitmezsen vatanı elimizden almazlar ya… Başkası gitsin. Ayağım iyileşince birlikte gideriz…”

“Lalim…”

Başını yana eğip elini çeneme koydu, sonra da yüzümü kendine çevirdi.

“Haksızlık bu , ayağım bu şekildeyken seninle gelemem… Geride kalmak haksızlık... Gitme, gitmeni istemiyorum."

"Bebeğim, gitmem gerek. Vatan her şeyden önce gelir. Bunu biliyorsun."

"Umurumda değil! Yanında olamayacağım, gerektiğinde seni koruyamayacağım... Hepsi bu aptal bacak yüzünden!"

Ellerimle alçılı olan bacağımın üstüne vurmaya başladım. Gözlerimden akan yaşların artık dur durağı yoktu. Ellerimi tutmaya çalıştı, kendime zarar vermeme engel olmaya çalışıyordu. Ama anlamıyordu işte... O yanımda değilken ben zaten en büyük zararı görüyordum.

" Bebeğim..."

Her iki elimi tutup göğsüne çekti. Elleri saçlarımı okşuyor, beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Boynumdan derin derin kokumu soludu, orada soluklanmaya çalıştı. Ellerim sırtına gitti; üzerindeki üniformayı avuçlarımın arasında sıktım.

"Yüzbaşım, gitme... Ne olur yalvarırım, gitme. Bir kerecik... Bir kerecik gitme..."

"Ömrümün baharı... Yalvarırım yapma böyle. Gitmem gerektiğini biliyorsun. Ve benim yerimde sen olsan, sen de yapmak zorunda kalırdın. Zaten yeterince zor... Ne olur, benim için daha fazla zorlaştırma."

"İyi, git o zaman. Git! İstemiyorum seni. Özlemeyeceğim de, ağlamayacağım da arkandan! Hem de hiç özlemeyeceğim!"

Bedenindeki kollarımı çektim, onu da kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Bunu neden, niçin yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sanki gidip gitmemek onun elindeydi ve o, beni bırakmayı seçmişti gibi hissediyordum. Madem gitmek istiyordu, gitsindi... O zaman sarılmasın da bana. Ama gitmek zorunda olduğunu da biliyordum. Kırgın bakan bakışlarına dayanamamıştım. Demin içimdeki sinir yerini anlayışa bıraktı. Neydi bu duygu? Onu özleyecek olmamın içimde bıraktığı burukluk muydu? Belki de gidip bir daha geri dönemeyecek olabilme ihtimaliydi... Bu duyguyu hiç sevmemiştim. Tıpkı onun ardında kalacak olmam gibi.

"Ne kadar sürecek bu görev?"

"İki... iki hafta."

Dediğiyle birlikte aldığım soluk ciğerlerime ulaşamadı. Gözlerimdeki yaşlar bir bir aktı ve benim elimden onları durdurmak için hiçbir şey gelmedi.

— İki hafta mı? İki hafta çok... İki hafta çok fazla. Ben... ben nasıl dayanacağım? Sen sabah işe gittiğinde bile, ben akşama kadar seni çok özlüyorum. Yüzbaşım, söyler misin, ben nasıl dayanacağım? Beni de götür, ne olur... Ardında bırakma.

— Bebeğim... Benim küçük bebeğim... Ben seni ardımda bırakmıyorum. Allah şahidim, yanımda götürebilmenin bir ihtimali olsa seni göğüs kafesimde saklar, yine bir şekilde götürürdüm. Lakin ikimizin de elinden başka türlüsü gelmiyor. Yalvarırım, daha fazla zorlaştırma...

Dedikleriyle içim biraz daha ezildi. Haklıydı. Benim için zordu. Ama onun için de zordu. Ve ben bu şekilde onun işini daha çok zorlaştırıyordum. Ellerimle yanaklarımdaki ıslaklığı almaya çalıştım, akan yaşları sildim, burnumu sesli bir şekilde çektim.

— Tamam... Tamam. Sen sakın üzülme, olur mu? Ağlamıyorum ki ben, hiç ağlamam. Sen gelene kadar hiç ağlamayacağım. Hem zaten, iki hafta dediğin nedir ki? Hemen gelir geçer. Sen gelince, ayağımdaki alçı da çıkar, düğün tarihimiz de gelmiş olur. Hemencecik evleniriz, değil mi?

— Evleniriz elbet...

İki elini yanaklarıma koydu. Baş parmakları elmacık kemiklerimi sevdi. Önce burnumun ucuna, sonra da alnıma dudaklarını bastırdı.

-Ben gelene kadar gelinliğini seç, olur mu?

Başımı hızlı hızlı salladım. İkimizin de dudakları tebessüm etse de gözlerimize, birbirimize olan hasretimiz yerleşmişti.

“Çok güzel bir gelinlik seçeceğim. Beni o gelinliğin içinde gördüğünde ağzın açık kalacak, inan bana. Bana bir kere daha âşık olacaksın.”

“Ben sana her gün, her saniye, her baktığımda yeniden âşık oluyorum zaten.”

“Sen işini çabuk bitirmeye çalış, tamam mı? Aklın bende hiç kalmasın. Sen demin söylediklerime bakma, dayanırım ben. Unuttun mu? Aslan’ın eşi de aslandır. Kuzgunum bir kere ben, Çakır’ın karısıyım. Her şeye dayanırım. Ama sensizlik zorlar beni. Sen yine de işini çabuk bitir, gel, tamam mı? Beni fazla bekletme.”

“Söz. Söz veriyorum, elimden ne geliyorsa yapacağım. Bir an önce sana kavuşmak için ne gerekiyorsa... Yüzbaşı sözü.”

En son eklediği şeyle yüzümdeki tebessüm büyüdü. Kollarımı boynuna dolayıp yüzümü boynuna sakladım, kokusunu derin derin çektim içime.

İki hafta… Tam iki hafta ben bu kokuyu soluyamayacaktım. Allah kahretsin ki kokusunu bir yere saklamanın, hapsetmenin bir yolu yoktu. Birazdan kollarımdan ayrılıp gidecekti. Belki de daha o kapıdan çıkmadan ben, kokusuna hasret kalacaktım.

Elleri saçlarımı okşadı, sırtımda yavaş yavaş dolaştı. Bedenimi göğüs kafesinin içine koymak istermiş gibi sarıyordu ama ikimize de yetmiyordu bu kadarı. Hiçbir şey yetmiyordu, yettiremiyorduk. Öyle derin bir aşktı ki, bu kadarcık bir ayrılık bile fazlaydı.

“Yüzbaşı...”

“Yüzbaşının canı?”

“Giderken diğer formanı giyer misin? Bu benimle kalsın, olur mu?”

“Olur nefesim, değişirim ben şimdi. Üstümdekini sana bırakırım, olur mu?”

Boynundaki kollarımı biraz daha sıktım. Şayet gücüm biraz daha fazla olsaydı ve sıksaydım, büyük ihtimalle canını acıtırdım.

“Ya ben gül kokulum… Ya ben, cennetim… Ben senin kokunu özlediğimde ne yapacağım? Bu güzel saçlarına yüz sürmek istediğimde nasıl engel olacağım kendime?”

Öyle bir muhtaçlıkla söylemişti ki bunu, ne söyleyeceğimi bilememiştim o an. En son aklıma gelen şeyle geri çekilip yüzüne baktım.

“İçeride, başucumdaki çekmecede dün saçlarıma bağladığım beyaz bir fular var. İşini görür mü bilmem ama istersen onu yanına alabilirsin.”

Geri çekilip gülümseyerek yüzüme baktı. Dudaklarını yavaşça yanaklarıma bastırdı. Dudağım ve yanağımın birleştiği noktaya küçük bir buse bıraktı. Annem hâlâ yanımızda olduğu için daha fazla ileri gidemiyorduk. Ama şimdiden hasret kalmıştım öpüşüne.

“Fulardaki kokunla idare edeceğiz artık, ne yapalım.”

“O benim en sevdiğim fularım. Geri getirmezsen seni vururum.”

“Söz veriyorum, o fuları sana geri getireceğim.”

“Sözünü tutmazsan topuğuna sıkarım.”

Bu söylediğimle sesli bir şekilde gülmüştü. Yerinden kalktı. Gözleri hâlâ benim üzerimdeydi. Artık veda vaktinin geldiğini ikimiz de farkındaydık. İçeri geçti. Birkaç dakika sonra üzerinde dolaptaki yedek forması vardı. Çekmeceden çıkardığı beyaz renkli fuları formasının iç cebine, sol göğsünün tam üzerindeki cebe koydu. Diğer elindeki askeri formasının içine giydiği yeşil tişörtü benim yanıma getirdi. Üzerimdeki, yine ona ait olan siyah tişörtü yavaşça kollarımdan ve başımdan sıyırdı. Sonrasında elindeki tişörtü giydirdi.

Annem yanımızda değildi. Zannediyorum ki birbirimize veda edebilmemiz için içeride bekliyordu. Eli, boynum ile çenem arasındaki noktadaydı. Yavaş yavaş okşadı. Dudaklarını önce sol yanağıma bastırdı, sonra aynı şeyi sağ tarafa yaptı. En son dudaklarını yavaşça dudaklarımın üzerine kapadı. Alt dudağımı ağzına alıp yavaşça emdi. Bu bir veda öpüşüydü. Usul usul öptü. Sanki tadımı almak istercesine yapıyordu bunu. Öyle bir yavaşlıkla, öyle bir tutkuyla öpüyordu ki bu öpüşü bile sevmemiştim. Ben ona veda etmek istemiyordum.

“Alparslan…”

“Alparslan’ın canı?”

“Ben bu öpüşünü sevmedim. Beni bir daha böyle öpme. Bana bir daha veda etmeye kalkma.”

“Nefesim…”

“Ne söyleyeceğini biliyorum ama umurumda değil, anladın mı? Umurumda değil! Söz verdin, Yüzbaşı, unutma! Bana söz verdin: Geri döneceksin. Ve bu geri dönüş sağ salim olmak zorunda. Senin bana yeminin var. Senin bana yaşanmamış bir sevda sözün var. Senin bana bahşetmen gereken evlatlar var. O evlatlara babalık etme sözün var. Yüzbaşı, senin bana adayacağın bir ömür sözün var. Şimdi sanki tüm o sözleri vermemiş, o hayalleri kurdurmamış gibi bana 'dönemem' dermiş gibi bakıyorsun. Öyle yapıyorsun. Yüzbaşı, bana neden veda ediyorsun? Tamam, ilk başta gidecek olman, seninle gelemeyecek olmam beni çok üzdü ama döneceksin sonuçta. Geleceksin, değil mi?”

Son söylediklerimle hızlıca dudaklarıma kapanmıştı. Bu defaki öpüşü, deminki gibi değildi. Veda edermiş gibi değildi. Daha tutkulu, daha arzuluydu. Bu defaki, bir sonrakine kadar ona yetecekmiş; o zamanki öpüşüne kadar onu idare edecek kadardı işte.

“Döneceğim bebeğim. Sana söz veriyorum. Sana, gelecekteki bebeklerimize sağ salim dönmek için elimden ne geliyorsa yapacağım. Bizi birbirimizden bir daha ölüm bile ayıramayacak. Gerekirse senin için ölümle bile savaşırım. Ama sana geri dönerim.”

Sözleri son bulurken dudaklarıma tekrar kısa bir öpücük bırakmıştı.

“Allah’a emanetsin, bebeğim.”

“Sen de... Sen de Yüzbaşı. Allah’a emanetimsin.”

Son defa, kısacık da olsa dudaklarımızı birleştirmiş ve hızla ayaklanıp çıkışa yönelmişti. Sanki o an yanımdan ayrılmasa, bir daha kopamayacakmış, gidemeyecekmiş gibiydi.

Birkaç dakika sonra dış kapının kapanma sesi duyuldu.

O kapı kapandı, benim yüreğim kör kuyularda esir kaldı.

O kapıdan dışarı çıktı, benim ciğerlerim nefes almayı bıraktı.

O benden uzağa her adım attığında, benim hayatımdaki renkler bir bir soldu.

Ellerim üzerimdeki tişörtü yüzüme doğru biraz daha yanaştırdı. Derince bir soluk aldım. Onun kokusu hâlâ vardı. Bir nebze de olsa ciğerlerime hava gitti. Ama bu yeterli olmadı.

Gözlerimden akan yaşlar, yanaklarımdan aşağıya damladı. Saçlarımın arasında hissettiğim el ile gözyaşlarımın arasından bunu yapan kişiye baktım. Annem de yaşlı gözlerle bana bakıyordu.

“Anne... Ben nasıl dayanacağım? Anne, yapamıyorum. Ona verdiğim sözü tutamam ki ben. Ardından ağlamayacağım dedim ama ben onsuzluğa nasıl ağlamayayım?”

“Kızım, yapma. Dönecek o. Sana, bize… Seni nasıl sevdiğini, sana nasıl düşkün olduğunu görmüyor musun? Elbet dönecek.”

“Biliyorum dönecek. Bekleyeceğim ki… Ben zaten hep beklerim. Gelmeyeceğini bilsem dahi beklerim. Sadece çok zor anne… Onsuzluğa dayanmak çok zor. Ama bu defa çabuk dönecek, değil mi? Sadece iki hafta… O zamana kadar bacağım da iyileşir. Hem düğünümüzü yaparız hemen.”

“Yaparsınız elbet, güzel kızım. O zamana kadar biz her şeyi yetiştiririz Allah’ın izniyle. Sen şimdi sil bakalım şu gözlerindeki yaşları. Sen bana oğlumun emanetisin. Bir daha ağladığını görmeyeceğim, tamam mı?”

“Üzgünüm…”

“Üzül diye demedim. Ama ben de oğluma bir söz verdim, güzel gelinim. ‘Bana emanet,’ dedim. ‘Gözün arkada kalmasın,’ dedim.”

Söyledikleriyle gülümsemeye çalıştım.

Hem… iki hafta… Sadece iki haftacık. Göz açıp kapayıncaya kadar biter. Öyle değil mi?

Annem, ağlayışlarımın biraz daha dindiğini gördükten sonra içeri geçmişti.

Ben ise bir saat öncesinde olduğumdan çok ama çok daha fazla üzgün bir halde, koltuğun üzerinde öylece oturuyordum.

Bakışlarımı camdan dışarı çevirdim. Güneşin batmasına daha vardı.

Bakışlarım mavi gökyüzünde dolaştı. Onun göz rengi gibi olmasa da benziyordu.

En azından...

Uyumak istemesem de göz kapaklarım bana ihanet ediyordu. Üzerimdeki tişörtten hafif onun kokusunu soluyordum.

Göz kapaklarım birkaç defa ağır ağır açılıp kapandı.

Sonrasında bilincim kendini karanlığa bıraktı.

Aslında uyumanın güzel bir yanı da vardı…

Uyursam zaman çabuk geçerdi.

Uyurken ona olan özlemim biraz daha katlanılabilirdi.

Şayet kabus görüp tekrar uyanmazsam…

Bugün biterdi. Ve ona kavuşmama on üç gün kalırdı.

Belki de öyle yapmalıydım, bilmiyorum.

On üç gün boyunca her gün uyku ilacı alıp uyursam, günler çabucak biterdi.

Ve uyandığımda…

O gelmiş olurdu.

Uyurken bile beynimin içinden aptalca düşünceler geçiyordu.

Ama kalbimden yine ona olan hasretim ve sevgim ön plandaydı.

Allah’ım… Ne olur, ne olur ona bir şey olmasın.

Çarçabuk gitsin, görevini başarıyla yerine getirip bana geri dönsün.

Büyük Âmin.

 

Bölüm : 20.05.2025 12:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Tuba eye / KUZGUN / 156. Bölüm
Tuba eye
KUZGUN

233.3k Okunma

21.38k Oy

0 Takip
162
Bölümlü Kitap
KUZGUN2. Bölüm3. Bölüm4. Bölüm5. Bölüm6. Bölüm7. Bölüm8. Bölüm9. Bölüm10. Bölüm11. Bölüm12. Bölüm13. Bölüm14. Bölüm15. Bölüm16. Bölüm17. Bölüm18. Bölüm19. Bölüm20. Bölüm21. Bölüm22. Bölüm23. Bölüm24. Bölüm25. Bölüm26. Bölüm27. Bölüm28. Bölüm29. Bölüm30. Bölüm31. Bölüm32. Bölüm33. Bölüm34. Bölüm35. Bölüm36. Bölüm37. Bölüm38. Bölüm39. Bölüm40. Bölüm41. Bölüm42. Bölüm43. Bölüm44. Bölüm45. Bölüm46. Bölüm47. Bölüm48. Bölüm49. Bölüm50. Bölüm51. Bölüm52. Bölüm53. Bölüm54. Bölüm55. Bölüm56. Bölüm57. Bölüm58. Bölüm59. Bölüm60. Bölüm61. Bölüm62. Bölüm63. Bölüm64. Bölüm65. Bölüm66. Bölüm67. Bölüm68. Bölüm69. Bölüm70. Bölüm71. Bölüm72. Bölüm73. Bölüm74. Bölüm75. Bölüm76. Bölüm77. Bölüm78. Bölüm79. Bölüm80. Bölüm81. Bölüm82. Bölüm83. Bölüm84. Bölüm85. Bölüm86. Bölüm87. Bölüm88. Bölüm89. Bölüm90. Bölüm91. Bölüm92. Bölüm93. Bölüm94. Bölüm95. Bölüm96. Bölüm97. Bölüm98. Bölüm99. Bölüm100. Bölüm101. Bölüm102. Bölüm103. Bölüm104. Bölüm105. Bölüm106. Bölüm107. Bölüm108. Bölüm109.Bölüm110. Bölüm111. Bölüm112. Bölüm113. Bölüm114. Bölüm115. Bölüm116. Bölüm117. Bölüm119. Bölüm120. Bölüm121. Bölüm122. Bölüm123. Bölüm124. Bölüm125. Bölüm126. Bölüm127. Bölüm128. Bölüm129. Bölüm130. Bölüm131. Bölüm132. Bölüm133. Bölüm134. Bölüm135. Bölüm136. Bölüm137. Bölüm138. Bölüm139. Bölüm140. Bölüm141. Bölüm142. Bölüm143. Bölüm144. Bölüm145. Bölüm146. Bölüm147. Bölüm148. Bölüm149. Bölüm150. Bölüm151. Bölüm152. Bölüm153. Bölüm154. Bölüm155. Bölüm156. Bölüm157. Bölüm158. Bölüm159. Bölüm160. Bölüm161. Bölüm162. Bölüm163. Bölüm
Hikayeyi Paylaş
Loading...