5. Bölüm

5.Bölüm-Gizli İttifak

Shinoluna
shinoluna

Yakında, Evren'i ele geçirmek için hazırlanan plan devreye girecekti ve o an geldiğinde artık geri dönüş olmayacaktı. Her şey tamamlandığında, Evren onların olacaktı ve karşılarında durabilecek hiçbir güç kalmayacaktı. Ancak, bundan önce çözülmesi gereken birkaç kritik mesele vardı.

Odanın ortasında dimdik duran Rofs, kendinden emin bir ifadeyle etrafına göz gezdirdi. Sesini biraz daha yükselterek devam etti:

"Hepinizin bildiği gibi, bölgemizde uzun zaman önce Lux İttifakı kuruldu. Bu ittifakın amacı, Evren'i kendi yönetimi altına almak ancak ortada büyük bir sorun var. Biz de aynı şeyi istiyoruz."

Sözleri, odada yankılanırken diğer liderler kısa bir an sessiz kaldılar. Rofs'un duruşu, sözlerinin ağırlığını pekiştiriyordu. O, Drtau ırkının bir üyesiydi ve varlığı bile başlı başına bir otorite simgesiydi. Cildi soluk gümüşi bir tona sahipti, sanki canlı bir metal gibi ışıldıyordu. Her hareket ettiğinde yüzeyinde belli belirsiz bir parlaklık dalgalanıyor, bu ona neredeyse organik bir metal görünümü kazandırıyordu.

Yeşil gözleri, irislere yayılan enerji akımları bakışlarını neredeyse hipnotize edici bir hale getiriyordu. Kusursuz bir simetriyle şekillenen yüz hatları, ona hem zarafet hem de sert bir otorite katıyordu. O, yalnızca güçlü bir savaşçı değil, aynı zamanda stratejik zekâsıyla da bilinen bir liderdi.

Üzerindeki giysi ise sıradan bir kumaş parçası olmaktan çok uzaktı. Yaşayan, nefes alan bir organizma gibi hareket eden nanozırhı, ona olağanüstü dayanıklılık, hafiflik ve çeviklik kazandırıyordu. Zırh, çevresindeki değişimlere anında uyum sağlıyor, gerektiğinde yenileniyor ve en zorlu koşullarda bile hayatta kalmasını sağlıyordu. Bu teknoloji, Drtau ırkının mühendislik dehasının bir göstergesiydi.

Göğsünün tam ortasında, mavi obsidyenden oluşan bir taş gömülüydü. Rofs elini taşın üzerine koyduğunda, zırhı anında sıvı metal gibi çözülerek kaybolur.

"Lux İttifakı, Evren'i ele geçirmeye çalışıyor olabilir," diye devam etti Rofs çevresindekilere bakarak, sesi daha kararlı ve sertti. "Ama biz onu kendimiz istiyoruz. Diğerler ister kabul etsinler, ister dirensinler. Sonunda hepsi bizim kontrolümüz de olacak."

Odanın içindeki hava, sözleriyle birlikte ağırlaşmıştı. Rofs'un planı, yalnızca Lux İttifakı'nı ele geçirmek değil, aynı zamanda Evren'in geleceğini tamamen kendi iradesine göre şekillendirmekti ve bunu gerçekleştirmek için her şeyini ortaya koymaya hazırdı.

Arm, Oark ırkından gelen kısa boylu ve tamamen şeffaf bir vücuda sahip biriydi. İç organları dışarıdan net bir şekilde görülebiliyordu; damarları boyunca dolaşan koyu renkli sıvı, bedeninin içindeki yaşamın kanıtıydı. En dikkat çekici yanı ise, iri ve parlak kırmızı gözleriydi. O gözler, sanki bir şeyleri sürekli hesaplayan, her ayrıntıyı analiz eden bir zihnin aynası gibiydi.

Yüzü, insansı formlardan oldukça farklıydı. Ağzı, gözlerinin tam ortasında yer alıyor, burun delikleri ise hemen ağzının altına konumlanıyordu. Konuştuğunda, sesi ince ve yankılı bir tınıyla yayıldı. "Önemli birkaç konumuz mu var, Rofs?" diye sordu, sesi odadaki gerilimi ölçer gibi çıkmıştı.

"Evet, öyle ve bunun için önümüzde birkaç engel var," dedi Rofs.

Odanın bir köşesinde duran Rahko, sessizce konuşulanları dinliyordu. Opad ırkına mensup uzun boylu bir figürdü. Sarımsı teni, soluk ışıkta neredeyse metalik bir parlaklık kazanıyordu. Küçük ve simsiyah gözleri, duygularını ele vermeyen dipsiz kuyular gibi görünüyordu.

Fiziksel yapısı oldukça farklıydı; beş ayak parmağı ve beş el parmağı olmasına rağmen, çenesi içeri doğru çökmüş bir formdaydı. Dişleri, dudaklarının içinde değil, ağzının dışında sıralanıyordu; keskin ve birbirine geçmiş bu dişler, avını anında parçalayabilecek kadar ürkütücüydü. Üçgen biçimli burnu, yüzünün ortasında belirgin bir çıkıntı oluşturuyor, kulakları ise kafatasının arka kısmına doğru uzanan kemiksi yapılara dönüşüyordu.

"Evet, öyle," dedi Rahko, Rofs'un sözlerini duyduğunda derin bir nefes aldı ve sonunda tok ve sert bir sesle konuştu. "Ama o engeller, oldukça güçlü kişilerden oluşuyor."

Rofs, karşısındakilerin tereddütlerini hissetti. Ancak bu şüphelerin bir önemi yoktu. Planları kusursuzdu ve zamanı geldiğinde, hiçbir güç onları durduramayacaktı. Yavaşça ilerleyerek odanın merkezine doğru adım attı, sesi kararlı bir tınıyla yankılandı.

"Merak etmeyin," dedi, gözleri tek tek herkesin üzerine kayarken. "Yakında onlardan kurtulacağız. Kurduğumuz ittifak tamamen bizim kontrolümüze geçecek... ve sonra, Evren bizim olacak."

Sözleri havada asılı kalırken, odadaki atmosfer değişmişti. Artık geri dönüş yoktu.

Xolka, Yart ırkına mensup, hafif esmer tenli ve kısa boylu biriydi. Vücudu, sarının çeşitli tonlarında titreşen bir parıltıyla çevrelenmişti; sanki içten içe yanan bir alevin gölgesini taşıyor gibiydi. Gözlerinin çevresinde altın tozları parıldarken, kaşları tamamen saf altından oluşmuştu. Uzun, sarı saçları omuzlarına dökülüyor ve ışık vurduğunda dalgalar halinde yansıyordu.

Sivri kulakları dikkat çekiciydi, ancak onun asıl görkemini ortaya koyan şey, başında taşıdığı ihtişamlı taçtı. Alnının tam ortasında yer alan sarı elmas taş, göz kamaştırıcı bir parlaklıkla ışıldıyordu. Taç, bu taşın her iki yanından başlayarak kafasının arkasına doğru kıvrılıyor, sonra gözlerinin yanından aşağı süzülerek yüzüne doğru iniyordu. Keskin yüz hatları ona hem asil hem de otoriter bir hava katıyordu.

Üzerinde, sarı renkte ve zarif işlemelerle süslenmiş göğüs dekolteli bir elbise vardı. Boynunda, detaylı figürlerle işlenmiş altın bir kolye taşıyordu ve elbisesinden çıkan ince, zarif damarlar bu kolyeye doğru uzanıyordu; sanki onunla bir bütünmüş gibi. Ayrıca elbisesinin iki omuz hizasında, koyu mavi renkli küçük elmaslar parıldıyordu.

"O engellerden nasıl kurtulacaksınız, merak ediyorum doğrusu," diye sordu Xolka, kollarını göğsünde kavuşturdu ve hafifçe başını eğerek. Sesi, hafif ama içinde keskin bir merak barındırıyordu.

"Çok basit bir şekilde," dedi Rofs, ardından sesi daha kararlı bir tona büründü. "Biliyorsunuz ki yakında yapacağımız saldırıdan önce bir toplantı olacak. O toplantıdan hemen önce Dwagd ile konuşup onu ikna edeceğim. Öncü saldırıyı üstlenmesini sağlayacağım. Böylece ilk hamle bizim kontrolümüzde olacak."

Sözlerini bitirdiğinde, gözleri taht salonunu taramaya başladı. Salonun ihtişamı, dikkatini bir anlığına bile olsa konuşmadan uzaklaştırmıştı. Yüksek tavanları süsleyen karmaşık işlemeler, sütunların arasına yerleştirilmiş sayısız ışık kaynağı ve zeminde yansıyan yumuşak parlaklık, burayı büyüleyici bir hale getiriyordu.

"Ne oldu Rofs? Taht odası bayağı hoşuna gitti anlaşılan," dedi Arm.

"Biraz öyle," diye yanıtladı Rofs. Gözleri yeniden odanın ihtişamına kaydı.

"O zaman anlatsam iyi olur," dedi Edrk, derin bir nefes aldı ve hafifçe geriye yaslanarak, sesi, taht odasının geniş ve yüksek tavanlarında yankılandı. Bakışlarını odadakiler üzerinde gezdirirken, sözlerine başladı.

Edrk, Xrud ırkının kralıydı; uzun boylu, koyu tenli ve güçlü bir yapıya sahipti. Onun en dikkat çekici özelliği, doğanın derin tonlarını yansıtan yeşilimsi gözleriydi. Gözleri, bilgi ve tecrübenin gölgeleriyle doluydu, ama aynı zamanda doğasına uygun bir sertlik barındırıyordu. Kısa, düzgün kesilmiş saçlarının hemen üzerinde, alnını süsleyen küçük bir ok şeklinde taç bulunuyordu. Bu taç, Xrud krallarının kadim sembollerinden biriydi; bilgelik, kudret ve doğayla kurulan ruhani bağı simgeliyordu.

Oval yüz hatlarına eşlik eden kirli sakalı ona olgun ve otoriter bir hava katarken, kalıplı vücudu üzerine giydiği ince kumaştan elbise, hareketlerini rahatlatan bir zarafet içindeydi. Elbisenin üzerinde, belirli aralıklarla sıralanmış beyaz noktalar göze çarpıyordu; bunlar, Xrud ırkının atalarına duyduğu saygıyı ve doğayla olan bağlarını temsil eden simgelerdi. Boynunda, özenle işlenmiş balık şeklinde bir kolye asılıydı. Kolyenin tam ortasından aşağıya doğru, koyu mavi renkte, oval şekilde kesilmiş iki adet elmas sarkıyordu. Bu elmaslar, suyun ve yaşamın kutsallığını temsil ediyordu.

Edrk konuşurken, taht odasının ihtişamı bir kez daha ortaya çıkıyordu. Burası, sarayın en görkemli ve en kutsal bölümlerinden biri olarak kabul edilirdi. Devasa sütunlarla desteklenmiş büyük salon, doğal taşlardan inşa edilmiş ve görkemli bir mimariye sahipti. Taht, salonun en yüksek noktasında, geniş bir taş platformun üzerine inşa edilmişti. Kadim taş ustalarının elinden çıkan bu platform, Xrud ırkının tarihi ve ruhani sembollerini barındıran detaylı işlemelerle süslenmişti.

Tahtın kendisi, kara taş ve gümüş karışımından yapılmış, yüzeyi ince motiflerle bezeli bir sanat eseriydi. Parlak gümüş damarların karanlık taşlarla oluşturduğu kontrast, mekâna gizemli bir ihtişam katıyordu. Salonun genel yapısında koyu gri ve mavi tonlarındaki taşlar kullanılmış, aralarına parlak gümüş çizgiler işlenerek göz alıcı bir uyum sağlanmıştı.

Tavan, tamamen cam mozaiklerden oluşuyordu. Bu mozaikler, gökyüzünü ve yıldızları iç mekâna taşıyacak şekilde tasarlanmıştı. Güneş ışınları, gün boyunca mozaiklerden süzülerek farklı renklerde ışık huzmeleri oluşturuyor ve salonun atmosferine büyüleyici bir görsellik katıyordu. Günün farklı saatlerinde, odanın içinde mor, mavi ve altın tonlarında bir ışık oyunu beliriyor, bu da salonun mistik havasını pekiştiriyordu.

Sarayın en kutsal alanlarından biri olan Ilm'arieth Salonu, doğanın ve ruhani enerjinin birleşim noktası olarak kabul edilirdi. Bu salonun her bir detayı, geçmişin bilgeliğini ve doğanın sonsuz gücünü yansıtıyordu. Mekâna hâkim olan atmosfer, ilahi bir kudreti çağrıştırırken, içeride yankılanan hafif esinti sesleri, sanki doğanın nefes alıp verdiğini hissettiriyordu.

Taht odasının zemini, devasa siyah obsidyen taşlarıyla döşenmiş, bu taşların arasına beyaz ve mavi damarlar işlenerek mekânın ruhani havası daha da pekiştirilmişti. Zemin, hem sağlam hem de estetik açıdan çarpıcı bir görüntüye sahipti.

"Gördüğünüz gibi," dedi Edrk, gururla ve gözlerini diğerlerinin üzerinde gezdirerek, "Atalarım hiçbir şeyden kaçınmadan böylesine muhteşem bir yer inşa etmişler. Burası sadece bir taht odası değil; burası bizim tarihimiz, gücümüz ve doğayla olan kadim bağımızın bir yansımasıdır."

Sözlerini bitirdiğinde, odada kısa bir sessizlik oldu. Taht odasının ihtişamı, sadece göze hitap eden bir güzellik değil, aynı zamanda ruhu etkileyen bir kudretin tezahürüydü.

"Kraliçe Mirena izin vermezse ne olacak?" diye sordu Arm kaşlarını çatarak, hafifçe öne eğildi sesi gergindi.

"İzin verecektir, merak etmeyin," dedi Rofs sakin bir ifadeyle.

"Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye üsteledi Arm, gözleri Rofs'un yüzünde bir ipucu arıyordu.

"Çünkü" dedi Rofs gülerek, sesine güven dolu bir ton yerleşerek, "Dwagd bu işe gönüllü olacak. Kraliçe, başka birinin gönüllü olmasını bekleyecek ama Dwagd, gizli bir şekilde diğer ırkların liderleriyle konuşup, gönüllü olmayı düşünen herkesle bizzat ilgileneceğini söyleyecek. Onları, bu işten vazgeçmeleri için ikna edecek. Buna sizler de dahilsiniz. Sonunda, kraliçe başka gönüllü çıkmadığını gördüğünde, mecburen Dwagd'ın önerisini kabul edecek."

Odadaki hava bir anlığına ağırlaştı. Arm, duyduklarını sindirmeye çalışırken, bakışlarını yere çevirdi. Görüşmelerin nasıl şekilleneceğini ve olayların gerçekten bu plan doğrultusunda ilerleyip ilerlemeyeceğini düşünüyordu.

"Kraliçe, Dwagd'ın bu yaptığını öğrenirse ne olacak?" diye sordu Arm, sesi temkinliydi.

"Gizli bir şekilde hareket edilecek, o yüzden merak etmeyin." Sesi sakin ve kendinden emindi, sanki planın kusursuz olduğuna inanıyormuş gibi konuşuyordu.

"Sana güveniyoruz, merak etme," dedi Xolka ve hafifçe gülümseyerek başını salladı.

Bu sırada Jocelyn öne çıktı. Lodh ırkına mensup olan bu tuhaf varlık, renkli teni ve parlak turuncu gözleriyle dikkat çekiyordu. Burnu yoktu; ağzından aşağı doğru uzanan ince vantuzlar hafifçe kıpırdıyordu. Dört ayağı vardı ve her elinde altı parmak bulunuyordu. Sırtında ise gerektiğinde kol gibi kullanılabilen ek vantuzlar yer alıyordu. Derin ve tok bir sesle konuştu: "Güzel, ilk sorunu bir şekilde hallettik diyelim. Peki ya Dwagd olur da ölmezse ve geri dönerse ne olacak?"

Odadaki hava bir anlığına gerildi. Herkesin aklında bu ihtimalin ağırlığı belirginleşmişti. Ancak Rofs en ufak bir tereddüt bile göstermeden "Dönmeyecek," dedi kesin bir ifadeyle.

"Hepimiz biliyoruz ki onu tanıyorsak, sadece belirlenen hedeflere saldırmakla yetinmeyecek, daha fazlasını isteyecek. Yeni cepheler açacak, yeni düşmanlar edinecek ve bu saldırılardan birinde ölecek. Ama olur da ölmezse..." Bir an durdu, bakışlarını odadakilerin yüzlerinde gezdirdi, sonra sert bir ifadeyle devam etti. "Onu öldürecek birisi olacak. Endişelenmeyin."

Sözleri odada yankılanırken, herkesin zihninde aynı düşünce belirdi: Bu bir plan değil, bir oyun değil. Bu, kaçınılmaz bir sonun ilanıydı.

"Dwagd'ın öldüğünü varsayalım, yine de kral sen olmayacaksın. Dtru ve Dexr var, biliyorsun. Dwagd ölse bile bir sonraki kral o ikisinden biri olacak. Sonuçta Dwagd evli ve henüz çocuğu yok," dedi Xolka sesi keskin ve şüphe doluydu.

"Biliyorum, merak etmeyin," dedi Rofs, sesi sakin ama kararlıydı. "Ve vakti gelene kadar kral olmasına izin vereceğim. Ama zamanı geldiğinde, krallığı ondan alacağım ve kimse buna karşı çıkmayacak."

"Peki, o zaman ırkının sorununu hallettik diyelim. Ama asıl sorun Dwagd, Dtru veya Dexr değil; Kraliçe Mirena. O olduğu sürece diğerleri bizim dediklerimizi asla yapmazlar," dedi Edrk başını hafifçe eğerek onu süzdü.

"Merak etmeyin," dedi güven dolu bir sesle. "Başa geçtiğimde diğerleriyle konuşacağım ve onları kraliçeye karşı taraf aldıracağım. Kraliçe de asla bize karşı gelemeyecek. Biz ne dersek onu yapacak."

"Yani, bu kadar mı? Önümüzdeki engellerden kurtulmak bu kadar kolay mı olacak?" dedi Xolka kaşlarını çatıp başını iki yana salladı.

"Evet," dedi, en ufak bir tereddüt göstermeden. "Çok kolay olacak. Merak etmeyin."

"Ben yine de kraliçeden endişeliyim," dedi Edrk, sesi düşünceli ve ihtiyatlıydı. "Bir şekilde diğerlerini ikna edip bize karşı savaş açabilir."

"Bunu asla göze alamaz," dedi Rofs kendinden emin bir şekilde. "Biliyorsunuz ki ırklarımız birleştiğinde, teknolojimiz kraliçenin ırkının sahip olduğundan çok daha gelişmiş olacak. Bu yüzden bize karşı koyamayacak."

Odada kısa bir sessizlik oldu. Herkes söylenenleri tartarken, üzerlerindeki gerilim yerini kaçınılmaz sonun soğuk gerçekliğine bıraktı.

"Evet, biliyoruz ama yaptıklarımız açığa çıkarsa sadece tek bir sözüyle hepimizi öldürtebilir," dedi Arm sesi kaygıyla titriyordu.

"Bunu yapamayacak, merak etmeyin. Her ne kadar ırklarımızın ileri gelenleri onu dinleseler bile asla onun dediklerine boyun eğmeyeceğiz," dedi Rofs başını hafifçe iki yana sallayarak, kendinden emin bir ifadeyle cevap verdi.

"Ne yapmaya çalışıyorsun sen, Rofs?" diye sordu Xolka.

"Kraliçenin kızlarını ele geçirmek için gizli bir saldırı düzenleyeceğim," dedi Rofs gülerek sesi sakin ama tehlikeli bir kararlılıkla doluydu. "Onları ele geçirdiğimde, kraliçe biz ne istersek yapacak. Böylece ittifakı tamamen bize bırakacak."

Rofs'un bu sözleri odada bir şok etkisi yarattı ve kısa bir süre kimseden ses çıkmadı. Hepsi sessizce birbirine bakıp duruyordu ve ardından sessizliği Jocelyn'in sesi bozdu.

"Kızlarını ele geçirmek mi? Sen kafayı mı yedin? Bunun daha önce deneyenler oldu, başlarına ne geldi unuttun mu yoksa?" diye bağırdı yüksek sesle.

"Hayır, unutmadım," dedi Rofs hafifçe iç çekti, yüzünde en ufak bir tereddüt belirtisi yoktu. "Ama bunu yapanın kimliği belirsiz olacak. Ardından, kraliçeyle iletişime geçeceğim. Ona kızlarını kurtardığımı ve eğer onları sağ istiyorsa, ittifakı bana bırakması gerektiğini söyleyeceğim."

"Sen kafayı yemişsin, Rofs!" diye bağırdı Rahko ve sabrı tükenmişti. Yumruğunu masaya öfkeyle vurdu.

Oda bir an için sessizliğe büründü. Herkes Rofs'un gözlerine bakıyordu. Planı delilik mi, dahilik mi? Bunu zaman gösterecekti.

"Kafayı falan yemedim, merak etmeyin. İttifakı yönetmek istiyorsak, elimize geçen fırsatları iyi değerlendirmeliyiz," dedi Rofs, gözlerini kararlı bir şekilde dikip odadakilere bakarken, sesinde hiç tereddüt yoktu.

"Rofs haklı, bence de kraliçenin bir şekilde aradan çekilmesi iyi olacak," dedi Edrk öfkesini kontrol edemeyerek karşılık verdi.

"Edrk, sende mi?" diye sordu Xolka, sesi neredeyse kızgınlıktan titriyordu.

"Evet, öyle."

"İyi o zaman, bu planında başarısız olursan, bizlerden haberin yok ve her şeyi tek başına planladın. Anladın mı bizi?" dedi Arm sabırsızlıkla, ama aynı zamanda ciddi bir şekilde.

"Evet, merak etmeyin," dedi Rofs sakin bir şekilde.

Rofs, gözlerinde bir onay arayarak, gergin bir şekilde baktı. Birkaç saniye sessizlik oldu ve ardından liderlik havasıyla son sözü söyledi. "O zaman çalışmalara başlıyoruz," dedi.

Herkes, Rofs'un sözünün ardından harekete geçti. Edrk dışında hepsi odadan çıktı ve sarayı arkalarında bırakıp gemilerine doğru ilerledi. Birkaç dakika sonra, gezegene veda eden bir şekilde gemilerine bindiler ve yavaşça havalandılar.

Rofs, geminin cam bölmesinden gezegene son bir kez baktı. Gezegen, devasa yapılarıyla dikkat çekerken, uzaya çıkmak için hızla ilerliyorlardı. O an, duyduğu bir sesle dikkatini çekti.

Gemiler, savaş için tasarlanmış devasa yıldız kruvazörleriydi. Siyah ve metalik gri tonlarındaki zırhlı dış kaplamaları, hem üstün dayanıklılık sağlıyor hem de görkemli bir görünüm sergiliyordu. Gövdesi, keskin ve simetrik hatlarla inşa edilmişti ve üst kısmında, radar sistemlerini, uzun menzilli iletişim ekipmanlarını ve enerji kalkanlarının merkezi ünitelerini barındıran kuleler bulunuyordu. Geminin yan taraflarına yerleştirilen geniş ışık şeritleri, çevresel durumu ve enerji akışını görsel olarak yansıtan işlevsel bir özelliğe sahipti. Alt kısmında ise atmosferik girişler için tasarlanmış termal yalıtım plakaları ve güçlü bir iniş rampası yer alıyordu. Arka bölümde, gemiye yüksek hız ve uzun süreli hareket kabiliyeti sağlayan geniş iyon motorları dikkat çekiyordu.

Gemilerin içi, yüksek teknolojili bir savaş merkezi olarak tasarlanmıştı. Komuta merkezi, büyük ve kubbe biçimli bir alanın ortasında yer alıyordu ve çevresi tamamen holografik ekranlarla kaplıydı. Bu ekranlar, galaksi haritalarını ve geminin genel durumunu gerçek zamanlı olarak göstererek mürettebata stratejik bir avantaj sağlıyordu. Geniş mürettebat kapasitesine sahip olan gemilerde, yaşam alanları işlevselliği ön planda tutan minimalist bir tasarıma sahipti. Alt katmanlarda, avcı sınıfı gemiler ve insansız keşif araçları için geniş hangarlar bulunuyordu. Ayrıca, gemi içinde enerji çekirdeğine bağlı olarak stratejik toplantılar için kullanılan özel bir taktik odası da yer alıyordu. Savunma ve saldırı sistemleri, geminin iç bölümlerinden tamamen otomatik bir şekilde kontrol edilebilecek şekilde entegre edilmişti.

Tüm Lux İttifakı gemilerinde ittifakın sembolü bulunurdu. Yıldızların kudretini ve medeniyetlerin birleşimini yansıtan görkemli bir tasarıma sahipti. Logonun merkezinde, sarı, kırmızı ve turuncunun iç içe geçtiği ışık halkaları bulunuyordu. Bu halkalar, ittifakın güneşlerden aldığı enerjiyi ve dayanışmayı simgeliyordu. En içte yer alan parlak çekirdek, Lux'un aydınlığını ve bilgeliğini temsil ederken, etrafındaki keskin hatlarla belirginleşen güneş motifleri, gücü ve otoriteyi vurguluyordu.

Her üye ırkın temsilcileri, bu logonun önünde yemin ederek Lux İttifakı'na katılır, ortak hedefleri koruyacaklarına söz verirdi. Bu sembol, yalnızca bir armadan ibaret değildi; aynı zamanda ırklar arasındaki birlikteliğin ve zorlukları aşma kararlılığının simgesiydi. Bir araya gelen liderler, her seferinde bu logonun altında toplanarak yeni kararlar alıyor, geleceği şekillendiriyordu.

"Efendim," dedi bir ses.

"Gezegenle ilgili ne öğrenebildiniz?" diye sordu Rofs hemen.

"Fazla bir şey öğrenemedik. Sadece doğal yaşamı ve sarayın bulunduğu şehir hakkında bilgi sahibi olabildik," dedi Remx, başını hafifçe eğdi ve kısa bir rapor sundu.

Bunu söylerken, Remx, hologram cihazını çalıştırdı. Hologramda bir Xrud üyesinin görüntüsü belirdi ve gezegenle ilgili konuşmaya başlarken, bilgileri aktarıyor ve ortamın atmosferini paylaşıyordu.

Veana, büyük ormanlık alanlar ve küçük dağlık bölgelerle kaplı olan, doğanın dengesinin korunarak varlığını sürdüren benzersiz bir gezegendi. Doğal yaşam ve biyolojik çeşitlilik gezegenin temelini oluşturuyordu. Irk, bu zengin ekosistemle uyum içinde varlığını devam ettiriyordu.

Yüzeyi geniş ormanlar ve alçak dağlarla kaplıydı. Burada yüksek zirveler yoktu, ancak dalgalı tepeler ve geniş vadiler dikkat çekiyordu. Ormanlık alanlar devasa ağaç gövdeleri ve yoğun yaprak örtüleriyle büyüleyici bir manzara sunarken, dağların zirveleri sıkça beyaz karlarla kaplanıyordu. Ağaçlar arasında uzanan devasa köprüler ve asılı platformlar, ırkın çevresine nasıl uyum sağladığını gözler önüne seriyordu.

Gezegenin iklimi ise genel olarak ılımandı. Yazlar hafif sıcak, kışlar ise karla örtülü tepelere rağmen oldukça yumuşak geçiyordu. Ormanlar ve dağlık bölgeler sık yağış alıyor, bu yağmurlar ekosistemin dengesini sağlayarak biyolojik çeşitliliği artırıyordu. Veana'nın farklı bölgelerinde tropikal ormanlardan iğne yapraklı ormanlara, yaprak döken geniş yapraklı ağaçlardan karma ormanlara kadar çeşitli bitki örtüleri bulunuyordu. Göletler, nehirler ve şelaleler bu ormanlarla iç içe geçerek gezegene eşsiz bir doğal güzellik kazandırıyordu.

Gezegenin bitki örtüsü oldukça çeşitlenmişti. Yüzyıllardır varlığını sürdüren devasa ağaçlar gökyüzüne doğru yükseliyor, dallarında çeşitli bitkiler, likenler ve kuş yuvaları barınıyordu. Ağaçların kökleri, yeraltındaki mağaralara ve su kaynaklarına kadar uzanarak ekosistemin devamlılığını destekliyordu. Orman zemininde yosunlar, zehirli mantarlar ve şifalı otlar yetişiyor, dağlık bölgelerde ise sert iklim koşullarına uyum sağlamış dağ çiçekleri, alpin otlar ve sarmaşıklar gözlemleniyordu. Bu bitkiler, gezegenin farklı ekosistemlerine adapte olarak hayatta kalabilmek için evrimleşmişti.

Vethiss, gezegenin en büyük açık bölgesine kurulmuş, görkemli bir başkentti. Şehir, taş zeminlerle döşenmiş geniş caddeleri ve devasa taş yapılarıyla dikkat çekiyordu. Ağaçlardan yapılmış yerleşim alanları, şehrin merkezine kadar uzanıyordu ancak burada bulunan yapılar sık ormanlarla çevrili değildi. Şehri saran duvarlar yerine, doğal taş kayalar şehrin sınırlarını belirliyor, doğayla uyumlu bir güvenlik hattı oluşturuyordu.

Şehrin merkezinde, Väth'analor Sarayı yükseliyordu. Devasa taş bloklardan inşa edilen bu saray, yüzeylerinde gizemli ve spiritüel semboller taşıyordu. Bu taşlar, Veana'nın doğasında yer alan özel beyaz ve mor taşlardan seçilmişti. Sarayın duvarları, ahşap ve taş işçiliğinin zarif bir birleşimiyle şekillendirilmiş, gölgelikli taş kolonlar ve mermer sütunlarla desteklenmişti. Sarayın etrafını saran geniş bahçeler, yeşil alanlar, beyaz çiçekler ve egzotik bitkilerle bezenmişti. Bu doğa harikası, sarayın mistik atmosferini pekiştiriyordu.

Sarayın ana girişi, devasa altın kapılarla korunuyordu. Giriş avlusu oldukça genişti ve doğal güneş ışığıyla aydınlatılmış, huzur veren bir atmosfer yaratılmıştı. Bu alan, sarayın içindeki dinginliğin ve kutsallığın dış dünyaya yansımasını sağlıyordu.

"Hepsi bu kadar efendim," dedi Remx, sözlerini tamamlayarak hologramı kapattı.

"Oldukça şanslılar, özellikle de bizim yaşadığımız gezegene göre," diye mırıldandı. Ardından bir süre daha gezegenin uzaklaşan görüntüsüne göz gezdirdi ve gemisinin hareketini izledi. "İyi bir başlangıç yaptık," diye düşündü.

Geminin motorları çalışmaya başladığında, gemi hızla uzaya çıkış yaptı ve ışık hızında Tharaxia'ya doğru ilerlemeye başladı. Uzay, karanlık ve derin bir sessizlik içinde uzanırken, Rofs'un aklında yeni stratejiler ve olasılıklar dolaşıyordu. Gezegenden uzaklaştıkça, onun içindeki planlar daha da şekilleniyordu.

•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•

Tharaxia'nın bulunduğu sisteme vardıklarında, ışık hızından çıkıp gezegene inişe geçerken, gözleri dışarıdaki manzarada takılı kaldı. Tharaxia, sert ve kurak doğasıyla tanınsa da, içsel güzellikleri ve gizemli yaşam alanlarıyla her zaman ilgisini çekmişti. Bu gezegen, zorlu koşullarına rağmen, burada bir uygarlığın hayatta kalmayı başarmış olduğunu gösteriyordu.

Gezegenin büyük kısmı kurak çöllerle kaplıydı. Geniş kumullar, aşırı sıcaklık ve su eksikliği nedeniyle neredeyse tamamen canlılardan yoksundu, ancak yer altı su kaynaklarının bulunduğu bazı bölgelerde yaşam için uygun vadiler vardı. Bu vadiler, gezegenin zorlu yüzeyinin ortasında birer vahaya dönüşmüştü. Tharaxia'nın dağlık bölgeleri, bazen birkaç kilometre yüksekliğe ulaşan dev kaya kütlelerinden oluşuyordu. Bu dağlar, hem ırkın hem de yerel vahşi yaşamın hayatta kalabilmesi için hayati öneme sahipti.

Gezegenin en dikkat çekici özelliklerinden biri, devasa göletler ve yer altı su sistemleriydi. Bu su kaynakları, gezegenin diğer kısımlarına göre daha yeşil ve yaşam barındıran vadilerde kendini gösteriyordu. Bu vadiler, yerleşim alanlarını oluşturuyor, gezegenin hayatta kalma mücadelesinin merkezlerinden biri haline geliyordu.

Tharaxia'daki en büyük ve en önemli şehirlerden biri olan Madhara, dağların eteğinde ve yer altı su kaynaklarının bulunduğu bir vadinin içinde kurulmuştu. Şehir, büyük taş yapılar ve zorlu iklime dayanıklı binalardan oluşuyordu. Şehirdeki binaların çoğu, taşlardan yapılmış ve oldukça sağlam, göz alıcı bir mimariye sahipti. Şehirdeki ana cadde taşlarla döşenmişti ve her iki tarafında büyük taş heykeller ve taş sütunlar yer alıyordu. Bu cadde, saraya doğru ilerlerken, adeta kraliyet gücünü simgeliyordu.

Şehirdeki binalar genellikle birkaç katlıydı ve her biri ince işçilikle yapılmış taş oymalarıyla süslenmişti. Şehirdeki ana yollar, devasa taşlar ve mozaiklerle döşenmişti ve bu yollar boyunca taş fenerler yer alıyordu. Geceleri, bu fenerler şehri aydınlatıyordu. Ayrıca, sarayın bulunduğu bölgeyi çevreleyen taş duvarlar, şehri dış dünyadan ayıran bir sınır gibi işlev görüyordu. Şehirdeki yaşam alanı, çok az sayıda ama çok değerli su kaynağına sahipti.

Şehrin çeşitli noktalarında taşlardan yapılmış suyolları vardı ve bu yollar, suyun şehir içine taşınmasını sağlıyordu. Ayrıca, bazı alanlarda küçük taş köprüler ve çeşmeler bulunuyordu. Çevredeki çorak araziden farklı olarak, bu suyolları sayesinde belirli bölgelerde taşlarla yapılmış küçük bahçeler oluşturulmuştu. Bu bahçelerde, taşlarla yapılmış heykeller ve nadir bitkiler yer alıyor, şehre görsel bir zenginlik katıyordu.

Talrith Sarayı, devasa taş bloklardan yapılmış ve her biri birkaç ton ağırlığındaydı. Yapının dış duvarları, güneş ışığını yansıtarak altın rengi bir parlaklık yayıyor, gezegenin kurak ortamında göz alıcı bir güzellik sunuyordu. Duvarlar, karmaşık ve zarif oymalarla süslenmişti. Taşların üzerine işlenmiş eski yazıtlar, gezegenin tarihini anlatıyordu. Sarayın giriş kapısı büyük bir taş arka plana sahipti ve üzerinde devasa heykeller bulunuyordu.

Sarayın içi, taş duvarların arasına yerleştirilmiş değerli taşlarla dekore edilmişti. Zemin, mermerden yapılmış geniş salonlara açılıyordu ve odaların her bir köşesinde zarif taş sütunlar yerleştirilmişti. Işık, büyük taş pencerelerden giriyor, sarayın içindeki eşyaları altın sarısı ışıkla aydınlatıyordu. Tavanlar, yıldızları simüle eden taş kabartmalarla bezeli olup, adeta gökyüzüne bakıyormuşsunuz gibi bir his veriyordu.

Taht odasına giriş, devasa taş bir kapıdan sağlanıyordu. Kapı, taşın doğasından ötürü sıcak tonlarda parlıyor ve üzerinde ırkın eski krallarının figürleri yer alıyordu. Taht odasının zemininde, ince işçilikle yerleştirilmiş devasa taş plakalar bulunuyordu. Bu plakaların arasına nadir bulunan taşlardan yapılmış mozaikler işlenmişti ve odanın ortasında büyük bir geometrik desen oluşturulmuştu. Odanın ortasında ise parlak bir taş yuvarlak tahtın hemen önüne yerleştirilmişti.

Taht, çok büyük ve gösterişli bir taş platformun üzerinde yer alıyordu. Beyaz mermer ve altın renkli taşlardan işlenmiş, oldukça ayrıntılı oymalarla süslenmişti. Tahtın sırt yaslama kısmı, çok ince taş oymalarıyla donatılmış ve üzerinde ırkın sembolü olan karmaşık bir desen vardı. Tahtın etrafında altın ve gümüşle işlenmiş taşlardan yapılmış koruyucu parmaklıklar bulunuyordu.

Odanın duvarları, geniş taş sütunlarla desteklenmişti ve üstleri ince taşlardan yapılmış kabartmalarla süslenmişti. Duvarların üst kısmında, yine giriş kapısında olduğu gibi eski krallarının portreleri taşlara işlenmişti. Tavan ise yüksek ve kubbeli olup, taşlardan inşa edilmiş büyük bir kubbe ile kapanıyordu. Kubbenin merkezinde, taşlardan yapılmış yıldız figürleri vardı ve bu figürler ışığı yansıtarak odayı aydınlatıyordu.

Oda, doğal ışık ve taşlardan yapılmış büyük lambalarla aydınlatılıyordu. Lambalar, taşlardan kesilmiş zarif yuvarlak formlardan oluşuyor ve her biri farklı renklerde parlıyordu. Bu ışıklar, taştan yapılmış oymalı duvarları ve tahtı vurguluyordu.

Tahtın etrafında yer alan taşlardan yapılmış gösterişli sandalyeler ve kürsüler vardı. Bu sandalyeler, yönetim meclisi üyeleri ve elçiler için ayrılmıştı ve her biri detaylı taş işçilikleriyle süslenmişti. Ayrıca, taht odasında yer alan taşlardan yapılmış çeşitli nesneler—zengin taşla kaplı tablolar ve heykeller—odanın genel ihtişamını tamamlıyordu.

Taht odasına girdiğinde, "Geç kaldın," diyen soğuk bir ses duydu.

"Özür dilerim, Kral Dwagd," dedi derin bir nefes aldı ve "Yakında ittifak toplantısı olacak, biliyorsunuz ve bu toplantıda Evren'i ele geçirmek için ilk saldırının alınacağı karar verilecek."

"Bana bilmediğim bir şey söyleyeceksin zannettim," dedi Dwagd.

Yüz hatları keskin ve kusursuz bir simetriye sahipti. Gözleri, galaksinin en derin noktalarına açılan kapılar gibi görünüyordu; yeşil tonlarında parlayan yoğun bir ışık yayıyorlardı. Yüzünde ne bir iz, ne bir yara, ne de en ufak bir kusur vardı; sanki biyolojik ve sentetik mükemmellik arasında kusursuz bir denge yakalamış gibiydi. Başında taşıdığı taç, yalnızca bir hükümdarlık sembolü değil, aynı zamanda onun varlığının bir uzantısıydı.

Üzerindeki kıyafet sıradan bir giysi değil, adeta canlı bir organizma gibi işlev gören ileri seviye bir nanozırhtı. Bu zırh, ona olağanüstü dayanıklılık, hafiflik ve çeviklik kazandırırken, çevresel koşullara uyum sağlayarak kendini sürekli yenileyebilme yeteneğine sahipti, böylece gezegen yüzeyinde rahatça yaşamını sürdürebiliyordu. Göğsünün ortasında bulunan mavi obsidyen taşına dokunduğunda, zırh anında ortadan kayboluyordu. Omuzlarından aşağı doğru, ince desenlerle işlenmiş hafif ama dayanıklı metalik bir yapı uzanarak ona hem asalet hem de tehditkâr bir duruş kazandırıyordu.

"Sizce ilk saldıran kim olmalı?" diye sordu.

"Kim olursa olsun, benim daha önemli işlerim var ve önceliğim onlar olacak," diye cevap verdi.

"Anlıyorum ama..." diye başladı, fakat sözünü tamamlamadan Dwagd, "Ne söylemek istiyorsan hemen söylesen iyi olur," diye araya girdi.

"Şöyle ki; bir düşünün, bu saldırı Evren'e savaş açtığımızı ilan ettiğimiz bir saldırı olacak ve bu saldırıyı yapan kişi bir kahraman olarak kabul edilecek, diğer ırklar tarafından bile bir kahraman olarak görülecek. Benden duymuş olmayın ama hazırlıklar için gittiğimde bazı şeyler duydum, ama ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum."

Dwagd, öfkesini kontrol edemeyerek yerinden kalktı, kolunu boynuna doğru uzatıp bağırdı:

"Ne duydun, hemen söyle!"

"Şey, efendim, Kraliçe Mirena bu saldırıyı kimin yapacağına çoktan karar vermiş ve toplantıda bunun için bir plan yapılacakmış."

"Mirena mı? O kadın kim olduğunu zannediyor?" diye bağırdı Dwagd, gözleri bir an için alevlenerek odanın atmosferini gerdi.

"Efendim," diye cevap verdi Rofs, "siz yoksa Kraliçe'nin verdiği karara karşı mı çıkmayı planlıyorsunuz?"

"Evet, öyle," dedi sert bir şekilde. "O saldırıyı yapan ben olacağım, o yüzden bana o lanet kadının kimi seçtiğini hemen söyle," dedi ve ifadesi kararmıştı.

"Tam bilmiyorum ama üç kişi üzerinde oldukça düşünmüş ve toplantıdan önce onlarla görüşüp içlerinden birisini ikna edecekmiş ve o kişinin toplantıda da gönüllü olmasını isteyecekmiş," dedi.

"Anladım, bana hemen gemimi hazırlayın, ufak bir yolculuğa çıkıyorum."

"Emredersiniz, efendim. Ama bu işi gizli bir şekilde halletmemiz gerekir. Kraliçe bunu duyarsa..."

"Hemen bir gemi hazırlat ve yola çıkalım," dedi Dwagd, gözlerinde bir soğukluk ve kararlılık vardı.

"Emredersiniz, efendim," diyerek hızlıca ayrıldı ve bir gemi hazırlamaya koyuldu. Kral Dwagd ile birlikte gizli bir şekilde hareket etmeye başladılar.

İlk durakları Qwda ırkı olacaktı. Dwagd, bir an duraksayarak, "Hemen o lanet ırk hakkında öğrendiklerini anlat, Rofs," diye bağırdı.

"Emredersiniz, Kral Dwagd," dedi ve anlatmaya başladı.

Oryth gezegeninin büyük kısmı okyanuslarla kaplıydı; geriye kalan küçük kara parçaları ise büyük adalar ve takımadalar halinde gezegenin yüzeyine yayılmıştı. Bu adalar, genellikle dağlık araziler ve yoğun bitki örtüsüyle kaplıydı. Bazıları yüzlerce kilometre genişliğindeyken, diğerleri yalnızca küçük mercan kayalıklarından ibaretti.

Gezegenin okyanusları derin ve güçlü akıntılara sahipti. Güçlü manyetik alanı, atmosferi etkili bir şekilde koruyarak, okyanus sularının zengin mineral yapısını muhafaza etmesini sağlıyordu. Derin deniz çukurları, keşfedilmemiş sayısız canlı türüne ev sahipliği yapıyor, mercan resifleri ise okyanus yüzeyinin hemen altında büyük ekosistemler oluşturuyordu.
Bazı büyük adalar volkanik hareketler sonucu oluşmuş ve iç bölgelerinde hâlâ aktif yanardağlar barındırıyordu. Diğer adalar ise devasa mercan resiflerinin yükselmesiyle meydana gelmişti ve bu nedenle su altı mağaraları ve lagünlerle doluydu. Kıyı bölgeleri, tropikal ormanlarla kaplıydı ve adalar arasında doğal suyolları bulunuyordu. Bu suyolları, ırkın bu alanlarda etkili bir şekilde seyahat etmesini sağlıyordu.

Gezegenin üzerindeki en büyük kara parçası, Velyth Adası olarak bilinmekteydi. Geniş kıyı şeritleri, tropikal yağmur ormanları ve iç kesimlerde yükselen dağlarıyla, gezegenin en yaşanabilir bölgelerinden biri olarak kabul ediliyordu. Velyth, aynı zamanda ırkın en gelişmiş şehirlerine ve tarih boyunca inşa ettikleri en büyük yapıya da ev sahipliği yapıyordu.
Velyth Adası'nın tam merkezinde, yüksek bir kayanın üzerine kurulmuş olan devasa Selyth sarayı bulunuyordu. Saraya, hem karadan hem de denizden kolayca ulaşılabiliyordu. Sarayın alt kısımları, denizin içine doğru uzanan koridorlar ve su altı salonları içeriyordu.

Dwagd, gezegen hakkında bilgi alırken, gezegenin bulunduğu sisteme ulaştılar. Gerekli görüşmeler yapıldıktan sonra gezegene iniş yapmak için takip ettikleri gemiler onlara yol gösterdi. Gemiler, Oryth'in zengin okyanus yüzeyine doğru ilerlerken, Dwagd ve yanındakiler, su yüzeyinde giden gemilere binip sarayın bulunduğu adaya doğru yöneldiler.

"Sarayınız oldukça gösterişli duruyor," dedi Rofs. Ardından asker, derin bir nefes alarak anlatmaya devam etti.

Sarayın ana yapısı, devasa deniz kabukları, sert mercan taşları ve okyanusun derinliklerinden çıkarılan parlak mavi kristallerle inşa edilmişti. Duvarlar, dalgaların şeklini andıran kıvrımlı taş işlemelerle süslenmişti. Çatıda, denizden toplanan dev istiridye kabukları ve ışık yansıtan su taşları bulunuyor, bu da güneş ışığı altında parıldayan büyüleyici bir görünüm yaratıyordu. Sarayın bazı bölümleri tamamen su altındaydı, bu da Oryth halkının su içinde de rahat hareket edebilmesine olanak tanıyordu.

Selyth Sarayı'nın en önemli bölümü, Mercan Taht Odasıydı. Burada kral ve ileri gelenler toplandıktan sonra önemli kararlar alınıyordu. Taht odasına giden yollar, hem yürüyerek hem de yüzerek geçilebilen özel su tünelleriyle doluydu. Taht, devasa bir mavi derin deniz kristali bloktan oyulmuştu. Bu kristal, ışığı emerek etrafa hafif bir parıltı yaymakta, tahtın arkasında ise mercan taşlarından yapılmış, dalga formlarını andıran dev bir arka plan süslemesi vardı. Taht odasının zemini, okyanusun farklı bölgelerinden çıkarılmış parlak mercan mozaiklerle süslenmişti. Merkezde, ırkın geçmişini ve denizle olan bağını anlatan büyük bir deniz kabuğu deseni işlenmişti. Yüksek kubbeli tavan, denizyıldızları ve fosforlu mercanlarla kaplanmış olup, hafif mavi ve mor ışıklar yayarak odada mistik bir atmosfer yaratıyordu. Odanın duvarlarında ise eski hükümdarların oymaları yer alıyordu.

"Gerçekten de oldukça gösterişli bir yapıymış," dedi Remx, hayranlıkla bakarak.

"Evet, öyle," dedi asker, düşünceli bir şekilde. "Ne de olsa kralımız burada yaşıyor ve bir kralın yaşadığı yer ne kadar gösterişli ise, halkı da o kadar güçlü olur."

Konuşmalarının ardından saraya vardılar ve taht odasına giriş yaptılar. İçeri adım attıklarında, ilk dikkatlerini çeken şey, askerin anlattıklarının tamamen doğru olduğuydu. Her detay, sarayın görkemini daha da belirgin hale getiriyordu.

"Neden geldiğinizi sorabilir miyim?" diye sordu Axix. Qwda ırkının yöneticisi olan bu uzun boyunlu varlık, mavi teniyle dikkat çekiyordu. Büyük ve yeşil gözleri, etrafındaki her şeyi derinlemesine incelerken, bakışları keskin ve anlam yüklüydü. Yüz hatları, keskin ve içe doğru çökük bir yapıya sahipti, bu da ona sert, etkileyici bir duruş kazandırıyordu. Mavi vücudunun üzerinde sahte bir deri vardı, ancak bu deri, burnundan başlayıp tüm kafasında belirgin bir şekilde ayrılıyordu. Boynunun hemen altında, büyük, mavi renkte bir kolye taşıyor, bu kolye, gerçek ve sahte derisi arasındaki geçişi kontrol etmesine olanak tanıyordu. Karada yaşarken, bu kolye sahte derisini öne çıkararak çevresine uyum sağlamasına yardımcı oluyordu.

Göğsünden omuzlarına doğru uzanan elbisesi, hem asaleti hem de gücünü yansıtıyordu. Axix'in duruşu, Qwda ırkının geleneksel zarafetiyle güç arasındaki dengeyi mükemmel bir şekilde yansıtıyordu. Tüm ırk, çift cinsiyetliydi, fakat zorunlu olmadıkça cinsiyet değiştirmezlerdi; her biri, içsel bir denge ve varlıklarını tüm yönleriyle yaşama yeteneğiyle şekillenmişti. Axix, bu geleneksel yapının en önemli temsilcilerinden biriydi ve çevresindeki her detayı dikkatle değerlendiriyordu.

"Saldırı ile ilgili olarak," dedi Dwagd, soğukkanlı bir şekilde.

"Ne olmuş, saldırıya?" diye sordu Axix, sakin bir şekilde devam etti, "Bildiğim kadarıyla, Kraliçe Mirena yakında yüz yüze bir toplantı gerçekleştirecek. Saldırıyı kimin yapacağı konusunda kararlı bir şekilde hazırlanıyorlar."

Ancak Dwagd, kendisini tutamayarak bağırdı. "Saldırıya gönüllü olmayacaksın, anladın mı beni?" diye haykırdı, sesi öfkesinin keskinliğini taşıyarak her kelimeyi adeta bir tehdit gibi fırlatıyordu. "Yoksa gözlerinin önünde tüm ırkının üyelerini teker teker öldürürüm!" Sözleri, odanın duvarlarına çarparak yankılandı, tüyler ürpertici bir tehdit oluşturdu.

Axix tehditlere aldırmaksızın soğukkanlılığını korudu ve öfkesinin doruğuna ulaşarak bağırmaya başladı. "Şu an benim gezegenimde bulunuyorsun! Seni öldürebilirim ve kraliçe sorduğunda, beni tehdit ettiğini anlatırsam, o zaman ne olacak?" Sesindeki sertlik, her kelimesini daha da korkutucu kılıyordu.

"Şunu unutma, her ne kadar barış yapmış olsak da ırklarımız düşman. Bizi öldürdüğün anda, ırkımız sizi yok eder," diye tekrar bağırdı, söyledikleriyle gücünü ortaya koyarak karşısındaki varlığa meydan okudu.

Axix etrafındaki Qwda ırkının ileri gelenleriyle kısa bir süre sessizce konuştu. Her biri, bu gergin anın nasıl çözüleceği konusunda söz alırken, Axix, sakinliğini hiç bozmadan derin bir nefes aldı. Ardından, hiç acele etmeden ama net bir şekilde, "Evet, merak etme, dediğin gibi olacak," dedi. Bu sözler, bir tehdit değil, bir kesinlik gibiydi.

Kısa bir sessizlikten sonra, Axix, Dwagd ve beraberindeki grubun saraydan ayrılmalarını emretti. Hızla ve soğukkanlı bir şekilde, onları saraydan kovdu. Sarayın kapıları kapandığında, sakin bir şekilde gezegeni terk etmek üzere yola koyuldular. Axix'in soğukkanlı tavrı, bütün bu olayın ne kadar tehlikeli olduğunu ama aynı zamanda kontrol altında tutulduğunu hissettiriyordu. Sonunda sıradaki durağa gitmek üzere gezegeni terk ettiler, bir sonraki adım onları farklı bir yere götürecekti.

"Sıradaki durağımız Lıyd ırkı olacak," dedi Dwagd ve ırkın yaşadıkları galaksiye doğru yola çıktılar. Ancak Nrme'ye ulaşmaları, bekledikleri kadar kolay olmayacaktı. İki galaksi arasındaki mesafe oldukça uzundu ve yolculukları sırasında ittifakta ki başka ırklara da uğramaları gerekecekti.

Bir süre sessizlik hâkim oldu, ancak sonunda askerlerden biri yanına yaklaşıp, "Efendim," diye seslendi.

"Ne var?" diye bağırdı Dwagd, sesi sert ve keskin.

Askerler biraz endişeli o yüzden onları mazur görün "Sonuçta kraliçe Mirena bu yaptığımızı duyarsa ne yapacağız?" diye sordu Rofs. Sesi endişeli olsa da, kararlılığını korumaya çalışıyordu.

"Hiçbiri olanları anlatmayacak, merak etme," dedi. "Her ne kadar barış yapsak da çoğu ile düşmanız ve onları rahatça yok edebileceğimizi biliyorlar."

"Evet, kralım. Peki, hepsi birleşirse?" diye sordu Remx, sesi hala bir miktar kaygılıydı.

"Birleşseler de bize güçleri yetmez. O yüzden saçma sapan sorular sormaktan vazgeçin ve ne kadar yolumuz kaldı?" diye bağırdı, sabrını zorlayarak.

"Otuz dakika kadar, majesteleri," dedi asker. Bu sırada Lıyd ırkının yaşadığı galaksiye giderken binlerce ittifak üyesi ırkı ziyaret etmişlerdi.

"Güzel. Hemen o lanet ırk hakkında neler biliyorsan anlat, Rofs," dedi Dwagd biraz olsun gerginliği azaltmaya çalışarak. Sözleri, adeta bir emir gibiydi ve o anda herkes, sorunun ne kadar önemli olduğunu fark etti.

Vhoryn, sonsuz ormanlarla kaplı, devasa göllerin ve gizemli yaratıkların hüküm sürdüğü bir gezegen olarak dikkat çekiyordu. Yoğun ağaçların sardığı bu dünya, güneşinden çok az ışık aldığı için sürekli bir alacakaranlık içinde kalıyordu. Burada parlayan bitkiler, biyolüminesan canlılar ve derin göllerin etrafına inşa edilmiş kadim şehirler bulunuyordu.

Gezegenin yüzeyi, devasa ağaçlar ve derin göllerle hâkimiyetini kurmuş bir ekosisteme sahipti. Gökyüzü genellikle koyu mor, mavi ve yeşil tonlarına bürünmüş, güneş ışığı oldukça zayıf olduğu için buradaki yaşam formları karanlıkta hayatta kalmaya adapte olmuştu. Ağaçlar, binlerce metreye kadar yükseliyor, gövdeleri fosforlu damarlarla kaplanmıştı. Kökleri bazen yerin altındaki mağaralara kadar iniyor ve bu mağaralarda farklı ekosistemler oluşuyordu. Devasa göllerin suları, hafif morumsu-mavi bir renkteydi ve derinlikleri bilinmeyecek kadar karanlıktı. Bazı göller, su altında bütün bir şehri barındıracak kadar büyük mağaralar içeriyordu.

Gezegen yüzeyine inerken, gemiden dışarıya bakıyordu. Gözleri, hemen ufukta belirginleşen sarayı fark etti. Buradan bakınca bile sarayın görkemli yapıları ve ışıl ışıl parlayan çatıları dikkat çekiyordu. Tıpkı Axix'in yaptığı gibi, onları ana şehirden uzağa götürmüşlerdi. Yolculuklarına, oradan başka bir gemi ile sarayın bulunduğu şehre doğru devam etmeleri gerektiği açıklanmıştı.

"Sarayınız oldukça görkemli duruyor," dedi Rofs gemiden dışarıda ki manzaraya bakarken, yanındaki askere. Asker, başını hafifçe kaldırdı ve soğukkanlı bir şekilde cevap verdi: "Bizden önceki atalarımızın yaptığı bir yapı o yüzden böyle ve güçlüysen her zaman güçlü olmalısın."

Kısa bir sessizlikten sonra, soru yöneltmeye karar verdi:

"Anlıyorum. Peki, sorun olmazsa biraz sarayı anlatır mısın?"

Asker, istemeden de olsa bir gülümseme belirdi ve ardından anlatmaya başladı. Sarayın yapısı hakkında söylediklerinin hepsi dikkatle dinlendi.

Asker, saray hakkında bilgi verirken, grup şehrin sınırına doğru ilerliyordu. Nyxarion, göllerin ve ormanların içinde parlayan bir şehir olarak, Vhoryn'in en büyük ve en eski yerleşim yeriydi. Şehir, devasa ağaçların köklerine ve gövdelerine inşa edilmiş, bazı kısımları ise göllerin altında yer alıyordu. Asker, "Atalarımız, büyük ağaçları oyarak ve onlarla bütünleşerek şehirlerini kurmuşlar," dedi. Şehir, ağaçlar arasında uzanan köprülerle birbirine bağlanmıştı ve biyolüminesan bitkiler ile taşlar, etrafı aydınlatıyordu.

Grup ilerledikçe, sarayın büyüleyici manzarası daha net bir şekilde gözler önüne seriliyordu. Şehrin merkezinde, doğa ile mimarinin mükemmel uyumunu simgeleyen Lyvea Sarayı yükseliyordu. Asker, "Burası yalnızca bir yönetim merkezi değil, aynı zamanda ırkımızın kutsal mekânı ve tarihimizin sembolüdür," diye açıkladı. Saray, gölün ortasında yer alıyor ve devasa bir ağacın içi oyularak, kökleriyle bütünleşmiş şekilde inşa edilmişti.

Asker, sarayın yapısında kullanılan malzemelere de değindi: "Siyah obsidyen, parlayan mercan taşları, fosforlu kristaller ve Vhoryn Kıvılcımı," dedi. Saray, ağaçların içi oyularak ve köklerle birleşerek inşa edilmişti; bazı bölümleri ise suyun altına kadar uzanıyordu. Gölün üzerinde siyah obsidyen taşlarla döşeli bir geçit vardı. Geçidin iki tarafında, parlayan taşlarla oyulmuş dev savaşçı heykelleri duruyordu.

Grup, saraya doğru yürürken asker bir yandan da her detayı anlatmaya devam etti. En görkemli bölüm, Taht Odası olarak bilinen Gölge Salon'du. Bu bölüm, büyük bir mağaranın içinde gibi hissettiren geniş ve kubbeli bir yapıya sahipti. Siyah obsidyen taşlardan oyulmuş olan salon, gümüş damarlarla bezeli bir yapıya sahipti. Tahtın hemen arkasında, devasa bir kök ağı yer alıyordu; köklerin içinde geçmiş hükümdarlarının isimleri kazınmıştı. Taht, parlak obsidyen taşlarından yapılmıştı ve üzerine Vhoryn'in yıldız haritaları işlenmişti. Tavandan sarkan fosforlu taşlar, gölgeler içinde bir parıltı yaratarak mistik bir hava katıyordu.

Heykelleri inceleyerek, sarayın zarif geçidinden ilerlediler. Asker, sarayla ilgili son detayları verirken, grup yavaşça Taht Odası'na yaklaşıyordu. Taht Odası'na girdiklerinde, mistik bir atmosferin içinde buldular kendilerini.

Nyra, Lıyd ırkının görkemli ve güçlü bir temsilcisi olarak karşında duruyordu. Esmer teni ve uzun boyuyla oldukça etkileyici bir duruş sergiliyordu. Sarı gözleri, göz alıcı bir tehditkâr parıltı yayarken, uzun siyah saçları ve keskin yüz hatları ona asil bir hava katıyordu. Hafifçe çıkık elmacık kemikleri, yüz hatlarına derinlik katarken, gözlerinin etrafını saran yeşil boyalar, bakışlarını daha da çarpıcı hale getiriyordu. Kafasında, üç yeşil elmasla süslenmiş gösterişli bir taç vardı; ortadaki büyük elmas, alt ve üstte konumlanmış iki küçük elmas tarafından korunuyordu. Alnında zarif bir süsleme yer alırken, boynunda birleşim noktası yeşil bir elmasla tamamlanan zarif bir kolye dikkat çekiyordu. Göğsünün ortasında, parlak bir başka elmas, etrafındaki ışığı yansıtıyor ve göz kamaştırıyordu. Omuzlarında ve göğsünde, elmas görünümlü taşlar parlıyor, her hareketinde zenginliğini ve gücünü sergiliyordu. Açık giyinmeyi tercih eden Nyra, duruşuyla kararlılığını ve gücünü net bir şekilde hissediliyordu. Sesini yükselterek, ''Gezegenime neden geldin?'' diye bağırdı, sesi, hem tehditkar hem de kudretli bir otoriteyle yankılandı.

"Saldırı ile ilgili olarak," dedi Dwagd, soğukkanlı bir şekilde, ancak sözleri keskin ve tehditkâr bir şekilde yankılanıyordu.

"Yakında Kraliçe Mirena bununla ilgili yüz yüze bir toplantı gerçekleştirecek, biliyorsun değil mi?" dedi Nyra.

"Elbette ki biliyorum," diye cevapladı, ancak cevabındaki soğukkanlılık, sadece anlık bir sessizliğe dönüşmüş gibiydi.

Ancak Dwagd'ın tavrı, Nyra'nın sabrını iyice zorlamıştı ve sinirle bağırarak karşılık verdi:

"O zaman zırvalamayı kes ve neden geldiğini açıkla!" Sözleri, havada yankılandığında, öfkesinin boyutunu herkese gösteriyordu.

"Saldırıya gönüllü olmayacaksın, yoksa ırkınızı yok ederim, anladın mı beni?" diye ekledi Dwagd, her kelimesi bir tehdit gibi taşırken.

Nyra ise soğukkanlılığını kaybetmeden ve gözlerindeki parıltı belirginleşerek yanıtladı:

"Şu an kimin gezegeninde olduğunu unutuyorsun galiba. Burası benim evim ve sen gelmiş, bizi tehdit ediyorsun."

Nyra'nın bakışları, Dwagd'ın üstüne karanlık bir tehdit gibi çökmüşken, söyledikleri ortamın gerilimini daha da artırıyordu. Bu, bir güç savaşıydı ve her iki taraf da bunu açıkça hissediyordu.

"Bir uyarıda bulunuyorum sadece, uyarımı ciddiye almazsan yok olacağınızı da bilmeni istiyorum."

Nyra, ırkının ileri gelenlerini yanına çağırdı. Birkaç dakika boyunca onların fikirlerini aldı ve konuşmalarının ardından, onlardan aldığı gücü arkasına alarak kararlı bir şekilde, sert bir ses tonuyla konuştu:

"Eğer ırkıma savaş açacak olursan, inan bana seni bizzat ben öldürürüm."

Nyra gözlerindeki öfkenin ateşiyle, Dwagd ve diğerlerini gezegeninden kovdu. Havanın gerildiği, her hareketin ve sözcüğün dikkatle tartıldığı o anda, Nyra'nın kararlılığı ve öfkesinin büyüklüğü herkes tarafından hissediliyordu.

Rofs, saraydan çıkarken, yaşadıkları gergin anı düşündü. Onun için, Nyra'nın tüm bu zamanı harcayıp onları dinlemesi, onları bu kadar ciddiye alması aslında bir nevi kazanım gibiydi. Savaş henüz patlak vermemişti ama tehlikenin doğrudan üzerlerine geldiğini çok net bir şekilde hissedebiliyorlardı.

Saraydan çıktıktan sonra askerlerin çevrelerini sarmasıyla, Rofs'un içindeki bir huzursuzluk büyümeye başlamıştı. Burası her şeyin en başıydı, onların burada olmasının amacı başka bir yerdi ama şu an bu anın içinde sıkışmışlardı.

Rofs yanındaki askere döndü ve bir süre çevreyi inceledi. Sonra, sesi soğukkanlıydı ama biraz merakla:

"Bir sorun yok değil mi? Ayrıca, bizi buraya getiren aracı göremiyorum," dedi.

Asker, soğukkanlı bir şekilde, "Bizi takip edin," dedi ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Dwagd ve diğerleri mecburen onun peşinden gitmek zorunda kaldılar. Ormanlık alanda ilerlerken, her adımda toprağa batıyor, etraflarındaki çamur ve yapraklar onları her geçen dakika daha fazla sarmalıyordu.

Gemiye ulaştıklarında üzerleri tamamen ıslanmış, çamurla kaplanmış ve her türlü orman artığıyla dolmuştu. İçeriye adım attıklarında ise, teknedeki sıcak hava ve temizlenme işlemleri, onların bir nebze de olsa rahatlamalarını sağladı.

Gezegenden ayrılırken, geminin penceresinden son kez bu yabancı dünyanın manzarasına bakarken, bir yandan da içlerinden geçen düşünceler vardı. Kraliçe Mirena'nın bu ziyaretin detaylarından haberi olup olmadığına dair bir belirsizlik vardı. Gittikleri diğer yerlerde de benzer bir karşılama şekli olmuştu ve her defasında, bir şekilde Mirena'nın bu durumdan habersizmiş gibi göründüğünü fark etmişlerdi. Bu durum, içlerinde bir umut ışığı doğurdu. Belki de bu, kendilerine bir avantaj sağlayabilecekti.

İlerideki duraklarına doğru yola çıkarken, her geçen dakika bu belirsizliğin içinde ilerliyor, kraliçenin ve ırklarının tepkilerini görmek için sabırsızlanıyorlardı. Şimdilik, her şey normalmiş gibi görünüyordu ve bu, onların lehine bir işaretti.

"Efendim, sizce kraliçe ne yapacak?" diye sordu Remx.

"Bir şey yapacağına dair hiçbir belirti yok. Harekete geçmediğine göre, büyük ihtimalle hiçbir şey duymamış gibi görünüyor," dedi Dwagd, gözlerinde soğuk bir belirsizlikle.

"Aslında öyle gözüküyor, yine de dikkatli olmalıyız, ne olur ne olmaz," diye ekledi Rofs, uyanıklığını kaybetmeden.

"Bu görev sende," dedi Dwagd, kararlı bir şekilde. Ardından, her biri kendi yoluna gitmek üzere ayrıldılar.

Güzel bir şekilde planladıkları ilk aşama, beklenenden biraz daha sorunlu olsa da, nihayetinde hayata geçmeye başlamıştı. Geriye sadece kraliçenin kızlarını ele geçirmek kalmıştı. Diğer her şey, Dwagd'ın ölümünden sonra yapılacak işlerle ilgilendiği için, bir süreliğine bunları düşünmek zorunda kalmadılar. Ancak işler planlandığı gibi gitse de, asıl önemli adımlar şimdi başlayacaktı. Rofs, bölgelerindeki başka bir ırkla bağlantıya geçerek, gerekli desteği almak için harekete geçti. Bu, onların zaferi için önemli bir adımdı, fakat her şeyin gizliliği korunmalıydı. Kraliçenin kızlarına ulaşmak ve onları ele geçirmek, en tehlikeli adım olacaktı.

──────✧❅✦❅✧──────

 

Bölüm İçinde Geçen Bazı Kelimeler Hakkında Bilgiler:

Lux: Işık

Mirena: Deniz ve Derya

 

Bölüm : 27.07.2024 11:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...