24. Bölüm

Gölge • 23

Şeymanur
sukunettekelimeler

Sözleştiğimiz gibi Kutsi beyle buluşmuştuk. Hastanenin en alt katında, sessizliğin ve loş ışıkların hâkim olduğu, insan hareketinin az olduğu bir köşede oturuyorduk. Ara ara tavandan sarkan lambalar titrek ışıklarını duvarlara yansıtıyor, uzaklardan gelen yankılı ayak sesleri boş koridorlarda kayboluyordu.

Kutsi Bey öncelikle ne zaman, nasıl, hangi durumlarda yansıdığım hakkında bilgi edinmek istemişti. Bir ipucu veya örüntü olup olmadığını çözmeye çalışıyordu. Ben de açıklamıştım. Derin, araştırıcı bakışları üstümde geziniyordu.

Ona bir şeyleri anlattıkça ve sordukça içimdeki bazı düğümler çözülüyor, ama cevapların açtığı kapılar sebebiyle de yeni düğümler atılıyordu.

“Her seferinde olumsuz duygular seni tetiklemiş gibi görünüyor, Fedâ,” dedi, düşünceli bir şekilde. “Rahat hissettiğinde, normal ve sakince akışta kaldığında görünmezsin. Sahilde fazlasıyla üzgün ve umutsuzken, bugün de sevdiklerin için çok korkup endişelendiğinde yansımışsın.”

“Peki ya dikiz aynasında yansıdığımda? Arabada?” diye sordum. O an hâlâ aklımı kurcalıyordu.

“Sen cevap ver? Ne hissetmiştin o anlarda?”

Hatırlamaya çalıştım. “Berzan kız kardeşiyle konuşuyordu. Ailemi düşünmüştüm. Onları çok özlediğimi…Biraz da afallamıştım sanırım.”

Kutsi Bey başını yavaşça salladı. “Benzer duygular değil mi?”

“Galiba…”

Kısa bir sessizlik araya girdi. Birbirini kovalayan sorular içimde yankı yaparken “Peki ya dokunmak?” diye sordum. “Devirdiğim ve çarptığım şeyler oldu. Eğer sebep aynıysa, neden görünür olmadım?”

Kutsi Bey, gözlerini kısıp düşündü. “O anlarda ihtiyacın olan şey görünmek değil, dokunmak olduğu içindir belki? Her sırra ben de hâkim değilim. Bunu kontrol etmek özel bir çaba da gerektiriyor. Senin kontrol kaynaklarının neler olduğunu da çalıştıkça göreceğiz.”

Sözleri zihnimde yankılandı. Kendi içimde yolculuk yaptım, anılarıma geri döndüm. Düşündüğümde biraz kafam karıştı ama sonra fark ettim: Alara geldiği o gün Berzan’a yakınlaşmaya çalıştığında ihtiyacım olan şey gerçekten de görünür olmak değil yalnızca bir şeylerle dikkat dağıtmaktı. Belki de doğru bir teoriydi. Zamanla anlayacaktık.

Kafamın içinde bunlar dönerken, merakımı yenemeyip Kutsi Bey’e döndüm. “Sizinki ne?” diye sordum. “Siz nasıl yansıyorsunuz? Nasıl kontrol ediyorsunuz bu becerileri?”

Gözleri aniden derinleşti, yüzünde geçmişin izlerini taşıyan bir hüzün belirdi. Ardından hafif bir gülümsemeyle “Kızımı düşünmek. Ona olan sevgime odaklanmak,” diye cevapladı.

Bir an içimde sıcak bir şeyler kıpırdadı. Gülümsedim. “Manidar.”

Ben de sevdiklerimi düşünmeyi mi deneseydim? Bu yöntemle ben de kontrol sağlayabilir miydim?Eğer duygularım beni yansıtan şeyse, belki onları bilinçli bir şekilde yönlendirebilir, varlığımı kontrol edebilirdim. Ama ya işe yaramazsa? Ya daha da kötüleşirse? Bu belirsizlik içinde, bir yanım tereddütlüydü, ama diğer yanım denemeye hazırdı.

“Tamam, hadi başlayalım,” dedim, içimdeki hafif ürpertiye rağmen. “Bir an evvel Berzan’ın yanına dönmek istiyorum. Aklım onda kaldı.”

Kutsi Bey gözlerini bana dikti, ifadesi her zamanki gibi sakindi ama içinde belli belirsiz bir bilgelik parlıyordu. “Narkozun etkisinden hemen çıkmaz,” dedi ağırbaşlı bir sesle. “Acele etme. Uyandığında yanında olacaksın.”

Bu sözleri mantıklı bulsam da içimde hâlâ sabırsızlık hissi kıpırdanıyordu. Yine de yavaşça başımı salladım ve ayağa kalktım. Tam hareketlenmiştim ki Kutsi Bey’in sesi beni durdurdu.

“Nereye?” diye sordu, kaşlarını hafifçe kaldırarak.

“Deneyeceğim işte.”

Kutsi Bey küçük bir kahkaha attı ve başını iki yana salladı. “Bunun için ayağa kalkmana gerek yok. Oturabilirsin. Yapacağın şey yalnızca yansımak. Ayakta da olsan, otursan da, amuda da kalksan fark etmez. Mesele görünür olman.”

Sesindeki alaycı tonun farkına vardım ama üzerine gitmedim. Sadece içimde beliren hafif mahcubiyetle tekrar sandalyeye oturdum ve arkama yaslandım.

Kendimi toplamaya çalışırken, aklıma aniden bir soru düştü. Bir türlü mantıklı bir açıklamasını bulamadığım, ama sormak için doğru zamanı beklediğim bir soru. Tereddüt etmeden, “Bir şey soracağım,” dedim. “Nesneleri isteyerek hareket ettiremez hatta dokunamazken, hayalet gibi içlerinden elim akıp geçerken, nasıl oluyor da en başından beri oturabiliyorum? Sonuçta sandalye, koltuk, hatta yer bile bir nesne? Oturmaya yeltenip de kendimi yerde bulduğum olmadı mesela hiç? Çok saçma.”

Kutsi Bey önce güldü. Kumral saçları alnına düştü, elini kaldırıp hafifçe geriye itti. Gözlerindeki ışıltıdan bu soruyu eğlenceli bulduğunu anlayabiliyordum. Sonra kendinden emin bir şekilde konuştu.

“Çünkü yapmak için efor sarf etmiyorsun,” dedi basit bir açıklamayla. “Yapacağına zaten zihnin inanıyor. Bataklıkta olmak gibi düşün. Eğer çıkmak için çabalarsan, çırpınırsan, hareket edersen, daha çok batarsın. Amacına ulaşamazsın. Kendini rahat bırakır, bataklık değil de su üstünde gibi kollarını iki yana açıp uzanırsan, yüzersin. Batmazsın. Bazen sadece inanmak ve akışına bırakmak gerek.”

Sözleri zihnimde yankılandı. Bir süre düşündüm. Bu… mantıklıydı. Garipti, ama mantıklıydı. Düşündüğümde, gerçekten de üzerine düşünmediğim her şey kendiliğinden oluyordu. Yürüyebiliyordum çünkü yürüyebileceğime inanıyordum. Oturabiliyordum çünkü oturabileceğimi sorgulamamıştım. Ama bir şeyi hareket ettirmek istediğimde, işte o zaman olmuyordu.

Garip bir bakış açısıydı. Haklı olabilirdi de, tamamen uyduruyor da olabilirdi. Ama önemli değildi. Önemli olan, benim bunu kendi içimde nasıl şekillendirdiğimdi. Yeter ki ben şu kontrolü sağlayabileyim. Yeter ki kendi varlığımı yönetmeyi öğreneyim.

“Anladım,” diye mırıldandım. Sesim hem emin, hem de hâlâ sorgulayan bir tondaydı. Ama içimde küçük de olsa bir inanç filizlenmişti. Belki de gerçekten mesele sadece akışına bırakmaktı.

“Hadi deneyelim o zaman! Şimdi bütün dikkatini yapmak istediğin şeye ver…” dedi Kutsi Bey, sesi sakin ama bir o kadar da kararlıydı. Onun bu güveni, benim de başarılı olabileceğime dair içimde küçük bir umut filizi yeşertti.

Gözlerimi kapatıp görünür olmayı düşündüm. Kutsi beyin talimatlarını takip etmeye çalıştım ve tüm varlığımla görünür olmayı istedim. Bunu gerçekten başarabileceğime inandım. Ya da en azından inanmaya çalıştım.

Fakat aradan on beş dakika geçmiş, hiçbir gelişme elde edememiştim. Sanki görünmezlik, artık bedenime işlenmiş bir gerçekti ve onu söküp atmak mümkün değildi. Kaşlarımı çattım, dudaklarımı sıktım. Sabırla uğraştım. Ama sonuç değişmedi.

Gözlerimi açtım. Kutsi Bey hâlâ oradaydı. Bekliyordu. Onun gözünde hafif bir merak ve sabır vardı ama benim içimde sabır namına bir şey kalmamıştı.

“Olmadı mı?” dedim usanmışlıkla. Sesim, başarısızlığın verdiği hüsranla doluydu.

“Maalesef. Ama belki de yöntemini değiştirmen gerek.”

“Yöntemim mi?”

“Evet. Şunu yapacağına gerçekten inan.”

“İnanıyorum zaten,” dedim biraz sinirle. Başarmam gerektiğine inanıyordum.

Hafifçe gülümsedi. Bilmiş bir ifade vardı yüzünde. Sanki zihnimin en karanlık köşelerine bile hâkimdi. “Bence sen görünür olunabileceğine inanıyorsun ama kendinin bunu yapabileceğine yeterince inanmıyorsun, Fedâ.”

O an içimde tuhaf bir sıkışma hissettim. Görünür olunabileceğini biliyordum, evet. Onu başarabilmenin mümkün olduğunu biliyordum. Ama… Peki ben? Gerçekten kendimin bunu yapabileceğine inanıyor muydum? Yoksa içimde bir yerlerde, baştan kaybettiğimi mi düşünüyordum?

Hayır, öyle olmamalıydı!

“Nerden biliyorsunuz?” diye çıkıştım. “Hem nasıl anlayacaksınız ki görünür olduğumu? Normalde de beni görüyorsunuz zaten, gölge olduğunuz için.”

Kutsi Bey’in dudakları hafifçe kıvrıldı. Gözleri dikkatlice beni inceliyordu, sanki içimi görüyormuş gibi. Hâlinden hoşnut ve eğleniyor gibiydi.

“İlk görüştüğümüzde sana ışıldayan bir auran olduğunu söylemiştim. Hatırlıyor musun?”

Başımı hafifçe salladım. Elbette ki o gün konuştuğumuz her şey gibi bunu da hatırlıyordum.

“Yansıdığında o parlaklık azalıyor, matlaşıyor. Çünkü varlığın, sahip olduğun enerjinin bir kısmını görünür olmaya harcıyor. Yani başarılı olursan, bunu fark edebilirim.”

Hayaletimsi varlığımın bir aurası olduğunu bilmiyordum. Matlaşabileceğini, değişebileceğini de bilmiyordum. İlginçti. Ama o, bunları sanki kesin bir gerçekmiş gibi anlatıyordu. Beni yönlendirmekte gerçekten yetenekliydi. Sorduğum her şeye yanıt vermesi de oldukça dikkatimi çekiyor ve insanı kendisine hayran bırakıyordu. Zeki bir adam olduğu kesindi.

“Bütün bunları nereden biliyorsunuz? Nasıl öğrendiniz?” diye sordum çocuksu bir merakla.

“Kolay olmadı. Sekiz yılımı bunları araştırıp öğrenmeye verdim.”

Sekiz yıl uzun bir süreydi. Bir an duraksadım. Çünkü fark ettiğim bir şey vardı. Kızı da sekiz yaşlarındaydı. Demek ki, sekiz yıldır araftaydı. Sekiz yıldır bu hâlde yaşıyordu. İçimde tuhaf bir his belirdi. Hüzün müydü, hayranlık mıydı, yoksa ikisinin karışımı mı, bilmiyorum. Ama şu kesindi ki, her şeye rağmen hâlâ dimdik ayakta olması, aklını yitirmemesi, hatta bana akıl verecek kadar bilgili ve kontrollü olması takdir edilesiydi.

“Sekiz yıl…” diye fısıldadım.

Kutsi Bey bana baktı. Yüzündeki ifadede anlaşılmaz bir şeyler vardı. O an, onun hakkında daha fazla şey bilmek istediğimi fark ettim. Onu tanımak, nasıl bu kadar güçlü kalabildiğini öğrenmek istedim.

Kelimeler, düşüncelerimden hızla sıyrılıp ağzımdan döküldü. “Kaç yaşındasınız?”

Gülümsedi. “Kırk dört yaşındaydım, öldüğümde,” derken sesi derin, ama bir o kadar da sakindi. “Sekiz yıldır da gölge olarak var olduğumu hesaba katarsak bu soruna elli iki diye cevap vermek istiyorum.”

Gözlerim istemsizce büyüdü. Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı. Demek ki hâlâ öldüğü yaştaki gibi görünüyordu. Aslında onu ilk gördüğümde de yaşını pek kestirememiştim. Belli ki yaşını göstermiyordu yaşarken. Kendine has bir karizması, yılların ona kazandırdığı bir ağırlığı vardı.

İlk zamanlar Berzan ve Uras’a “gençler" diye hitap edince “Sen sanki çok yaşlısın da!” demiştim içimden, Kutsi beye. O anı hatırlayınca, içimden gülmek geldi. Elli ikiyi yaşı kabul edersek, onlara gençler demekte haksız sayılmazdı.

Kutsi bey, dağılan konumuzu toparladı. “İşimize dönelim,” dedi ve gözlerime baktı. “Odaklan Fedâ. Kendine güven ve inan. Rahat ol.”

İçimde hâlâ o huzursuzluk vardı ama elimden geleni yapmaya kararlıydım. “Deniyorum.”

Bu kez gerçekten odaklanmaya çalıştım. Kutsi Bey’in sesini, odadaki gölgeleri, içimde bir yerlere saklanan başarısızlık korkusunu unutarak… Kendimi tamamen bu ana verdim.

Fakat olmadı. Zihnim bulanıklaşmaya başladı. Sanki ne kadar denersem deneyeyim, görünmezliğim bir lanet gibi üzerime yapışmıştı. Bunu aşamıyordum. Ellerimi sıkıp, kaşlarımı çattım. İçimde bir öfke kabarıyordu artık.

Ve sonunda, sabrım tamamen tükendi. “Bu böyle olmayacak!”

Sesim, sıkışmış bir enerjinin boşalıvermesi gibiydi. Kutsi Bey beni dikkatlice izliyordu. Yüzünde yargılayıcı bir ifade yoktu. Beni anlıyor gibiydi. Ama bu beni daha da sinirlendirdi. Neden olmuyordu? Neyi yanlış yapıyordum? İçimdeki sabırsızlık ve hayal kırıklığı, artık katlanamayacağım bir hâl almıştı. O an gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum.

Kutsi bey bana baktı, ve bir süre düşünceli göründü. Zihninde bir şeylerin hızla işlemekte olduğunu fark ettim. Sonra aklına çok mühim bir şey gelmiş gibi bi aydınlanmışlıkla elini masanın üzerine pat diye vurdu. “Tabi ya! Biz neden uğraşıyoruz ki!”

“Ne oldu?” diye sordum, içimde aniden yükselen heyecanla.

“Gölgeler bir kez yansıdığında, bağlı oldukları kişi onları zaten görmeye başlar,” dedi, bu bilgiyi nasıl unutmuş olduğuna hayret ediyormuş gibi bir edayla. “Geçmişteki vakaları düşün. Yani uğraşmaya gerek yok. Berzan seni zaten görecek. Bugün uzun süre yansıdın. Artık onun için görünür olacağını düşünüyorum.”

“Gerçekten mi?” diye atıldım heyecanla. Bu ihtimal, içimde fırtına gibi esen umutsuzluk bulutlarını dağıtıyordu.

“Evet,” dedi net bir şekilde.

Berzan’ın artık beni görebileceğini bilmek… Bu his, anlatılamayacak kadar güzeldi. Ama o rahatlamanın içinde bir şey beni dürttü, bir soru, bir şüphe. Kaşlarımı hafifçe çatarak sordum: “Peki ya diğerleri? Beni herkes gördü. Uras, Mehlika, Pumza, hatta kızınız… Geçmişte de bu oldu mu?”

Kutsi Bey’in yüzü ciddi bir hâl aldı. “Hayır, yalnızca aşıklar birbirini görebiliyordu.”

Bu durum kafamı daha da karıştırdı. “Öyleyse ben neden görünür oldum?”

Kısa bir duraksamadan sonra “Emin değilim,” diye mırıldandı. "Ama sen Fedâ’sın, kehanetteki kişisin. Diğerlerinden farklı durumlar ortaya çıkması şaşılacak bir şey değil.”

Yutkundum. Kehanet… Bu kelimeyi defalarca duymuştum ama onun gerçekten bana ait olduğu düşüncesini sindirmekte zorlanıyordum.

“O zaman farklı olan başka şeyler de olabilir?”

Kutsi Bey başını salladı. “Olamaz diyemem.”

Omuzlarım düştü. “Harika…” diye mırıldandım.Biz zaten yeterince mücadele etmiyor muyduk? Şimdi bir de gölgelerin kurallarına uymayan tuhaf özelliklerimle başa çıkmak zorunda kalacaktım.

Her neyse, şu an geleceği değil yukarıda baygın yatan genç adamı düşünecektim. “Madem Berzan beni zaten görecek, bu çalışma işini erteleyelim. Onun yanına gitmek istiyorum.”

“Sen bilirsin. Ama diğerlerine de görünür olmak istiyorsan, burada denediklerimizi hatırla ve prova yapmaya çalıştık.”

“Tamam. Berzan iyileşsin, sizinle de devam ederiz.”

Yavaşça başını salladı. Koyu mavi gözlerini gözlerime dikti. “Yanınıza ara sıra uğrayacağım. Bir kaç adamımı da görevlendirdim, etrafta olacaklar. Acil bir durum olursa haberim olur. Berzan’ın iyileşmesinin ardından da oturup her şeyi bir bir konuşmalıyız. Gerçeklerle yüzleşmeli. O da bu kehanetin bir parçası.”

Bu yüzleşmeden korkuyordum. Henüz adını koyamadığımız ama üzerimize karanlık gibi çöken bu kaderin neler getireceğini bilmiyordum. Ama kabullenmem gereken bir gerçekti. Kaçamazdım. Kaçmak, her şeyi daha da karmaşık hale getirirdi. Yavaşça başımı salladım.

“Ben gidiyorum öyleyse,” diyerek veda ettim. Oradan ayrıldım.

Berzan’ın bulunduğu odaya çıktım. Sessizce içeriye süzülüp kapıdan hayalet gibi geçtim ve refakatçi koltuğuna oturdum. Odanın hafif loş ışığı, baygın yatan Berzan’ın yüzüne düşüyor, keskin yüz hatlarını daha da belirgin hale getiriyordu.

Kollarımı kavuşturdum ve başımı arkaya doğru yasladım. Bakışlarım Berzan’a odaklanmış olsa da zihnimde bin bir türlü düşünce dolanıyordu.

Çok değil, kısa bir süre önce Kutsi bey bizimkilere gölgelerle ilgili bütün o hikayeleri anlattığında verdiğim ilk tepkileri hatırladım.

Bahsedilen özellikleri duyup da gölge olabileceğimi düşündüğümde “Ne yani ben bir Gölge miyim! İyi de olamaz ki! Hem ben aşık bile değildim! Sevdiğim, hoşlandığım, azıcık beğendiğim biri bile yoktu hayatımda! Hani bu büyü sadece aşıkları etkiliyordu! Bahsi geçen hikayeyle bir alakamız olamaz. Gölge değilim,” diyen kişi bendim.

İçimde hâlâ yankılanan bu sözleri düşününce hafifçe gülümsedim. Şimdi şartlar değişmiş, durum tam tersine dönmüştü. Ben değişmiştim.

Bir insan olarak aşık olmayı becerememiş olsam da, öldükten sonra bir ruh olarak, gölge olarak sevda rüzgarına kapılmıştım. Çok garipti.

Ne ara bu bağ oluşmuştu, ne ara bu duygular içimde bu denli büyümüştü bilmiyorum.

Ama şurada baygın yatan adam için canımı bile verirdim.

Tabi verebilecek bir canım olsaydı… Sonuçta zaten bir kere öldüm, değil mi? Tamam, soğuk espriydi evet, özür dilerim.

 

 

 

 

✰✰

 

Ona bakarken içimde tanımlayamadığım bir his dalgalanıyordu. Derin, ağır ve karmaşıktı. Öylece yatıyordu işte, sessiz, hareketsiz… Derin ve düzenli nefes alışlarını dinliyordum. Ama bu hareketsiz bedenden çok daha fazla şey ifade ediyordu.

Mutfakta yemek yaparken şarkılar türküler söyleyişi geliyordu aklıma. Kitap okuyuşu, yaramaz kedi Işık’ı sevişi, kuşlar için pencere ve balkona ekmek kırıntıları bırakışı… Bilgisayarından işlerini halledişi, yorulunca egzersiz yapışı… Bakışları, elâ gözlerindeki parıltı ve derinlik, gülüşü, ara sıra rastladığımız kahkahası… Hepsi birer hatıraydı sanki.

Yeniden o günlere dönebilecek miydik? Eskisi gibi olabilir miydi her şey? Emin değildim. Bir şeylerin temelinden değiştiğini hissediyordum. Berzan da bu kehaneti ve bütün bu gölge hikayelerine dahil olduğunu öğrenince hayatımız bütün sıradanlığını kaybedecekti, hissediyordum. Bu hem ürkütücüydü hem de kaçınılmaz bir gelecek.

Oturmaktan sıkılarak kalktım. Saat gece bir civarıydı. Koridora çıktım. Hastane geceleri hep tuhaftır. Soğuk ve ürkütücü bir sessizlik vardır ama aynı zamanda içinde derin bir yorgunluk ve bekleyiş barındırır. Belki insan da bu sebeple tuhaf hisseder. Acılara da ümitlere de şahit olunan duvarlardır çünkü arasında bulunduğumuz.

Uras ve Mehlika, bir iki saat evvel doktorun izniyle kısa bir süreliğine odaya girip Berzan’ı görmüşlerdi. Sonrasında ise kapının önündeki oturma kısmında beklemeye devam etmişlerdi. Şimdi ikisi de uyuyordu.

Mehlika başını Uras’ın omzuna yaslamış, elini göğsüne koymuştu. Ona sığınmıştı. Yuvasındaydı bir nevi. Uras da onu kolunun altına almış, başını hafifçe eğerek saçlarına yaslamıştı. Uyku hâlinde bile birbirlerine sahip çıkıyorlardı. Doğal, sıcak bir manzaraydı. Bu ikisinin ilişkisini seviyordum. Tatlılardı. Birbirleri için yaratılmışlardı. Onların birbirine duyduğu güven ve sevgi gözle görülür bir şekilde ortadaydı. Gülümsedim.

Koridor boyunca biraz yürüdüm. Çok geçmeden yeniden odaya döndüm.

Yatağın bir köşesine oturup Berzan’ın solgun yüzüne baktım. Ezberlemiştim bu yüzü. Kaşlarının kavisi, benleri, yara izi, saçlarına karışmış bir kaç tel beyaz, sakalları, kuruluktan dolayı dudaklarında oluşan çatlaklar… Küçük, ama onu o yapan detaylar.

“Birine saatlerce bakacaksın deseler, güler geçerdim bir zamanlar,” diye konuştum sakince. “Kendi yüzüme bile saatlerce bakmışlığım yoktur. Kıymetini bil.”

Gülümsedim.

Ona bunu söylerken, gerçekten de ne kadar uzun süredir başında oturduğumu fark ettim. Oysaki zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Saatler mi olmuştu, yoksa sadece birkaç dakika mı? Önemi yoktu. Zaman, onun tanıdık olan yüzüne bakarken anlamını yitirmişti.

Sesi çıkmasa da, varlığıyla buradaydı. Bunu iliklerime kadar hissediyordum.

“Sevmek ne garip bir duygu. Sıradan olan birinde sıra dışı bir şey buluyorsun ve ona tutunuyorsun. Herhangi bir beden olmaktan çıkıyor, en kıymetlin haline geliyor. Bir suretten daha fazlası oluyor yüzü. Manalar, duygular barındırıyor. Kendisinden çok daha fazlasına işaret ediyor. Hayatın bir çok yerinde izler bırakıyor. Kendini hatırlatan izler.”

Gözlerim yüzünde gezinmeye devam etti. Kendimden yola çıkarak konuşuyordum.

Göz kapaklarının ardındaki dünyayı merak ettim. O dünyada ben kimdim?

Parmaklarımı usulca battaniyenin kenarında gezdirdim, ona dokunmaya çekiniyormuş gibi. Oysa içinde olduğum bu bilinmezliğin içinde en çok arzuladığım şeylerden biri, ona gerçekten dokunabilmekti. Elimi dostça omzuna koymak belki. Saçlarını şefkatle okşamak yahut. Başımı omzuna yaslayıp oradaki sıcaklığı ve güveni hissetmek, bütün biriken yorgunluklarımı biraz dindirmek belki de…

Ama şu an sadece bekliyordum. Sahi neyi bekliyordum? Onun iyileşmesini mi? Gözlerini açmasını mı? Yoksa beni tanımasını, hatta belki de beni sevmesini mi?

Kutsi Bey’in sözleri aklımı kurcalıyordu. Berzanla sahildeki karşılaşmamızda konuştuklarımız sonra… Gerçekten de -Kutsi beyin dediği gibi- Berzan beni önceden tanıyor ve hatta seviyor olabilir miydi? Delicesine merak ediyordum.

Eğer beni önceden tanıyorsa, neden bir şey söylememişti? Eğer seviyorsa, neden belli etmemişti? Yoksa… Yoksa sadece tesadüflerin, yanlış anlamaların bir sonucu muydu tüm bunlar? Bilmemenin ağırlığı omuzlarıma çöküyordu.

Bir an evvel iyileşsin ve beni gerçeklerle aydınlatsın istiyordum. Kendi gerçekleriyle. Bizim gerçeklerimizle.

“Normal şartlarda uyanman gerekiyordu,” derken sesim biraz titredi. “Artık gözlerini açsan mı? Söz verdiğim gibi yanındayım hem, bak. Bekliyorum.”

Bölüm : 16.02.2025 22:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...