Dikkat! Bu bölümde rahatsız edici tasvirler bulunabilir.
Ateş yakabileceği her şeyi yakana dek yanar- ancak o zaman söner...
Yakın-Oruç Aruoba
Kuzey Karademir
İnsan umursamadığı her şeyin galibidir derler. Bu durumda umursadıklarımız boynumuzda bir urgan. Yenilgilerin en büyüğü, hep en derinlere inmiş olanlardandır. Boynumuza urganı geçirenler en çok umursadıklarımızdır. Fakat hepsinden daha sert, daha acılı olan vicdanın urganıdır.
Vicdanıma asılı 25 urgan iki gündür beni uykusuz bırakıyordu. Oysa ben uyumayı çok severdim. Gözlerimi her kapattığımda önüne düşen korku dolu bakışları unutmak imkansızdı. Daha sonrasını düşünmek ise ölümden beterdi. Her birinin bedenine yapılabilecekler, vicdanın avaz avaz bağırdığı her şey.
Parke zeminin üzerinde duran, eskimiş halıya bakıyordum öylece. Oldukça kirli olmalıydı fakat rengi bu kiri ele vermesine mani oluyordu. Aslında halı da kiri de umurumda değildi fakat düşüncelerden kaçmak için onun manasız desenlerine bakıp durmak cazip geliyordu.
Dış kapının sesi dikkatimi dağıttı. Bora elinde bir yığın dosyayla içeri girdi ve orta sehpanın üzerine bıraktı.
"Bir sik anlamadım hiçbirinden bunları halletmen lazım."
Düzensizce konulmuş farklı renkte dosyalara kaşlarımı çatarak baktım. "Bu kadar dosya birikmiş miydi?" Diye söylendim. Birini elime alıp göz gezdirdim. Oflayarak yerine koydum. "Kafam kazan gibi Bora daha sonra bakarım."
"Bu hafta hallet de ne zaman bakıyorsan bak. Anlamadığım işlerin içine sokuyor beni babam. Her şey berbat olunca da ahkam kesecek." Yüzünü buruşturdu. "Uyumadın mı lan sen hiç? Bu tipin ne böyle?"
"Uyku tutmadı."
"Senin?"
Bir sigara yakıp sorusunu es geçtim. O da bana eşlik etti. Sonra bir şey hatırlamışçasına elini cebine attı. "Gökçe nerede?"
"Odasındadır. Neden?"
"Derin ona bir şey gönderdi." Cebinden küçük bir kutu çıkardı, ne olabileceği hakkında bir fikrim yoktu. "Gidip vereyim unutmadan."
Sigaram bitti. Bora odaya döndü. Ardından Avcı da elinde bir kutu sütle içeri girdi.
"Çilekli süt mü içiyorsun lan sen?" Dedi Bora hayrete düşülecek bir şeymişçesine.
"Ne var bunda?"
"Gay misin sen Avcı? Bak bize söyleyebilirsin. Hiç karı kızla da görmedim seni çok pis şüphelendim şu an."
Avcı boşalttığı kutuyu Bora'ya attı. "Sikicem artık seni yeter bak!"
"Ben de ondan korkuyorum işte."
Avcı ona doğru ayaklandığında Bora hızla yerinden kalktı.
"Sana bu eve gelme demedim mi şerefsiz? Siktir git evimden!"
"Kırıyorsun beni ama."
Küçük odada birbirlerini kovalayışlarını ardımda bırakıp çıktım. Dar, küf kokan banyonun içine adım attım. Su lekeleri ile kirlenmiş olan aynada ki yansımamla bakıştım bir süre. Yorgun yüzüme baktım. Aynada kendimi gördüm, bu bir yansımadan fazlasıydı. Korkularımı, acizliğimi gördüm. Gördüklerimden nefret ettim.
Sıcak bir duşun, bedende ki kirler gibi içimizdekileri de temizlemesini arzu ederek yıkandım.
Başımda bir havlu, ıslak saçlarımı kurulayarak çıktığım koridorda Gökçe ile çarpıştık. Elinden düşüp zemine çarpan şeyin çıkardığı tok sesin kaynağına bakmadan önce ona baktım. Uzun kirpiklerine, biçimli burnuna ve dudaklarına.
Onu her gördüğümde ilk kez görmüşçesine uzun uzun baktıran şeye yabancıydım. Bu heyecana, bu isteklere yabancıydım.
Eğilip düşürdüğü şeyi aldım. Küçük, kapaklı bir jiletti. Kaşlarım çatıldı. "Bunu kendini korumak için mi taşıyorsun Gökçe?" Ona baktım tekrardan. "Bununla kimseye ciddi bir zarar veremezsin. Tabii eli kolu bağlı değilse."
Durdu. Elimdeki jiletin sebebini anlayacağım kadar durdu. Korkunç bir his beni alaşağı ettiğinde dehşetle baktım ona. "Bu senin için." Dedim büyük bir uyanışla.
"Ver bana onu Kuzey."
"Hayır, hayır Gökçe! Sen delirdin mi? Bileklerini kesmeyi mi düşünüyorsun? Buna izin verir miyim sanıyorsun?"
"O benim güvencem!"
"Neyin güvencesinden bahsediyorsun? Kendini öldürmek bir güvence mi yani?"
Gökçe sinirle ellerini yüzüne koydu, öfkeli nefesler aldı. O ince bileklerine elimde tuttuğum jileti değdirecek oluşunu düşünmek bile beni çıldırtmaya yetti.
"O iki canavarın eline düşmektense ölmeyi tercih ederim ben!"
"Düşmeyeceksin! Ne için çabalıyoruz biz burada? Sen gidip kendini öldüresin diye mi herkesi karşımıza aldık."
"Şimdi bu kapıdan girse İhsan ve adamları." Elini kapıya doğru uzattı hızlıca. "Senin kafana sıksa bir tane sonra beni alıp götürse. Yine bedenime eziyet ederek bana dokuns-"
"Sus Gökçe." Öfke yumruklarımı sıkmama neden oldu.
"Senin duymaya tahammül edemeyeceğin şeyleri ben yaşadım. Her ihtimali düşünmek zorundayım."
"Ölecek olsam dahi, onun mermisi kafama saplanmadan önce benimki çıkacak silahımdan."
O an durdu. Bana baktı, sözlerimi düşündü belkide. İkimizde öfkeden arındık yavaşça. Bakışları yumuşamadı ama nefesi düzeldi.
"Neden?" Dedi hiçbir duygu barındırmadığı sesi ile. "Neden ölecek olsan dahi önce beni o adamdan kurtardığına emin oluyorsun?"
İşte bu soru benim bile cevabını bilmediğim bir soruydu. Kaçmak istedim fakat aynı anda burada kalmayı, bir cevap verebilmeyi arzuladım. Hangisi Gökçe'yi üzerdi bilemedim. Duymak istediği bir cevap mı vardı yoksa söylediklerimi tartmamımı istiyordu yalnızca?
"Beni kurtarırsan sana minnettar olurum Kuzey." Başını sağa sola salladı."Fakat sadece minnettar olurum. Bir adam...isteyeceğim son şey. Bu yüzden benden bir şey bekleme, ne şimdi ne sonra." Elimde duran jileti alabilmesinin tek sebebi sözlerinin beni mahvetişiydi. "Bu yüzden ölümü göze alma. Verdiğin çaba oldukça büyük. Bırak yapılacak bir şey kalmadığında ölecek olan ben olayım."
Beni benden önce mi görmüştü?
Ondan bir beklentim yoktu ama bunu onun arzulaması her şeyi değiştirmişti. Beni engelleyebilirdi; onun için bir şey yapmamı, ona uzun uzun bakmamı, belki sözlerime dökmemi engelleyebilirdi. Fakat düşüncelerime nasıl ulaşabilirdi? Onları nasıl durduracaktı? O dedi diye kalbim hiç yavaşlar mıydı?
Ne önemi var kuzey?
Bir önemi yoktu. Arzum teni değildi, insan hiç bir tene dokunmadanda hissedemez miydi? Onu yaşamak için illa o mu gerekirdi? Gökçe gözlerime bakmasa da ben görmez miydim?
Kapı sesi bir cevap veremeyişime derman oldu. Gözlerimiz aynı anda kapıya döndü. Dışarıda duran adamı kesinlikle tanımıyordum.
"Avcı birini mi bekliyordun?"
Avcı ile Bora yanımıza geldi hızlıca, aralarındaki tartışma son bulmuş gibiydi.
"Kimseyi beklemiyoruz Kuzey."
Sözleri ile Gökçe'ye baktım. Endişesini görmemek mümkün değildi. "Sen odaya geç Gökçe." Kapıya dönmeden önce elindeki jilete baktım. "Sadece otur Gökçe. Bir sorun yok tamam mı?"
Kafasını sallayıp hızlıca odaya geçti. Kapıda duran adam oldukça sıradandı. Gündelik kıyafetleri, öylesine buradaymış gibi tuttuğu yüz ifadesi ve başıyla verdiği selam şüphe uyandırmadı. Elinde duran kutuyu fark ettiğimde bana uzattı.
"Gökçe Dal adına bir kargonuz var."
"Seni kim gönderdi?" Temkinli bir şekilde kutuyu elime aldım. Ağırdı. Bileğim büküldü ağırlığıyla.
"Ben yalnızca kargocuyum." Derken sesinden eğlendiği ortadaydı.
Kapıyı suratına kapatıp elimde kutu ile arkamı döndüm.
"Bomba değildir heralde?"
"Bomba olamayacak kadar ağır Bora."
Kutuyu yere bırakıp eğildim. Siyah, üzerinde hiçbir not olmayan klasik bir kutuydu. Kapağını açmadan önce korkmadığımı söylersem yalan olurdu. Bu korku daha yavaş hareket etmeme neden oldu fakat yine de kapak kutudan ayrıldı. Korkmakta haklı olduğumu saniyeler içinde anladım.
Gördüklerim beni yerime çaktı. Mide bulantısı baş gösterdi. Aynı anda göğsümden bedenime yayılan rahatsız edici bir uyuşukluk hissettim.
Kutunun içine yığılmış olan şey insan derisiydi! Bedenin hangi uzvundan olduğunu bile anlayamadığım bir yığın deri vardı önümde. Kan ve tenin karışımı. Tek düşünebildiğim şey bu insanın derisinin öldükten sonra mı yoksa önce mi yüzüldüğüydü. Bir koku var mıydı yoksa ben gördüklerimin etkisiyle mı ağır bir koku alıyordum ayırt edemedim.
"Sikeyim böyle kargoyu! Bu ne lan?"
Bora'nın bağırışı beni kendime getirdi. Deri yığınından aldığım bakışlarımı ona çevirdim. Burnunu kapatmış yüzünü buruşturmuştu. Avcı ise tüm bu vahşeti görmeye alışık gibi bakıyordu hala kutuya.
"Kim göndermiş olabilir bu kutuyu?"
Bana baktığında hiç duraksamadım. "Doğan."
Gözlerimi yumup açtım. "Tehdit ediyor Gökçe'yi. Masayı umursamayacak, onu öldürecek. Beni öldürmek Çağdaş Karademir'i karşısına almaktı fakat Gökçe onun için hiçbir şey ifade etmiyor."
Gökçe'nin kapıyı açıp çıktığını fark edince hızlıca kapağı kapattım.
"Kimdi gelen?" Dedi masumca.
Sertçe yutkundum.
"Bana bir kargo geldi. Önemli bir şey değil."
Ayağa kalkıp kutuyu zorlukla kucağıma aldım. Kollarımın arasında bir insan derisi tutuyor olmak aklımı kaçırmama neden olacaktı.
"Benim gitmem lazım. Avcı evde zaten Gökçe sen rahat ol. Bir şeye ihtiyacın olursa beni ara...ama senin telefonun yoktu değil mi? Ben gidip en iyisi sana bir telefon alayım."
Kapıyı açıp koşar adım evden çıktım. Bora ardımdan geldi. Nefes nefese indiğim merdivenlerin ardından kutuyu yere attım sertçe. Ellerimi dizlerime yaslayıp kusmamak için derin nefesler aldım.
Bir kutu insan derisi.
İnsan derisi.
"Orospu Çocuğu!" Doğrulup ellerimi enseme koydum. Bir ileri bir geri adımladım. "Ben seninle nasıl savaşacağım? İnsan değilsin ki siktiğim herif!"
"Kuzey?"
"Gökçe'nin derisini yüzmekle tehdit ediyor! Onu gebertmeliyim. Yapacak hiçbir şeyim yok başka. Önce onu gebertmeliyim."
"Sakin ol, ben Emir'i arayıp haber vereceğim sen de nefes al sakin ol tamam mı?"
Aynı alanda yüz kere gelip gittim belki. Ne Bora'nın konuşmalarını duydum ne de başka sesleri. Bir sokakta değildim sanki. Arabalar geçmiyordu, insanlar yürümüyordu, evler yoktu. Bir ben vardım bir de öylece yerde duran kutu. Kime ait olduğunu bilmediğim bir deri yığını.
Ben bir katildim oysa ki; birçok adamı vurmuş, bir çoğunun ölümüne şahit olmuştum. Bir katil hiç korkar mıydı kandan?
İkinci kez ölümün sadece ölüm olmayabileceğini görüyordum. Kafaya sıkılan bir kurşun, kalbe saplanan bir bıçak nasıl vicdanlı gelebilirdi bana? Ölümün de vicdanlısı mı vardı?
Durdum yerimde, kafamı arkaya atıp gökyüzüne baktım. Yerdeki onca vahşete tezat masmavi güzelliğine bakıp nefes almaya çabaladım. Uyuşukluk hissi bedenimden yavaşça uzaklaştı, sesleri duymaya başladım, soğuğu hissettim tenimde. O seslere bir araba sesi eklenip tam önümde durdu. Filmli cam yavaşça indi ve yine tanımadığım bir yüz bana bir zarf uzattı. Parmaklarımla zarfı kavradığım an geçip gitti.
Bu gece saat 00.00 için masaya çağrı.
Sonra telefonum çaldı. Numarayı tanımıyordum ama arayanı tanıdığıma yemin edebilirdim.
"Ben İhsan Kulaç." Dedi iğrendiğim ses. Konuşmadan öylece devam etmesini bekledim. "Bu gece için masa çağrımı az önce aldığını duydum."
"Sen masada değilsin."
"Baban senin canın karşılığında bana koltuğumu geriverdiğinden beri masadayım Kuzey."
Hemen ardımda duran Bora'ya döndüğümde yüzümden bir şeylerin ters gittiğini anlayarak telefonu kapattı. Yanıma yaklaştığında telefonu kulağımdan çekip hoparlöre aldım.
"Sana masanın değişen birkaç kuralından bahsetmek için aradım." Güldü. "Bir, vekiller değiştirilemez. Bu durumda Gökçe benim vekilim olacak. İki, vekilliğin bırakılması masa gizliliğinin korunması adına kişinin ölüm emrine neden olacak. Üç, her vekil tüm toplantılara katılmak zorundadır."
Devam etmesine fırsat vermeden telefonu yere fırlattım. Sert zeminle buluşup parçalara ayrıldı ve her bir parça bir köşeye dağıldı. Arkamdaki bina duvarına dönüp öfkemi çıkarmak için yumruklarımı vurmaya başladım. Defalarca vurdum o sert duvara. Elimde bir acı yoktu fakat duvar çoktan kanıma bulanmıştı. Önce öfke ile çıkardığım sesler durdu sonra yumruklarım. Hızla Boraya yaklaştım.
"Anahtarını ver!"
"Nereye gideceksin?"
"Ver anahtarı." Diyip elimi cebine attım ve zorla anahtarı aldım. Arabaya yürüdüm koşar adım.
"Ben de geleceğim Kuzey. İhsana gitmeyeceksin değil mi? Lan delirdin mi? Ölmek mi istiyorsun?" Arabaya binip kapıları kilitlediğimde hızla camıma vurdu. "Aç kapıyı! Bir delilik yapma Kuzey!"
Gaza basıp o izbe sokaktan çıktım. Şüphesiz delirmiştim. Gidip her şeyi dağıtacağım pek çok yer vardı fakat benim yolum babamaydı.
Üzerimde bir tişört, bir eşofman. Ellerim paramparça, ve müthiş bir öfke ile şirketin kapısından girdim. Daha önce bu kapıdan üzerinde tek bir kırışıklık olan takımla bile girmemiştim. Şimdi ise yüzümü tanımayanların beni içeri almayacağı haldeydim.
"Kuzey bey iyi misiniz?" Sorusu bir sekreterden gelmişti. Ona bakmadım bile.
Babamın katına çıkıp odasının kapısını sertçe açtım ve ardımdan iterek kapattım. Masasında oturan Çağdaş Karademir bu yaptığıma saniyeler içinde öfkelendi.
"Kimin odasına girdiğinin farkında ol! Bu ne hadsizlik Kuzey!"
"İhsan'ı masaya mı oturttun?" Dedim delirmişçesine. "O orospu çocuğunu masaya oturtup bir de yeni kurallar mı koydun?"
"Sen kimsinde bana hesap soruyorsun? Sen kimsin Kuzey? Şu rezil haline bir bak!" Sandalyesinden kalkıp bana doğru adımladı. "Ben olmasam sen kim olurdun? Bu şirketin önünden dahi geçebilir miydin? Ben olmasam senin canının ne önemi var?"
"O masayı dağıtırım baba!" Dedim dediklerini hiçe sayarak. Karşısında gördüğü Kuzey senelerdir her şeyini kusursuzca yapmış oğlu değildi. Ben gerçek benle tanışıyordum o da gerçek oğluyla. "Sıkabildiğim kadar çok kafayı sıkarım. Ölmeden önce o masayı kana bularım."
"Bir fahişe için mi?"
Kelimeler yanlıştı. Böylesine öfkeli bir adam için seçtiği kelimeler çok yanlıştı. Delirdiğimi görmüyor muydu? Masasında duran cam vazoyu alıp duvara fırlattım. Kulak acıtacak bir gürültü çıktı.
"Beni delirtme Baba!"
Gülümsedi, Çağdaş Karademir'in gülümsemesi her zaman tehlikeyi fısıldardı. "Onu kurtarmak mı istiyorsun?" Dedi. Gözlerine beklenti ile baktığımı bilerek birkaç adım attı bana. "Sizin beceriksizliğinizden uzak, onu tek bir sözümle korurum."
"Sen karşılıksız hiçbir şey yapmazsın."
"Elbette oğlum." Elini omzuma koyup beni çıldırtmamışçasına sıvazladı. "Bir hiç sıfıra eşit olur mu?"
"Ne istiyorsun?"
"Ben fahişeyi korurum." Çenemi sıktım, bunu bilerek yapıyordu. "Fakat sen de Behram Çevik'in kızı ile evleneceksin."
Çağdaş Karademir oyunları iyi oynardı. Önce çaresiz bırakırdı seni sonra çare olurdu. Çareler onun çıkarlarıyla doluydu.
Çağdaş Karademir ittifaklardan hoşlanmazdı. İhsan Kulaç’ı masaya oturturken Emir ile Ezra’nın ittifakını bozmuştu. Şimdi ise Behram çevik ile Doğan’ın ittifakını bozacaktı.
###
yorumlarınızı heyecanla bekliyorummmm sevgiyle kalın 🤍🤍
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
44k Okunma |
2.18k Oy |
0 Takip |
59 Bölümlü Kitap |