29. Bölüm

Gölge • 27

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

Kehanet meselesine bilerek girmemiş Kutsi Bey. “Berzan’ın gözleri, konuşma boyunca zaman zaman uzaklara kaydı. Fedâ’nın kaderiyle ilgili o son gerçek, Berzan’a söylenemez. Henüz vakti değil. Berzan’ın gözlerinde, sevdiği birine zarar gelmemesi için savaşan bir kalbin izleri var. Onu zamansız bir şekilde bu gerçekle ezmememiz gerekiyor,” demişti bana.

O akşam başka meseleler gündemdeydi. Uras ve Berzan kehanet meselesi haricinde bütün sorularına cevap almıştı. Fakat ben sorularımı sormaya vakit bulamamıştım. Kübra’nın ve Mehlika’nın gelişi üzerine toplantımız sona ermişti diyebiliriz.

Akşam yemeğine dek Berzan odasında dinlenmişti. Uras ve Mehlika bahçede oturup bilgisayarlarında bir kaç iş halletmişti. Kutsi Bey ise kızıyla vakit geçirmişti. Akşam yemeğinde hep birlikteydiler. Garip bir ortamdı aslında. Birbirini yeni tanıyan ve zorunluluktan ötürü kaderleri kesişen insanların bir arada olduğu bir masa. Buna rağmen Kübra sayesinde masaya renk gelmiş, yüzlerinde zaman zaman gülüşler dahi oluşmuştu. Bir çocuğun masumluğu ve neşesi, en gergin sofraya bile sıcaklık bırakıyordu demekki.

Yemek masasındaki tabaklar toplanıp sofranın kalabalığı dindikten sonra, Berzan, Mehlika ve Uras terasa geçmişti. Çay kahve içip sohbet etmişlerdi. Ne konuştuklarını bilemiyorum. Aynı vakitlerde ben Kutsi Beyle çalışıyordum çünkü.

“Bugünlük bu kadar yeterli. Sen dinlen. Ben de kızıma masal okuyayım,” diyen Kutsi Bey içeriye doğru süzüldü. Akşam yemeğinden beri enerji akışı ve yoğunluk yönetimi üzerine çalışmış, sınırlarımı biraz daha zorlamıştım.

Bir süre daha dışarda kalıp yıldızları seyrettim. Vaktin epeyce ilerlediğini fark etmemiştim. İçeriye dönmek için eve doğru yürüdüm.

Berzan terasta yalnızdı. Uras ve Mehlika odalarına çekilmiş olmalıydı. Elinde yarı bitmiş bir çay bardağı tutuyordu. Yere koyulmuş bir minderde oturuyordu. Sırtını da duvara dayadığı bir başka mindere yaslamıştı. Bacaklarını dümdüz uzatmış, uzaklara bakıyordu. Ve o hâliyle o kadar tanıdıktı ki. Bütün bu lanet, büyü, kehanet meselelerinden bihaber ve tek derdimin Berzan’ın beni görememesi olan zamanlara dönmüştük sanki. Apartman dairesinin balkonunda oturduğu, benim de yanında olduğum bahar akşamlarına…

Yanına gitmek istedim. Yavaşça yaklaştım. Terasa adım attığımda Berzan, bir anda başını hafifçe kaldırdı. Gözleri etrafı dikkatle taradı. Bardağını bıraktı, bacaklarını toparladı ve oturuşunu düzeltti. Sonra usulca, neredeyse fısıltı gibi bir sesle konuştu: “Burada mısın?"

Sesi, gecenin derin sükutunda kaybolacak kadar hafif ama kalbime dokunacak kadar belirgindi. Şaşırmıştım. Beni göremese de varlığımı hissetmişti. Orada olduğumu biliyordu. Duygulanmıştım. Beklenmedik sürprizler karşısında ağlayası gelirdi ya hani insanın, öyle bir his içerisindeydim.

“Buradasın biliyorum,” dedi usulca.Yanındaki mindere oturdum. Ona döndüm. O kadar yakındayım ki aslında sana, ah bir bilsen Berzan.

Ses, sadece bir titreşimdir. Sen niyetini yüklersen, enerjini ona yöneltirsen, titreşir ve işitilir.” Kutsi Beyin dediği gibi, enerjimi sesime yönelttim. Görünemiyorsam, hiç olmazsa duyulayım istedim. Var oluşumun yankısı, onun kulaklarına çarpıp dönsün.

“Berzan,” dedim umut dolu sesimle. Beni duyabilmesini diledim.

Berzan bir anda irkildi. Göz kapakları refleksle aralandı, vücudu bir anlık tedirginlikle gerildi. Ama sonra kendini hemen toparladı. Kaşları hafifçe çatıldı, gözleri etrafta gezinmeye başladı. Ama öylesine bir bakınma değildi bu. Sanki gerçekten birini arıyordu. Yanına, yani benim olduğum tarafa baktı. Gözleri boşluğu delip geçecek gibi oraya sabitlendi.

Duymuştu!

“Erva?” diye fısıldadı. Sesinde şaşkınlıkla birlikte tanıdık bir sızı vardı. İnanmakla korkmak arasındaki ince çizgide, ismimden bir köprü kuruyordu kendine.

Dudaklarımda bir gülümseme belirdi. Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Sesimin ona ulaşması mucizeydi! Umutla dolmuştum. İçimde bir yerden öyle yoğun, öyle çocuksu bir sevinç yükseldi ki… Hoplayıp zıplamak istedim. Ama ortamdaki atmosfer beni sakin ve ciddi tutuyordu.

“Buradayım,” dedim bir kez daha. Bu kez daha net, daha kendinden emin şekilde konuştum. Gözleri bir anlığına kısıldı. Hâlâ aklının almasıyla kalbin anlaması arasında gidip geliyordu. Anlayabiliyordum. “Nasıl fark ettin geldiğimi?” diye sordum merakla. Öte yandan, sesimin her an kesilmesinden, ona duyulmamasından korkuyordum.

Durdu, yutkundu. “Hissettim. Kalbimin atışı değişti,” dedi usulca. “Tanıdık bir duyguydu bu. Sen varken öyle olurdu sadece.”

Aramıza kısa bir sessizlik girdi. Ama o sessizlik soğuk değildi. Kelimelerin önünde diz çöktüğü duygular vardı orada.

Ardından “Özür dilerim,” dedim içimden geldiği şekilde devam ederek. “Sen farkında değildin ama ben hep seninleydim. Evde, arabada, iş yerinde, dışarıda... Ben de özel hayatına dahil olup mahremiyetini ihlal etmiş gibi hissettim en başlarda. Alışmak kolay olmadı. Ama umarım beni anlarsın. Başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.”

Söylediklerimin farkında varınca telaşla atıldım. “Yani, tabiki mahremiyetine dikkat ettim. Özel alanlarına, odana falan girmedim. Yanlış anlaşılmasın…”

Güldü. Dudaklarının kıvrıldığını, bakışlarının gökyüzüne çevrildiğini gördüm. Öyle içten, öyle sıcacık bir gülüştü ki… Yüz ifadesi içimi ısıttı. Ay ışığı, hârelerinin içine yansıdı. İlk kez bir tebessümün bu kadar güven verdiğini hissettim.

“Sorun değil, biliyorum,” dedi anlayışla. Sesi yumuşaktı. “Fark etmediğim onca zaman yanımdaydın. Yaralıyken de yanımdaydın, hissedebiliyordum. Bilincim gelip gittiği zamanlar seni gördüm bir kaç kez. Hayal sanmıştım. İlaçların ve iğnenin etkisi diye düşünmüştüm. Başımda beklerken uyuyakalmıştın. Gece uyandığımda seni gördüm.”

Utandım. Bütün benliğimi sıcak bastı. Birbirimizi sevdiğimiz ve değer verdiğimiz, dile getirmesek dahi ortadaydı. Aksi takdirde ben onun gölgesi de olamazdım. Ama ilk kez bu hakikati bilir hâlde iletişim kuruyorduk ve ben duygusal ilişkilere hiç alışkın değildim. Ne yapacağımı bilemiyordum.

“Çünkü benim için değerlisin. Yani, sen de Uras da değerlisiniz,” dedim aceleyle, heyecanlanarak. Sanki sadece onun değerli olduğunu söylersem ayıp bir şey yapmış olacağım gibi… Oysa ona aşık olduğum su götürmez bir gerçekti.

Berzan’ın gözlerinde bir yumuşama oldu. Benim bu telaşımdan haberdar gibiydi. Ama beni utandırmak istemiyordu.

“Delirmemek için tutunduğum tek daldınız siz. Belki konuşamadınız, duyamadınız, göremediniz ama en azından sizin arkadaşlığınıza ortak oldum. Sizin dünyanızdaydım. O kadar yalnızdım ki, siz konuşurken dilediğimce araya girip ben de konuştum. Sürtüşmelerinize güldüm. Şarkılarınıza eşlik ettim. Ne bileyim…” diye devam ettim.

Berzan başını eğdi hafifçe. Gecenin sessizliği sarmal gibi etrafımızda dolanıyordu. “Keşke bunları yaşamak zorunda kalmasaydın,” dedi içtenlikle. Ardından yüzünü yine sesimin geldiği tarafa, bana doğru çevirdi. Fark etmese de bakışları tam olarak yüzümde dolanıyordu.

“Dikiz aynasında yansımanı gördüğüm günü hatırlıyorum. Bir kere evde de duvara gölge düşmüştü, irkilmiştim. Sonra… Sahildeki karşılaşmamız. Neden sahildeyken bana gerçekleri söylemedin? Orada seni hem görebiliyor hem duyabiliyordum.”

“Korktum,” diyebildim itiraf ederek.

“Benden mi?”

“Hayır tabiki,” dedim hemen. “Senden değil. Seninle karşılaştığımda daha en başından problemli, sorularla dolu, karmaşık bir ilişkiye girmek istemedim galiba. Normal olmak istedim. Birbirini hiç tanımayan iki insan olarak bir sahilde karşılaşmış gibi... Hiçbir mistik, fantastik öge olmadan. Gerçekçi.”

Duraksadım. Bakışlarımı etrafta gezdirdim. “Biraz da... inanmamandan, yargılamandan, uzaklaşmandan korktum. Sana bir şey anlatacağım derken senden tamamen kopmaktan…Hem beni tanıdığını da bilmiyordum o zamanlar. Çok zordu her şey. O sahilde gözlerimin içine baktığında, içimdeki sevinçle birlikte çırpınan o belirsizlik çok zordu.”

Gecenin serinliği tenime işlemiş gibiydi, oysa tenim yoktu. Ama içimde bir sızı vardı. “Bütün o süreç, görünememek, duyulamamak, dokunamamak...Yokmuş gibi olmak... Bir gölge bile değildim. Gölgeden dahi beter. Hayalet gibi. Hiçbir soruma cevap yoktu üstelik. Sadece boşluk. Ama sonra bir anda senin nezdinde var oldum.”

Gözümde o sahil canlandı. Berzan’ın uzattığı el, söylediği sözler… “Gördün beni, duydun, elime uzandın, destek oldun. Öyle kıymetliydi ki. Gülümsedin hatta. Gözlerimin içine baktın. Ve ben kaybetmek istemedim bütün bunları.”

Sustuğum an, içimde hâlâ anlatılmamış onlarca cümle çırpındı. Kelimeler yettiğince konuştum. “Var olduğumu hissetmek istedim kısacası. Sonra söyleyemediğim için pişman oldum. Peşinden geldim her şeyi anlatmak için. Ama bu kez de yansıyamadım. Anlatamadım sana.”

Bir yutkunma sesi duyuldu. Sonra çok yavaş, çok dikkatli bir şekilde konuştu. “Korkmanı anlıyorum. Gerçeklerle yüzleşmek kolay değil. Hele ki görünmezken, sesini kimse duymuyorken. Bu yüzden seni yargılayamam.”

Yargılanmamak ve anlaşılmak dünyanın en büyük armağanıydı bana o an.

Duraksadı. Aramıza bir kaç saniye sessizlik girdi. Bu sırada Berzan’ın güzel yüzüne baktım. Gecenin loşluğunda bile gözlerimin ezbere bildiği yüzüne. Dost bildiğim, merhametli, sabırlı, fark etmeden sevmeye başladığım ve aşık olduğum yüzüne.

Gözlerini kaçırmadan boşluğa baktı, sonra alçak bir sesle mırıldandı: “Bana bu kadar yakın olup bir o kadar uzak olduğunu bilmek…” Sesi ağırdı; içinde saklı kalan özlemin tortusu vardı. Başını iki yana salladı. Çaresizce değil; kabullenişle. “Görünmeyecek, dokunulmayacak denli engeller aramıza girmişken seni her hücremde hissetmek…”

Cümleleri yarımdı ama manası içimde tamamlanmıştı. Etrafımdaki ışığın parıldadığını fark ettim. Sanki hissettiklerim renkler olarak üzerimde tezahür ediyordu. Berzan’ın sevgisini benliğimin en derinlerinde duyumsadım.

Bir an göğsünü sıkan bir şeyi bırakmış gibi derin bir nefes aldı. Sonra bakışlarını göğe çevirdi. “Sanki çok önce başlamış, ama çok geç yetiştiğim bir hikâyenin parçasıyım,” diye devam etti. Sustu. Suskunluğunda bile konuşulan onlarca şey duydum.

O an, ben görünür değildim belki ama ilk kez tam anlamıyla var gibiydim. Onun kelimeleri, varlığımın etrafında rengarenk daireler çiziyordu.

İçimde bir şey ağır ağır çözülüyordu. Berzan, aylardır iyileşmemiş yaralarıma dokunuyordu sanki. Acıtmadan. Yavaşça. Merhem gibi.

Tam da bu düşüncelerin içindeyken, sesi yeniden yükseldi. “Biliyor musun, birini sevmek için çok iyi tanımak gerektiğine inanırdım eskiden.”

Gözlerini uzak bir noktaya sabitlemişti. Sanki bir zamanlar orada, o inançla kurulmuş bir duvar duruyordu ama şimdi o duvarın yıkıntılarına bakıyordu. “Sonra yanıldığımı göstermek ister gibi kader karşıma seni çıkarttı. Ne sandığım gibi uzunca konuşmuştuk seninle, ne de aylar süren bir tanışıklığımız vardı.”

Dudaklarına bir tebessüm kondu fakat içinde hüzün de barındırıyordu. “Ama nasıl olduysa, bir gün kalbimin orta yerinde senin için filizlenen duygulara rastladım.”

Cümlesi bittiğinde içimde çiçeklerin açtığını hissettim. Yeniden can bulmuştum sanki.

Benimle nasıl karşılaştığını öğrenmek istedim. O duyguların nasıl oluştuğunu… Gündüz fırsat bulup da soramadığım her şey ortaya dökülmeye hazırdı. “Beni nereden tanıyorsun, Berzan? Ben neden sana dair hiçbir şey hatırlamıyorum?”

Berzan’ın hâlinde hiçbir değişiklik olmadı. “Berzan?” dedim tekrar. Bekledim. O da bir yanıt bekliyordu. Ama ikimiz de istediğimizi elde edememiştik. Kelimeler bir sis perdesine takılmıştı. Sesim duyulmuyordu. Enerjimi temsil eden ışığın hafifçe solduğunu fark ettim. Galiba bugün fazla güç harcamış yorulmuştum. Bitkin hissetmeye başlamıştım.

Berzan’ın dudaklarında hafif, buruk bir kıvrım belirdi. Başını biraz öne eğdi. Sesi, geceye dokunur gibi yumuşaktı: “Galiba sessizlik yine aramıza girdi.” Bir an gözlerini kapattı, sonra usulca gülümsedi. Sesinde kabulleniş ve teslimiyet vardı. “Ama bu kez yanımda olduğunu biliyorum.” Gözlerini kaldırdı, bulunduğum yere baktı. “Bu yeterli.”

Beni duyamayacağı için karşılık vermedim. Ama içimde yankılanan binlerce kelime bir teşekkür gibi çırpındı aramızda. Başını geri yasladı. Bir süre daha öylece kaldı. Ben de arkama yaslandım ve tıpkı onun gibi yıldızlara baktım. Eğer bedenime sahip olsaydım, kollarımız birbirine değiyor olurdu belki de. Başımı omzuna bırakırdım. Huzurla gözlerimi yumardım.

Elimde olanla yetindim. Onunla konuşabilmiştim. Yanında olduğumu biliyordu. Şükredilesiydi.

 

***

 

Hava uzun zamandır ilk kez bu kadar güzeldi. Gökyüzü, içine bir damla dahi bulut karışmamış bir maviyle örtülmüştü. Rüzgâr, ne üşütecek kadar sertti ne de rahatsız edecek kadar kuvvetli.

Kutsi Bey, sabah saatlerinde Pumza’ya birkaç şey tarif etmişti. Günün sonraki saatlerinde ise evin arka bahçesinde hareketlilik vardı. Çimenlerin biraz ötesine, kısa mesafeli ama düzenli bir atış alanı kurulmuştu. Tahtadan sabit hedefler, taşlarla sınırlandırılmış bir çizgi, birkaç eski yay, birkaç tabanca görünümlü eğitim aparatı… Hepsi dikkatlice yerleştirilmişti.

Kutsi Bey, öğle yemeğinden sonra herkesi bahçenin bu kısmında toplamıştı. Ellerini arkasında birleştirerek Berzan ve Uras’ın bulunduğu tarafa döndü. Kimi zaman babacan, kimi zaman komutanvari olan o ses tonuyla sordu: “Bu konuda nasılsınız gençler?”

Uras, başını kaldırıp hafifçe gülümsedi. “Yani... oyun turnuvalarını sayıyor muyuz?”

Berzan, ellerini cebine sokmuştu. Gözlerini hedef tahtalarına dikti. “Fena sayılmam,” dedi sade bir ifadeyle. Sonra başını çevirip Kutsi’ye baktı. “Üniversitedeyken ok atıcılığı yapmıştım. Biraz da silahla hedef vurma eğitimi almıştık. Uras’la katıldığımız bazı oyunlar ve etkinlikler vardı. Koordinasyonum yüksek sayılır.”

Uras kahkaha attı. “Yüksek sayılır mı? Hedefi ortadan ikiye bölüyordu neredeyse. Şaka gibiydi. Ben de onun yanında fena sayılmam ama... Berzan başka bir seviye.”

Kutsi Bey başını sallayarak onayladı. “Harika. O zaman başlayalım. Sizi gerçek tehditlere karşı da hazırlamalıyız. Artık kimsenin sıradan bir hayatı yok.”

İlk olarak yayla ısınma atışları yaptılar. Berzan yayı eline aldığında beden dili anında değişti. Omuzlarını hizaladı, kürek kemiklerini hafifçe birbirine yaklaştırdı. Gözlerini hedefe kilitledi. Derin bir nefes aldı ve ardından nefesini kontrol ederek yayını gerdi. Göz hizasını okla aynı düzleme getirdi. Gözlerini kıstı. Hedefe doğru odaklandı ve bıraktı. İsabet. Ok neredeyse tam merkeze, sarı halkaya saplandı.

Uras alkışladı. “Beni yine utandırmadın koçum,” dedi arkadaşının omzuna vurup. Sonra kendisi denedi. Ok, on ikiden vurmasa da hedefin biraz kenarına saplandı.

Berzan bir iki adım geri çekildi, gözleriyle Uras’ın duruşunu taradı. “Göğsünü fazla açıyorsun,” dedi, eliyle omuz hizasını işaret ederek. “Sol omzun atış sırasında dışa doğru kaçıyor. Bu da ip çıkışını bozuyor. Vücut çizgini hizada tutmalısın. Aynı anda hem merkez hatta kal hem de sol dirseğini biraz daha sabitle.”

Uras başını salladı ve tekrar pozisyon aldı. Berzan hafifçe onun sağ kürek kemiğine dokundu:“Burada stabilite önemli. Yayı çekerken sırt kaslarını kullanmalısın, sadece kol gücü değil.”

Uras, onu dinleyip tekrar denedi. İkinci atış geldiğinde, ok kırmızı halkayı yararak merkeze çok daha yakın bir noktaya saplandı. “İşte bu,” dedi Berzan, gülümseyerek.

Kutsi Bey, ellerini ovuşturarak onları izliyordu. “Harika!” dedi hayranlıkla. Ben de hayran kalmıştım açıkçası. Berzan’a bir kez daha aşık olduğumu söyleyebilirim. Çok havalı.

Onlar talimlere devam ederken, biraz uzaktan sessizce izledim. Gözlerimde hafif bir merak, dudaklarımda ise ince bir tebessüm vardı. Bu üç adamın arasındaki enerjiyi, ciddiyetle karışık eğlenceyi seyretmek hoşuna gitmişti. Uras’ın attığı kahkahalar, Berzan’ın kendinden emin tavırları ve Kutsi Bey’in baba şefkatiyle harmanlanan komutan duruşu, ortamı hem sıcak hem canlı kılıyordu.

Bir süre daha ok atışları devam etti. Gülüşmeler, hafif alaycı atışmalar, esprili laf sokmalar arasında zaman su gibi akıyordu. Omuzlarına çöken o görünmez yük, bu küçük anlarda biraz olsun hafifliyordu. Bu hâllerine şahit olmak içimde bir sıcaklık uyandırdı. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar huzurlu ve rahat görünüyorlardı. Ben de ister istemez mutlu oldum. Bu aktivitenin onlara iyi geldiği aşikardı.

Yarım saat kadar sonra, içimde yükselen bir kıpırtıyla, “Artık ben de deneyeyim,” dedim kendi kendime. Sessizce yerimden kalktım. Yanlarına doğru ilerledim. Yayın yanına vardığımda, içimdeki enerji yavaşça uyanmaya başladı. Derin bir nefes aldım. Gözlerim parladı; tanıdığım, tanıdıkça sevdiğim o güç yine benimleydi.

Okun ucuna baktım ve parmaklarımı ona doğru uzattım. Elim değmeden, hafif bir titreşimle yerden havalandı. Kendimce hedefe nişan almaya çalıştım.

Okun boşlukta sallandığını fark ettiklerinde hepsi neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Meraklı gözlerle bakıyorlardı. Enerjimi ona yönelttim. Süzülerek hedef tahtasına doğru ilerledi ve on ikiden olmasa da, hemen yanına isabet etti.

Bir an sonra gözüm Berzan’a takıldı. Gülümsüyordu. Oku atanın ben olduğunu anlamıştı. “Yine şaşırtmadın, çok iyiydin,” diye mırıldandı. Sesinde takdir ifadesi vardı. İçimde bir sıcaklık yükseldi. Küçük ama anlamlı bir takdirdi bu.

Başımı hafifçe öne eğdim, yanaklarımda sıcaklığını hissettiğim bir utangaçlıkla geri çekildim. Ama gururluydum da… Gücümle uyumlu hissettiğim o nadir anlardan biriydi.

Kutsi Bey’in dudaklarında bir tebessüm belirdi. “Güzel iş, Erva,” dedi, başını onaylarcasına sallayarak. “Seni de aramıza katmak iyi olacak.”

Uras, gözlerini kocaman açmış, inanamaz bir ifadeyle hedefe bakıyordu. “Yahu bu hile mi?” dedi sonra, kollarını iki yana açarak. “Bu yetenek kesinlikle adil değil!”

Hepimiz güldük. Bahçedeki hava daha da yumuşamıştı artık. İçimizde biriken fırtınalar biraz olsun dinmiş, yerini küçük ama değerli bir neşeye bırakmıştı. Ve ben, ilk kez bu denli bu grubun bir parçasıymışım gibi hissettim.

Gülüşmeler biraz daha sürdü, Uras hâlâ “Bu resmen sihir!” diye söylenirken, Kutsi Bey hafifçe başını iki yana sallayıp gözlerini devirdi. Ardından ciddi ama hâlâ sıcak bir tonla konuştu “Yeteneklerinizi gördük. Ama bu işin bir de daha gerçek bir tarafı var. Silah atışı da çalışacağız.

Berzan hemen toparlandı. Daha ciddi bir hâl aldı. O ana kadar içinde gezinen hafif eğlence duygusu, yerini dikkatli bir kararlılığa bırakmıştı.

Uras ise önce gözlerini kıstı, sonra omzunu silkti. “Ben okla daha barışıktım ama tamam,” dedi, yürürken bir yandan da ellerini ovuşturdu. “Mermi uçar, nasılsa hedefi bulur... yani belki.”

Kutsi Bey hafifçe gülümsedi. “Bu özgüvenle ilk atışı sen yap, Uras.”

Bahçenin biraz ilerisinde, basit ama güvenli şekilde kurulmuş bir atış parkuru vardı. Ahşap desteklerle yerleştirilmiş hedef tahtaları yaklaşık 15 metre ötedeydi. Alan çevresi kontrollü şekilde çevrilmiş, arka stop panosu ise güvenlik için çelik levhalarla güçlendirilmişti. Kutsi Bey önce silahları özel taşıma kutusundan çıkardı. Her birini dikkatle kontrol etti, ardından her iki genç adamın önünde tezgâha yerleştirdi. Kulak koruyucular dağıtıldı. Gözlük gerekmediği için sadece kulaklık takıldı.

“Şimdi dikkat,” dedi net bir sesle. “Tetik disiplinini asla kaybetmeyin. Namlu her zaman ileri bakacak. Parmağınızı sadece atışa hazır olduğunuzda tetiğe götürün. Emniyet mandalı atış anına kadar açık kalmayacak.”

Uras ilk denemeyi yaptı. Önce biraz tereddüt etti ama silahı eline aldığında dikkatliydi. Kutsi Bey’in gözetimi altında tabancayı dolu hale getirdi. Nişan aldı, nefesini ayarlamaya çalıştı. Ama tetiğe bastığı anda çıkan yüksek ses, onu olduğu yerde biraz sıçrattı. Mermi hedefin alt kenarına saplandı.

“Fena değil,” dedi Kutsi Bey, silahı geri alırken. “Ama nefes kontrolü şart. Atıştan hemen önce kısa bir duraksama. Sol elinle kabzayı daha iyi sarman lazım. Kolunu da dirsekten değil, omuzdan sabitle.”

Sıra Berzan’a geldiğinde ortam bir an durgunlaştı. Namluyu hedefe doğrulttuğunda ellerinde en ufak bir titreme yoktu. İki kez derin nefes aldı, üçüncüde nefesini tuttu. Sol eliyle silahın kaymasını engelleyecek şekilde destek oluşturmuştu. Ardından tetiği yavaşça çekti. Sonra… bam! Mermi hedefin merkezine çok yakın bir noktaya saplandı.

Uras, gülerek ellerini kaldırdı. “İşte bu! Bu adamla oyun da oynanmaz, savaş da yapılmaz!”

Kutsi Bey memnun bir şekilde başını salladı. “İşte bu koordinasyon. Soğukkanlılık ve denge. Berzan, bu senin işin belli ki.”

Ben biraz geriden izliyordum. Bu kez katılmak gibi bir niyetim yoktu ama onların her bir hareketini dikkatle takip ediyordum. Berzan’ın silahı tutuşu, atış anındaki ifadesi, o duruş… Yine, içimde o kıpırtıyı hissettim.

Kutsi Bey bana döndü. “Erva? Sen de denemek ister misin?”

Bir an tereddüt ettim. Sonra başımı yavaşça salladım. “Denemek isterim… ama önce biraz izlemek istiyorum.”

Gülümsedi. “İzlemek de bir eğitimdir. Hazır hissedince söyle.”

Ben izlerken, Berzan yeniden tabancayı doldurdu. Bu kez hareketleri daha hızlı ve akışkandı. Tetiğe hâkimiyeti, silahı tanıdığını belli ediyordu. Bu sefer çok daha hızlıydı. Art arda iki atış yaptı. Mermiler, hedefin yakın merkezine neredeyse aynı noktaya saplandı. Ardı ardına çıkan o tok ses, içimde yankılandı sanki.

Gözüm istemsizce onun yüzüne kaydı. Sadece isabet ettirmesi değildi mesele. Sahip olduğu odak, kararlılık, inanç, özgüven, hepsi bir bütün oluşturuyordu. Onu izlerken, içimde tarif edemediğim bir duygu yayıldı. O sadece bir nişancı değildi. Fırtınanın ortasındaki güvenli liman gibiydi. Bir sığınak. Yorgun ruhumun demir atmak istediği yer.

Gözlerinin kıyısındaki çizgiler bile anlamlı geliyordu bana artık. Ona bakarken sadece hayranlık duymuyordum, hayranlık dediğimiz şey bu kadar derin olamazdı. Bu daha başka bir şeydi. Onun güçlü ama gösterişsiz oluşuna, sessiz ama kararlı duruşuna, gözlerindeki gölgeye ve ışığa aynı anda tutulmuştum.

Ve ben içimdeki o karmaşaya, korkulara, geçmişin yankılarına rağmen; Berzan’a bakarken hayatta hâlâ tutunabileceğim bir şeylerin var olduğunu hissediyordum.

Bölüm : 09.06.2025 14:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...