21. Bölüm

Gölge • 20

Şeymanur
sukunettekelimeler

- Ben bu hikayenin sonunu biliyorum.

- Nasılmış?

- Acıklı.

Cevabının ardından içime tarifsiz bir hüzün çökmüştü. Kaybettiğim bir hatıranın yasını tutuyor gibiydim. Göğsümde bir ağırlık belirdi, ruhumu sıkan bir karmaşa... Sessizce, birbirimizin gözlerine bakıyorduk. Zaman, sanki bu kısa anda donmuştu. Saniyeler birbirini kovalamıyor, aksine ağır ağır içimize düşüyordu.

Uzaklardan gelen bir ses, bu büyülü anı bozdu: “Berzan! Hadi, gitmiyor muyuz?”

Uras’ın bağırmasıyla bakışlarımız ayrıldı ve o tarafa çevrildi. Gözlerimiz sesin geldiği tarafa çevrildiğinde Mehlika’nın piknik ortamını toparlamaya başladığını gördüm. Berzan onlara eliyle biraz beklemesi için işaret etti ve yeniden bana döndü.

“Tanıştığımıza memnun oldum Erva Hanım,” dedi nazik bir sesle.

Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Oysa içimden taşan cümleler vardı, anlatmam gereken şeyler… Fakat bu kısa anın ağırlığı dilimi bağlamış gibiydi. “Ben de,” diyebildim sadece.

Daha fazlasını söylemek, hatta olan biteni ona anlatmak istiyordum. Ama bir şey beni durduruyordu.

Üstelik henüz Kutsi beyle görüşememiş, kendim ve Berzan hakkında net bir kanıya varamamıştım. Gölge meselesi gerçekse, ben de Berzan için öyleysem, öncesinde birbirimize aşık olmamız gerekirdi. Tanışıyor olmamız gerekirdi. Fakat iki şık da bizim hikayemizde geçersizdi.

Ona gerçekleri söylemeye hazır mıydım? Yahut o bunları duymaya hazır mıydı? Emin değildim, beni dinler miydi? Bana inanır mıydı? Bilmiyordum.

“Gölgeler gerçek olabilir, hatta ben senin gölgen olabilirim” mi diyecektim ona?

Bir gün öldüm ve gözlerimi senin evinde açtım, Berzan. O zamandan beri farkında olmadan hayalet bir arkadaşın oldum… haberin yok.”

Bunları söylesem, sonrasında neler olurdu? O cinayet vakalarını hatırlayacak, zihninde bir gölge olarak benim de onu öldürmemle son bulan bir hikaye kuracak, benden nefret edecek belki. Korkacak yahut? Delirdiğini sanacak. Harika bi gidişat.

Düşüncelerim kaya gibi üstüme oturmuş, elimi kolumu bağlamıştı. Galiba bunu yapamayacaktım.

“Şimdi gitmem gerek,” dedi Berzan, hafif bir tebessümle. “Ama belki bir gün yeniden karşılaşırız.”

“Belki…” diye mırıldandım. Hâlâ o ikilemdeydim. Dilim tutulmuş gibiydi. İki kelimeden ötesini söyleyemiyordum.

Berzan gözlerime son bir kez baktı. O hârelerin ardında bir şeyler gizlendiğine neredeyse emindim. Aklımdan geçen onlarca düşünce, soru işareti, karar eşikleri ve karmaşalar; donup kalmama, Berzan her geçen saniye yanımdan uzaklaşırken bir film sahnesi izler gibi aramıza giren mesafeleri seyretmeme sebep olmuştu.

Zihnimde yankılanan onlarca düşünce, bir girdap gibi beni içine çekiyordu. Onun uzaklaşmasıyla kalbimde bir boşluk oluştu. Yüreğimin derinliklerinde bir eksiklik hissi belirdi.

Eşyaları ve poşetleri alıp arabaya doğru yürümeye başlayan üçlünün ardından bakakalmıştım. Arabanın bagajının kapanma sesiyle irkildim. Durdurulmuş, sonra yeniden oynat tuşuna basılmış bir film gibi, dünyam hareket etmeye başlamıştı. Fakat içimdeki ağırlık yerli yerindeydi.

Berzan’ın veya benim buna hazır olup olmamamız önemsizdi. Onu uyarmalıydım. Evindeki dinleme cihazından, izlendiğinden bahsetmeliydim. Bunu nereden bildiğimi sormasından ve sonrasından korkmak yerine Berzan’la konuşmalıydım.

Panikle koşarak arabaya doğru gittim: “Berzan!” diye bağırdım. Sesimde çaresizliğin tüm tonları mevcuttu.

Berzan şoför koltuğuna oturdu, kapıyı kapattı. Beni duymamıştı. Arabayı çalıştırdı. Son anda yetişip sürücü tarafındaki cama hızlıca tıklattım. Parmaklarım camın içinden geçip boşluğa düştüğünde nefesim kesildi. Dokunamadım. Hayal kırıklığı ve pişmanlıkla ellerimi yüzümün önüne tutup baktım. Yine eski halime dönmüştüm. Bir hayalet, bir gölge… dokunamayan, duyulamayan bir varlık.

İçimde pişmanlığın ve korkunun sıcak bir karışımı vardı. Elime geçen fırsatı kaçırmış, duygularıma kapılmış, bir hata yapmıştım. Ve bunun bedelinin sevdiklerime zarar gelmesi olabileceği fikri kurt gibi içimi kemirmeye başlamıştı.

 

✰✰

 

Büyük bir arşivdeydik. Uras ile Berzan sabah daha güneş doğmadan buluşup yola çıkmışlardı. Uzun bir yolun ardından modern ve şık bir mimariye sahip büyük bir arşiv binasın önünde durmuştuk. Dış cephesi, simetrik hatlarla tasarlanmış, büyük cam pencerelerle çevrelenmiş ancak içerisi tamamen görünmeyen bir yapıya sahipti. Camlar dışarıya açılmayan, koyu tonlarda, güvenliği sağlayacak şekilde tasarlanmıştı. Binanın ön cephesinde geniş ve ferah bir giriş alanı ve güvenlik bulunuyordu.

İçeriye adım attığımızda geniş, yüksek tavanlı bir hol bizi karşılamıştı. Her köşesinde düzenli şekilde yerleştirilmiş kitap rafları ve dökümantasyon kutuları vardı. Arşiv, modern bir kütüphaneyi andırıyordu; zemindeki parlak mermerler, ferah ve düzenli bir atmosfer yaratıyordu. Ayrıca belgeleri incelemek için düzenlenmiş konforlu oturma kısımları bulunuyordu. Çeşitli okuma köşeleri ve araştırmalar için rahat alanlar, hem odaklanmayı kolaylaştırıyor hem de arşivde uzun süre geçirenlerin konforunu sağlıyordu.

Uras ve Berzan bazı kaynakları ararken ben de etrafa bakınıyordum. Kaynak çeşitliliği beni oldukça etkilemişti. Akla gelebilecek bir çok konuda kitaplar ve dergiler, tarihi gazeteler, evraklar, bazı anlatmaşa metinleri, siyasi belgelerin kopyaları… Islık çaldıracak cinsten bir yerdi.

Raflar arasında gezinirken tanıdık bir sima gözüme çarptı. Salona girdiğini gördüğüm kişi Kutsi beyin adamı olan Pumza mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Emin olabilmek için rafların arasından çıkıp o tarafa doğru bir kaç adım attığımda yanılmadığımı fark ettim. Öyleyse Kutsi bey de buralarda olabilirdi?

Adımlarım hızlandı ve heyecanlandım. İçimde bir karışıklık vardı; Kutsi Bey’in burada olması, beni gerçekten görmek için gelmiş olması ihtimali bir yanda tedirgin edici bir kaygı yaratırken, diğer yanda derin bir rahatlama duygusu uyandırıyordu. Çünkü nihayetinde sorularımın cevabını alabileceğim kişi oydu. Bir süredir içinde bulunduğum bu belirsizliğin bir an önce sona ermesi için sabırsızlanıyordum. Belki de şimdi, nihayet o gün gelecek ve her şeyi öğrenecektim.

“Merhaba Fedâ. Sonunda görüşebildik.”

Birden duyduğum ses, Pumza’ya doğru ilerleyen adımlarımı durdurdu. Kutsi beyin ta kendisi sağ tarafımdaki masada oturuyordu. Bulunduğu yere pencereden güneş vuruyor, adamın seyrelmiş saçlarını aydınlatıyordu.

Bir an önce yanına gitme arzusuyla dolup taştım. Masaya yaklaştım ve tam karşısındaki sandalyeye otururken gözlerine çekinmeden baktım. “İsmim Erva. Ve evet, bana en kısa zamanda ulaşacağınızı söylemiştiniz ama oldukça geciktiniz.”

Güvensizliğin ve onu beklemiş olmanın o karanlık duygusu içimi biraz da olsa sarmıştı. Tavırlarımın ve sözlerimin kaynağında yatan duygular bunlardı.

Kutsi bey derin bir nefes aldı. Yüzündeki ciddiyet, sanki yıllardır taşıdığı bir yükü bir anlığına daha ağırlaştırıyordu. “Beklettiğim için üzgünüm. Fakat bu süreçte seni de ilgilendiren önemli işler peşindeydim. Güvenliğiniz için sizinle buluşamadım. Ortalarda görünmemeliydim.”

Cümleleri yavaşça ama net bir şekilde söylerken, sözlerindeki derin sorumluluk duygusu bana her şeyin yalnızca göründüğü kadar basit olmadığını hatırlatıyordu. Kendisini yahut bazı şeyleri saklama zorunluluğu o kadar belirgindi ki. Merak etmeden, korkmadan, çekinmeden duramadım.

Hangi önemli işlerin peşinde olduğu, bizim güvenliğimizle alakasını sormak istesem de her şeyi en başından itibaren konuşmak daha doğru olacaktı. Bu sebeple “Peki…” deyip sitemimi es geçtim. “Beni nasıl buldunuz?”

Başıyla Uras ile Berzan’ı işaret etti. “Hangisinin gölgesi olduğunu bilmediğim için ikisinin buluşmasını bekledim. Böylelikle seni görmeyi garantilemiş oldum.”

“Anladım,” diye mırıldandım. Ve artık asıl meseleleri konuşmanın vakti geldiğini düşünerek, uzatmadan konuya girdim. “Artık lütfen bana ayrıntılarıyla her şeyi anlatır mısınız? Neler oluyor? Ben niye bu haldeyim?”

“Çünkü sen bir gölge’sin. Geçen yaptığımız konuşmadan da bunu anlamış olman gerekirdi. Bahsettiğim o büyü, lanet, tarihte gerçekleşen olaylar, cinayetler, hepsi gerçek. Ne yazık ki yüzyıllar önce yapılan büyünün bir kurbanı da sensin.”

Sözleri bir çığlık gibi içimde yankılandı. “Bütün o deli saçması şeylere inanmamı mı bekliyorsunuz?” diye sorsam dahi, aslında geçen görüşmemizde değindiği bütün bu mevzuları günlerdir düşündüğüm su götürmez bi gerçekti.

“Aranızda en kolay inanması gereken sensin,” derken bakışları bir kaç metre ötede dijital bazı kaynakları kurcalayan Berzan ve Uras’a doğru kaydı. “Çünkü bir gölge’nin ta kendisisin. Öldün ve gözlerini yeniden dünyaya açtın. Bir düşün. Sesini duyuramaman, görünememen, dokunamaman… Hangisi olduğu meçhul, şu iki genç adamdan birine bağlı olman, belli bir mesafeden itibaren uzaklaşamaman… Hepsi bunun kanıtı.”

İdrak etmesi zor şeylerdi. Fakat haklı olduğunu bilen bir tarafım vardı. Sıkkınlıkla iç çektim. “Diyelim ki hepsi doğru ve gerçek. Bir ayrıntıyı atlıyorsunuz. Size söylemiştim. Bu büyü birbirine aşık insanları etkiliyor madem, ben neden bu haldeyim? Aşık olmayı bırakın, biz birbirimizi tanımıyorduk dahi.”

Neredeyse Berzan’ın ismini kullanacaktım, son anda kendimi frenlemiştim. Kiminle bağım olduğu önemli olabilirdi. Ne olur ne olmaz, söylememek ve kendime saklamak şu an için daha doğru ve güvenli hissettiriyordu.

Kutsi bey kendinden emin bir şekilde gözlerime baktı. Yüzünde derin düşüncelerin izleri belirdi, sonra yavaşça, tıpkı bir sırra vakıf olan biri gibi konuştu. “Ben de sana, bu bağlamda senin Fedâ olabileceğini belirtmiştim. Kehanetteki o kişi yani.”

"Büyüden lanetten sonra şimdi bir de kehanet mi çıktı başımıza?" diye yakındım, içimdeki bunalmışlık daha da arttı. "Hem ne belli o kişinin ben olduğu?”

Kutsi bey başını hafifçe eğdi ve güldü. “Ah kızım, bildiklerimi anlattığımda sen de anlayacaksın.”

“Ben de anlatmanız için burada oturuyorum zaten,” dedim sabırsızlıkla.

“Nikola, Marija ve Vesna’yı anımsıyorsundur,” diye anlatmaya başladı.

“Hikayenin başı, bütün bunların kaynağı olan kişiler. Unutmak ne mümkün.” Onların adı bile içimde eski bir ürperti uyandırıyordu sanki.

“Evet. Marija o büyüyü yaptırdı. Fakat her büyüde olduğu gibi bunda da aslında bir geri dönüş var. Her büyü, onu geçersiz kılacak bir ritüel, uygulama, yahut kehanete sahiptir. Büyüyü bozmanın, etkisini yok etmenin, daha fazla kanımızda dolaşmasına engel olmanın bir yolu yani. Geçmişi değiştiremeyiz belki, fakat gelecekte birilerinin hayatını kurtarabiliriz. Gölgelerin tamamının özgür kılabiliriz. Aşık oldukları kişilerin kaderinde de ölüm olmak zorunda değil, demek bu.”

Kelimeleri kafamda dönüp duruyordu. “Nasıl?” diye atıldım. Bir umut, bir ışık görmek istiyordum.

Kutsi bey ceketinin cebinden eski bir kağıt parçası çıkarttı. Dokusu kumaşa benziyordu. Oldukça eski ve zamanın izlerini taşıyan bir şey gibiydi. Üstünde bilmediğim bir dilde yazılmış bazı satırlar vardı. Masanın üstüne bıraktığı parçayı önüme doğru ittirdi ve parmağıyla bir yere dokundurdu.

“Kehanette, Fedâ isminde bir gölge geçer. Fedâ, kaderlerinde birbirine aşık olmak yazılmış iki kişiden biridir. Gönül eşini tanımadan yahut ona aşık olmadan önce ölür. Fakat onun yanında dirilir.”

Sözleri, beynimde yankılandı. Gözlerim irice açıldı, bir an her şeyin anlamını kavrayacak gibi oldum. Aşık olmadan, aşık değilken, Berzan’ı tanımazken ölmüştüm ve gözlerimi onun yanında açmıştım. Buraya kadar her şey mantıklıydı. Ama sonra her şey tekrar bulanıklaştı. Fedâ… Gölge… Berzan... Ama gerisi?

Kutsi Bey parmağını kağıdın üzerinde gezdirmeye ve anlamlarını açıklamaya devam etti. “Büyüyü yalnızca gerçek, saf ve karşılıklı bir aşk bozabilir.”

“Harika. Ama biz birbirimize aşık olmaktan çok uzağız,” dedim. Sesimde biraz umutsuzluk vardı. Bunu artık kabul etmek zorundaydık.

Kutsi bey duraksadı ve derin bir nefes aldı. “O kısma gelmeden evvel başka kafa karıştırıcı şeyler de var. Bu gördüğün çok eski bir dil. Metni anlayabilmek için bu dili çözebilecek biri bulmam çok zor oldu. Yıllarımı aldı. Sonunda başardım. Sorun şu ki, bunu tam olarak çeviremedik. Eksik noktalar yahut bizim yeterince anlayamadığımız kısımlar var. Örneğin, ‘Fedâ eşini tanımadan yahut ona aşık olmadan önce ölür,’ demesine rağmen devamında ‘Fedâ’nın aşkı gölge olmanın zorluklarından büyüktür, böylece sevdiğini değil, kendini öldürür ve büyü bozulur. Aşk ikisini de özgürleştirir,’ yazıyor. Ölmüş biri kendini nasıl öldürsün?”

Zihnim iyice yorulmuştu. Hani ‘beynim pelte yığını oldu’ hissi vardır ya, öyleydim. Bu büyünün, kehanetin, lanetin içindeki her şey bir puzzle gibiydi, ama parçalar o kadar fazla ve karmaşıktı ki, hangi parçanın nereye oturduğunu görmek neredeyse imkansızdı.

“Diyelim ki ben Fedâ’yım, bu laneti bozmak için ne yapmam gerektiğini dahi tam olarak bilmiyoruz! Ne önemi kaldı?” diye sordum. Kelimelerim içimden taşan çığlıklar gibi isyankardı. Ellerimi masaya koyup, başımı kaldırdım, Kutsi bey’in gözlerine bakarak. Ama bakışlarımın içinde sadece boşluk vardı. Her şey anlamsız gibiydi.

“Tam olarak bilmiyoruz, evet. Ama bulacağız. Çünkü bunu başarmak, tahmin ettiğinden çok daha önemli.”

Kendisinin bir gölge olduğunu, ama aynı zamanda hala normal bir insan gibi yaşadığını bilirken, ben bir türlü gerçek anlamda bu dünyaya ait olamıyordum. Sürekli bir yanım eksik, sürekli bir yerlerde kaybolmuş gibiydim. Birkaç dakikalığına var olmuşken, sonra birden kayboluyor, bir hayalet gibi varlığımla yokluğum arasında gidip geliyordum. “Görünür olmak” diye bir şey vardı ama buna nasıl ulaşılacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Kutsi bey’in söylediklerini bir kenara koyarak, tek düşündüğüm şey vardı: ‘Ne olursa olsun, bu kabustan uyanmak istiyorum.'

“Aklımdan önemi neymiş diye sormak geçiyor ama aslında istediğim tek şey ne biliyor musunuz Kutsi bey? Bu hâlden kurtulmak. Ne yaşıyorum ne ölüyüm. Yoruldum artık. Bir anlığına görünüp bir anlığına yine hayalet moduna giriyorum. Bir anlığına dekor eşyası devirip ertesi saniye hayalet Casper gibi nesnelerin içinden geçiyorum.”

Konuşurken sesim kesildi, içimde birikmiş o acı karışımı öfkeyi zorla bastırdım. İsyan edercesine, bütün tükenmişliğimle söylediğim sözcükler üzerine adamın bakışlarında bir yumuşama emaresi gördüm.

Hem hüzün hem de hafif bir anlayışla karşılık vermişti. Yavaşça, dikkatle, içinden geçirdiği bir düşünceyi masaya koyar gibi kağıdı ceketinin cebine geri koyarken, “Yansıdın demek?” dedi, ilgiyle. Bir an için birinin beni anladığını, bu boşluk içinde bir yerlerde kaybolan benliğimi tekrar bulmaya yaklaştığımı hissettim.

“On dakika kadar görünüp sonra yine Casper moduna girmemden bahsediyorsanız, evet. Hâlâ bu hâlde olduğuma göre çok da mühim değil.”

Kutsi bey'in gözlerinde yine bir şeyler belirdi ama bu sefer daha yoğun bir merak vardı. “Önemi var,” dedi, duraksayarak. “Ne oldu da göründün? O anlardaki duygularına, durumuna odaklan. Seni görünür kılan, dokunmanı sağlayan tetikleyici bir şey olmalı. Onu bulup yönetebilir hale geldiğinde istediğin zaman görünüp istediğin zaman gölge hâline dönebilirsin.”

Ona özel hayatımdan bahsetmeden önce tam olarak güvenebilmek için diğer genel konuları konuşmamız gerekiyordu. Bu sebeple, söylediğini aklımın bir köşesine yazıp sonra düşünmek üzere erteledim. Ve kalan sorularımı sıraladım.

“Siz nasıl normal bir insan gibi olabiliyorsunuz? Ben de gölgeyim, demiştiniz. Bu, aynı zamanda aşık olduğunuz kişiye henüz bir zarar vermediğiniz anlamına geliyor. Yoksa özgürlüğünüze kavuşur, burada sıkışıp kalmazdınız, değil mi?”

“Yıllar sürdü bu bilgileri edinmem, Fedâ. Tabi seninle patlaşmak için sadece haftalarım var. Hepsini yavaş yavaş öğreneceksin. Bozmamız gereken bir büyü var.”

“Ya başaramazsak?” dedim, bana bu kadar itimat etmesinden rahatsız olarak. Böyle bir sorumluluk ne ara omuzlarıma yüklenmişti anlamıyordum.

Kutsi bey, bir an için gözlerini indirdi, sonra tekrar bana bakarak derin bir sessizlik içinde cevap verdi. “Onlara zarar gelsin istemiyordun, değil mi?” diye sordu, bir yanda Uras’ı, diğer yanda Berzan’ı göstererek.

“Tabiki hayır!” dedim, sesimde korku ve endişe karışımının derinleştiğini hissederek.

“Başaramazsak sevdiklerimiz zarar görecek. Sadece onlar da değil, çok daha büyük meseleler var Fedâ.”

Gözlerim daldı. “Neden zarar görecekler? Ben o vakalarda geçen gölgeler gibi değilim. Şimdiye dek asla kimseye zarar vermeyi düşünmedim. Cinayet işleyecek eğilim ve kapasitem yok anlayacağınız.”

“O dürtü ne zaman ortaya çıkar, çıkar mı, ne kadar kontrol edebilirsin, bilmiyoruz. Ama mesele sadece bir gölgenin aşığını öldürmesi değil, Fedâ. Sırf bu kehaneti sonlandırmaman için Uras’ı yahut Berzan’ı -bağlı olduğun kişi her kimse- gözünü kırpmadan öldürecek birileri var.”

“Kim?” diye sordum, gözlerim daldı.

“Kubat ve Melani.”

“Yeni isimler, yeni olaylar, mükemmel. Karakter kadromuz genişliyor,” dedim, kaygımı bir kenara itmeye çalışarak ama ne kadar başarabildim, bilmiyordum.

“Bu kadar bilginin fazla geldiğini biliyorum ama o ikisine karşı dikkatli olman gerek Fedâ. Şüphelendiğini, bu yüzden seninkilerin peşine birini taktığını düşünüyorum. Fakat etraflarında dolanan yabancı kimse bulamadım. Daha önceden tanıdıkları biri olabilir. Yakında çıkar kokusu. Pumza araştırıyor. Uras ve Berzan’ı takipte. Önlemlerimizi almaya çalışıyoruz.”

Bir süre sessiz kaldım. Evet, kafam karışıktı ama bir şey kesin olarak belliydi. Risk altındaydık. Ve bana bu kadar yük bindiren birinin varlığı, her şeyin tuhaflığını katbekat artırıyordu.

“Tamam, diyelim ki konuştuğumu her konuda haklısın ve gerçekten burada iyi adam sensin. Sana güvenmem gerek. Bana bir sebep ver.”

Ciddiyetle yanıtladı. “Demek sebep istiyorsun?”

“Evet.”

“Peki, o sebebi sana bizzat göstereceğim Fedâ,” dedikten sonra usulca ayağa kalktı. “Şimdi gitmem gerek. Ama tekrar görüşeceğiz. Daha öğreneceğin çok şey var.”

Üstün başını düzeltti ve hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı. “Hoşça kal, kendine ve şu ikisine iyi bak.”

Başımı usulca sallamaktan başka bir cevap veremedim. Kutsi bey uzaklaşırken, ben de bütün yüklendiğim bilgi, soru işareti, sırlarla orada kalakaldım.

 

✰✰

Bölüm : 24.12.2024 12:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...