Berzan artık daha iyiydi. Bugün taburcu olmuştu. Fakat onun evine değil, Kutsi Bey’in saray yavrusu saydığım o görkemli evine gelmiştik. Biraz zor da olsa Kutsi bey bu konuda Uras ve Berzan’ı ikna etmeyi başarmıştı. Çünkü amacı sadece onları misafir etmek değil, aynı zamanda korumaktı. Kendi evinde daha güvende olacaklarını belirtmişti. Yaşananlardan sonra herkesin içinde tuhaf bir tedirginlik kalmıştı zaten. Bizimkiler de bu teklifi değerlendirmeye karar vermişlerdi. Özellikle de Mehlika’nın güvenliği söz konusu olduğundan, kimsenin buna karşı çıkacak mecali kalmamıştı.
Berzan iyileşene dek burada kalacak gibiydik. Kutsi Bey’in evinin etrafı bir çok koruma ve güvenlik ile donanmıştı. Arabadan inip de bu kadar çok güvenlik önlemi ile karşılaşıca gözlerime inanamamıştım. Cumhurbaşkanı korumaları ile yarışır cinstendi.
Ev ise başlı başına başka bir âlemdi. Yüksek tavanlı, kavisli pencereleriyle aydınlık dolu salonlar, her biri zarif detaylarla bezeli odalar… İçine girdiğimizde görevliler herkese kalacağı odaları göstermişti. Uras ve Mehlika’nın odaları üst katta, Berzan’ınki ise alt kattaydı. Merdivenleri çıkıp inerken zorlanmaması için giriş kattaki en yakın misafir odalarından birini ayarlamışlardı.
Herkesin odası dört dörtlüktü. Duvarlardaki tablolar, odalara yayılan hafif tütsü kokusu, nevresimlerin dokusu, ikramlar, atıştırmalıklar… En lüks otellerde bile bu konfor ve atmosferi bulmak mümkün değildi.
Tek sıkıntı, olan biteni Mehlika’ya izah edememe kısmıydı. Mehlika’nın bir çok sorusu cevapsız kalıyor, o da haklı olarak bu duruma sinirleniyordu. Fakat Berzan ve Uras henüz kendileri bile olan biteni idrak etmekte zorlanırken, bir başkasına bütün bunları açıklamaya cesaret edemiyordu. Her şey hâlâ sisli, eksikti. Ondan zaman istemişlerdi. Gönülsüz de olsa Mehlika bunu kabul etmek zoruda kalmıştı.
Az evvel Mehlika, Pumza ve beraberindeki bazı korumalarla birlikte eve gitmişti. Berzan ve kendisi için birkaç eşya alacaktı. Ayrıca Uras’ın rica ettiği bazı dosyaları da getirecekti. Kutsi bey onun yokluğunu fırsat bilerek hepimizi salonda toplamak istemişti.
İlk gelen bendim. Büyük salonun yüksek camlarından süzülen gün ışığı zemine uzun gölgeler düşürüyordu. Odada dolanıp etrafa bakınıyor, Kutsi beyin son bir kaç günde bana öğrettiği bilgileri hazmetmeye çalışıyordum. Son birkaç günde bana anlattığı, işaret ettiği, gösterdiği her bilgi zihnimin bir köşesinde dönüp duruyordu. Bazen bir taş gibi oturuyordu kalbime, bazen bir kapı aralıyordu karanlığa. Şimdi burada, bu salonda, her şeyin ağırlığı yeniden omzuma çökmüş gibiydi.
Parmak uçlarım sehpanın oyma kenarlarına, kitaplık rafındaki ciltli kitapların sırtlarına, kadife perdelerin yumuşak dokusuna değdi. Etraftaki detaylara, renk uyumuna, bu sessiz ama güçlü mekâna baktıkça, Kutsi Bey’in kim olduğunu yeniden hatırlıyordum.
Az sonra Berzan geldi ve ikili kanepenin sağ kısmına oturdu. Yavaş yavaş da olsa artık kendi başına yürüyebiliyordu. Attığı her adımda belli belirsiz bir çaba, ama aynı zamanda bir direniş vardı. Sanki sadece bedenini değil, yaşadıklarını da taşımaya çalışıyordu. Beni hâlâ göremediğini ise hatırlatmama gerek yok…
Canım sıkkın bir şekilde Berzan’ın yanına oturdum. Sessizliği ilk o bozdu. “Galiba sorularımıza cevap alacağımız o beklenen konuşmayı yapacağız?”
Söyledikleri hem umut verici hem de tedirgin ediciydi. Sorularımızın cevaplarını almaktan korkar hale gelmiştik belki de...
Kutsi Bey, yavaşça başını salladı. Bir onay, ama aynı zamanda bir sorumluluk yükü taşır gibi ağırdan yaptı bu hareketi. Ardından tekli koltuğa yerleşti, bacak bacak üstüne atıp ellerini birbirine kenetledi. “Evet, hazır baş başayken her şeyi anlatacağım. Bu akşam bütün taşlar yerine oturmalı.”
Henüz bu cümlesinin yankısı salonda tükenmemişti ki Uras içeri girdi. Gözleri biraz yorgun, adımları sertti. Kanepenin benim oturduğum kısmına doğru yöneldi. Daha ben ne olduğunu anlayamadan, oturmaya yeltendi.
Kutsi bey alel acele “Orası dolu, şöyle geçsen daha iyi olur,” dediğinde Uras duraksadı. Anlamaz gözlerle önce ona, sonra Berzan’ın yanına baktı. “Bana boş görünüyor,” dedi alayla. Ardından Berzan’a döndü, kaşlarını hafifçe kaldırarak, “Ya sana Berzan? Yanın dolu mu?” diye sordu. Fakat buna rağmen, oturmadan, ayakta dikilmeye devam etti.
Kutsi bey iç çekercesine bir ses çıkarıp bana döndü. “Beni düşürdüğün halleri görüyorsun değil mi?” dedi ahlanırcasına. Adamı iyice deli sanacaklar a dostlar… İçim acıdı. Onu bu hallere sokmak istememiştim. Ama başka yol da yok.
Uras, daha fazla dayanamayıp hayretle lafa girdi: “Kimle konuşuyorsun sen öyle, boşluğa bakarak?”
Görünmez olan benle konuşuyor, Urascığım. Ama sen onun deli veya ruhsal problemleri olduğunu düşünmeye başlamışsın gibi…
Kutsi Bey benim aksime tamamen sakindi. Ses tonunda tek bir titreme bile yoktu. “Fedâ ile,” dedi. Ardından anlamaları için hemen düzeltti, “Yani Erva.” Çünkü bana Fedâ ismiyle seslenen sadece oydu.
Uras ve Berzan’ın yüz ifadeleri her şeyi anlatıyordu. Gözleri büyümüş, kaşları çatılmıştı. Şaşkınlık, kuşku ve endişe… Hepsi birden yüzlerine çöreklenmişti. Gerçekten de delirmiş gibi baktılar adama.
Ama o bu bakışları da umursamadı ve yok saydı. “Kendisi şu an yansıyamıyor, öğrenecek zamanla.”
Uras “O ne demek?” diye kafası karışmış bir şekilde sordu.
“Görünemiyor yani. Göremiyorsunuz onu. Ama aramızda. Sadece sizin göz bebeklerinize, sizin boyutunuza yansımıyor varlığı.”
Uras “Ne saçmalıyorsun?” diye çıkıştı. Zihninin error vermek üzere olduğunu fark edebiliyordum. Gerçekle kurgu arasındaki çizgisi çözülüyor, korku, inkâr ve mantık arasında savruluyordu.
Berzan ise sessiz bir şekilde onların diyaloğunu takip ediyordu. Yüzündeki ifadeye bakılırsa bir şeylere anlam vermeye çalışıyordu. Bakışları uzaktaydı.
“Şuraya otur da dinle. Konuşacağız işte,” dedi Kutsi Bey, bu sefer daha ciddi bir tonla. Sesindeki kararlılık, salonun içine kök salan o tuhaf gerilimi bir nebze bastırdı.
Uras sessizce diğer tekli koltuğa oturdu. Artık herkes yerini almıştı. Kutsi bey bütün gözlerin kendi üzerinde olduğunu hissederek konuşmaya başladı.
Her şeyi tane tane anlattı. Tıpkı bana anlattığı gibi. Sesi sabırlı, tonlamaları dengeliydi; sanki uzun zamandır bu anı beklemiş ve her cümlesini defalarca zihninde prova etmişti.
Elbette Berzan ve Uras sorular sormuş, yorumlar yapmış, inanamamış, alaya almış, ona deliymiş gibi bakmıştı zaman zaman. Gerçi bütün bunları yapan genellikle Uras’dı. Her kelimeye bir karşılık bulmak, mantığın terazisine koyup tartmak istiyordu. Çünkü içten içe, bu anlatılanların doğru olabileceğinden korkuyordu. Haksız da değildi. Anlıyordum onu.
Berzan ise daha farklıydı. Duyduğu her şeyi bir yerden tanıdık, bir şekilde aşina olduğu şeylermiş gibi dinliyordu. Meraklı ama korkmadan. Şaşkın ama temkinli. Kutsi Bey’in her hareketini izliyor, yüzündeki en ufak kıpırtıyı bile kaçırmıyordu. Sanki gördüğü bu adamın içinde bir başka şeyi anlamaya çalışıyordu: Kendisiyle bağını…
Ama sonunda, anlatılacaklar bitip de sessizlik odayı kapladığında, Kutsi Bey’e bakan iki genç adamın yüz ifadesi birbirine oldukça benzer cinstendi. İnkâr ile kabul arasındaki o dar ve bıçak sırtı çizgideydiler. Ne tam inandılar, ne de tamamen reddedebildiler.
“Tımarhane kaçkınıymışım gibi bakmayın bana,” dedi Kutsi Bey, dudaklarına acı bir gülümseme yerleşirken. Yazık, onun yerinde olmak istemezdim.
Uras, ellerini iki yana açıp şaşkınlıkla cevap verdi. Yine laf yetiştirme modu yerindeydi. “Kusura bakmayın ama öyle görünüyor buradan.”
Kutsi Bey başını hafifçe eğdi, yüzünde derin bir ifade belirdi. “Her şey göründüğü gibi olmuyor, genç adam.”
“Siz de göründüğünüz gibi değilsiniz mesela?”
“Evet, değilim. Mesela beni kendinden farksız bir insan olarak görüyorsun ama bir ruhtan ve gölgeden ibaretim. Az önce anlattığım gibi.”
Uras’ın gözleri hafifçe kısıldı. Bu kadarı fazlaydı. Yorgundu, kafası karışıktı, ama en çok da direnmekten bitkin düşmüştü. Nöbeti devretmek ister gibi biraz ötedeki dostuna döndü.
“Berzan, sen de bir şey desene kardeşim?”
Ses tonu hem sitemkâr hem de çaresizdi. Belki de içten içe, kendi delirmediğine bir onay arıyordu. Belki de, Berzan’ın söyleyeceği tek kelimeyle her şeyi eski hâline çevirebileceğine inanmak istiyordu. Ama hiçbir şey eskisi gibi olamaz artık.
Berzan sakin ve ağırbaşlıydı. Ne diyeceğini, anlatılanlara inanıp inanmadığını, nasıl bir tepki vereceğini büyük bir merakla bekliyordum. Dudaklarını araladığında ise beklediğimin aksine bir cümle döküldü aramıza. Duyguları gizlenmişti sesinde.
“Beni hastaneye götür,” dedi Uras’a bakarak. Netti; ne bir istek ne de bir rica cümlesiydi bu. Sanki olması gereken buydu.
Uras, bir an tereddüt ederek yerinden kalktı. “Neden, bir yerin mi ağrıdı?” diye sordu endişeyle.
Berzan, yarasına dikkat ederek yavaşça ayağa kalktı. Duruşu dimdik, bakışları berrak ve kararlıydı. “Hayır, Erva’ya götür beni.”
Bu kez kafası karmakarışık olan bendim. Erva hemen yanı başında duruyor Berzan, ne demek istiyorsun? Ben buradayım zaten. Nereye götürülmek istiyorsun?
Neyse ki yalnız değildim. Kutsi Bey de şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Erva’ya gitmekten kastın ne?” diye sordu. Onun da zihninde sorular peyda olmuştu belli ki.
“Erva bitkisel hayatta. Geçirdiği kaza sonucu komaya girdi. Ölmedi. Hâlâ bir umut var. Bir gün uyanabilir.”
“Eğer sahilde gördüğüm, Uras’ın hastanede gördüğü, hayata geri dönen Erva ise burada senin hikayelerinle vakit kaybetmeye gerek yok.”
Zaman bir anlığına durdu. Açıklamaları sonucu ben de Kutsi bey de şok olmuş vaziyette birbirimize baktık. Fakat onun gözlerinde bir ışık da belirdi. Belli ki kafasında bir ampul yanmıştı. Ben ise hayretler içinde Berzan’a bakakalmıştım cümlesi bitti biteli.
“Peki ya eğer değilse?” diye sordu Kutsi bey, tersinin doğru olduğuna emin şekilde. İddialı ve kendine güvenir tavrı üzerindeydi.
“O zaman anlattığın masalları bir kez daha düşünürüz…”
Uras son cümlesinin ardından, çoktan kapıya doğru yürümeye başlamış olan Berzan’a yetişti. Canım sevdiğim, ağrısına rağmen hızlı ve temkinli adımlarla yürüyordu. Ağrısının artmasından korktum.
Bu sırada Mehlika ve Pumza gelmişti. Koridorda onlarla karşılaştıklarında Mehlika duraksadı. İki genç adamın da hâlinin hâl olmadığını fark ederek “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Uras bugün sözcü gibiydi. Berzan adına da kendi adına da en çok konuşan oydu. “Küçük bir işimiz var. Bir saate kalmaz geliriz. Endişelenecek bir şey yok.”
Mehlika kaşlarını çatıp bir adım attı. “Ben de geliyorum. Sizi yalnız bırakmayacağımı söylemiştim.”
Berzan kesin bir sesle “Hayır. Sen burada kal Mehlika,” dediğinde Mehlika’nın dudakları bir şey söylemek üzere aralandı. İtiraz edecekti, belliydi. Ama Berzan’ın ona yönelttiği yorgun, yumuşak ama kararlı bakışla susmak zorunda kaldı. Göz göze geldiklerinde ağabeyinin hâlinden bir şeyler anlamıştı.
“Bu kez gerçekten sağ salim döneceğiz. Bana güven.”
Mehlika yanından uzaklaşan iki genç adamın arkasından ne yapacağını bilemez halde bakıp kaldı. Omuzları hafifçe düşmüştü. İçi rahat değildi ama kabulleniş içerisindeydi.
O sırada Kutsi bey başıyla Pumza’ya bizimkileri işaret etti. Pumza hiçbir şey sormadan, anlamış gibi başını salladı ve peşine kattığı iki adamla birlikte Uras ve Berzan’ı takip ederek evden çıktı.
Berzan’ın arabasına binmiştim onlarla birlikte. Arka koltukta oturuyordum. Varlığımdan habersizdiler elbette. Olacakları merak içerisinde seyrediyordum. Yolda araba adeta akıp giderken, arkamızda güvenlik amacıyla bizi takip eden iki araç olduğunu biliyordum. Birinde Pumza da vardı. Kendimi bir filmin içinde gibi hissettim. Devamını tahmin etmekte zorlandığım bir film.
Daha önce yolumun düşmediği bir hastaneye geldik. Yeni bina, farklı koridorlar… Ama tanıdık bir his vardı. Duvarlar aynı sessizliğe ev sahipliği yapıyor, aynı bekleyişi taşıyordu.
Otomatikleşmiş adımlarla Berzan ve Uras’ın peşinen yürüyordum. Asansörle üst katlardan birine çıkmış, sağdaki koridora girmiştik. Berzan’ın adımları bir odanın kapısı önünde aniden durdu. Derin bir nefes aldı. Parmakları tereddütle kapıya uzandı ve kolu yavaşça aşağı indirdi. Kapı açıldı. Usulca içeriye girdi. Ardından Uras. En sonda ben, bir hayalet gibi süzüldüm içeriye.
Bakışlarım yatakta yatan, makinalara bağlı, bilinci kapalı genç kıza takıldı. Bendim. Donakaldım adeta. “Nasıl yani? Ben ölmemiş miydim…” diye mırıldandım kendi kendime. Bedeninden ayrılan ruhun, kendi cesedini gördüğü film sahnelerinde gibiydim.
Saçlarım yastığın üstüne dağılmıştı. Dudaklarım kurumuş, yüzüm solgun görünüyordu. Göz kapaklarımın altında aylarca uzamış rüyalar gizliydi.
Donakalan sadece ben değildim. Uras da şok içerisinde yatakta bilinçsiz yatan kıza, yani bana bakıyordu. Bu gerçekliği idrak edelim derken aklımızı kaybetmezsek iyidir.
Berzan ise çekingen adımlarla yatağa yaklaşmış, bakışlarını hareketsiz bedenime çevirmişti. Gözlerinden damlayan bir kaç damla yaş yanaklarına süzüldü. Ne hissedeceğimi bilemedim. Karşı karşıya kaldığım gerçeğe mi şaşırsam, Berzan’ın benim için ağlamasına mı tutunsam…
Sonra ürkekçe elime uzandı ve tuttu. Bedenimdeki dokunuşunu gerçekten hisseder gibi oldum. Bu temasın, gölge hâlime bir yansıması olmuştu. Aynı elimi bir sıcaklık, bir aitlik hissi kaplamıştı.
“İnanmak istediklerimiz her zaman gerçeklerle aynı olmuyormuş,” diye belli belirsiz fısıldadı. “Kader inançlarımızı şekillendiriyor. Bize geri döndüğüne inanmak istemiştim. Ama hakikat farklıymış… sahilde gördüğüm…sen…”
Cümlesi yarım kaldı. Bunu kabul etmekte zorlanıyor gibi yutkundu. Duraksadı. “Eğer beni duyuyorsan, bil ki senin için elimden geleni yapacağım. Yaşaman için, gözlerini açman için ne gerekiyorsa yapacağım. Dünyanın en saçma masallarına inanacağım. En akıl almaz hikayelere sarılacağım…”
Parmaklarıyla bilinçsizce yatan o kızın elini yavaşça okşadı. Gözlerini bir kez daha yüzünde gezdirdi. Bu bakışta kararlılık vardı. Şefkat, umut ve vazgeçmeyen bir inanç…
Sonra elimi yavaşça bıraktı. Dönüp kapıya yöneldi. Ardında beni bıraktı. Uzaklaşmaya başladı.
Kapının önünde film sahnesi izler gibi izlemiştim bütün o anları. Tüm bunlar gerçek miydi hâlâ emin olamıyordum. Garip bir durumun tam ortasındaydım yine. Galiba bünyem alışıyordu çünkü bu kez idrak etmem daha kolay oldu. Ne zaman biteceğini bilmediğim bu hikâyede bir sonraki sayfayı çevirmek üzereydim, hissediyordum.
Koridorda yan yana yürüyen iki genç adama adeta havada süzülen bir hayalet gibi yetiştim. Ayak sesim yoktu, varlığım dokunulmazdı.
Uras başını hafifçe eğerek, neredeyse kendi kendine konuşur gibi mırıldandı. “Bitkisel hayattan çıkmamış yani?…”
Sesinde şaşkınlıkla karışık bir ürperti vardı. “O zaman gerçekten de gördüğümüz Erva, bir gölge miydi…Hepsi doğru mu?”
Berzan cevap vermedi. Dile dökülmeyen sakladığı binlerce cümle, içinde savaşlar ve fırtınalar vardı, sezebiliyordum. Adımları kararlıydı fakat içindeki çatışmayı bastırmaya çalışan bir adamın yürüyüşüydü bu. Kabul ediyordu belki ama teslim olmamıştı. Henüz değil.
Hastanenin çıkış kapısı açıldığında, karanlık bir akşam üzeri karşılamıştı bizi. Gökyüzü kurşun rengi bulutlarla örtülüydü. Yağmur henüz başlamamıştı ama fırtına öncesi sessizlik gibiydi dışarıdaki atmosfer.
Dönüş yolculuğunda arabada çıt ses yoktu. Ben arka koltukta, görünmezliğimin ardına sığınmıştım. Uras’ın direksiyon üzerindeki elleri hafifçe gerilmişti. Dudakları sımsıkıydı. Berzan camdan dışarı bakıyordu. Yüzünde duygular değil, kararlar vardı artık.
Herkes içine dönmüştü. Hepimizin içselleştirmesi ve kabul etmesi gereken ağır hakikatler vardı çünkü. Bense kendi ruhumda, kendi yokluğumu arıyordum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |