

Her şeyi bir köşeye bırakıp, anıları rafa kaldırdığımızda hayat daha çekilir bir yer olur. Çünkü acılar, zihnin tozlu raflarında bir kitap olarak yaşamına devam eder. Acılar en kuytu köşelerde okunmak isterken, siz o kitabın sonunu bilmenin verdiği korkuyla kaçarsınız.
Ve hiçbir şey tesadüfen yaşanmaz. Her acının mutlak bir sonucu vardır. Hiçbir acı beş dakikalık bir şarkıya entegre değildir.
Aradan geçen bir haftanın ardından elime gelen görev makbuzuyla askeriyenin bahçesinde oturuyordum. Havalar iyiden iyiye ısınmıştı, artık yaz gelmiş diyebilirdim. Yaz gelmişti gelmesine de elimdeki bu makbuz, her şey iyiyken pek iyi gelmemişti. Çünkü makbuzdaki görev biraz can sıkıcıydı. Sağ elimle yanağımı kaşıyıp görev emrini tekrar okumaya başladım;
‘Saat onda Sarıyer meyhanede, duman timinden ayrı...’
Duman timine söyleyemeyecek kadar derin bir konuya hazır mıydım? Elbette hazırdım lakin onlar benim buradaki elim kolum olmuştular. Yine de emre uyup oraya yalnız gidecektim. Muhtemelen görevi anlatmaya biri gelecekti. Belki de koca çınardı gelecek olan. Derin bir iç çekip, kağıdı katlayıp cebime koydum. Oturduğum banktan kalkarken saate bakmayı da ihmal etmedim. Biraz sonra bizimkiler gelirdi. Neredeyse bir haftadır görevdeydiler. Bense kolumdan ötürü burada Zeynel’le başa çıkmaya çalışıyordum. Herif beni ne zaman boş görse yanıma gelip gevezelik yapıyordu. Yalnız iyi ahbap olmuştuk. Bizim Beyza’nın erkek hali gibiydi. Beyza demişken o da geçenlerde teşkilata dönmüştü. Bir ufak pürüz olduğunu söylüyordu. Ama bizim Karadeniz iznine gelecekti. Bizim izin ise bayramdan birkaç gün önce olacağa benziyordu. Yani ya yarın ya da yarından yakın... Yusuf’un saydığı ne varsa yapmak için can atıyordum. Yirmi altı yaşında kadın, atlı karıncalar için gün sayıyordu. Ben sanırım Yusuf’un yanında çocuk oluyordum.
“Yenge vallahi sıkıldım, gelmedi bizimkiler” yanımda duyduğum sesle, derin bir nefes alıp arkamı döndüm. Gelen tabii ki Zeynel’di.
“Ula bir saat önce de gelmediler diye beynimin etini yedin, otur oturduğun yere gelirler” bana hiç aldırış etmeden, bankın öteki ucunda dikilerek üstten bir bakış attı. Oturamaması fazlaca komik olsa da, bu haline gülemeyecek kadar iyi bir insandım... Ya da boş ver, Zeynel bunu hak etmiyor. Ona nispeten oturduğum yere iyice yayılıp, ufak bir sırıtışla suratına baktım. O ise beni hiç umursamadan, kalçasını tutarak bir adım daha yaklaştı. Zor yürüyor olsa da elinde değneğiyle her an dibimde bitmeyi iyi başarıyordu.
“Yenge, sence kıçımın üstüne oturabilsem bizimkiler umurumda olur mu? Uzatırım ayağımı, alırım elime bulmacamı çözerim. Ulan banane Onur’un ter kokusundan, Mirac’ın ayak kokusundan... Hele bak Ahmet’imin yanık sesine kurban olurum, kulağımda tütüyor hayırsız” sesindeki şiveye koca bir kahkaha patlatırken onun gibi ayağa kalktım. Haylazdı ama ekipte en çok bu adamı seviyordum. Farklı bir şeyler vardı bu adamda. Bizdendi sanki, bizimdi.
“Zeynel ya alem adamsın he.” Söylediklerime aldırış etmeyen Zeynel, uzak bir noktaya, sarma görmüş uzun bakışı atarken, aynı bakışın sesiyle
“Yenge” dedi.
“Hı?”
“Biraz ileride sana doğru gelen bir melek var... Aaa o da ne, meleği bir yılan sarmış.”
“Ne diyorsun Zeyn...” saçmaladığı şeylerle arkamı dönüp ne dediğini anlamaya çalışırken, gördüğüm görüntüyle susa kaldım. Cidden meleği anımsatan bir kız, pardon kızcağız ve yanında sinsi bir yılan olan Simya vardı.
“Ağzını kapat, ağzını” dedim Zeynel’e doğru. Tamam kız çok güzeldi ama Simya’nın yanındaydı. Simya’nın yanında olan bir kızı Zeynel’e yar etmezdim. Bu kız benim eltim olamazdı.
“İnci” Simya’nın o tiksinç sesine, sahte bir tebessüm ekleyip karşıma gelmesini bekledim. Karşıma geldikten sonra aynı sahtelikle
“Savcım” diye seslenince, ondan da tıpkı bende olduğu gibi sahte bir tebessüm belirdi. Ne hoş, sevgilimin eski sevgilisini idare ediyorum. Mezhepler konusuna tekrar giriş yapsak mı hocam? Şayet bizimki bir hayli geniş...
“Beni gördüğüne sevinmemiş gibisin, yüzün kireçten hallice” dedi Simya, kendi suratına bakmadan. Aslında haklıydı, neden sevgilimin eski sevgilisini görünce sevineyim ki, tamam geniş dedikte Konya Ovası da değil yahu.
“Estağfurullah Savcım, yoğun parfüm kokusundan olsa gerek, ucuz şeylere alerjim var da” sözlerim bittikten sonra gözlerinde belli belirsiz bir şaşkınlık geçse de sessiz kalmayı tercih etti. Bunu hep yapıyordu; ne zaman biri onun hakkında olumsuz bir şey söylese susuyordu. Asla kendini savunmaya yeltenmiyor, boş bakışlarla konuyu dağıtıyordu. Simya, sandığımdan daha da özgüvensizdi. Onu umursamayıp yanındaki kızın yaka kartını okudum. Leyla yazıyordu. Leyla, altın sarısı saçları, yemyeşil gözleri ve hattından beyaz teniyle sahiden melekleri andırıyordu.
“Leylaydı değil mi?” diye saçma bir soru yönelttim. Kız ona yönelen okları kibarca yakalayıp tam konuşacak olmuştu ki, Zeynel
“Melek” diye düzeltti beni. Aptal herif kendince kıza kur yapıyordu. Ben bu ilişkiyi onayladım mı acaba koçum, sor bir bana; onayladım mı?
“Zeynel” diye uyarıcı bir ses tonuyla konuşunca kendini geri çekmek zorunda kaldı tabi. Ne de olsa komutanının kız arkadaşıydım. Tabi ondan üst mevkide olduğum için de geri durmuş olabilirdi ama komutanının sevgilisi olmak ve bunu kullanmak daha güzeldi.
“Evet, Leyla, ben sizi daha önce görmüştüm ama siz beni hatırlamıyorsunuz sanırım” dedi hafif sitemle. Sahi onu hatırlamıyor oluşum bu kadar önemli miydi? Kimlerle karşı karşıya kalıyorduk. Bir çırağı hatırlamadım diye trip mi yiyecektim? Ah zamane çaylakları, cidden ukalâlar.
“Bazen bazı şeyleri unutmak bizim için fayda sağlar.” Dedim. Kız bozuntuya vermeden kafasını sallayıp
“Öyle” deyince, yine de bir incelemeye almadan edemedim. Sarı saçlar, yeşil gözler... Yeşil mânâlı gözler, sarı saçlar... Aslında pek de uzak durmuyordu bu kız. Tanıyordum ama nereden olduğunu hatırlamıyordum.
“Çaylağıma bu kadar ilgi alaka göstermen canımı sıkmadı değil” Simya’nın soğuk sesi, çaylak kızla aramıza duvar örerken, samimiyetten uzak bir tebessümle
“O halde sizi çaylağınızla baş başa bırakayım. İyi günler Savcım” diyip kalktığım yere geri oturdum. Onlar da uzaklaşıp gitmişti, lakin Zeynel efendi hâlâ arkalarından bakıyordu. Hafif bir sırıtışla
“Zeynel” diye seslendim. Afallamış bir edayla yüzünü bana dönüp,
“Yenge, ben öldüm mü cennet mi burası? Az önceki sorgu meleği miydi? Kimdi yenge, kim?” art arda söylediklerine kısık bir kahkaha atarken, espriyle,
“Rabbin kim diye soruyor muydu?” dedim. Zeynel onu alaya almamdan mütevellit suratını asıp,
“Yenge” diye söylenince,
“Ah, pekala sadece Simya’ya katlanması gereken bir zavallı” deyiverdim. Usulca başını sallayıp, sırıtınca
“Ne o, etkilendin sanırım?” demeden edemedim. Aslında Leyla’dan kötü bir sinyal almamıştım. İyi bir kıza benziyordu. Amma ve lakin kızcağız emir kuluydu. Üstelik Simya’nın...
“Senin gibi oldum işte” dedi Zeynel topu bana atarak. Ulan ne vardı bende? Gayet aklı başında, olgun bir kimseydim.
“Ne varmış bende?” dedim, tek kaşım havada, sorgular bir vaziyetteyken. Zeynel’in sırıtışı tıpkı benim gibi alay eder bir vaziyete bürününce hemen savunma pozisyonunu aldım tabii ki.
“Komutanıma bakarken apışıp kalıyorsun ya, öyle oldum.” Ha! Ben! İnci Saral! İstihbarat Birliği’nin gözde ajanlarından olan? Hahahaha, ben bu espriye uzunca bir süre gülerim.
“Zeynel” dedim, umursamaz ve aşağılayıcı bir tonla. Zeynel tam ağzını açacaktı ki arkamdan duyduğum bit sesle bundan vazgeçti.
“Ne, Zeynel haklı değil mi? Beni her gördüğünde öyle kalmıyor musun?” Hayır hayır, bu alelade bir ses değildi. Bu Yusuf’un sesiydi, ayyy canımın içi, gelmişti...
“Yusuf” dedim, hızla ona doğru dönerken. Kaşlarını yukarı doğru kaldırıp,
“Nayino tercihimdir” dediğinde, kıkırdamadan edemedim. Ama ikimiz de aynı yerde durunca, Yusuf kollarını iki yana açıp bana bir adım attı.
“Aslına bakarsan özledim, bence kocaman bir kucaklaşmayı hak ettim ha” demeyi de ihmal etmedi. Nefesimi tutup bir anda sesli bir şekilde bırakınca ortamda yankılanan kalp sesim, Zeynel’i zevkten dört köşe ederken, ben onu umursamıyordum bile. Hızla koşarak atladım Nayinom’un boynuna. Ait olduğum yere, huzuruma...
“İstiridye?” dedi beni direkt kucaklarken, sesiyle onu özlediğimi iyice anlayınca sıkı sıkı sardım bedenini. Özlemiştim. Kemiklerini kıracak kadar özlemiştim. Sıkı sıkıya sarılmama karşılık, dudaklarından erkeksi bir kahkaha dökülürken,
“Aptal istiridye” diye söylendi. Hemen karşılık verdim.
“Aptal sensin, salak.”
“Bu güzellik karşında gel de sen aptal olma.” Hafif bir tebessümle ondan ayrılıp, karşısında durdum. Sağ eliyle sol kulağımın ardından çıkan saç telini geriye doğru yerine oturturken,
“Çok özledim seni, akşam beraberiz” deyiverdi. Akşam beraber olamayacağımız konu aklıma gelince suratım düştü tabi, derin bir nefes alıp,
“Değiliz” dedim. Çünkü görev aşktan önce gelirdi. Biz görevle vardık. Görev yoksa bizim ne işimiz vardı?
“Neden?” dedi, anlamış olmasına rağmen. Yine de ortamı yumuşatmak adına,
“Bir istihbaratçıya neden sorulmaz.” Diye espri yaptım. Tabii ki herhangi bir yumuşama yaşanmadı, ama dudakları kendinden bağımsız iki yana gerilmişti. Ben konuşurken hep yapıyordu bunu. Dünyanın en saçma şeyini de anlatıyor olsam dahi, hep bir tebessüm vardı suratında.
“Geleceksin değil mi?” sorduğu soruya karşılık kafamı yana eğip
“Bilmiyorum” deyiverdim. Çünkü bilmiyordum. O yeni gelmişti ama ben ne zaman gelirdim, inanın bilmiyordum. Belirsiz tarıma karşılık suratı düşse de belli etmeden, üniformasının ön cebinden bir şey çıkarıp göz hizama tutunca, elindekinin bileklik olduğunu anlamam uzun sürmedi. Gümüş halkalı daire şeklinde cam yüzeyi olan bir bileklikti bu. Cam kısmının yüzeyinde ufak papatyalar vardı. Daha önce verdiği kolye gibiydi. Ama o kolye gibi sıradan bir şeye benzemiyordu.
“Al bunu, sakın yanından ayırma.” Söyledikleriyle bilekliğin sahiden normal olmadığını anlamış oldum ama yine de adet yerini bulsun diye
“Ne bu?” diye sormadan edemedim.
“Biliyorum görev etiğine aykırı ama senden haber almazsam ölürüm...” kısık sesle söylediklerine karşı içim burkulurken, bilekliği avucuma aldım.
“Çok güzel.” Dedim ama bunu takamazdım ki.
“Bilekliğe iki kere dokunman yeterli, nerede olduğun bana mesaj olarak gelecek.” Güzel seviyordu bu adam, ama aması vardı işte; hem de çok ayrıntılı amalar bunlar.
“Yusuf, olmaz.” Dedim bilekliği ona tekrar uzatırken,
“İnci kurban olayım, en azından senden haber alabileyim.” Bilekliği avucumun içine sıkıştırarak söylediklerine karşı,
“Eğer duyulursa ikimiz de riske atar.” Dedim. Özellikle onu, bu yaptığı duyulursa meslek dışı bile edilirdi. Çünkü kimse bunun masum bir bileklik olduğunu düşünmezdi. Babam bile...
“Kabul.” Dedi büyük bir kararlılıkla. Başına gelecekleri çoktan kabul etmişe benziyordu. Benim için meslek dışı edilmeyi dahi göze almıştı yani. Bu adam sanırım bana sahiden aşıktı. Gerçi ben olsam ben de kendime bu denli bir aşkla bağlı olurdum. Adam haklıydı dostlarım.
“Korkma bu kadar, görev ne olursa olsun Trabzon’a geleceğim, çakma Laz.” Bilekliği koluma takarken söylediklerimle kocaman sırıttı. Onu mutlu etmek bu kadar kolaydı işte. Sözünden çıkmayayım, uslu bir kız olayım, adam mutluluktan deli oluyordu.
“Erkek adam kadını için korkar, istiridye, bundan gocunmam.” Söyledikleri ile sırıtma sırası bana geçerken, kocaman gülümseyip utançla gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. O ise büyük bir kahkaha atmayı ihmal etmemişti. Bu nadir gördüğü utanç sahnelerini büyük bir keyifle seyrettiği aşikardı.
Sanırım ben bu adamı bir ömür kocam yapacaktım. Benimle evlenir misin Yusuf?
.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜
Koca Çınarın ayarladığı mekanda güvensizlikle otururken, çevreme bakındım. Çevremdekilerin hepsinin yüzü tanıdıktı. Bir zamanlar hepsinin dosyasını okumuştum. Koca Çınarın beni bu meyhaneye çağırmasının nedeni hangisiydi acaba? Ya da sadece zihnimi karıştırmayı seviyordu. Hep böyle yapardı. Suçlarla dolu dosyaların içinden en alakasız olanı bana sunar, çözmemi beklerdi. Ama öteki dosyalara bakmadan edemeyeceğimi de iyi bilirdi. Ondandı ya, bu kadar herife hakim olmam.
“Çaylak.” Sağımda duyduğum sesle kafamı ona doğru çevirip, yüzümdeki tebessümü saklama gereği duymadan başımı salladım. Kalkıp sarılamazdım lakin o gözlerimden bunu anlardı.
“Usta,” dedim kısık bir sesle. Karşımdaki sandalyeyi çekip karşıma otururken
“Görüşmeyeli aylar oldu,” demeyi ihmal etmedim. Kendine has gülüşünü bana sunarken, bu adama ne çok hayran olduğumu bir kez daha hatırladım. Babamdı, dedemdi, çınarımdı; bu adam her şeyimdi.
“Evet, yine boş durmamışsın, belli yaralar açmışsın kendinde.” Sargıda olan koluma bakış atınca gülümsedim. Koluma olanlardan haberi vardı zaten ama benimle uğraşmayı seviyordu.
“Bu defa sorun büyük, Baba,” dedim tıpkı onun gibi hafif bir alayla. Sesimdeki alayı sezmiş olacak ki iki kaşı havaya kalktı.
“Allah Allah, neymiş o sorun?” Hafif kıskançlık sezdiğim sesiyle içten bir tebessümle ona doğru eğilip,
“Kalbimden vurdu, haysiyetsiz,” dedim. Bu söylediğime kahkaha atarken bir anda ciddileşip
“Vurulma, vurula büyüyeceksin derdim ya hep...” dedi. Ortamın ciddileşmesinden olsa gerek, suratındaki tebessüm aniden yok olurken
“Evet,” diyerek yanıtladım sorusunu. Ellerini çenesinin altında birleştirip
“Bu yara seni öldürür kızım,” dedi. Samimiydi evet ama anlamamıştım. Aslında olayın omuzum değil de Yusuf olduğunu anlamıştım... O halde gerisine gerek yoktu. İçinde Yusuf varsa her şeye razıydım.
“Razıyım, Baba.” Kararlılıkla söylediklerimle tebessümü büyüdü. Başını hafifçe sallayıp
“Zaten öldüm diyorsun ha,” dedi. Zaten öldüm... Ne diyordu bu adam?
“O ne demek şimdi?”
“İnciyi öldürmüşsün demek... İnşa ettiğim o kız nerede?” Söylediğine kaşlarımı çalarak yanıt verecektim ki, beni sinir etmeyi kendine koşullandırdığını bildiğimden sakinliğimi koruyarak
“Karşında işte,” diye cevap verdim. Ama karşılığında sadece sesli bir kahkaha almıştım. İyiden iyiye gerilen sinirlerimle ona istediğini yavaştan vermek üzereydim. Bu adam beni hep korkutuyordu. Çünkü beni çok iyi tanıyordu. Bana her şeyi yaptırabilirdi. Zayıf yönlerimi ondan hep saklamaya çalışmıştım, lakin yanında dürüst olduğum ve bunu kullanmasından ölesiye korktuğum tek insandı. Bu adam beni bir mahkeme salonunda suçlu da ederdi, hakimde...
“Ne, neden gülüyorsun?”
“Karşımda yeni doğmuş bir kız çocuğu var, Eslem var, İnci yok.”
“Ben İnci’yim koca çınar, ihtiyarlıktan olsa gerek görmüyorsun.”
“Sezgilerim yaşlanmadı ama.”
“Ha! Sen bunamışsın.”
Aramızdaki çekişmeye bir son vermek adına
“Şimdi söyle görevi, hiç yaşlı kafası çekecek modda değilim.” İyice keyfi yerine gelmiş olacak ki yamağımı sıkarak
“Sakin ol şampiyon, sadece bir denemeydi,” dedi. Deneme sekiz yaşından bu yana beni sürekli deniyordu. Ulan normal şartlarda yaşasam bu kadar çok sınava gitmedim herhalde.
“Beni dememe usta, deneme beni. Ömrün beni sınav etmekle geçti, yahu emekli olsana, sen hâlâ bana bakıcılık yapıyorsun, sıkılmadın mı be adam?” Arkasına yaslanıp, tüm karizmasıyla kafasını iki yana salladı. Bu adam benim yaşlarda olsa çok can yakardı ha, üzgünüm Nayino seni bile sollardı bizim Çınar.
“Hayır, seninle uğraşmak deniz kenarında balık tutmaktan daha keyifli.” Ah, ne şanslıyım ama.
“Hay ben senin keyif anlayışına,” diye söylenirken cebinden bir kağıt çıkarıp önüme koydu. Çevremize baktığımızda kimsenin bizimle alakadar olmadığını görmem bir nebze rahatlamama sebep olmuştu. Değişik fikirleri vardı bu adamın. Suç mahalline silah saklamak gibi fantezilere sahipti.
“Gevezelik yapmayı bırakta sana anlatacaklarıma kulak kesil.” Önüme ittiği ufak kağıtta yazan isimleri okumadan önce
“Dinliyorum,” dedim. Ardından da o kağıtta yazan ilk ismi fısıldadı:
“Orhan.”
“Hangi Orhan?”
“Gencebay olan.” Sahiden insanlar yaşlandıkça boş espriler yapmaya meyilli oluyormuş. Komik değilsiniz ulan yaşlılar, değilsiniz.
“Komikmiş gibi davranacağım,” tavrıma odaklanmadan elimdeki kağıdı işaret edince, bizim Orhan’ın, Orhan Baba olmadığından emin oldum. Eski kaçakçı Orhan Gezgin’di bu... Orhan Gezgin, yeniden gündeme gelecek, ne yapmıştı acaba?
“Ne olmuş Orhan’a?” sorduğum soruya karşılık
“Kızı olmuş,” deyince gözlerimi devirdim. Orhan neredeyse seksen yaşındaydı. Bu yaşta kızı olduysa o Orhan’dan değildi herhalde.
“Alay etmeden anlatır mısın?”
“Alay etmiyorum, sahiden kızı olmuş, yani varmış. Kızını bu pis işlerden uzak tutmak için yetimhaneye vermiş...” Duyduğum şeylere hiç şaşırmadan, kağıda göz gezdirmeye devam ettim. Kızla ilgili bir şey yoktu. Ne bir resim ne bir isim; gölge gibiydi.
“Kendi gibi bir pislikten uzak tutup, başka bir çöplüğe mi atmış?” Söylediğimle ciddileşip kafa salladı.
“Kızla iletişimi kesilmiş, uzunca bir müddet haber alamamış. Biliyorsun Orhan işlerden elini eteğini çekti, çevresinde kimse yok. Ne ana, ne kardeş, eş, çocuk, hiçbiri; adam dünyada tek başına...” Sona doğru söyledikleri ile gözlerimi devirmeden edemedim. İyi de bundan ne işimize yarıyordu?
“Ah, ne acı bir tablo.”
“Konumuz Orhan’a ağıt yakmak değil tabii ki ama kızını bulmak gerekiyor.” İşte yeniden soru işaretleriyle dolu bir cümle daha. Bu adam hep böyle yapıyordu, hiçbir şey anlatmadan çok şey anlamamı bekliyordu. Sürekli uzun bir sohbetin içinde buluyordum kendimi çünkü o sorgulamadan konuşmuyordu.
“O niye?” dedim sabırsızlıkla.
“Aradığınız köstebek olabilir.” Al işte yine nedenini söylememişti. Ama yine de yüksek bir sabırla
“Aradığımız köstebek, Orhan’ın kızı mı?” diye manasız bir cümle kurdum.
“Mantıksız geliyor biliyorum ama dinle.” Hele şükür ki kendisi anlatmaya koyulacaktı.
“Orhan kızından en son sekiz yaşında haber almış, bıraktığı yetimhaneden kaçırılan bir kız çocuğu, kim olduğu bilinmiyor, bulunamamış...” Bu defa da ben dayanamayıp muzip bir sesle
“Sen yok musun, sen kesin bulmuşsundur,” dedim. Kafasını olumlu anlamda sallayıp gülümsedi.
“Zeyd.”
“Orhan’ın kardeşi Zeyd?”
“Ta kendisi.”
“İyi de niye?” Orhan ve kardeşi uzunca bir zamandır görüşmüyordu. Aralarında kimsenin bilmediği bir husumet vardı. İkiliyi en son ne zaman gördük, yani görüldü bilmiyordum. Çünkü benim yaşım etmezdi.
“Bizim taktiğimizi uygulamış. Küçük yaşta almış ve eğitmiş.” Zeyd, bu alemde en zeki adamdı belki de ama niye uğraşırdı böyle bir şeyle, ya da bizden nasıl haberdardı? Kafam iyice karışmıştı.
“Bizden haberi vardı yani.” Usulca kafasını salladı.
“Zeyd, biliyorsun ki bir zamanlar içimizdeydi.” Hafızamı yoklamama sebep olan sözleriyle beynimde bir ışık yandı.
“Tabi ya, Zeyd köstebekti, haindi, yıllardır kaçak hayatı yaşıyor. Aldığı nefes bile gizli, sesi hep kısık.” Hafifçe başını sallayıp beni onayladıktan sonra
“Kendisi dışarıda değil ama, yerine birini yetiştirdi. Dışarıdaki sesi hatta nefesi olan birini,” yani öz yeğeni.
“İyi ama bizim içimizdeki hain olabileceğini sana düşündüren ne?” Anlatılanlar bir yerde bizimle kopuyordu. Zeyd’in ne derdi olurdu ki bizimle?
“İç güdü,” dedi Koca Çınar hafif bir alayla. Ona “yeme beni” temalı bakışlarımı gönderince de
“Pekala, aldığım duyumlara göre, Zeyd’in senin şu Savcı’ya ilgisi var,” dedi. İşler iyiden iyiye karışıyordu. Ulan şu alemde kimi tutsak bir yerden ilişkisi çıkıyordu. Kocaman bir halat, ucunda gemici düğümü, çöz anam çöz.
“Tamar Savcı’ya düşmanken mi?” dedim, aklımdaki bir diğer sorunun aydınlatmasını beklerken.
“Evet, zaten birebir bulaşmamasının sebebi bu, kendince Tamara yardım ediyor. İçeriye ajan sokuyor ama tek şartla.”
“Savcı zarar görmeyecek.” Sözü ağzından almamla kafasını sallayarak beni onayladı. Ama hâlâ oturmayan şeyler vardı. Savcı’nın Zeyd’le ne ilgisi vardı?
“Bu ilgiden Savcı’nın haberi var mı?” Karamsar bir bakış geçti gözlerinden. Emin olmadığında hep susardı ama bu defa susmadı.
“Sanırım,” dediğinde, benim de kafamı karıştırmayı başarmıştı. Eğer bu ilgiden Savcı’nın haberi varsa, hainin kimliğinden de haberi olurdu. Ama Savcı susuyordu.
“Kesin bir şeyler söyle, usta.” Sesimdeki öfkeyi anlamış olacak ki derin bir iç geçirip
“Bilmiyorum ama Savcı zeki bir kadın. Haberi olsaydı hareket ederdi,” dedi. Ederdi? Ha asla hareket etmezdi. Sorunları çözmek istediğinden emin değildim. Hatta üstüne sorun eklendiğini bile düşünebilirdim.
“Hareket etseydi konu bir anda biter ve buradan gitmek zorunda kalırdı,” dedim aynı sert ve öfkeli sesimle. Biliyordu işte, Zeyd’in onu koruduğunu biliyordu. İkilinin arasında ne gibi bir bağ vardı bilmiyorum ama biliyordu.
“İşte seni bu yüzden seviyorum evlat,” dedi sevgi dolu bir sesle. Ama şu an bu sevgi seline kapılamayacak kadar önemli doluydum. Simya denen şahıs Yusuf’a yakın olabilmek için üç maymunu oynuyordu. Ben ona maymunlar cehennemini yaşatmaz mıydım?
“Ajan her kimse Simya farkında mı yani?” Öfkeli sesime biraz şaşırsa da kafasını iki yana olumsuz mânada sallayıp
“Hayır, Simya sadece ona zarar gelmeyeceğinin farkında,” diye düşüncesini belli etti. Ellerim masanın üstünde yumruk olmuştu. Neden Savcı’yı kum forması gibi hayal ediyordum? Ne den bu denli öfkeli duyuyordum? Neden... Çünkü Yusuf’u kıskanıyordum. Görev etiğine aykırı bir hâldi bu. Duygular görevlere karışmamalıydı. İlk maddeyi hiçe saymıştım.
“Yusuf’a yakın olmak istiyor gibi, ha ne dersin?” Ne mi derdim?
“Onu o yakınlığa gömerim derim usta.” Sert çıkan sesime karşılık elini teslim olmuş gibi havaya kaldırdı. Ardından içten bir tebessümle
“Sen olmuşsun evlat,” demeyi ihmâl etmedi.
“Daire daraldı hain, kadın bizim bölükte beni ya da benim tanıdığım birini çok iyi bilen biri.” Kendi kendime konuşurken sandalyeyi çekip yanıma yaklaştı ve omzuma iki kere vurup
“Hadi sana kolay gelsin...” dedi.
Koca Çınar beni içimdeki merakla bırakıp ayrıldı masadan. Bense bölükteki tüm kadınları zihnimden geçirmeye başlamıştım bile. Ve evet, en yakınım buna dahildi...
.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・
Önümdeki panoya büyük bir gururla baktım. Neredeyse üç saatimi almıştı ama sonunda hayal ettiğim o criminal tabloyu oluşturmuştum. Tablonun ortasında Zeyd vardı, Zeyd’in etrafını ise yedi melek sarmıştı:
Savcı,
Ciğdem,
Leyla,
Aslı,
Büşra,
Tuana,
Ve listede adını görmeye tahammül edemediğim isim... Beyza. Hadi ama, Beyza bu listenin sonunda dahi olmamalıydı. Üstelik kız burada bile değildi. Onun olması imkân dışıydı. Yine de az da olsa olaylara hâkim olmasının verdiği rahatsızlıkla onu eklemek zorunda kalmıştım. Elime kırmızı rujumu alıp, Beyzoşumun üzerine kocaman bir kalp çizdim. Beyza, beni satacak son insan bile değildi. Ona öz annemden çok güveniyordum. Geri kalanına gelecek olursak:
Çiğdem:
Onur’la aynı sene mezun olmuştu, onu çok kez Onur’un çevresinde görmüştüm. Ama birebir sohbet etmemiştik. Beni tanıyor olabileceği kimse yoktu. Yani Çiğdem de kısa vadede eleniyordu.
Aslı, Büşra, Tuana… Bu üç kızın da sadece ismi vardı bende. Kızlar hakkında bu kadar az bilgiyle herhangi bir şey yapamazdım. Geriye de sadece Leyla kalıyordu. Birliğe yeni gelmiş bir köstebek... Bu dava üç aydır sürüyor... Allah kahretmesin ki çember daraldıkça suçlu imkânsız hâle geliyordu. Hepsi birbirinden masum duruyordu. Tek kişi hariç: Savcıya oldum olası gıcık oluyordum. Ne vardı köstebek o çıksaydı da ellerimle infaz etseydim...
“İstiridye.” Duyduğum sesle derin bir nefes alıp tablonun üstünü kapattım. Askeriyedeki, bana verilen odadaydım ve Yusuf yarım saattir hazırlanmamı bekliyordu. Ne için mi? Trabzon’a gitmek için. Kaç vakittir beklediğim o an en sonunda gelmişti. Yaşasın Yusuf’la bayram sabahı!
Kapı bir kez daha tıklatılınca ses vermem gerektiğini hatırlayıp,
“Geldim!” diye bağırdım. Yusuf’un kapı arkasındaki hafif sesi ise gecikmeden odayı doldurmuştu:
“On dakika önce de aynısını söyledin.”
Evet, yaklaşık yarım saattir on dakikalarla onu oyalıyordum. Özene bözene hazırladığım criminal tablomdan bakışlarımı ayıramadığımdan hazırlanmamıştım. Ve şimdi on dakikada üstümü giymem gerekiyordu. Tişörtümü sıyırıp, dolaptan aldığımı üstüme geçirirken cevap vermeyi de ihmal etmedim:
“Bu sefer essahtan geldim.”
Yusuf aldığı cevaptan memnun olmamış olacak ki kapıyı bir anda açıp içeri girdi. Tişörtümü son saniyede giymesem beni yarı çıplak görecekti. Kaşlarımı çatıp:
“Hoşt ula ayı, bir genç kızın odasına böyle mi girilir!” diye söylenmeden duramadım.
Yusuf ise beni baştan aşağı süzüp, otuz iki diş sırıtarak:
“Ön provasını yaptım denilebilir,” deyince omzuna bir tane geçirdim. Harbi sapıktı bu herif. Ay, resmen şansa ayakta duruyordum. Yusuf’a kalsa... Aboo yok yok, iş Yusuf’a kalmasa iyi olurdu. Yoksa giriş yapacağım tek oda, malum oda olurdu.
“Terbiyesiz herif,” dedim utançla. Bu adam o kadar arsız bir adamdı ki resmen ikinci yüzünü sonradan göstermişti. Yedi yirmi dört ima yapıyordu. Kimin ahını almıştım ben ayol? Suratındaki utanç ifadesini görünce yüzündeki tebessüm iyiden iyiye büyüdü. Ve dibime kadar girmeyi eksik etmedi. Sağ eliyle belimi kavrayıp beni kendine çekince kısa bir kalp spazmı yaşamış olabilirdim. Gözleri yüzümün her bir santimine değiyor, bilhassa dudaklarımda uzunca oyalanıyordu. Ay imdat, günah be adam, günah. Dedeciğim koş, torunun gidiyor.
“Yarın bayram,” diye fısıldadı dudaklarıma doğru. Sesli bir şekilde yutkunup, sevimli görünebilmek adına kocaman gülümsedim.
“Atlı karıncalara bineceğiz.”
Yusuf’un yüzünde ima dolu bir tebessüm oluşurken, dudaklarını yanağıma bastırdı. Hafif kirli sakalları cildimi kaşındırsa da bunu sevmiştim. Sanırım Yusuf kişisel alanımı ilk kez ihlal ediyordu. Tabii Onur gelip bölmezse...
“Ne masum düşünüyorsun. Ben kalan iki maddeyi düşünüyordum.” Dudakları yanağımdayken söylediği şeylerle irkildim. Kalan madde mi? Yahu rastgele söylediğim bir şeyi bu kadar ciddiye alacağını düşünseydim on kilo altın falan isterdim.
“Madde?” diye sordum zaman kazanmak adına. Çünkü şu an eli sırtımda dolanırken pek masum şeyler düşünemiyordum.
“Seni öpmem için bana verdiğin imkânsızlıklar silsilesi...” Harbiden göğe salıncak kurmak tarzı şeyler istemiştim. Ne yazık ki beni hiçbir zaman öpemeyecekti. Acaba on kilo altınla değişse miydim?
“Beni hiç öpemeyecek olman ne acı,” dedim iddialı bir sesle. Burnunu burnuma sürerken üzerime aniden eğilince gözlerimi kapadım. Ay yoksa öper miydi? Niye gözlerimi kapatmıştım ben... Gözlerim hâlâ kapalıyken üzerimdeki ağırlık kalkınca derin bir nefes alıp, garip bir surat ifadesiyle suratına baktım. Hayvan herif yine sırıtıyordu. E farkındaydı, üstümdeki etkisinin.
“Göreceğiz aptal istiridye.”
Bu meydan okumaya aynı şekilde karşılık verip önden ilerledim. Ama ardımdan adım sesleri gelmedi. Yusuf arkamdan gelmedi. Ay ben, olmayan beynimi seveyim, kaldırdı beni. Kapının eşiğinde sırtımı dönüp Yusuf’un ne yaptığını görünce derin bir nefes aldım. Herif haddinden fazla zekiydi. Ben de öyleyim ama onun yanında beynimi çıkarıp askıya asıyordum.
“Beni kandırdın,” diye sitemle konuştum.
Bana sırtını dönmeden tabloyu incelemeye devam etse de keyifli bir ses tonuyla:
“Dikkatini dağıtmak zor olmadı,” dedi.
Haysiyetsiz herif, beni kandırmış olmanın haklı gururunu yaşıyordu. O değil de, ben neden görevimin ifşa olmasından rahatsız olmuyordum? Neden Yusuf öğrendi diye sevinecek gibiydim?
“Bilmemen gereken her şeyin içindesin Yusuf Asaf,” diye söyledim. Yanına doğru ilerleyip tabloya göz gezdirmeye koyulurken:
“Sana dair her şeyin...”
İki elini kalçasının üstünde bağlamış, dikkatli bir şekilde tabloyu inceliyordu. Üzerinde beyaz polo bir tişört, kot pantolon vardı. Ay hanımlar, burası sıcak oldu sanırım...
“Ne düşünüyorsun?” dedim, dikkatimi onun üzerinden çekmeye çalışırken.
Tek eliyle üst dudağını kaşıyıp derin bir nefes verdi. Bu hareketi bir şeye dikkat kesildiğinde yapardı.
“İçimizde bir hain var ve kalplerle süslemiş olsan da Beyza da şüpheli,” sözleriyle kaşlarımı çatıp:
“DEĞİL!” diye bağırdım.
Sesimin yükselmesine karşılık, dudakları yay gibi gerildi. Sanırım bu tepkiyi beklediği için sırıtıyordu ama kızarım diye de bastırmaya çalışıyordu.
“Karışık bir tablo istiridye... Bu tabloda seni iyi tanıyan tek insan Beyza.”
Evet, haklıydı ama değildi de. Beyza beni iyi tanıyorsa, ben de onu iyi tanıyordum. Beyza böyle bir şey yapmazdı. Yapmadığına dair onun adına gözüm kapalı yemin bile ederdim.
“Evet ama değil,” dedim saçma bir savunuş tarzıyla.
Gözlerini birkaç saniye kapalı tutup, tabloya dönük olan gözlerini bana çevirdi. Tam bir şey diyecekti ki, fark ettiğim şeyle ondan önce davranıp:
“Bir dakika, sen neden şaşırmadın bu tabloya?” diye atıldım.
Suratında kendinden emin bir sırıtış peydah olunca suratına bir tane çakasım geldi ama şu an doğru zaman değildi.
“Çünkü olabilir.”
“Olabilecek olan ne, Yusuf?”
“Savcı devlete hizmet ederken hainlik yapıyor olabilir. Beyza seni kardeşi gibi severken düşman olabilir. Çiğdem vatan için çatışırken yanlış yolu seçmiş olabilir. Ve diğerleri her şeyi yapmış olabilir.”
Olabilirler silsilesi, kocaman bir ihtimal sıralaması. İyi ama, ihtimal silsilesini teke nasıl çekecektik biz? Ortada bir soru işareti varken yedi tanesini nasıl açıklayacaktık?
“Bu tabloda ben olsaydım şaşırır mıydın?” dedim merakıma yenik düşerek.
Düşüncelerime tezat bu soruyu ben de beklemiyordum. Aynen İnci, soru işaretleriyle dolu tablodan arınıp adama bunu sor. Aynen kızım, aynen.
“Üzülürdüm.”
“Neden?”
“İnfaz emrini verenlerden biri olacağıma.”
Söylediği şeyle buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Demek benden kolayca vazgeçerdi. Hem de öleceğime değil, emri onun vereceğine üzülürdü. Bencil herif, kendini düşünüyordu. Suratımdaki ifadeden üzülmüş olduğumu anlayacak ki yanıma yaklaşıp belimden kavradı.
“Vatana ihanet eden, bana da ihanet eder, İstiridye... Peki ya sen? Aynı tabloda adım olsaydı?”
Derin bir nefes alıp tam gözlerinin içine baktım.
“İnfaz emri vermezdim.” Deyiverdim.
Evet, vermezdim. Sonuna kadar araştırır, ona bunu belli dahi etmezdim. Zaten bizim aramızdaki zıtlık da bu değil miydi? Birimiz soyuttuk, diğerimiz somut. Ben karda yürür iz belli etmezdim. Yusuf karı aşıp altındakinden şüphe duyardı. Jargonumuz buydu bizim.
“Çünkü Yusuf, ben inanmazdım. Sonuna kadar araştırırdım, seni göğsümde yumuşatırdım belki.”
Kesinlikle biraz önce söylediği şeylere karşı konuşmuyordum. Çünkü Yusuf, benim için alelade bir insan değildi. Beyza’yı nasıl savunduysam, onu da aynı savunurdum.
“Ya işin sonunda hain bensem?”
Söylediği şeyle sinsi bir tebessüm belirdi dudağımda ve zaten çok yakın olan bedenlerimizi hiçe sayıp aradaki mesafeyi sıfıra indirdim.
“İşte o zaman bana verdiğin o iki kuşunu iade ederdim...”
Usulca kulağına fısıldadığım bu sözlerle vücudu kaskatı kesilirken, kendimi geri çekip neşeli bir ses tonuyla:
“Ve sevgili Nayino, senin gibi ıskalamazdım,” deyiverdim.
Yusuf, karmakarışık bir ruh hâlinde suratıma bakarken, uzun zamandır düşündüğü şeyin cevabını bulmuş bir edayla:
“Bu yüzden seni seviyorum işte, nefesimi kesiyorsun,” diye mırıldandı.
Hafif bir kıkırtıyla:
“Dikkat et de essahtan kesmeyeyim o nefesi. Hadi, gidiyoruz,” diye cevap verdim.
Bu defa onu odada bırakıp önden çıkıyordum ki, duyduğum fısıltıyla tebessümüm yüzümde büyüdü çünkü o:
“Emrin başım üstüne,” diyen bir adamdı.
Evet, biraz bencildi, çokça öküzdü, tamam bir tutam da ayı falandı ama mutlu eden bir yanı yok değildi.
‘Ay İnci mercanım, millet çikolatayla dopamin hormonunu harekete geçiriyor. Senin verdiğin tarife bak, üstüne bir tatlı kaşığı salça da ekle bari,’ diye söylendi iç ses: ikinci Beyza.
Bu espriye kendi kendime gülerken çoktan askeriye bahçesine gelmiştik bile.
O zaman bizi beklesindi Trabzon... Yusuf’la uyanacağım ilk bayram.
E tabii anne ve babamın elini ilk kez öperek olmanın da mutluluğu vardı.
Bu bayram, benim şu hayattaki ilk bayramım olacaktı.
Hazırdım.
.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・
Bazen uzun uzun soluklandığımız yerde nice hayatlar biter, bazense nefesimiz kesildiğinde kaçtığımız yer nefes olur. Benim hikayem, kötü cadının prensesi kaçırmasıyla başlamamıştı. Benim asıl meselem Fatih’in şehadetiydi. Bir dostum gitmişti benden ama yerine bir aile gelmişti. Fatihin acısına teselli olmazdı elbet ama ben onu yitirdiğim ve kederini çektiğim günlerde ailemi bulmuştum. Ve bugün belki de hayatımda ilk kez bayram kutlayacaktım. Ben hayatımda ilk kez çocuk olacaktım. Hem de yanımda oyun arkadaşım varken.
Uzun süren bir yolculuğun ardından nihayet varacağımız noktaya gelmiştik. Yol boyu Yusuf’un çocukluk anılarını, Engin amcanın ona olan sabrını dinledim durdum. Belkide hayatımda ilk kez bu kadar zevk aldığım bir yolculuk oluyordu. Yusuf bana ilkleri yaşatıyor ve onunla birlikte her yarım kalan cümle noktalanıyordu.
Yaylaya geç bir saatte geldiğimiz için, evdekilerin bizim geldiğimizden haberi yoktu. Yusuf beni bir odaya sokup kendisi de Engin amcanın evine gitmişti. Saat kaç olmuştu bilmiyorum ama yarın bayram diye bir türlü uyuyamıyordum. Üstelik beş dakikadır pencereden gelen tıkırtılarda uyumamı engelleyen faktörler arasında yerini almıştı. Sanki biri pencereyi yerinden sökmeye çalışıyor gibiydi. Usulca yerimden kalkıp, pencerenin önüne kadar gittim. Uzunca bir gölge duruyordu pencerenin önünde. Hemen silahımı alıp, hedefe odaklanıyordum ki, pencerenin açılması ile Yusuf’un içeri girmesi bir oldu. Elimde ki silaha bakıp kısık bir sesle gülüp ellerini teslim olmuş gibi havaya kaldırdı
Bir bayram sabahına uyandık günaydın” elimdeki silahı gerisin geri yerine koyup derim bir nefes aldım. Evde babam ve dedem vardı. Bu adam neyine güveniyordu?
“Senin ne işin var burada” dedim bezgin bir sesle. Hâlâ ufaktan tripli sayılırdım. Criminal tablomu deşifre etmesi, daha doğrusu deşifre edecek kadar beni etkisi altına alması, canımı sıkmıştı.
“Sözler tutulmak için verilir istiridye hadi” elimi tutup kapıya doğru hareket edince kolundan tutup durdurdum. Çünkü cidden evde dedem ve babam vardı. Ona kızgında olsam popişine tüfek kurşunu yemesini istemezdim. Ama aklıma gelen şeyle heyecanla
“Tatlı mı yiyeceğiz” diye sormadan edemedim. Usulca kafasını sallayıp
“Biraz daha oyalanırsan yiyemeyeceğiz” dedi. Elimi tutup beni bilmediğim odalardan birine süreklerken, evi yani evimi ilk kez gördüğüm gerçeği içimi ezmişti. Bu duvarların arkasında ilk aşkıma feryat figan şarkılsr dinleyebilirdim. Anneme asilik yapar, baba cilvelenirdim. Ergen olabilirdim.. Ama ben sekiz yaşında olgun bir kadın olmuştum. Çocukluğum alınmıştı. Çocukluğumu almışlardı. Gözlerimden süzülen bir damla yaş Yusuf Asaf’ın koluna düşerken hemen arkasını dönüp yüzüme baktı. Tabii karanlıkta süper görme yetisi olmadığı için anlamadı. Mutfağa girer girmez ışığı yakıp yüzüme bakınca kocaman gülümseyip,
“Ay çok heyecanlı” dedim. Yüzünde ki durgunluktan kötü olduğumu anlasa bile artık beni iyi tanıyordu. Ağlamayı sevmediğimi, teselli cümlelerine gerek olmadığını iyi biliyordu. Yusuf artık beni tanıyordu. Beni mutfağın ortasında duran masaya çekip, önümüzde duran tatlı tepsilerine göz kırpmamı sağladı. Sorun şu ki ne ben ne de Yusuf tatlı yemezdik.
“Bu ev yapımı oluyor değil mi” konuyu dağıtmadan tatlıların hangisinden başlayacağımı hesap ederken kısık bir kahkaha ilişki kulağıma. Tatlı sevmediğimi iyi biliyordu ve biraz sonra bir tepsi gömecek olmam da onu keyiflendiriyor olmalıydı.
“Yeşim Teyze güzel yapar hazırdan ayırt edemezsin” eline aldığı bir tepsiyle buz dolabına sırtını dayayacak şekilde oturup tepsiyi de kucagına koydu. Ardından yakınında olduğumdan elimi tutup beni de yanına oturttu. İlk tatlıyı ağzına götürürken bana bir bakış atınca kahkahama mani olamadım. Ardından o da sesli bir kahkaha attı sonra ben sonra o.. O sabah o tepsi bitene kadar mutfakta bizim kahkahalarımız yankılandı. Sırtımız buzdolabına dayalalı, kucağımızda tatlı ufak bir müzik ve Yusuf... Ev hakkının mutfakta ne yaptığımızı bildiğine emindim, hatta seslerimize uyandıkları da aşikardı... Gelip bizi bölmemişlerdi. Çünkü onlarda bu anı uzunca bir süre beklemişti.
Ben Eslem Duman, Yılmaz Duman ve Yeşim Dumanın kızı... Bu evin kayıp incisi.
Artık İstiridyeden çıkma vakti gelmişti. Artık herkese inat Eslem olmanın bu evi anıyla doldurmanın zamanı gelmişti. Yapacaktım...
.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜
Heyyoo bölüm sonu canavarı uzun bir aranın ardından merhabalar diler. Bölüm kısa ama sizi daha fazla bekletmek istemedim. Oy sınırı 60
keyifli okumalar
☺😊
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 24.47k Okunma |
2.82k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |