Güneşli ve güzel bir gündü. Ilık bir rüzgâr tülü hafifçe dalgalandırıyor, açık pencerelerden içeriye doğanın ferah kokusunu taşıyordu. Mehlika evi havalandırmak için sabahın erken saatlerinde bütün pencereleri açmıştı. Dışarıda cıvıldayan kuşların sesi evin içini huzurla dolduruyordu. Pencereden süzülen ışıklar ise nesnelerin üzerine düşerek onlara ayrı bir renk ve ışıltı katıyordu.
Balkonda yapılan sade ve keyifli bir kahvaltıdan sonra Berzan bir kaç saat bilgisayarında çevrimiçi olarak çalışarak işlerini halletmişti. Az önce odasından çıkıp içeriye gelmişti. Halinden belli ki rahatlamaya ihtiyacı vardı.
Mehlika mutfakta kahve yapıyor, Uras da oynayalım diye tutturduğu kartları çekmecedeki yerinden çıkartmış, büyük bir titizlikle düzenliyordu.Yüzünde sabırsız ama neşeli bir ifade vardı.
“Bak göreceksiniz, bu kez ben kazanacağım!”
Berzan gözlerini devirdi ama dudağında beliren hafif gülümsemeyi saklamadı. “Umarım dostum!” diyerek küçük bir kahkaha attı. Didişmeye başladılar.
Onları baş başa bırakıp mutfağa yöneldim. Mehlika kahve fincanlarını özenle tepsiye diziyordu. Kahve makinesinin içinde demlenen kahvenin mis gibi kokusu mutfağın her köşesini sarmıştı. O kadar tanıdık ve huzur veren bir kokuydu ki… Canım istemişti. Keşke şu bardağa dokunabilsem, ısısını hissedebilsem, kahveyi yudumlayabilsem!
Elinde tepsiyle içeriye doğru yönelen genç kıza ben de eşlik ettim. O bilmese de arkadaştık. Harika değil mi? Her ne kadar beni görmeseler de, kendimi bu ortamın bir parçası gibi hissediyordum. Bunun ne kadar doğru olduğu tartışılırdı ama ruh sağlığımı korumak için elimden gelen tek şey buydu.
Az önce Uras’ın söylediklerini mutfaktan duymuş olmalı ki, “Uras, yenileceğin bir oyuna bu kadar heveslenme. Bak sonra yine bahaneler üretmek zorunda kalacaksın,” diyerek takıldı ona.
Uras, elindeki kartlardan başını kaldırıp Mehlika’ya baktı ve kaşlarını çattı. “Bahane mi? Ne münasebet!” diye itiraz ederken bir yandan da kendisine uzatılan tepsiden bir fincan seçip aldı. “Eline sağlık,”
Mehlika hafifçe gülümsedi. “Afiyet olsun.” Ardından, Berzan’a da kahvesini ikram ettikten sonra iki arkadaşın arasına oturdu.
Berzan fincanı alırken minnetle kardeşine baktı. “Teşekkürler, şu an çok ihtiyacım vardı.”
“Afiyet olsun abiciğim.”
Mehlika, tepsiyi kucağına koydu. Kendi kahvesine uzandı. Bu sırada kahvesinden büyük bir yudum alan Uras “Mükemmel!” diye samimiyet ve keyifle mırıldandı. Bu yorum Mehlika’nın hoşuna gitmiş olmalı ki alttan alttan gülümsedi.
Uras “Hazırsanız başlayalım!” dedikten sonra kartları rastgele dağıtmaya başladı. Sesinde büyük bir enerji ve isteklilik vardı. “Keşke dört kişi olsaydık, takım olarak oynardık. Daha eğlenceli olurdu.”
Yerde bağdaş kurmuş oturan ben, kaşlarımı hafifçe çattım, iç geçirerek başımı iki yana salladım.“Zaten dört kişisiniz, keşke bilseniz Urascığım,” diye mırıldandım. Ah ah! Yok olmak çok zor bir şey arkadaşlar. Sesini duyuramamak, varlığını hissettirememek, en yakınındakilere bile ulaşamamak…Var olabildiğimiz her an için şükretmeliymişiz meğer.
Kartlar üçe bölündü, herkesin önünde bir deste duruyordu. Berzan kahvesinden bir yudum alıp arkasına yaslandı. Her zamanki gibi rahat ve kendinden emin görünüyordu. İlk kartlar çekildi, oyun başladı. Masanın etrafında kahkahalar, neşeli atışmalar ve iddialı cümleler yankılanıyordu.
Bu bir kelime oyunuydu. Hızlı düşünüp doğru kelimenin ne olduğunu bilmeye çalışıyorlardı. Berzan oldukça mantıksal düşünerek kelime seçiyor, oyun oynarken bile stratejik davranıyordu. Uras tamamen sezgileriyle ilerliyor, bir an önce bilmek için tahminlerini hızlandırıyordu. Bazen rastgele bir cevap veriyor, alakasız kelimeler türetiyordu. Bazense nokta atışı yapıyordu. Ard arda sıraladığı kelimeler ve cevaplar hayret edilesi cinstendi. Mehlika ise her zamanki gibi sakin ama kurnazdı. Soruları dikkatlice dinliyor, doğru anı bekliyor ve en uygun zamanda hamle yapıyordu. Dışarıdan bakıldığında çok rahat görünüyordu ama aslında oyun boyunca gözleri sürekli ipuçları arıyordu.
Ben mi? Ben de buradaydım. Onları izliyordum. Onlarla birlikte gülüyor, bazen heyecanlanıyor, cevap veriyor, bazense gözlemliyordum. Ama sesim boşluğa karışıyor, yankılanmadan yok oluyordu.
“Tamam, ipucu veriyorum!” diye sabırsızca bağırdı Mehlika. “Bu şey, çok fazla konuşur ama genelde söyledikleri pek de önemli değildir.”
Berzan ve Uras aynı anda birbirlerine bakıp düşündüler. Ben “Papağan!” diyerek cevabı haykırdım. Elbette duyan olmadı.
Sonra Berzan bir anda doğrulup parmağını şıklattı. “Sunucu!”
Mehlika başını iki yana salladı. “Yanlış.”
Gülerek başımı eğdim. Ah Berzan, yok artık! Böyle antin kentin cevapları nereden buluyordu anlamıyordum. Kafası başka çalışıyordu gerçekten. Kolay akla gelecek basit şeyler yerine sürekli daha zor hatırlanan ve az düşünülen şeyleri söylüyordu. Farklı bir zeka türü.
Bu kez Uras heyecanla öne atıldı. “Papağan!”
Mehlika gülerek elini havaya uzattı, “çak” manasında. “Bingo! Bildin!”
Uras, avucunu Mehlika’nın avucuna vurup gururla gülümsedi. "Söyledim size! Bu kez kazanacağım!” Yüzü neşeyle aydınlanmıştı.
“Ne yaptın, yalnızken bu oyuna mı çalıştın, bir kere olsun kazanabilmek için?”
Uras, Berzan’ın söylediğine sesli şekilde güldü. “Aynen, yokluğunuzda neler yapıyorum bilseniz. Sözlük bile ezberledim!”
“Hahah!”
Kahkahalar odada yankılandı. Eğleniyorlardı. Birbirlerine neşeyle bakıyor, oyun boyunca şakalaşıyorlardı. Gülümseyerek onları izliyordum ama içimdeki boşluk her an daha da büyüyordu.
Derin bir nefes alıp arkamdaki sehpaya yaslandım. İçimde bir yer burkuldu. Kahkahalar, heyecan, arkadaşlık… Bunların hepsi bana çok uzak kalmıştı. Çok özlemiştim iletişim kurmayı. Bir insanın hayattayken fark edemediği en büyük şey, birileriyle gülmenin, bir sohbete dâhil olmanın, var olduğunu hissetmenin ne kadar değerli olduğuydu. Şimdi anlıyordum. Ama artık çok geçti.
Beni görmelerini o kadar isterdim ki… Ama nen sadece bir gölgeydim. Bir anlığına bile olsa, onların gözlerinin içine bakıp "Ben buradayım!" diyebilmek için neler vermezdim...
Uras’ın çocuksu bir neşeyle parıldayan gözlerine baktım. Kahkahalarının, heyecanlı hareketlerinin içinde hayatın bütün enerjisini taşıyordu. Onun o bitmek bilmeyen coşkusu, hayata olan masum bağlılığı… Öyle sahiciydi ki! Beni görebilseydi nasıl olurdu? Benimle de böyle içten güler miydi? O kendine has şakalarıyla bana da takılır mıydı? Hayal ettim. Bana gülümsediğini, takıldığını, beni arkadaş bildiğini…
Bakışlarım usulca Mehlika’ya kaydı. Zarif olduğu kadar net ve sınırlarını koruyan yapısı olan bu hoş kıza sevgi duyuyordum. İki kız kardeş gibi oturup sohbet ettiğimizi, birbirimizle sırlarımızı paylaştığımızı, alışverişe çıktığımızı düşledim. Küçük şeyler üzerine tartışsak, sonra gülüp geçsek. Yorulunca bir kafeye oturup tatlı yesek ve hayatın içindeki küçük mutlulukları paylaşabilsek…
Ve sonra…
Son olarak Berzan’a tutundu hârelerim. Ona baktığımda içimde anlamlandıramadığım bir şeyler kıpırdanıyordu. Sanki içimde bir melodi vardı ve sadece o bu melodiyi işitebilirdi.
İçlerinde ayrı bir derinlik olduğunu hissettiğim gözleri gülerken kısılıyordu. Ve ben o derinlikte kaybolmaktan korkmuyordum. Aksine, gözlerinin içinde var olmak istiyordum.
Ne zamandan beri böyle hissediyordum, bilmiyorum. Belki de ona bağlı olduğum için, onunla yaşamak zorunda olduğum için… Ama bunlardan bağımsız, bunların ötesinde bir şey vardı Berzan’da. Kıymetliydi Berzan. Onunla kahvaltı sofralarında otururken karşısında olduğumu bilsin isterdim; şarkı söylerken ve gitar çalarken ona eşlike ettiğimi, çiçekleri ve hayvanları severken hemen yanı başında tebessümle durduğumu…
Oyun devam ederken Berzan’ın telefonu aniden titremeye başladı. Masanın üzerindeki telefonun sesi, neşeli sohbetlerin arasına keskin bir şekilde karıştı. Berzan, oyuna odaklanmış haldeydi. Elindeki kartları düşünceli bir şekilde incelerken, telefonun bildirim ışığının yandığını fark etti. Önce aldırmadı, ama ekrana düşen ismi görünce ifadesi bir anlığına değişti: Kutsi Bey. Telefonu eline alırken bir an tereddüt etti, sonra ekrandaki yeşil butona dokunup cihazı kulağına götürdü.
"Kutsi Bey?”
Her zamanki gibi resmi bir şekilde konuşmuştu. Ama gözlerinde bir dikkat, bir gerginlik belirdi.
Mehlika ve Uras, birbirlerine kısa bir bakış attılar. Oyun bir anda ikinci planda kalmıştı.
Telefonun diğer ucundan gelen ses derin ve sakindi. Lakin içinde garip bir ağırlık taşıyordu, tıpkı kapalı kapılar ardında söylenen cümleler gibi. “Berzan, evlat. Bugün öğleden sonra müsaitseniz Uras’ı da al ve görüşelim. Konuşacağımız önemli bir mevzu var.”
Berzan, soran gözlerle Uras’a baktı. Kutsi beye cevap vermek için Uras'ın tercihine de önem verdiği belliydi. Uras onaylar manada başını oynatınca “Müsaitiz. Nerede buluşalım?” diye sordu.
“Akvadi’de özel mülkümüz olan bir ormanlık alan var. Piknik alanı. Burası bizim dışımızda kimsenin giremeyeceği bir yer. Sakin bir ortam.”
Berzan’ın kaşları hafifçe çatıldı. Bir şeyleri tartıyordu. Onu artık tanıyordum. Bu gibi şeylere kolay kolay şüpheyle bakmazdı ama Kutsi Bey’in seçtiği yer, içinde bir şüphe yaratmış gibiydi. “Konunun aciliyeti var mı?” diye sordu, kısa ve net.
“Fazlasıyla.”
Bu tek kelime, odadaki havayı daha da ağırlaştırdı. Berzan, karşı duvardaki saate baktı. “Tamam. Kaçta orada olalım?”
“Gün batımından önce gelmeye çalışın. Ben orada olacağım.”
“Peki. Görüşmek üzere.”
Telefon aniden kapandı. Berzan birkaç saniye sessiz kaldı. Mehlika ve Uras merakla ona bakıyordu. Mehlika özellikle, Berzan’ın yüzündeki değişimi kaçırmamıştı. Az önce rahat ve oyun modundaki ağabeyi, şimdi tamamen başka bir ruh haline bürünmüştü. Elindeki telefonu yavaşça masaya bıraktı.
“O kim?” dedi Mehlika, merakla. Olan bitenden haberdar değildi, dolayısıyla Kutsi beyin tanımıyor, ağabeyi ve sevdiği adam ile bağlantısını bilmiyordu.
Berzan, Mehlika’nın meraklı bakışlarını üzerinde hissedince kısa bir duraksama yaşadı. Kutsi Bey’den bahsetmeyeceğini tahmin edebiliyordum. Onun kim olduğu, ne gibi bağlantıları olduğu ve ne tür işlerle uğraştığı, Mehlika’nın bilmesi gereken konular değildi. En azından şimdilik. Kulağa deli saçması gibi gelen şeylerdi. Sonunda, gereksiz detaylara girmeden konuşmaya karar verdi.
“Kutsi Bey, kadim bir iş adamıydı. Hâlâ güçlü bağlantıları var. Bazı konular için ona danıştığımız oluyor. Bu buluşma da kendisine danıştığımız bir meseleyle alakalı.”
Ses tonu sakindi ve seçtiği kelimeler, bir şey açık etmeyen cinsten özenle seçilmişti.
Mehlika’nın kaşları hafifçe çatıldı. “Peki, ne meselesiymiş bu? Neden sizi öyle bir yere çağırıyor? Ofisi falan yok mu?”
Berzan ilk kısmı bilerek yanıtlamamış, diğer sorulara odaklanmıştı ki o arada kaynasın. “Bilmiyorum. Kendisi değişik bir adam. Bu sebeple evi veya ofisi harici bir yerde görüşmek istemesine pek şaşırmadım. Ama ‘fazlasıyla acil’ dediğine göre önemli bir şey.”
Mehlika’nın biraz daha irdelemesini beklerdim çünkü ağabeyinin konuyu kapatma çabasını fark ettiğine emindim. Zeki ve dikkatli bir kızdı. Ama galiba bu mevzuyu sonraya sakladı.
Sessizlik oldu. Birkaç dakika önce kahkahalarla dolan atmosfer, şimdi yerini merak ve belirsizliğe bırakmıştı.
Uras, gözlerini Berzan’a dikerek hafifçe kaşlarını kaldırdı. “O zaman ne yapıyoruz?”
Berzan suyundan bir yudum alıp bardağı masaya bıraktı. “Gidiyoruz.”
Mehlika, abisini ve Uras’ı endişeyle süzdü. Ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu ama içindeki huzursuzluğu hissedebiliyordum. “Ben de geleyim mi?”
Berzan kısa bir duraksama yaşadı. Mehlika’nın gözlerindeki ısrarı fark etti ama içindeki koruma içgüdüsü, onu yanında götürmemesi gerektiğini söylüyordu. Kesin bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Gelmesen daha iyi sanki,” diye cevapladı.
Mehlika’nın içi rahat etmemişti ama Berzan’ın kararından dönmeyeceğini de biliyordu.
Mehlika’yı bunun dışında tutmak isteyen sadece ağabeyi değildi elbette. Uras da onun evde kalmasını sağlamak için devreye girdi. “Hem senin bana sözün vardı. Pizza yapacaktın hani?” diye bir hatırlatmada bulundu.
“Peki madem… Ama beni haberdar edin. Garip bir şeyler olduğunu hissediyorum. Aklım sizde kalır.”
Berzan hafifçe gülümsedi, elini Mehlika’nın omzuna koyarak ona güven vermeye çalıştı “Tamam, ederiz.”
Uras yine işin ciddiyetini hafifletip ortamı yumuşatan taraftı. “Korkma, savaşa gitmiyoruz. Toplantı bu,” dedi göz kırparak.
Ben de bunun sıradan bir görüşme olmadığını hissediyordum. Kutsi Bey’in sesindeki o ağırlık, Berzan’ın gözlerindeki temkinli tereddüt, Mehlika’nın içine doğan huzursuzluk…Bir şeyler yaklaşıyordu. Fakat yüzleşene dek bunu bilemeyecektik.
✰✰
Açık bir ormanlık alandaydık. Hafifçe esen rüzgâr, ağaçların arasından geçerken yaprakları fısıldatıyor, toprağın üzerindeki kuru dalları yavaşça savuruyordu. Hava ne çok sıcak ne de soğuktu. Kış bitecek olmasına rağmen hâlâ kar yağmaması ilginçti.
Piknik alanında, bir zamanlar keyifli anılara ev sahipliği yapmış tahta masalar vardı. Aralarında epey mesafe bırakılarak yerleştirilmişlerdi. Bazılarının üzerinde isimle ve yazılar kazılıydı. İnsanlar iz bırakmıştı. Masaların aralarındaki taş çeşmelerden ince bir su akıyor, çevresinde birkaç kuş, suların oluşturduğu küçük birikintiden kana kana içiyordu.
Birkaç metre ötede, çocukların oynaması için inşa edilmiş bir park vardı. Salıncaklar, kaydıraklar, tahterevalli… Zamanla solmuş boyalarına rağmen hâlâ çocukların kahkahalarını taşıyabilecek kadar sağlam görünüyorlardı. Oyun alanının hemen yanında, yılların yorgunluğunu taşıyan uzun ağaçlar sıralanıyordu.
Ama biz buraya eğlenmek için veya pikniğe gelmemiştik. Burada olma nedenimiz Kutsi beydi. Berzan ve Uras’a buluşma yeri olarak ilettiği konumdaydık.
Büyük bir çınar ağacının altındaki masada oturup önce kısa bir süre sohbet etmişlerdi. Fakat çok geçmeden Kutsi Bey, yanındaki çantasından birkaç dosya çıkarmış ve onları önlerine bırakmıştı. Dosyaların içindeki belgeler ince detaylara sahipmiş gibi görünüyordu. Berzan ve Uras, dikkatlice sayfaları çevirirken Kutsi Bey müsade isteyip yerinden kalktı.
Göz ucuyla bana bakıp peşinden gitmem için bir işaret yolladı. Uras ve Berzan’ı dosyalarla baş başa bırakıp Kutsi beyin peşinden gittim. Adımlarını ağır ve bilinçli atıyordu. Adamın sırlarla dolu bir havası vardı, içinde bir şeyleri saklayan ama zamanı geldiğinde bunları açığa çıkarmaktan çekinmeyen bir tarafı…
Masadan biraz uzaklaşıp ilerideki parka doğru yürüdük. Gözüm kaydırakta oynayan küçük bir kız çocuğuna takıldı. Saçları özenle iki yandan at kuyruğu yapılmış, pembe bir elbise giymişti. Yüzündeki neşeli gülüş eşliğinde koşturuyordu. Çocukça, masum ve dünyadaki kötülüklerden habersiz bir gülüş…
Birkaç saniye boyunca sadece onu izledim. Bu sıradan bir manzara olmalıydı ama içimde garip bir duygu hissettim. Buraya getirilmemin bir sebebi vardı ve bu küçük kız, bunun tam merkezinde olmalıydı. Aksi takdirde bizden başka kimsenin olmadığı bu özel mülkte ne işi vardı?
“Neden buradayız?” dedim yanımda duran adama dönerek.
Kutsi Bey başıyla parkı işaret etti. Gözleri, kaydırakta oynamaya devam eden küçük kıza odaklanmıştı. Sesinde her zamanki sakinlik vardı ama bu kez farklı bir şey eklenmişti: Yumuşak ama derin bir anlam. “Bana güvenmek için bir sebep istemiştin. İşte sebep.”
Kaşlarımı hafifçe çattım. Anlamamıştım. Ne demek istediğini hemen anlayamamıştım. Tekrar küçük kıza baktım. O hâlâ mutlu bir şekilde kaydıraktan kayıyor, sonra yere inip hızla tekrar tırmanıyordu.
“Açıklar mısınız?”
Gözlerini kızdan ayırmadan derin bir nefes aldı. “Kübra, kızım.”
Söylenen kelimeler zihnimde anlam kazanamadan evvel bir süre havada asılı kaldı. Hafif bir şaşkınlıkla Kutsi beye baktım. Bir kızı olduğunu bilmiyordum. Aslında, Kutsi Bey hakkında pek bir şey bilmiyordum. Kendime güldüm. Adamı ne kadar tanıyorum ki kızı olduğunu bileyim? Önemli olan, kızının bu olanlarla ne ilgisi olduğuydu.
Kutsi Bey’in ses tonu, içinde saklı tuttuğu bir geçmişin yankısı gibiydi. Ve konuşmaya başladığında ben, ilk defa onun bu denli gerçek bir şey söylediğini hissediyordum.
“Ben öldüğümde eşim Kübra’ya gebeydi ve hamileliğinin son haftalarıydı. Acı haberi alınca etkilendi, erken doğum yaşandı.”
Bir an sessizlik oldu. Hafifçe iç çekti, gözlerini kızından ayırmadan devam etti. "Kızım bizim kurtarıcımız oldu. Onun sayesinde bencilliğimi aştım, acılara ve iki dünya arasında sıkışmışlığıma rağmen kızım kimsesiz kalmasın diye kendimi her seferinde bir şekilde durdurum. Eşime zarar vermedim. O anların eşiğine geldiğim oldu ama çok şükür eşim kızımızı büyütüyor.”
O an, sözlerinin ağırlığını hissettim. Sadece bir babanın fedakârlığı değildi bu. Bir insanın varlığını, kendini kaybetmemek için nasıl bir mücadele verdiğinin hikâyesiydi.
“Fakat bu sonsuza dek böyle süremez. Eşimi son yıllarda görmüyorum, etrafında bulunmuyorum. Çünkü o yanımdayken bu arafta kalmışlığı bastırmak zorlaşıyor. Kurtulmak istiyorum. Ona zarar vermemek için uzak duruyorum.”
Bir bedene bağlı olmadan, bu dünyada kalmanın zorluğunu ben de biliyordum. Ama Kutsi Bey’in yaşadığı bambaşka bir şeydi. Birinin hayatında var olup, ona zarar vermemek için ondan uzak durmak… Fedakarcaydı.
“Kızımı görebilmem için Pumza yardımdı oluyor. Onu götürüp getiriyor sağ olsun. Kızımı kimsesiz bırakmak istemiyorum. Hayatımın aşkını, eşimi öldürmek istemiyorum.”
İçimde bir şeyler sıkıştı. Ne söylenirdi ki buna? Bir adam, ölümü kabul etmiş ama hâlâ sevdiklerini korumaya çalışıyordu. Yaşayan bir ölü olma pahasına…
“İşte bana güvenmen için bir sebep.”
Kutsi Bey’in yüzündeki ifadeyi okumaya çalıştım. Onu bugüne kadar kontrollü, mesafeli ve hesapçı biri olarak görmüştüm. Ama şimdi? Bütün bunları söylerken samimi olduğu gözlerinden anlaşılıyordu. Kızına bakışlarında sevgi, şefkat ve bağlılık vardı. Yaşayan bir ölü olma pahasına onun iyiliğini düşünüyordu. Bir babanın bu hâli elbette ki insanda sempati hissi uyandırıyordu.
Duraksadı ve derin bir nefes alıp devam etti. “İkinci bir sebep daha vereceğim sana. Bildiklerimi öğreteceğim. Bağlı olduğun kişiden nasıl uzaklaşabileceğini, o fiziki bağı nasıl aşabileceğini, istediğinde görünür olup istediğinde görünmezliğe nasıl bürünebileceğini… Hepsini.”
Söyledikleri fazlasıyla ilgimi çekmişti. Bütün bunları öğrenmeyi elbette ki isterdim. Daha bu sabah Berzan, Uras ve Mehlika için görünür olamamaktan, varlığımın onların göz bebeklerine yansımamasından ötürü hüzne kapılmıştım. Önemli bir teklifti bu.
“Fedâ, ben her şeyi yapmaya hazırım. Yeter ki bu lanet bozulsun. Seni destekleyeceğim. Bunu yaparken, seninle birlikte arkadaşlarını da koruyacağım.”
Sesi oldukça kararlı ve kendinden emindi. İnsana garip bir güven veriyordu. Bununla birlikte, gereken mesafesini de çok iyi koruyordu.
Galiba ona inanıyordum. Daha da ilerisi, güvenmeye başlamıştım. Belki de bir umuttu. Vaad ettiklerinin gerçek olabileceğine dair bir umut.
“Son olarak, sana bahsettiğim kişileri hatırlıyor musun? Kubat ve Melani. Onlar hakkında bilgi edinmen gerek ki işin diğer yüzünü daha net görebilesin.”
Şu an itibariyle o ikisi hakkında bir şeyler öğrenmek bir şekilde zihnimdeki boşluğu dolduracak gibiydi. Çünkü ne kadar derine inmeye çalışsam da, hâlâ bazı şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Kutsi Bey’in söyledikleri, bugüne dek zihnimdeki bulanıklıkları bir nebze olsun aydınlatmıştı.
Bakışlarımı parkta oynayan Kübra’dan uzaklaştırıp, dinleyeceklerime hazır bir şekilde Kutsi beye döndüğümde konuşmamımızı bölen büyük bir gürültü duyuldu. Açık alanda yankılandıkça etkisi artan patlama sesleri yüreğimi yerinden çıkaracak denli güçlüydü. Kuşların cıvıltılı sesleri kesilmiş, huzurlu atmosfer dağılmış, sessizlik bıçakla kesilip atılmıştı. Gürültü, kargaşa, velvele ve telaş sarmıştı dört bir yanı.
Kutsi beyin ilk tepkisi hemen kızına doğru koşmak oldu. Bir ebeveyn refleksiydi bu. Küçük kıza adeta bedeniyle kalkan olup onu güvenli bir köşeye çekti.
Bense ellerimi kulaklarıma kapatmış, olduğum yerde korkuyla donup kalmıştım. Her bir patlama, kalbimde bir sarsıntı yaratıyordu. Zihnim bulanık, gözlerim ise bir anlığına kararmıştı. Bir çığlık dudaklarımdan firar etmiş, silah seslerine karışıp kaybolmuştu. Dizlerimin üzerine çöküp küçüldükçe küçülmüştüm bulunduğum yerde.
Kendimi, tamamen yok olmuş gibi hissettim. Saniyeler birbirini kovalarken görünmez olduğum, zaten bir ölü olduğum geldi aklıma. Bana zarar veremezlerdi ki! Ama…
Ama Berzan ve Uras için aynı şeyi söyleyemezdim. Az evvel içime sinmiş bütün korkular yerini yakıcı bir panik duygusuna bıraktı. Değer verdiğim insanlara bir şey olacağı düşüncesi, az önce dizlerinin üzerine çöküp ürkekçe bekleyen o korkak kızı cesur bir savaşçıya dönüştürmüştü adeta. Refleksle doğruldum, endişe ve korku hisleri içimde yayılırken hızla arkama dönüp onları en son bıraktığım masaya baktım.
Masa devrilmişti. Üzerindeki dosyalar etrafa saçılmıştı. Önünde ise bir başka masa kalkan gibi, yan devrilmiş şekilde duruyordu. Arkasında kıpırdanmalar vardı. Uras’ın sırtını görebiliyordum. Geniş omuzları gerilmişti. Berzan’ın yalnızca yere uzanmış bacaklarının dizden aşağısını görebiliyordum. Siyah kot pantolonu toza bulanmıştı. Uras önümü kapattığı için görüş alanım kısıtlıydı.
Pumza da yanlarındaydı. Duruşu sağlamdı, tetikteydi. Ellerinde tuttuğu silahın namlusundan yeni çıkan kurşunların dumanı, havada incecik bir perde gibi asılı kalmıştı. Kısa bir süre sonra Kutsi Bey’in diğer adamları da etrafa yayıldı, hızla mevzi alarak saldırıyı gerçekleştirenlere karşı bir savunma hattı kurdular. Çatışma büyüyordu.
Ben neyin içindeydim? Ne yaşıyordum? Bu aksiyon sahnesi nerden çıkmıştı birden?!
Bunu sorgulamayı sonraya bırakıp bizimkilerin olduğu yere doğru koşturdum. Yanlarına yaklaştıkça bir şeyler netleşti. Etrafımda olup biten her şey bulanıklaştı. Sesler, çığlıklar, silah patlamaları… Hepsi zihnimde yavaşça kayboldu. Sadece bir şey netleşiyordu: Uras’ın gözleri ve Berzan’ın yaralı gövdesi. O neşe dolu genç adamın gözlerine endişe ve korku derin bir bataklık gibi çökmüştü. Hüzün, telaş, şaşkınlık… Endişeyle etrafa bakınıp bir çıkar yol arıyordu. Onu ilk kez böylesine kalkanları inmiş, güçsüz, aciz görüyordum. “Yardım edin!” diye seslendi, kime olduğunu bilmeden. Hemen sonra üzerindeki hırkayı çevik bir hareketle çıkartıp yanındaki dostunun göğsüne bastırdı.
Bakışlarım o hırkanın bastırıldığı göğsün sahibinde kilitlendi. Berzan’a. Dünya durdu. Beni hayata bağlayan, denizlerin ve ormanların ışığını taşıyan gözleri şimdi güçsüzce bir açılıp bir kapanıyordu. Yüzünde acı emareleri okunuyordu. Alnı buruşmuş, kaşları gerilmişti. Kolları güçsüzce iki yanına düşmüştü. Sırtı devrilen masaya dayanmış, başı hafifçe yana düşmüştü.
Bakışlarım yeniden istemsizce aşağı kaydı. Kan vardı. Çok sevdiğim kırmızı rengi ona hiç yakışmamıştı. Uras’ın bastırdığı hırkanın altından sızıyordu. Parmaklarına bulaşıyor, oradan da bileğine kadar uzanıyordu.
İçimde büyük bir boşluk açıldı. Boğazıma düğümlenen şey bir çığlık mıydı, bir hıçkırık mıydı bilmiyordum. Kanım çekildi derler ya hani, dünyam başıma yıkıldı… Akınıza gelen bütün benzer deyimleri yaşadım o anlarda. Zaman dondu… Etrafta olup bitenler, çatışma, hepsi silikleşti. Sadece o ve ben vardık.
Koştum. Dizlerimin bağı çözüldü, Uras’ın biraz ötesinde yere çöktüm. “Berzan!” Sesim korkudan titredi. Hayır, hayır, hayır. Bu gerçek olamazdı.
Titrek parmaklarım Berzan’ın yüzüne uzandı. Cildi solgundu.Yanaklarının üzerini avuçlarımla örttüm ve yan düşen başını nazikçe kendime doğru çevirdim. “Aç gözlerini! Dayan, tamam mı?”
Göz kapakları ağır ağır aralandı. Ela hareleri benimkilere dokundu. İçimde depremler oldu, tufanlar koptu o an. Görüyordu beni, biliyordum. Hissediyordum. Ama gözlerindeki ışık titrek bir mum alevi gibiydi, her an sönmesinden endişe duyulan bir alev… Rüzgarla savaşan, direnen bir alev.
Bakışları yorgunca yüzümde dolandı. Kalan bütün enerjisini tüketiyor gibiydi. Dudakları hafifçe aralandı, sesi kırık bir yankı gibi düştü aramıza. “Yine…karşılaştık,” dedi zorlukla. Öksürdü. Kesik kesik bir kaç nefes aldı.
“Kendini yorma, iyi olacaksın,” dedim. Buna inanmak istiyordum. Beni buna inandırmasını istiyordum.
Solgun yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşti. Ne kadar da inatçıydı! Şu halde bile bana laf yetiştirecek gücü buluyordu. “Söylemiştim sana,” dedi kısık bir sesle. “Acıklı.”
Bu kelime zaman makinası gibiydi; beni o güne, sahil kenarına götürdü. Masmavi denizin engin sularına, kumsala, rüzgara, ferahlığa… Şu âna zıt ne varsa ona götürdü. Ardından, zihnime kazınan manalı diyaloğumuza.
- Ben bu hikayenin sonunu biliyorum.
- Nasılmış?
- Acıklı.
Soluğum kesildi. İçimde bir çığlık büyüdü. Son saniyelerini yaşayan bir kelebeğin kanat çırpışı gibi zayıftı ümidim. Fakat oradaydı işte; umut her zaman vardı.
“Yanılıyorsun,” dedim gözleri tekrar kapanırken. Duyup duymadığı meçhuldü.
Hayatımda ilk kez bu denli haklı çıkmak istiyordum. Onun hikayesi acıklı bir sonla bitmeyecekti. Bitmemeliydi. Bunun için elimden geleni yapacaktım. Berzan yaşamalıydı. Bu dünyaya kaç kere çiçekleri okşayıp sohbet eden, hayvanlarla dost olan bir adam geliyordu ki? Kaybedemezdik onu. Kaybedemezdim onu.
“Şunu bastırır mısın?”
Uras birden ellerime uzandı ve kendi görevini bana verdi. Ellerimi saniyeler içinde hırkanın üzerinde buldum. Kumaş, Berzan’ın göğsünden sızan sıcak kanla hızla ıslanıyordu. Berzan’ın hayatı buna bağlıymışçasına bir özenle hırkayı göğsüne bastırıp kanamanın önüne geçmeye çalıştım. Avuçlarımın altındaki nabzını hissedebiliyor muydum? Emin olamıyordum. Ama duramazdım. Durmamalıydım.
Uras’ın neden birdenbire böyle bir karar aldığını merak ederek başımı kaldırdım. “Yapabilirim!” diye kendi kendine fısıldadı. Sesindeki gerginlik kulaklarıma çarptı, içinde barındırdığı kararlılık tüylerimi ürpertti. Anlamıştım, kafasında bir plan vardı. Yoksa Berzan’ı bırakmazdı.
Sonra bir anda fırladı. Masanın ardındaki güvenli sayılan bölgeden çıktı ve hızla koşmaya başladı. “Uras, hayır!”
Bağırmam bir işe yaramadı. Hâlâ etraftan bir iki el silah sesi geliyordu. Delilikti bu! Kendini vurdurtacaktı. Berzan’ın durumu yetmezmiş gibi bir de onun için endişelenmeye başladım. Kalbim ağzımdaydı.
Başımı çevirdiğimde, Uras’ın koştuğu yerde arabamızı gördüm. İşte buydu! Kendini arabaya attığı gibi kapıyı kapattı, motor bir çığlık attı ve araç aniden canlandı. Fren sesi kulaklarımı yırtarken, araba saniyeler içinde yanımızda durdu. “Hadi!” diye seslendi Uras.
Ne demek istediğini uzun uzun anlatmasına gerek yoktu. Hemen Pumza’ya döndüm. “Onu arabaya taşımama yardım et!”
Pumza başını salladı, birlikte Berzan’ı dikkatlice kaldırdık. Arabanın arka koltuğuna yerleştik. Berzan’ın başı kucağımdaydı. Hırkayı ise göğsüne artık Pumza bastırıyordu.
Uras gaza bastı. Araç bir mermi gibi fırladı, tekerleklerin altındaki toprak savrulurken hızla ilerlemeye başladık. Camın buğulu yüzeyine gözlerim takıldı. Ve onu fark ettim: Küçük Kübra. Gözlerindeki korku, küçücük bedenini saran ürperti, babasına sarılışı… “Uras!” diye seslendim, telaşım sesime yansıyordu. “Parkın yanında Kutsi Bey ve küçük kızı var. Onları da al!”
Uras tereddüt etmedi. Araba parkın yanına yaklaşırken Kutsi Bey, Kübra’yı sıkı sıkıya tutuyordu. Uras, kapıyı açtığı gibi küçük kızı arabaya çekip yan koltuğa oturttu. Kutsi Bey de aynı anda ön koltukta belirdi. Bunu fark etmişler miydi bilmiyorum ama bir Gölge olduğunu ele vermişti o anda.
Tam gaz orman yoluna girdik. “İlerideki sapaktan dön, soldan git!” diye yönlendirdi Kutsi Bey, Uras’ı. “Ana çıkışta adamları olabilir. Bu yol daha güvenli ve kestirme.”
Uras kısa bir an ona bakıp kaşlarını çattı. “Sana neden güveneyim? Bizi buluşmaya çağırdın ve kendimizi içinde bulduğumuz hâle bak!”
Kutsi Bey’in sesi netti, içinde en ufak bir tereddüt yoktu. “Benimle ilgili bir durum değil. Kendimi ve kızımı da tehlikeye atacak değilim ya!”
Gerçekten de öyleydi. Kızı korku içinde babasının koluna sarılmıştı. Gerçekleşen olaylar onun için de beklenmedikti.
Sakinleşmeye çalıştım. Anlayışlı bakışlarımı şoför koltuğundaki genç adama çevirdim. “Uras, ona değilse de bana güven. Dediğini yap. Her saniye önemli Berzan için!”
Dikiz aynasında bir an göz göze geldik. Uras’ın bakışlarında soru işaretleri vardı. Ama en önemlisi, içinde inceden bir güven kıvılcımı da sezdim. Ve sonra, direksiyonu kırıp soldan girdi.
O an fark etmediğim bir ayrıntı vardı. Bana “Sen kimsin,” diye sormamıştı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |