23. Bölüm

Gölge • 22

Şeymanur
sukunettekelimeler

“Ölü birinin canı yanabilir mi?” diye merak ederdim çocukken. Ölüm acı verir miydi? Yoksa beden sustuğunda, ruh da onunla birlikte sessizliğe mi gömülürdü?

Öldükten sonra neler olacaktı? Uçsuz bucaksız bir karalığa mı gömülecektim? Yoksa bahsedilen o cennet bahçelerindeki aydınlıklar içerisinde yürüyor mu olacaktım? Ölüm, merakınm cezbeden, düşündükçe zihnimi yutan bir girdaptı. Çocuk aklımla varoluşun sınırlarını anlamaya çalışır, bir gün karşılaşacağım kaçınılmaz sonun nasıl olacağını hayal ederdim.

Ta ki ağabeyim bu kelimeyle müsemma olana dek. Onun vefat haberini aldığımda tarifsiz bir acı hissi beni kuşatmış, uzun süre de yakamı bırakmamıştı. Paramparça olmuştum. Sanki tüm dünya göğsümün üzerine çöküp nefesimi kesmişti. Zaman durmuş, renkler solmuş, varlık ve yokluk arasındaki çizgi bulanıklaşmıştı.

İnsanın hayatında dönüm noktaları vardır. Onu değiştiren, evrilten, hayata bakarken farklı gözlükler kullanmasına sebep olan noktalar. Benim noktam, ağabeyimi kaybedişimdi.

Kaybetmenin acısını bilirdim. İliklerime dek hissetmiştim. Yalnızca birinin yokluğuna alışmak değildi kaybetmek. Hayatındaki koca bir boşluğu taşımak, onunla uyanmak, onunla uyumaktı.

Ve şimdi öğrendiğim bir şey daha vardı. Sorularımdan birine daha cevap bulmuştum: Ölü birinin de canı yanabilirdi. Aksi takdirde, zaten ölü olan ben, Erva, nasıl bu denli ıstırap çekiyor olabilirdim?

Şimdi aynı girdabın içinde boğuluyordum. Berzan’ın kanlar içindeki bedeni gözlerimin önünden gitmiyordu. Hastanedeydik. Hastane koridorlarının o keskin, soğuk kokusu her yanı sarmıştı. Berzan’ı ameliyata almışlardı. Ameliyathanenin sürgülü kapısı yüzümüze kapanırken, kalbimin de aynı sertlikte kapandığını hissettim. Kapının önünde öylece kalakalmıştık, Uras ve ben. O kapının ardında Berzan’ın yaşam mücadelesi veriyor olması, bizimse burada hiçbir şey yapamadan beklemek zorunda olmamız… Katlanılmazdı. Boğazımda bir yumru, içimde taş gibi ağır bir korku vardı. Çaresizliği iliklerime kadar hissetmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Yanaklarımdan süzülen sıcak ve sessiz bir kaç gözyaşı, Gölgelerin de ağlayabildiğinin ispatıydı.

Sürgülü otomatik kapının önünden çekilip sırtımı duvara yasladım ve tedirgince beklemeye başladım. Uras da sessizliğe gömülmüş, karşımdaki duvarın dibine çöküp ellerini başının arasına almıştı. Her zamanki dik duruşunu kaybetmişti. Sanki bir şey onu da kırıp geçmişti. Hiç böyle görmemiştim onu. Güçlüydü, cesurdu ama şu an… O da en az benim kadar korkuyordu.

Pumza bir kaç adım arkamızda dikiliyordu. Yüzündeki gerginlik, onun da bu belirsizliğe tahammül edemediğini gösteriyordu. Kutsi bey ise küçük kızı Kübra’yı biraz ötedeki sandalyeye oturtmuş, sakinleştirmeye çalıştırıyordu.

Az sonra Kutsi Bey’in sesi, hastane koridorunun derin sessizliğini delip geçti. Sesi ne çok sertti ne de yumuşak; otoriteyle yoğrulmuş, yılların tecrübesini taşıyan bir ses. “Pumza, çocukları arayıp durumu öğren. Sonra da Kübra’yı kantine indir, bir şeyler yiyip içsin.”

Pumza başını hafifçe eğerek, “Hemen,” diye yanıtladı. Cebindeki telefonu çıkardığı gibi uzaklaşarak koridorun sonuna doğru yürümeye başladı. Telefon ekranının soluk mavi ışığı yüzüne vuruyor, ifadesindeki ciddiyetin altını çiziyordu. Birilerini aradı. İki üç dakika içinde geri gelip rapor verdi. “Bir kaç adamımız yaralıymış, Kutsi bey. Çatışma sona ermiş. İzimizi kaybedince ve Kubat bizi ele geçiremeyince adamlarını geri çekmiş. Bölge tekrar güvende.”

Kutsi Bey derin bir nefes aldı. “Evin etrafını kontrol etsinler, bir hareketlilik var mı diye. Gereken güvenlik önlemleri alınsın. Ayrıca Berzan bey ve Uras beyin evleri de gözlensin. Buradaki herkesin ve ailelerin güvenliğini sağlayın.”

“Başüstüne.”

Kutsi bey az önceki kontrollü tavrını değiştirip kızına döndü. Kızına baktığında yüzü yumuşadı, sesindeki ton tamamen değişti. Otorite yerini şefkate bırakmıştı. “Kübra, hadi şimdi Pumza abiyle birlikte kantine inip bir şeyler ye. Sonra yine yanımıza gelirsin, tamam mı kızım?”

Küçük Kübra başını usulca salladı. Korku hâlâ gözlerinde asılıydı ama babasının yanında olduğu sürece kendini daha güvende hissediyor olmalıydı. “Tamam babacım.”

Pumza dizlerini hafifçe kırarak ona elini uzattığında, Kübra da tereddütsüz, minik beyaz ellerini onun iri ve koyu tenli parmaklarına bıraktı. Ellerinin arasındaki zıtlık, ama aynı zamanda tamamlanmışlık, içime garip bir his oturttu. Kübra, Pumza’ya güveniyordu. Gözlerinde, bu yabancı adamın elini tutarken bile huzur vardı. İkisi uzaklaşıp gözden kayboldu.

Kutsi beyin adımları bize yöneldi. Onun adım sesini duyan Uras, beynine aniden bir uyarı gitmiş gibi hızla başını kaldırdı. Omuzları bir anda gerildi, içindeki tüm gerginlik kaslarına yayılmıştı. Ayağa kalkıp Kutsi beye doğru yürümeye başladı. Güvenle ihaneti tartan o ince çizgideydi.

İki adam koridorun ortasında karşı karşıya geldiğinde tek yaptığım onları izlemek oldu. Aralarındaki hava ağırlaştı.

Uras şüphe ve öfkeyle doluydu. Bütün beden dili, bir açıklama beklediğini söylüyordu. Kafası karışmıştı ve can dostu için endişeleniyordu. Bu duygularını yansıtacağı biri vardı: Kutsi bey. İçindekileri boşaltması ona iyi gelecekti.

Hastane koridorundaki soğuk beyaz ışıklar, Uras’ın gerilmiş yüz hatlarını daha belirgin hale getiriyordu. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu, yumrukları istemsizce sıkılmıştı.“Kimsin sen?!” diye patladı daha önce onda hiç görmediğim bir ciddiyet ve sertlikle. “Önce kimsenin inanmayacağı masallar anlatıyorsun, sonra bizi çağırdığın özel mülkünde saldırıya uğruyoruz. Seninle ilgisi olmadığını söylüyorsun. Ama ne hikmetse siz sapasağlamken içeride canıyla cebelleşen benim kardeşim! Bir de güvenliğimizi sağlamak için adamlarını görevlendiriyorsun? Bunu senden kim istedi? Bir açıklasana!”

Uras’ın sesi gittikçe yükselmiş, öfkesi yüzüne yansımıştı. O öfke bir maskeydi, içindeki avı ve korkuyu gizliyordu. Alnındaki damarlar belirginleşmişti, kulakları ve ensesi kızarmıştı. Kutsi beyi omzundan hafifçe itmiş, fakat zarar verecek kadar güç uygulamamıştı.

Kutsi Bey yerinden kıpırdamadı. Yüzü hâlâ aynı soğukkanlı ifadeyi taşıyordu, ama Uras’ın patlamasına rağmen en ufak bir savunmaya geçmemişti.

“Sakin ol. Arkadaşın için endişelisin ve olanlardan ötürü kafan karışık, öfkelisin, biliyorum,” dedi. Sesi ne savunmacıydı ne de meydan okuyucuydu. Sadece gerçekçiydi. “Ama her şeyi anlatacağım. Sizi de bunun için çağırmıştım zaten.”

Uras alaycı bir şekilde güldü. Sinirden yüzü kasılmıştı. “Neyi anlatacaksın ya? Neden saldırıya uğradığımızı mı? Berzan’ın neden ölüm kalım savaşı verdiğini mi? Ona bir şey olursa senin hiçbir açıklamanın kıymeti kalmayacak!”

Berzan… Ona bir şey olursa…

Yüreğim sıkıştı. Bu kelimeler bir bıçak gibi zihnime saplandı.

Hayır hayır, ona bir şey olmayacaktı. Böyle olasılıklardan bahsetmesini istemiyordum. O olasılıkları zihnimin en derinlerine kitlemiştim. Ama o ihtimal, Uras’ın sözleriyle su yüzüne çıkıyordu.

Ben Berzan’ın iyi olacağına inanmak istiyordum. Onun iyi olmasına ihtiyacım vardı. Yanağıma süzülen gözyaşlarını sildim. Ayaklarım neredeyse kendi iradem dışında hareket etti. Onlara doğru bir kaç adım attım. İçimdeki çığlıkları susturmak için, korkumu alt etmek için, berbat bir olasılığı kabul etmemek için…

“Onun iyi olmasını en az senin kadar ben de istiyorum!” Kutsi Bey’in sesi samimiydi. Ama bu, Uras’ın öfkesini yatıştırmaya yetmedi.

“O zaman onu ne demeye bu saçmalıkların içine çektin!”

Uras’ın öfkesi, çaresizliğinden doğuyordu. Fakat biraz sakinleşmesini arzu ediyordum. Koluna uzanıp dostane bir şekilde dokundum. Şu an bütün bu karmaşanın içinde biraz durmaya, yalnızca durmaya ve Berzan’ın hayatta kalması için umutla beklemeye ihtiyacım vardı.

Kolundaki dokunuşumu hisseden Uras, başını yan çevirip bana baktığıda göz göze geldik. İşte, sabah umduğum gibi onun renkli hârelerinde yansıyordum; ama gözlerinde neşe değil, korku ve acı vardı.

Yalvarırcasına baktım ona. Kırk yıllık dostuma bakar gibi. “Lütfen,” dedim kırgın ve yorgun sesimle. “Lütfen tartışmayı sonraya bırakalım. Sadece umutla beklesek, iyi olacağına inansak, olmaz mı? Benim buna inanmaya ihtiyacım var. Benimle birlikte buna inanacak birine ihtiyacım var.”

Uras’ın bakışlarında bir yumuşama yakaladım. Yüz hatları yavaşça gevşedi. Dudakları bir şeyler söyleyecek gibi aralandı ama vazgeçti. Usulca başını salladı. Sessiz bir kabuldü bu.

Derin bir nefes aldı ve sırtını dönerek koridorun öbür ucuna doğru yürüdü. Telefonunu çıkardı. Tereddütle ekrana baktı, parmakları bir an duraksadı. Ama sonra telefonu kulağına götürdü. Kimi aradığını biliyordum. Mehlika. Bütün bunların arasında kendini yalnız hissettiği tek kişi ben değildim elbette.

Koridordaki banklardan birine oturdum. Başımı eğip kana bulanan avuçlarıma baktım. Beklemeye devam ettim. Dakikalar saatler gibiydi.

Sonra birden, her zerremi sarsan bir acı hissettim. Canım yanıyordu. Bu kez fiziki anlamda bir acıdan bahsediyorum.

Dudaklarımdan küçük bir acı nidası yükseldi. Ellerim titremeye başladı. İnsanın ruhunun bedeninden çekilmesi gibi bir histi bu. Fakat ben zaten bir Gölgeydim, ruhtan ibarettim!

İçimde bir şeyler kopuyor, çözülüyor, çöküyordu. Atomlarıma ayrılıyor, her bir hücrem dağılıyordu adeta. Neler oluyordu? Korkuyordum.

“Fedâ? İyi misin? Fedâ?!”

Kutsi beyin sesi çok uzaklardan geliyordu. Aramızda farklı boyutlar vardı. Boğuktu, soluktu.

Görünüşüm bulanıklaştı.

Ölmek de mi böyle bir histi? Yahut yok olmak mıydı bu? Ama yok olan sadece ben değildim sanki. Bir uçurumun kenarındaydım. Ve orada yalnız değildim. Ona bir şey olduğunu bütün varlığımla hissedebiliyordum.

“Berzan,” diye fısıldadım güçsüzce. Sesim kendi kulaklarıma bile güçsüz, neredeyse yok gibi geldi.

Ellerim yumruk halini almış, gözlerim kapanmıştı. Sonra, bir fanustan geçmiş gibi hissettim. Gözlerimi zorlukla açtığımda ani bir ışık vurdu üstüme. Biri yüzüme el feneri tutuyormuş gibi.

Başımı hızlıca çevirdim. Ardından garip ve ritmik bir “dıt” sesi işittim. Parmaklarımla göz kapaklarımı ovuşturup gözlerimi açtığımda yerde olduğumu fark ettim. Bir sedyenin bacaklarını ve zemini görüyordum. Bir kaç çift ayak vardı.

Canım hâlâ yansa da az evvelki kadar şiddetli değildi. Kalbimin hâlâ bir insanken nasıl attığını hatırlıyordum. Şimdi sanki sıkışıyordu. Acı, korku ve belki de umut o sıkışıklık hissinde düğümleniyordu.

Yavaşça doğruldum. Gözlerimi kırpıştırarak etrafıma bakındım. Ameliyathanenin içindeydim. Onun yanında bulmuştum kendimi. Masada yatan oydu, henüz görmesem de biliyordum. Ayağa kalktım. Titrek adımlarla ilerledim.

Eğer hâlâ görünürsem, birden burada belirmem sorun olacaktı. Bir kaç kişinin etrafında dikildiği masaya yaklaştım. Kimse varlığımın farkında değildi. Buna sevinmiştim. Rahatça ilerledim.

Gölge olarak her zamankinden daha soluk ve silik olduğumu fark ettim. Sebebini bilmesem de onunla ilgiliydi, tahminim bu yöndeydi. Önümdeki ameliyat masasında uzanmış kişi, hayata tutunmaya çalışan Berzan…

“Kan takviyesi yapalım. Değerleri zayıflıyor. Acele etmeliyiz.” Bir doktorun sesi sert ve emrediciydi. Eller telaşla hareket ediyordu, metal aletlerin sesi havada yankılanıyordu. Her şey, Berzan’ın incecik bir ipliğe bağlı hayatını kurtarmak içindi.

Ten rengi iyice solmuştu. Yarasına bir kaç saniyeden fazla bakamadım. Başı yan düşmüştü. Güzel gözleri kapalıydı. Saçları alnına yapışmıştı. Başucunda durdum. Eğildim. Yüzüne iyice yaklaştım. Onun bu dünyada kalmasını sağlamak için elimde hiçbir şey yoktu. Ama ona seslenebilirdim.

Kulağına fısıldadım. “Sakın gitme. Çünkü arkanda buna dayanamayacak üç kişi bırakmış olursun. O üç kişiye vicdanlı davran. Ve kuşları beslediğin gibi, çiçekleri okşadığın gibi, kargaya sahip çıktığın gibi merhametli.”

Elimi kaldırıp saçlarına dokunmak istedim. Ama… parmaklarım içlerinden geçip geçti. Umursamadım. “Karanlıkta bırakma beni. Hikayenin sonunu yeniden yaz. Geri dön. Uyandığında yanıbaşında bekliyor olacağım. Sen habersizken dahi hep yanıbaşında olduğum gibi.”

Bir şey değişmeye başladı. Doktorların konuşmaları ve makinanın dıt sesleri gittikçe boğuklaştı. Bense iyice soluklaştım. Bacaklarım güçsüzleşti. Yere çöküverdim. Az evvelki acıyı şiddetle geldi. Bir dalga gibi. Bir fırtına gibi. Bir girdap gibi.

Gözlerimi sımsıkı kapattım. Ani kayboluşumu Uras’ın görüp görmediğini düşündüm bir an. Koridordaki hâlimi…

Sonra daha mühim bir noktaya odaklandım. Acaba bunlar benim son anlarım mıydı? Gölge olarak son saniyelerim miydi? Peki ya kehanet? Berzan’a bir şey olursa gerçekleşemeyecek miydi? Bizi neyin içine çekmişti kader?

Bilincim kapandı. Tıpkı Berzan’dan uzaklaştığımda olduğu gibi. Ama bu kez gözlerimi onun evinde, o odada açamayacağıma emindim.

 

✰✰

 

“Fedâ?!”

“Erva?! Erva, iyi misin?”

Göz kapaklarım yavaşça aralandı. Sinyali gidip gelen bir TV ekranı gibiydi görüşüm. Bulanık ve parçalı. Tüm renkler birbirine karışmıştı, silik ve kaygan bir âlemde sürükleniyormuşum gibi… Sonra, tanıdık bir siluet belirdi.

Başımda dikilen sarışın gencin renkli hârelerine tutundum. “Uras?” diye ismini söyledim güçsüzce. Beni hâlâ görüyor muydu yani?

“Buradayım,” dedi sakince. Kaygıyla bana bakıyordu. “Gel, otur şöyle,” deyip sırtımdan beni destekledi ve kolumu nazikçe tutup kalkmama yardımcı oldu. Tıpkı incelikle taşınan bir porselen parçası gibi, özenli ve temkinliydi.

O garip hâle bürünmeden önce bulunduğum yere yeniden oturtuldum. Uras da hemen yanıma oturmuştu. Kolumu hâlâ bırakmamıştı. Her an devrilebilirmişim gibi tetikteydi.

“İyi misin? Neyin var?”

“Bilmiyorum,” dedim dürüst olarak.

Onun ilgili ve dostane tavrı içimi yumuşatmış, sakinleşmemi sağlamıştı.

“Su falan ister misin?”

“Hayır, teşekkürler,” dedim.

“Emin misin?”

Beni gerçekten önemsediğini bilmek içime bir nebze hoşnutluk katsa da su içemediğimi ona anlatamazdım. Yavaşça başımı salladım.

“Peki madem. Bir şey istersen söyle, tamam mı? Sonra Berzan canıma okur, neden seninle ilgilenmedim diye.”

İsmini duyunca damarlarımdan bir elektrik akımı geçmiş gibi irkildim. Ne kadar zamandır bilinçsizdim, bilmiyordum. Dolayısıyla o nasıldı, bunu da bilmiyordum. “Berzan…” diye atıldım refleks olarak yerimden kalkmaya çalışarak.

Fakat Uras tuttuğu kolum sayesinde beni hafifçe geri çekip yerime oturttu. “Sakin ol, acele etme,” dedi. Sesi rahatlatıcıydı ama hâlâ ciddiyetini koruyordu. “Az evvel doktor iyi haberi verdi. Ameliyat başarılı geçmiş. Birbirine çok yakın iki bölgeden iki kurşun çıkartmışlar. Neyse ki hayati bir risk söz konusu değilmiş. Organlarına zarar gelmemiş. Ben buna mucize diyorum…”

Mucize… Bu kelime içime güneş gibi doldu. Dudaklarımda minnettar, küçük bir gülüş belirdi. Bir rahatlama hissettim ve gevşeyerek arkama yaslandım. “Çok şükür!”

Başımızda dikilen Kutsi beyin konuşması üzere onun varlığını fark ettim. “Az sonra odaya alacaklar Berzan’ı.”

Bu müjde üzerine yavaşça başımı salladım. Tam anlamıyla gevşeyemesem de, en azından bir felaketin eşiğinden dönmüş olduğumuzu biliyordum. Berzan yaşayacaktı. Bu, güçlü olmam için yeterliydi.

Tam o sırada, koridorun başından gelen aceleci ayak seslerini işittim. Adımlar hızlı ve telaşlıydı. Hepimiz içgüdüsel olarak o tarafa döndük. Mehlika’ydı. Gözleri kaygıyla parlıyor, yüzüne endişe gölgesi düşüyordu. “Uras!” diye seslenip hızla yanımıza yürüdü. Sesi biraz kırık, biraz sitemkâr ama hepsinden öte, korkuyla doluydu.

Uras hiç tereddüt etmeden ayağa kalktı. Onu yara yolda karşıladı. Birbirlerine sıkıca sarıldıklarında mahremiyetlerini ihlal ediyor gibi hissedip önüme döndüm.

“Bana ne oldu?” diye sordum Kutsi beye.

Adam beni dikkatle süzüyordu. Yüzünde düşündürücü bir ifade vardı. “Bilmiyorum Fedâ. Ama benim de sana sorularım var. Uras seni nereden tanıyor?”

“Bilmiyorum.”

Kutsi Bey sesini biraz alçaltarak ama daha keskin bir tonla konuştu: “Ben sana hep Fedâ diye seslendiğim hâlde o Erva diyerek ismini söyledi. Az önce ‘Berzan canıma okur’ dediği cümlesi de cabası.”

Beynimin bir köşesinden ben de bunlara anlam vermeye çalışıyordum. Hâlihazırda kafamı karıştıran şeylerdi. Lakin Berzan’ın iyi olduğunu görene dek başka her şeyi düşünmeyi ikinci plana atmıştım.

Kutsi Bey, yüzündeki anlamlı ifadeyle başını salladı. “Sen değil belki ama onlar seni tanıyor Fedâ. Berzan, zaten sana aşık, değil mi? Senin de onu kaybetmekten delice korkacak denli sevdiğini bugün gördük.”

Bu kez sesi yumuşaktı. Anlayışlıydı. Ama aynı zamanda gerçeği kafamın içine içine sokuyordu. Söyledikleri kayalara vuran dalgalar gibi zihnime vuruyordu.

Sessiz kaldım. Doğru söylüyor olabilirdi. Fakat benim bunlarla yüzleşmeye ve kabullenmeye gücüm var mıydı, emin değildim. Bugün daha fazlası olmazdı. Belki yarın.

Kutsi Bey, suskunluğumu kabul edilmiş bir cevap gibi karşıladı. Artık kiminle bağlı olduğumu da biliyordu. Anlamıştı. Fakat bu beni endişelendirmedi. Onun bize zarar vermeyeceğine emin sayılırdım.

Mehlika ve Uras’a döndüğümde kızcağızın biraz olsun rahatladığını fark ettim. İlk geldiğinde çok tedirgin ve endişeliydi. Uras onu yatıştırmış olmalıydı.

“Hani savaşa değil toplantıya gidiyordunuz?! Bundan sonra gözümün önünden ayrılabiliyor musunuz, görün bakalım!”

Mehlika’nın çıkışı üzerine Uras’ın dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu.

“Gülme, ciddiyim!” diye hiddetlendi Mehlika.

Uras başını iki yana salladı. “Biliyorum. Sinirlerim bozuldu sadece.”

Bu kez sarılan Mehlika oldu. Gözlerini kapatıp başını Uras’ın omzuna yasladı. Onun varlığı, Uras’ın üzerine sinmiş olan tüm korku ve gerginliği alıyor gibiydi. O an fark ettim ki bazı insanlar, birbirine sığınaktı.

Mehlika’yla göz göze geldik. Bakışları bende birkaç saniye takılı kaldı. Garip bir duygu hissettim. Heyecanlı, umutlu, tedirgin ve suçlu… Bakışlarımı kaçırıp önüme döndüm. Hayalet gibi uzun zaman geçirmiş biri olarak, fazlasıyla görünür olmanın verdiği huzursuzluğu içimde hissettim.

Fakat konuşmalarını ister istemez işitiyordum. Gölgelerin insanlardan daha iyi duyduğunu daha önce söylemiş miydim?

“Onlar kim?”

“Kutsi bey ve Erva.”

“Erva kim?”

“Berzan’ın bi arkadaşı.”

“Abimin bi arkadaşı?” derken Mehlika’nın sesi sorgulayıcıydı.

“Ne? İnandırıcı gelmedi mi?”

“Gelmedi. Ama nasılsa doğrusunu öğrenirim.”

Cidden, ben Berzan’ın arkadaşıydım da ona dair anılarım mı silinmişti? Biri artık beni nereden tanıdıklarına dair gerçeği söyleyebilir mi?!

Beynimin içinde yankılanan soruların girdabına kapılmışken Uras’ın sesi duyuldu: “Az önce bilincini kaybetti, yeni kendine geldi. Kızın üstüne gitme.”

“Tamam, tanışacağım sadece Uras.”

Adım seslerinin yaklaştığını fark edince başımı kaldırdım. Mehlika önümde durup baştan aşağı beni süzdü. Hareketleri ölçülü, ama dikkatliydi. “Merhaba,” dedi kibarca.

“Merhaba,” dedim çekinerek. Onunla tanışmamızı böyle hayalet etmemiştim.

“Mehlika ben,” deyip elini uzattı.

“Erva,” derken tereddütle elimi uzattım. Hâlâ görünür olduğuma göre dokunabileceğimi de umuyordum. Ve şükür ki umduğum gibi oldu. El sıkıştık.

“Memnun oldum. Oturabilir miyim?”

“Tabiki.”

Mehlika yanıma oturduğunda bu iletişimi nasıl devam ettireceğimi bilemediğim için biraz afallamıştım. Hastane koridorlarında, hele de böyle karışık bir durumda biriyle tanışıp kaynaşmak pek alışıldık değildi. Hele de benim gibi uzun zamandır kimseyle sahici bir iletişim ve bağ kuramayan biri için.

Yardım istercesine bakışlarımı Kutsi beye, sonra da Uras’a çevirdim. Kutsi bey telefonuyla ilgileniyordu. Uras ise kollarını birbirine bağlamış, öylece dikiliyordu. Yüzü ifadesizdi, ama düşünceli olduğu belliydi. Umduğumu bulamamıştım.

Ve üstüne üstlük, Kutsi bey başını telefondan kaldırdığında “Uras, benimle gelir misin?” diyerek onu peşine kattı ve uzaklaşmaya başladılar. Mehlika’yla baş başa kalmıştım.

Aramızdaki sessizliği bozan Mehlika oldu. Sesi önce biraz çekingen, sonra gittikçe daha güçlü bir tona büründü. “Gerçekten de iyi abim, değil mi? Uras beni rahatlatmak için durumun ciddiyetini geri plana atmakta ustadır çünkü.”

Ona doğru dönüp anlayışla yüzüne baktım. Sakin görünse de hâlâ korktuğunu biliyordum. Berzan’ı görene dek ben de tam olarak rahatlayamayacaktım.

“İyi olduğunu, az sonra ameliyattan çıkacağını ve odaya alınacağını söylediler.”

Yavaşça başını salladı. Gözlerinin içinde hâlâ bir fırtına dönüyordu. İçimden geldi ve kucağında duran zarif ellerine uzanıp dostça tuttum. Ona destek olmak istercesine. Bu temasın ardından biraz şaşırarak başını kaldırıp bana baktı. Buruk bir tebessüm ile karşılık verdim.

Birkaç saniyelik sessizliğin ardından içimde tutamadığım bir cümle döküldü dudaklarımdan: “O ikisine sahip olduğun için çok şanslısın. Umarım her zaman birlikte ve mutlu olursunuz.”

Mehlika kaşlarını hafifçe kaldırdı. Belli ki bu sözleri beklemiyordu. “Teşekkürler,” dese de söylediklerimi garipsemişti. Bunu normal karşıladım. Onun açısından baktığımda çok da sıradan bir an içerisinde değildik. Yine de, dudaklarının kıyısından hafif bir tebessüm süzüldü.

Elimin saydamlaştığını fark ettiğimde hızla Mehlika’nın elinden uzaklaştırdım. Ayağa kalktım. Eğer yine görünmez olacaksam kızın gözü önünde birden bire ortadan kaybolmasam daha iyiydi. “Ben buralardayım,” deyip kısa ve belirsiz bir açıklama yaptım.

Mehlika’nın başını kaldırıp dudaklarını araladığını gördüm. Bir şey sormaya hazırlanıyor gibiydi. Ama ben, görünmezlik ihtimaline karşı, hızla uzaklaşmayı seçtim.

Koridorun sonundan sağ tarafa döndüğümde Uras ve Kutsi beyi konuşurlarken buldum. Aklıma düşen şey üzere hızlıca yanlarına yürüdüm. İkisinin ortasında durup artık resmen arkadaşım olan genç adama baktım. “Uras, sana önemli bir şey söylemem lazım.”

Fakat hiçbir tepki vermedi. “Uras?”

Kaşlarımı çatıp ona bir adım daha yaklaştım. Kolunu dürtmek için uzandığımda elim boşlukta süzüldü. Harika zamanlama! “Off!”

Bu sırada Kutsi bey, Uras’la olan konuşmasını sonlandırdı. “Sen Mehlika hanımı yalnız bırakma. Berzanı da şimdi çıkartırlar. Bir kaç ufak işimi hallettiğimde yanınıza geleceğim. Yine haberleşiriz.”

“Tamam, görüşürüz.”

Uras arkasını dönüp giderken Kutsi bey bana döndü. “Seni görmüyor ve duymuyor. Yansımıyorsun şu anda.”

“Fark ettim,” dedim usanmışlıkla.

“Bu saldırı Kubat ve Melani dediğin kişilerin işi, değil mi?” diye sordum.

“Evet. Anlamadığım şey ise orada olduğumuzu nereden bildikleri. Buluşmamızdan başka kimsenin haberi yoktu. Nasıl oldu da öğrendiler, bilmiyorum.”

“Ben biliyorum galiba,” dedim. Bir cevap istercesine yüzüme baktı. Az evvel Uras’a söylemek istediğim şeyi ona aktardım. “Berzan ve Uras’ın peşine birini takmış olabileceklerini söylemiştin, hatırlıyor musun? Ama etraflarında yabancı kimseye rastlamadığını, bu sebeple de önceden zaten tanıdıkları biri olabileceğinden şüphelendiğini söylemiştin.”

“Evet?”

“Galiba kim olduğunu biliyorum. Alara diye bir kadın. Soyismini bilmiyorum. Uras’ı üniversite yıllarından tanıyormuş. Karşılarına çıkmış, Berzanla da tanışmış. Bir gece vakti eve geldi. Kendini acındıracak haldeydi. Berzan’ın vicdanına oynadı, yardım istedi ve eve girdi. Onunla yakınlaşmaya çalıştı. Evde bir şeyler aradı. Orayı burayı karıştırdı. Ayrıca eve bir çip yerleştirdi.”

Kutsi bey, şaşkın ama aynı zamanda olayı kavramaya çalışan bir şekilde, “Çip mi?” diye sordu.

“Evet. TV ünitesindeki ahşap dekor eşyasında gizlenmiş. Görüntü de olabilir, ses de, ikisi de. Ne cihazı bilmiyorum. Telefonla aradığında konuşulanları duymuş ve yerimizi öğrenmiş olmalılar.”

Bir sessizlik anı geldi, Kutsi bey gözlerini yere indirerek derin bir nefes aldı. “İşte şimdi taşlar yerine oturdu!” diye mırıldandı.

“Uras’a veya kendi adamlarına söyle, çipi çıkartsınlar.”

“Hayır,” dedi Kutsi bey.

Bir anda kaşlarım çatıldı, şaşkınlıkla ona bakarken kendimi biraz da kızgın hissettim. Anlam veremedim. “Ne demek, hayır?” diye çıkıştım. “Hemen çıkartmaları gerekmez mi? O çip yüzünden bugün bunları yaşadık.”

“Sakin ol Fedâ. Çipi çıkarmayacağız çünkü çıkarttığımızda yakalandıklarını anlarlar. Bırak hâlâ bizi gizlice gözlediklerini sansınlar. Biz de onları yanlış bilgilerle oyalayıp düzeneklerini kullanalım ve durumu lehimize çevirelim.”

Söylediklerini düşündüm. Akıllıca bir hamleydi. Az önceki yükselmişliğim geçti ve sakinleştim. “Peki, öyle olsun,” dedim yumuşak bir şekilde. “Ama bir şey daha var. Artık her şeyi onlara anlatmanın zamanı gelmedi mi? Neyin ortasında olduklarından tam olarak haberdar değiller. Kendileri de bu gölge efsanesinin bir parçası ve bunu bilmemek onları tehlikeye sokuyor. En azından bilirseler, daha dikkatli olurlar.”

“Öğrenecekler Fedâ. Bugün de onları bunun için çağırdım. Fakat bırakalım da önce Berzan iyileşsin, kendini toparlasın. Bu sırada ben de şu cihazı nasıl lehimize kullanacağımız hakkında biraz plan yapayım.”

Kafamı yavaşça salladım. “Tamam.” Sonra aklıma gelen şey üzere yeniden konuştum. Heyecanlı ve istekliydim. “Bana öğreteceğini söylemiştin? İstediğim zaman yansıyabilmeyi?”

Kutsi bey, gülümseyerek başını salladı. “Bundan çok daha fazlasını yapabilirsin Fedâ. Hepsini öğreteceğim,” dedikten sonra elini hafifçe havaya kaldırdı, parmaklarını oynattı. Koridordaki açık olan pencere pat diye kapandığında irkildim. Bunu o mu yapmıştı yani?

Bir anda şaşkınlık içimi kapladı, gözlerim irice açıldı. Kutsi bey’e şüpheyle bakarken, kalbim hızlıca çarpmaya başladı.

“Bugün o kurşun yağmurunda arkadaşlarının önünde kalkan gibi yan devrilen masa olmasa ikisi de ölmüş olabilirdi,” dedi ve elini cebine soktu. Sesindeki derinlik, sözlerinin ağırlığını artırıyordu. “Ayrıca saldırı beklenmedik bir anda gerçekleştiği için ilk anda kurşunları havada süzülürken durduramadım. Berzan’a isabet eden o iki kurşun, ilk kurşunlardandı. Diğerlerinin yönünü değiştiren ve ağaçlara saplanmasını sağlayan bendim.”

Her söylediği şey, içinde bulunduğumuz durumun karmaşıklığını ve tehlikesini gözler önüne seriyordu. Kutsi bey’in yetenekleri, her an onları kullanabileceği kadar güçlü olmalıydı. Aynı zamanda o gücü, sadece kendi için değil, benim ve bu kehanetin sona ermesi için de harcamaya istekliydi.

Peki bu yetenekler ne kadar faydalı yahut ne denli tehlikeli olabilirdi? Ve ben ne kadar hazırlıklıydım?

“Bunları, yapabileceklerini anla diye söylüyorum. Kahramanlığımı göstermek için değil. Her şeyi öğrendiğinde, sevdiklerini sen de rahatça koruyabilirsin, Fedâ.”

Kutsi bey’in bu sözü, bana yalnızca gücün ne kadar büyük olduğunu değil, aynı zamanda onunla birlikte gelen sorumluluğu da hatırlatıyordu. Bunları öğrendiğimde, sevdiklerimi koruma konusunda daha güçlü olacağım, evet. Sadece bundan ötürü bile öğrenmem lazımdı.

“Ne zaman başlıyoruz?” diye sordum sabırsızca.

“Ne zaman istersen.”

“Peki, sence bunu yapabilir miyim? Öğrenebilir miyim?”

“Sana güveniyorum, Fedâ.”

O, bana güvendiğini söylüyordu ama ben, bu güveni hak edip etmediğimi bilemiyordum. Kutsi bey’in bana öğreteceği şeyler, kendi içimdeki güçle yüzleşmek demekti. Bu, büyük bir sınav ve mühim bir süreç olacaktı. Hissedebiliyordum.

“Berzan’a bir söz verdim. Uyandığında yanında olacağım, dedim. Öyle de olacak. Ama sadece yanında olmak değil, yanında olduğumu bilsin istiyorum.”

“Bunun için söz veremem. Öğrenmek bir süreçtir. Ama seni çalıştırmaya başlayabilirim.”

“Harika olur.”

Kararlıydım. Hazırdım. Hazırdım ama aynı zamanda korkuyordum. O kadar karışık duygular içindeydim ki. Ama bir şey kesindi: artık bir adım atmalıydım.

“Kızıma veda etmeme müsaade et. Onu Pumza ile annesinin yanına göndereceğim. Yarım saat sonra benimle bodrum katında buluş.”

“Tamam. Bekliyor olacağım.”

Kutsi bey uzaklaşırken ben de geldiğim koridora geri döndüm. Kaybolmuş hissediyordum. Kimlik kaybı yaşayan gençler misali…

Tam bu sırada kapı açıldı ve sedyede yorgunca yatan Berzan ameliyathaneden çıkarıldı. Onu görünce tıpkı Mehlika ve Uras gibi ben de yanına koştum. Bilinci kapalıydı. Hâlâ baygındı elbette. Fakat nefes alıp veriyordu ya bu bile yeterdi.

Berzan’ı odaya aldılar. Bir süre içeriye kimsenin girmemesinin daha iyi olacağını söylemişlerdi. Bu sebeple Uras ve Mehlika da odanın önünde bekliyordu.

Görünmezliğim ilk defa hoşuma gitti ve usulca kapıdan içeriye süzüldüm. Yavaşça yatağına yaklaştım. Nabız cihazından gelen ritmik ve düzenli dıt sesi haricinde odaya sessizlik hakimdi. Cihazın monoton sesi, bir anlamda zamanın nasıl geçtiğini hatırlatıyordu bana. Sanki dünya dışarıda dönmeye devam ediyordu ama ben burada, bu odada, sadece Berzan’ın bağlı olduğu cihazların ve güçsüz soluklarının sesini duyuyor gibiydim.

Yatağın üzerindeki uygun bir boşluğa yavaşça oturup onu seyrettim bir süre. Nefes alışlarını izlemek, göğsünün inip kalktığına şahit olmak içimdeki kaygıyı hafifletiyordu.

Fakat suçluluk duygusunun önüne geçemiyordum. Bu hâlde olmasının bir sebebi de bendim çünkü. Eğer o gün sahilde beni görebildiğinde Berzan’a gerçekleri söyleseydim, bencillik etmeseydim, sadece kendimi düşünmeseydim, cesur davranabilseydim… Alara’nın yerleştirdiği çipten bahsedebilseydim ona… Bütün bunlar başına gelmeyecekti.

Eğer sahip olduğum güçleri kontrol etmeyi başarabilseydim, o çipin varlığını konuşarak veya yazarak belirtebilseydim… yahut bizzat kendim nesnelere dokunabilip o dekor eşyasını balkondan aşağı savurabilseydim… Kutsi bey gibi o kurşunların yönünü değiştirebilseydim ve Berzan’ı koruyabilseydim…

Ama hayır. Hiçbirini yapamamıştım. Onun acısının bir sorumlusu da bendim. Berzan’a bir şey olsa kendimi asla affedemezdim…

Bütün bunları düşünürken ve en derinlerimde çeşitli duygularla savaşırken gözlerim yaşardı. Ellerim titriyordu. Ona dokunmak istedim, ona ulaşmak… Üzerinde serum iğnesi olan eline dikkatlice uzandım. Merhametli ve güzel elleri vardı onun. Kalbi gibi.

“Özür dilerim,” dedim ağlamaklı bir şekilde. “Özür dilerim…”

İçimde bir şey yıkıldı. Yeniden yapıldı. Onun yaşaması, onun burada olması, her şeyden daha değerliydi. Emin oldum.

Bölüm : 15.02.2025 19:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...