3. Bölüm

3. Bölüm

Shinoluna
shinoluna

Hoparlörden duyduğu ses, hala kulaklarında çınlıyordu: "Düşman üsse sızdı ve hangarı ele geçirdi. Bir an önce hangara ulaşın ve düşmanın üsse yayılmasını engelleyin." Bu uyarı, herkesin panik içinde harekete geçmesini sağlamıştı.

Kaldıkları oda, yirmi kişilik bir bölmeden oluşuyordu ve yataklar altlı üstlü, ikişerli şekilde yerleştirilmişti. Yataklar tamamen standarttı, sadeydi. Odanın girişinde sol tarafta bir masa ve sandalye bulunuyordu. Her odanın kapısının üst kısmında alarm için hoparlör vardı. Odanın en sonunda ise küçük bir pencere yer alıyordu ve bu pencere, üssün yörüngesinde dönen gezegeni gösteriyordu.

Odanın içindeki sessizlik, alarmın duyulmasıyla bir anda kırıldı. Hızla odadan çıkıp, direkt olarak hangara doğru koşmaya başladı. Koridorda ilerlerken, etrafındaki her şey birbirine karışmıştı; kaos içinde eksi düzenden eser yoktu. Alarm sesleri her taraftan yankı yapıyor, savaşanların çığlıkları ve bağırışları her köşeden duyuluyordu. Hangara doğru ilerlerken, etrafındaki her şeyin dehşet verici görüntülerini gördü: Nasıl savaştıklarını, nasıl öldüklerini... Hangara ulaştıklarında, savaşın nerede başladığını fark ettiler. Savaş ilk başta hangarda başlamıştı, fakat birkaç dakika içinde tüm üsse yayılmıştı.

Hangara kadar ilerlerken ne kadar düşman öldürdüklerini bilmiyordu; savaşın karmaşasında saymak mümkün değildi. Ortam gittikçe daha da şiddetleniyordu ve ortamda ki kan, barut ve ceset kokuları havada dolaşıyor, bu da üssün hayatta kalanları için büyük bir tehdit oluşturuyordu. Her an, her köşe başında ölüm ve tehlike vardı ve hiç kimse, savaşın ne kadar süreceğini veya kimin hayatta kalacağını kestiremiyordu.

"Ben... beni duy... duyan var mı?"

"Evet, duyuyorum, ben üs komutanı Frilk," dedi, sesi endişe ve korku doluydu.

"Ben Z-A1 pilotu Trya, şu an üssün dışında savaş durumundayız, o yüzden bir süre içeride dayanmanız gerekli. Şu an on tane düşman ana gemisi ve bunun dışında bine yakın küçük gemi var. Hangara dört gemi indi, bunlardan bir tanesi bizim gemimiz. Diğ... aaaaaaahh!"

Trya'nın sesi bir çığlıkla kesildi, ardından bir huzursuzluk dalgası yayıldı. Komutanın sesi hemen yükseldi, paniği belirgin şekilde hissediliyordu: "Kahretsin, beni duyuyor musun Trya?"

"Evet, ama savaş yüzünden konuşamıyorum. Burası çok kalabalık, dikkatli olun," dedi Trya, sesi titriyordu ve korku ile endişe karışmıştı.

"Herkes içerideki savaşa odaklansın. Üssün dışındaki savaş pilotların sorunu. Biz içerideki düşmanla savaşıyoruz," dedi komutan Frilk, derin bir nefes aldı ve soğukkanlı bir şekilde.

"Komutanım, hangara ulaşamıyoruz, düşman çok kalabalık. Ne yapmamız gerekiyor?" diye bağırmaya başladı Orm.

"Bombalarla düşmanın dikkatini dağıtıp hangara ilerleyeceğiz. Emrimle bombaların bir kısmını atın," dedi Frilk.

Hep birlikte seslendiler: "Emredersiniz, efendim." Her biri, tüyleri diken diken bir şekilde, komutanın talimatlarını yerine getirmek için harekete geçmeye hazırdı.

Komutan, "Şimdi!" diye bağırdığında, hep bir ağızdan talimatı yerine getirmek için harekete geçtiler. Bir kısmı bombalarını hızla attı. Bombalar düşmana doğru uçarken, kalanlar da hızla yeni saldırılarını gerçekleştirdi. Düşmanla aralarındaki mesafe birkaç metreye inmişti ve bir süreliğine de olsa üstünlük onlarındı. Bu avantajı hızla kullanarak, düşmanın içine kadar sızdılar. Artık göğüs göğüse bir mücadele başlamıştı; mermiler havada uçuşuyor, patlamalar her an daha da artıyordu.

Ancak, arka planda, bazı askerler korkup saklanmıştı. Gerçek şu ki, bulundukları üs, acemi askerlerin eğitildiği bir yerdi, bu yüzden deneyimsizlikleri açıkça hissediliyordu. Bu da, avantajın tamamen düşmandan yana olmasına sebep oluyordu. Düşman, sayıca, teknolojik olarak ve silah bakımından çok daha güçlüydü. Bu dengesizlik, savaşın gidişatını zorlaştırıyordu. Yine de, takım kararlıydı, her adımda daha fazla düşman etkisiz hale getiriliyordu, ama bilerek ya da bilmeyerek, çok büyük bir fırtınanın ortasında dövüşüyorlardı.

Bunun dışında, sadece üssün içinde değil, dışında da şiddetli bir hava savaşı vardı. Hangara doğru ilerlerken, bu iki savaş arasında hangisinin daha zor olduğunu anlamak zordu; tek bildikleri, ölecek olmalarıydı. Düşmanla olan çatışmaları şiddetlendikçe, savaş tüm koridoru kana buladı. Ne kadar çok düşmanı etkisiz hale getirirlerse getirsinler, arkadaki düşman dalgası bir türlü kesilmiyordu ve bu, onları en çok zorlayan şeydi.

Bir şekilde düşmanın daha fazla içeri girmesini engellemeleri gerekiyordu, ancak geç kaldıklarının farkındaydılar. Düşman, ağır silahlarla saldırıyı artırmış ve bu da onları iyice sıkıştırmıştı. Durum her geçen an daha da kritikleşiyordu. Savaşın gidişatını değiştirebilmek için ağır silahlardan kurtulmaları gerekiyordu, fakat ellerindeki silahlar buna yetmiyordu. Ne yapacaklarını bilemez haldeydiler; düşmanın gücü, onlarınkini her geçen saniye daha da zayıflatıyordu.

"Beni duyan var mı? Ben Z-A2 pilotu Atry. Pilotların komutası bende, Z-A1 öldü," dedi telsizden gelen ses, acil bir durumun haberini veriyordu.

"Evet, var. Ben üs komutanı Frilk. Şu an hangarın önündeyiz ve ağır silahların hedefindeyiz. Yardımınız lazım," diye karşılık verdi komutan, sesinde belirgin bir endişe vardı.

"Biraz dayanmanız lazım, burası da aynı. Yapacağım saldırı, hangarı da yok edecek, yani kaçma şansınız olmayacak," dedi Atry, ses tonunda kararlılık ve aciliyet vardı.

"Düşmanın sayısına bakılırsa, hiçbirimiz kaçamayacağız," dedi komutan Frilk, gerçekliği kabullenerek.

"Evet, öyle gözüküyor," diye karşılık verdi Atry, ardından hızla ekledi: "İki dakika içinde saldırıya geçeceğim, yani hazırlıklı olun. Hangarın içerisinde olabildiğince düşmanı tutmaya çalışın."

"Peki, ama bu baya zor olacak. Bombası kalan var mı?" diye sordu üs komutanı Frilk, sesinde bir endişe ve kararlılık vardı.

"Evet, efendim, bende var," diye cevapladı Urka, hala sakin bir şekilde.

"Emrimle birlikte kapıya atacaksınız, bu tek şansımız. Bu yüzden dikkatli olun," dedi komutan, belirgin bir ciddiyetle.

"Emredersiniz, efendim," diye yanıtladı Urka, bombayı doğru şekilde hazırlamak için hızla harekete geçti.

"Şimdi!" diye bağırdı komutan Frilk, komutayı verince Urka elindeki kalan bombayı hızla hangarın kapısına fırlattı. Patlama anında hangarın kapısı ve çevresi şiddetli bir şekilde yerle bir oldu.

"Atry, beni duyuyorsan, hangar kapısını kapattık. Şu an saldırırsan iyi olur," diye seslendi komutan Frilk, telsiz aracılığıyla.

"Kendinizi koruyun, saldırı sizi etkileyebilir," dedi Atry'nin sesi, endişe dolu bir uyarıyla geldi.

"Merak etme, şu an hangardan uzaklaşıyoruz," dedi komutan Frilk, hemen takımıyla birlikte geri çekilmeye başladılar. On saniye sonra hangarın içerisinde oldukça güçlü patlamalar meydana geldi, her şey sarsıldı ve büyük bir gürültüyle çevreyi sardı.

"Ben Atry. Beni duyan varsa, hangar tamamen işlev dışı kaldı. Hangardaki tüm gemiler ve hangar yok edildi. Artık düşman daha fazla içeri giremeyecek," dedi Atry, sesi telsizden yankılanırken rahatlamış bir şekilde.

"Seni duyduk, Atry. Yardımın için teşekkürler," diye yanıtladı Frilk.

"Şu an hayatta olan, ben dâhil dört kişiyiz. Siz kaç kişisiniz?" diye sordu Atry.

"Çoğu ağır yaralı, elli kişi civarındayız," dedi Frilk, sesi endişeli ve biraz da korkmuş bir şekilde titriyordu. "Üsten ayrılın ve yardım getirmeye çalışın."

Komutanın sesi, zorlu bir mücadeleye karşı geldiği tüm gerilimi yansıtıyordu. Durum, gittikçe daha da umutsuz görünüyordu.

"En yakın üs bölgesine yardım için ayrılıyoruz. Biz gelene kadar dayanırsanız iyi olur," dedi Atry, sesinde hızla hareket etme kararlılığı vardı.

"Tamam mer..." Komutan Frilk'in cevabı kısa ve kesikti, ama tam o anda bir alarm sesi kesildi.

"Dikkat! Düşm...." Hoparlörden kesik bir uyarı sesi yankılandı, sonra başka bir ses duyuldu.

"Bu üs tamamen kontrolümüze geçti. Silahlarınızı atın ve teslim olun, yoksa hepiniz ne olursa olsun ölürsünüz," diyordu düşmanın tehdidi, komutan Frilk'in yüzünü büyük bir endişe sarmıştı.

Frilk, hemen sakinleşmeye çalışarak geri çekilme emri verdi.

"Nereye çekileceğiz? Tüm üs düşman kontrolüne geçti," diye bağırdı Shou, çaresizlikle. Panik içinde sesinden belli olan kararsızlık, herkesin içinde olduğu durumu yansıtıyordu.

"Aşağı cephaneliğe doğru, orası üsten ayrı, tek şansımız orası," dedi Frilk. Yüzünden damlayan terler, durumun ne kadar kritik olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyordu.

"Emredersiniz," diye yanıt verdiler ve hemen yaralıları almak için harekete geçtiler. Herkes, komutanlarının her kelimesini dikkatle dinliyor, bu sırada ağır yaralılar arasında kimlerin hayatta kalacağına dair hızlıca değerlendirmeler yapılıyordu. Ancak komutan, bir an sonra sesini yükselterek, "Ağır ya da hafif olmaları umurumda değil, işimize yaramayan tüm yaralıları bırakın," dedi.

"Ama efendim," diye söze başladı Mark, sesinde şaşkınlık ve kararsızlık vardı.

Komutan, gözlerini ona dikerek sert bir şekilde bağırdı:

"Shou ve Mark, ne diyorsam onu yapın. Bizi oyalayan her şeyden kurtulun hemen!" Sözlerinin arkasında hem bir emir hem de çaresiz bir zorunluluk vardı.

Koridor boyunca, sadece durumu kendilerine yardımcı olabilecek kadar hafif yaralı olanları alarak aşağı katlara inmeye başladılar. Geride, işlerine yaramayanlar kaldı ve onlardan yardım isteyen çaresiz bağırışlar duyuluyordu. Ancak onlara bir şey yapabilmek için ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Kalanların tek kurtuluş yolu, ana cephaneliğin olduğu koridora ulaşabilmekti. Fakat bu, düşündüklerinden çok daha zorlu bir görevdi. Zira düşman tüm üssü ele geçirdiği için, cephaneliğe giden her yol hala yoğun bir şekilde savaşın içinde kalmıştı.

Cephaneliğe ulaştıklarında, sayılarını saymaya cesaret edemediler. Yaralılar da dahil olmak üzere, toplamda otuz kişiydiler. Komutanları, hemen cephanelikteki tüm silahların koridora çıkarılmasını emretti ve hiç vakit kaybetmeden çalışmalara başladılar. Düşmanın kendilerine ulaşmasının tek yolu, elli metre uzunluğunda ki açık bir koridordu. Koridorda hiçbir korunma yeri yoktu, bu yüzden içeriden bariyerler ve korunma yerleri çıkarmaya başladılar. Geride kalan her bir kişi, şanslarının ne kadar az olduğunu biliyor, fakat yapacak başka bir şeyleri de yoktu.

Cephanelikteki tüm silahları dışarı çıkardıktan sonra, artık düşmanın saldırısını beklemeye başladılar. Silahların, bariyerlerin ve yerleştirilen savunmaların arasında, her an her şeyin sonlanabileceği korkusuyla sessiz bir gerginlik vardı.

Acemi askerlerden biri, korku içinde ve titreyerek, teslim olmaları gerektiğini söyledi. Sonuçta düşman da aynı şeyi istiyordu. Ancak komutanları ve diğer tecrübeli askerler biliyordu ki, Arcas asla teslim almazdı. Düşman, ne olursa olsun herkesi öldürecekti. Komutanları, sert bir şekilde bağırarak, "Teslim olmayacağız, teslim olmayı unutun! Bu, size öğrettiğimiz ilk ders! Unuttunuz mu?" diye seslendi. Yüzünden öfke okunuyordu, ancak gözlerindeki kararlılık her şeyin önündeydi. "Ve savaşacağız! Savaşarak öleceğiz! Şimdi yerine geç ve saldırmaya hazır ol. Anlaşıldı mı, asker?" diye bir kez daha bağırdı, sesi daha da sertleşmişti.

"Evet, efendim," dedi acemi asker ve başını eğdi.

Bir an sessizlik vardı. Sonra, Shou, endişeli gözlerle komutanına döndü ve "Sizce Atry ve diğerleri yardım getirmeyi başarabilecek mi, komutanım?" diye sordu. Gözlerindeki korku ve belirsizlik, sadece kendisi için değil, tüm grup için ortak bir endişeyi yansıtıyordu.

Frilk, derin bir nefes alarak gözlerini cephanelikteki silahlarla dolu alana çevirdi. Ardından, kararlı bir şekilde, "Umarım, yoksa hepimiz ölürüz. Ayrıca hepiniz beni dinleyin," dedi. Sesindeki belirgin bir endişe vardı, fakat kararlılığı bu endişeyi gölgeliyordu. "Yardım gelir mi bilemem, ama avantaj bizden yana. Cephanelik ayrı bir bölge, yani düşmanın bizi öldürmesi için tek şansı önümüzdeki koridor. Bunu iyi değerlendirin ve teslim olmayı kafanızdan çıkarın."

Herkes, komutanlarının sözlerinin ağırlığını hissederek, bir ağızdan "Emredersiniz, efendim," diye cevap verdi.

"Bana üç tane gönüllü lazım," dedi Frilk, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, ciddi bir tonla.

"Ne için, komutanım?" diye sordu Shou, gözlerini komutanına dikerek.

"Koridora tuzaklar kurmak için. Bize yaklaşırken düşmana olabildiğince zayiat vermeliyiz." Sözleri, herkesin içinde derin bir sessizlik yarattı. Bu, sadece bir savunma hamlesi değildi; aynı zamanda cesaret ve fedakârlık gerektiren bir görevdi.

Komutanın emriyle, Shou diğer üç askerle birlikte, koridora inen merdivenlere doğru ilerlediler. Düşmanın ilerlemesi durdurmak için belirlenen kritik noktalara tuzaklar kurarak, cephanelik ile merdiven arasındaki alanı savunulamaz hâle getirdiler. Koridorun otuz metresini tuzaklarla doldurduklarında, bu savunmanın düşmanın beklemediği bir anda onlara büyük kayıplar yaşatabileceğini umuyorlardı. Ayrıca, merdivenlere doğru bir kamera yerleştirerek, düşmanın yaklaşmasını önceden fark edebilme şansı elde ettiler.

"Sizce liderleri gelmiş midir?" diye sordu Shou, komutanına gözlerini dikerek.

"Saldırıyı komuta eden liderleri değildir ama komutanlarını indirirsek üstünlük kurabiliriz. Bu daha önce olmuştu," diye cevapladı Frilk.

Herkesin gözleri, sadece düşmanın gelmesini değil, aynı zamanda liderlerinin varlığını da hissederek, bir sonraki adımı bekler şekilde donuklaşmıştı. Düşmanla son bir hesaplaşma anı, artık sadece an meselesiydi.

"Komutanlarını mı?" diye soran Shou'yu gözleriyle hafifçe süzdü. "Komutanları dediysem, benim gibi biri, yani," diye yanıtladı, ardından sesindeki gerginliği hemen gizledi. "Ayrıca, hepiniz hazır olun, saldırı her an başlayabilir. Şimdiye kadar bizi bulmaları gerekirdi."

"Belki öldüğümüzü düşünmüşlerdir, olamaz mı?" diye seslendi Hoormx, biraz tereddütle.

"Biraz zo..." diye mırıldanarak cümlesi yarım kaldı Frilk'in. Tam o sırada, Qsk'in panik dolu sesi yankılandı:

"Komutanım!"

"Evet?"

"Geldiler, iki kişi şu an merdivenlerden aşağı doğru geliyor," dedi Qsk'in sesindeki endişe daha da belirginleşmişti.

"Bırakın yaklaşsınlar ve emrimle ateş etmeye hazır olun."

Tüm askerler, bir anlık sessizliğin ardından, komutanlarının sesine odaklanarak, ölümle burun buruna geldiklerinin farkında olarak, dikkatle beklemeye başladılar.

İki düşman, yirmi metre kadar yaklaştı, ancak henüz fark edilmeden, anında yere serildiler. Savaşın verdiği o yoğun sessizliğin ardından, diğer düşmanların gelip gelmediğini görmek için bir süre beklediler. Birkaç dakika sonra, cehennemi andıran o gürültü başladı. Elli metrelik koridorda, üssün şimdiye kadar gördüğü en kanlı çatışma patlak verdi. Mermiler havada vızıldarken, koridor yine kan, ceset ve barut kokusuyla doldu. Savaşın şiddeti arttıkça bu korkunç koku da daha yoğun bir hale geldi.

Zaman ne kadar sürdü, ne kadar geçip gitti, kimse kesin olarak hatırlayamıyordu. Tek bildikleri, gözlerindeki kararlılıkla ve ellerindeki silahlarla koridordan onlara doğru gelen düşmanı durdurmaktı. Geriye tek bir seçenek kalmıştı: ya düşmanı öldüreceklerdi, ya da burada öleceklerdi. Bu gerçek, her birinin zihninde derin bir şekilde yankılandı. Herkes, ölümün yakın olduğunu biliyor ve bu kaderi kabul etmişti.

Düşman, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, koridora daha fazla yaklaşamıyordu. Atry'nin sayesinde, düşmanın ağır silahlarını içeri sokmaları imkânsız hale gelmişti. İçeri ilk sızdıkları sırada yanlarında birkaç ağır silah bulunmuştu ama onlar da kısa süre içinde etkisiz hale getirilmişti. Bu yüzden, koridorun her iki yanındaki zemin, düşman cesetleriyle dolmuştu.

Koridordaki her adım, düşman için birer kayıp olmuştu ve bu durum, kendilerine büyük bir avantaj sağlıyordu. Tuzağa düşürdükleri düşmanlar, kollarını ve bacaklarını kaybetmiş, çoğu da hayatını kaybetmişti. Buna rağmen, hâlâ dikkatli olmalıydılar. Henüz tuzaklarını tam anlamıyla kullanmamışlardı ve düşmanın daha fazla içeri girmesini bekliyorlardı. Her şeyin doğru zamanda ve doğru anda gerçekleşmesi gerekiyordu. Gözler, koridorun sonunda beliren her yeni siluete odaklanmıştı.

"Emrimle tüm tuzakları aktif hale getir, anlaşıldı mı, Hoormx? Ayrıca söylediğim anda yavaş yavaş ateş etmeyi de bırakacağız, anlaşıldı mı?" diye bağırdı Frilk kararlı bir sesle.

"Emredersiniz, efendim," dediler ve komutanlarının emrini beklemeye başladılar. Komutan, beklediği anda ateşi kesmeleri gerektiğini söyledi. Hep birlikte yavaşça ateş etmeyi bıraktılar ve düşmanın cephanelik koridoruna daha fazla girmesi için, cephanelerinin bittiği izlenimini yaratmaya başladılar.

Düşman, bu stratejiyi fark ettiğinde, cephanelik koridoruna tekrar giriş yapmak için ağır silahlarını getirmişti. O anda ateş etmeye başladılar, ama komutan hiç tereddüt etmeden yeni bir emir verdi:

"Şimdi tüm tuzakları aktif et, özellikle ağır silahları hedef al, böylece karşılık verebiliriz."

"Emredersiniz, efendim," diyerek emir üzerine hareket ettiler. Tüm tuzaklar bir anda devreye girdi ve koridor patlamalarla yankılandı. Saniyeler içinde hiçbir şey göremez oldular. Patlamaların şiddeti tüm koridoru sarhoş eden bir dumanla kaplamıştı.

Bir kaç saniye sonra, duman yavaşça dağılmaya başladı ve Mark'ın, havada yankı yapan sesini duyurdu:

"Tüm ağır silahlar yok oldu."

Bunun sonucunda düşman giderek daha saldırgan hale gelmeye başlamıştı. Ağır silahlarının devre dışı kalması, avantajı bir kez daha onlardan almıştı ve şimdi her şey tamamen onlara bağlıydı. Düşman, onlara ulaşabilmek için koridoru geçmek zorundaydı; ancak bu basit bir iş değildi. Arkalarında, üssün dışında ayrı bir şekilde inşa edilmiş cephanelik vardı ve bu koridoru geçmeden askerlere ulaşmaları imkânsızdı. Fakat düşmanın gizli silahları da vardı. Hızla hareket etme kabiliyetine sahip yeni askerleri, dikkatlerini dağıtmak için sürekli manevra yapıyorlardı. Bu, diğer düşman gruplarının yaklaşmasını sağlıyordu.

Shou, dikkatle etrafına bakarken, yeni gelen hareketleri fark etti. "Şimdi bizim zamanımız," diye düşündü. Ancak her köşede, her an gelebilecek bir tehlike vardı. Düşmanın dikkat dağıtma stratejileri, planlarının ne kadar iyi olduğu ve hangi yoldan gidecekleri konusunda şüphe uyandırıyordu.

"Shou, dikkat et! Arkand..."

Shou, komutandan gelen uyarı üzerine hemen dönmeye hazırlandı, ancak kafasında hızla bir soru belirdi.

"Arkamı döndüğüm anda düşmanla karşı karşıya..." diye düşündü, gerilim vücudunu sardı. Her an tetikteydi, ama bir adım geriye gitmek de aynı şekilde ölümcül bir hata olabilirdi.
O sırada, bir ses duyuldu.

"Shou, burada ne yapıyorsun?"

Shou, yerinden sıçradı ve etrafına bakındığında, karanlık köşeden yavaşça ortaya çıkan Asuka'yı fark etti. Asuka, sanki birilerinden saklanıyormuş gibi kendisini ışıktan gizlemiş, rafların arkasında ayakta duruyordu. Shou'nun kalbi hızla atarken, şaşkınlıkla, "Beni korkuttun," diye bağırdı.

"Üzgünüm, sadece 'Ne yapıyorsun?' diye sordum," dedi Asuka bulunduğu yerden çıkmadan sakin bir şekilde ve sesi biraz titriyordu, ama vücut dili, rahatlamış gibi görünüyordu.

"Üs savaşını düşünüyordum, ne yapabilirim başka?" diye cevap verdi Shou gergin bir şekilde.

"Evet, duydum. Sizin için baya zor olmuş, öyle değil mi?" dedi yine de karanlık kısımdan çıkmamıştı.

"Üsten bir pilot dâhil, yirmi bir kişi kurtulduk. Başka kimse yok. Diğerleri yardıma gelenler, şimdilik bildiğim bu. Belki bir şekilde kaçmayı başaranlar olmuştur."

"Peki, teslim olan..." diye sordu.

"Arcas teslim almaz, unuttun galiba Asuka," dedi. Cevabı keskin ve soğuktu, herkesin bildiği bir gerçeği bir kez daha hatırlatarak.

"Hayır, unutmadım. Sadece bilgi için diye karşılık verdi," diye yanıtladı. Ama sözlerinin altındaki kaygıyı Shou hissetmişti. Teslim olmanın, bu savaşta hiçbir anlamı yoktu; Arcas'ın yönetimi altındaki düşman, esir almak yerine öldürmeyi tercih ederdi.

"Bilgi almak için bile kimseyi esir almazlar. Teslim olmayalım diye bize öğretilen ilk ders buydu, hatırlarsan," dedi, sesi net ve ciddi bir tonla.

Bu sırada, oldukça uzun boylu, beyaz tenli ve yeşil gözlü Merve, dikkatlice araya girdi. Kıvırcık saçları ve keskin çene hattıyla belirginleşen yüzü, tam bir lider havası veriyordu. Boynunda ince zincirli küçük, gümüş bir kolye vardı. "Hiçbirimiz unutmadık, merak etme. Sadece ihtimal olarak düşünmek istiyoruz. Olamaz mı?" diye ekledi.

OkaOku, Tlor ırkından biriydi. Teninin açık gri tonlarında olduğunu ve gözlerinin kahverengi olduğunu görebiliyordu. Uzun boylu ve atletik yapılıydı, çevikliği ve hızının getirdiği avantajları her durumda hissediliyordu. Irkının kadın ve erkekleri saçsızdı, bu da ona benzersiz bir hava katıyordu. Kendine özgü görünümüyle, sessizce ve sakin bir şekilde konuştu: "Evet, üç yıl kadar sanırım," dedi. Sesi oldukça netti, ama içinde barındırdığı yumuşaklık, ortamın gerginliğine bir tezat oluşturuyordu.

Ishii, uzun boylu, esmer tenli ve ela gözlüydü. Kısa askeri saç kesimi, ona sert bir hava katarken oval yüz hatları ve belirgin elmacık kemikleri dikkat çekiyordu. Sesi ciddi ve meraklıydı, bir soru sormak için adımlarını hızlandırarak yanlarına geldi: "Asuka, diğerleri nerede biliyor musun?"

"Neden bana soruyorsun ki? Onlarla konuşmuyorum, biliyorsun Ishii. Ayrıca ben gitsem iyi olur. Ne kadar arkadaş olsak da beni görmek istemeyenler var. Belki daha sonra görüşürüz," dedi Asuka ve gölgelerin arasında ortadan kayboldu.

Shou, Asuka'nın kayboluşunu kısa bir süre izledi, ardından arkadaşlarına döndü ve merakla sordu:

"Bu arada, çocuklar, herkes burada mı toplanıyor?"

Ishii, kafa karışıklığıyla başını sallayarak cevap verdi:

"Evet, Shou, haberin yok mu?" dedi.

"Hayır, savaştan dolayı hiçbir şeyden haberim yoktu," dedi Shou. Şimdiye kadar olanları gözden geçirdi, hala olayların karmaşıklığından etkilenmişti.

O sırada, uzaktan bir ses yükseldi. Uzun boylu, beyaz tenli ve ela gözlü birisi, siyah saçları arasında yer yer mor tonlarının karıştığı Eimi, gruptan uzak bir noktadan adım attı. Saçları beline kadar uzanıyor ve belirgin, keskin bir çene hattı vardı. Oldukça dikkat çekici bir görünüme sahipti. Üzerinde rahat, fakat belirgin bir şekilde göğüs dekolteli bir kıyafet vardı. Enerjik ve meraklı bir şekilde seslendi: "Selam çocuklar, burada ne oluyor?"

"Görüşmeyeli uzun zaman oldu Eimi," dedi Shou, sesi samimi ve sıcak bir şekilde yankılandı.

Uzun boylu, esmer tenli ve ela gözlü olan Dave, dikkat çeken bir şekilde uzun saçlarını arkadan bağlıyordu. Keskin yüz hatları ve belirgin elmacık kemikleriyle dışa dönük bir hava taşıyan Dave, ne olursa olsun eğlenmeyi seviyordu. Adımlarını rahatça atarak gruba yaklaştı ve kaygısız bir şekilde seslendi: "Merhaba, çocuklar. Herkes henüz gelmemiş anlaşılan," dedi. Sesi, bir şekilde etrafındaki havayı hafifletiyor, eğlenceli bir tınıyla yankılanıyordu.

Soax, Rbifas ırkından bir kadındı. Vücudu ve gözleri tamamen kırmızıydı, bu da ona etkileyici ve korkutucu bir hava katıyordu. Kafasında, iki gerçek ve iki sahte olmak üzere kırmızıya boyanmış dört boynuz bulunuyordu. Kırmızı saçlarını topuz şeklinde toplamıştı ve oldukça açık göğüs dekolteli kıyafetler tercih ediyordu. Soax, tavrıyla da dikkat çekici bir figürdü; onun her hareketi bir alaycılık ve rahatlık hissi taşıyordu. Gözlerini gezdirerek gruba bakarken, hafifçe gülümsedi ve "Her zamanki gibi enteresan bir yerde toplanmışsınız, çocuklar. Görünüşe göre birkaç kişi dışında herkes burada," dedi, sesi alaycı ama rahat bir şekilde yankılandı.

"Merhaba, çocuklar. Bir kişi dışında herkes bir..." birisi sözünü tamamlamadan, odanın köşesinden gelen bir sesle duraksadı.

"Geç kaldığım için üzgünüm, ama niye de bazılarından erken geldim..."

Aags, Rbifas ırkından bir kadındı ve dikkat çeken bir şekilde vücudu ve gözleri tamamen kırmızıydı. Kafasında, iki kırmızı renkli boynuzun yanı sıra, siyah renkte iki sahte boynuz daha vardı. Saçları siyah renkte olup, topuz şeklinde toplanmıştı. Üzerine giydiği kırmızı zırh ise onun kararlı ve güçlü imajını pekiştiriyordu. Odaya adım attığında, bakışlarını Alice'e çevirip hafif bir gülümseme ve alaycı bir tonla, "Asuka'yı saymazsak son gelen sensin, Alice. Hiç değişmeyeceksin," dedi. Sesi, ona özgü karizmatik ve kışkırtıcı bir şekilde yankılandı.

"Asuka çoktan geldi, biraz önce buradaydı ama gitmesi gerekti," dedi Merve, sesi sakin ama anlamlıydı.

Alice, uzun boylu ve beyaz tenli bir kadındı. Sarımsı renkli, çekik gözleri ve belirgin, keskin çene çizgisiyle dikkatleri üzerine çekiyordu. Saçlarını uzun bir şekilde topuz yapmıştı, bu da ona zarif bir hava katıyordu. Üzerindeki kıyafetler genellikle cesur seçimlerdi, özellikle göğüs dekolteli giyinmeyi severdi. Odaya girdiğinde, hemen herkesin dikkatini çekti. "Aags, haberin yok galiba. En uzakta..." dedi, sesinde hafif bir alay vardı, fakat ciddiyetini de koruyordu.

"Evet, biliyoruz. Seni suçlayan yok. Herkes burada olduğuna göre, neden çağrıldık? Bilen var mı?" diye sordu Aags, sesi meraklı ve biraz da sorgulayıcıydı. Herkesin üzerine düşen rolü, sessizce izleyerek tamamlamaya çalıştığı belliydi.

"Evet, doğru, ama bir şeyler dönüyor gibi. Ne için toplandık peki?" dedi Ishii, sesi biraz daha ciddi ve araştırıcıydı.

Yiğit, odada en sessiz kalanlardan biriydi. Esmer teni, sarımsı gözleri ve kıvırcık saçları ile dikkat çekiyordu. Oval çene hattı ve çıkık elmacık kemikleri, onun sert bakışlarını yumuşatıyor, bir denge yaratıyordu. "Kim bilir, her şey olabilir," dedi, sesinde belirsizlik ve biraz da kayıtsızlık vardı. O an, herkesin cevapsız kalan sorusuna bir nebze olsun kayıtsızlık katıyordu, ama hala çözüm arayanların arasında yerini alıyordu.

Üç yıl sonra, hepsi tekrar bir araya gelmişlerdi. Alice, kısa bir sessizliğin ardından, kendi düşüncelerini dile getirdi. "Neden acaba, bizi ayırmak için her birimizi en uzak üslere atamışlardı? Neden şimdi tekrar bir aradayız?" diye sordu, gözlerinde bir belirsizlik ve kafa karışıklığı vardı. Ardından, Shou'ya dönerken sesindeki endişeyi gizlemeye çalıştı. "Ayrıca, Shou, geçmiş olsun. Saldırıyı duyunca bayağı endişelendik. Sen iyisin, değil mi?"

"Evet, ufak yaralarla kurtulan birkaç kişiden biriyim. Geriye kalanlar ise ağır yaralı ve ölme ihtimalleri varmış, hastane de söylediler. Komutanımızın durumu ağır olmasa da çok kan kaybetmiş," dedi Shou derin bir nefes aldı ve durumu özetledi. Sesinde yorgunluk ve hafif bir hüzün vardı. Geçmişin ağır yükü, onu ve diğerlerini sarhoş etmişti.

"Merak etme, iyi olacaklar," dedi Alice, fakat sesindeki endişe, söylediklerinin ardında bir şüphe barındırıyordu. Kendi inancı da sarsılmış gibiydi, ancak bu, başkalarını rahatlatma çabasıydı.

Shou, Alice'in söylediklerine biraz daha derinlemesine bakarak, gülümsedi ama o gülüş, bir anlam taşımıyordu. "Sen bile bunu söylerken inanmıyorsun Alice," dedi, biraz da alaylı bir şekilde. Ardından, biraz daha sakin bir şekilde sormayı unuttuğu bir soruyu hatırladı. "Bu arada, sormayı unuttum, üslerden kaç kişi geldiniz?"

Bruce, umursamaz bir tavırla ve sorumluluklardan kaçmayı seven bir şekilde, etrafındaki havaya aldırmadan konuşuyordu. Uzun boylu, esmer tenli ve yeşil gözleriyle dikkat çekerdi. Askeri kesim saçları, keskin yüz hatları ve belirgin elmacık kemikleriyle imzasını atmıştı. "Bizler iki gemi ve iki yüz mürettebat ile geldik ama Asuka ise duyduklarım doğruysa bir gemiyle ve yüz kişilik bir mürettebatla gelmiş. Birkaç güne döneceğiz ve sen hâlâ buradasın, anlaşılan," dedi, sesi alaycı bir tınıyla karışmış, biraz da rahat bir şekilde.

"Asuka neden tek gemiyle geldi ve mürettebatı da oldukça az, acaba biliyor musunuz?" diye sordu Shou. Kafasında beliren sorularla bir an duraksadıktan sonra, "Evet, şimdilik buradayım, ama yakında yeni bir üs bölgesine atanırım, merak etmeyin," dedi. Söylediklerinin arkasında bir belirsizlik olsa da, sesindeki kararlılık, gelecekteki değişikliklere hazırlıklı olduğunu gösteriyordu.

Jkail, Umbra ırkından biriydi ve koyu teniyle dikkat çekiyordu. Büyük burunlu ve ağzı belirgin bir yapıya sahipti. Uzun, kahverengi tonlarındaki saçları, adeta havada asılı kalmış gibi bir şekil alıyordu. Kulakları sivri, gözlerinin etrafında ise mor renkli bir çerçeve bulunuyordu. Sarı renk gözleri, sanki adeta ateş ediyormuş hissi veriyor, bu gözler tüm bakışları üzerinde topluyordu. Yüzünde geniş bir alın ve gözlerinin etrafındaki mor çerçevenin kenarları sarı renkteydi. Alnında ise mavi renkli, düğme benzeri bir şekil vardı. Derin ve düşünceli bir şekilde konuştu. "Kim bilir, kimse bilmiyor ama bulunduğu bölge ile alakalı olabilir ve belki sen de içimizden birisiyle aynı üs bölgesine atanırsın, öyle değil mi çocuklar?" dedi.

"Hepimiz biliyoruz ki bizi asla bir araya koymazlar," dedi Shou, sesi kararlı ve belli bir gerçeği dile getiriyordu. Herkesin bu konuda aynı düşüncelere sahip olduğu belliydi.

Tyuj, Chma ırkından biriydi ve koyu teni, büyük burunlu ve ağızlı yapısıyla dikkat çekiyordu. Kahverengi tonlarındaki uzun saçları, kulaklarının sivriliğiyle uyumlu bir şekilde dağılmıştı. Sarı renkli gözleri, adeta ateş ediyormuş hissi veriyor ve bakışları çevresindeki her şeyi kavrayacakmış gibi derin bir yoğunluk taşıyordu. Yüz hatları keskin, çenesi ise içeri doğru çöküktü. Soğuk ve kararlı bir şekilde konuştu, "Evet, biliyorum. Zamanında yaptığımız bir hatadan dolayı," dedi, sesi bu konuda kesin ve bir o kadar da soğuktu.

"O hata bize pek çok şeye mâl oldu. Unuttun mu yoksa?" dedi Merve, sesinde bir miktar suçlama ve hafif bir sitem vardı.

"Unutmadım ve içimizden bir kişi dışında hiçbirimiz de unutmadık, biliyorsun," dedi Tyuj. Sözcükleri, geçmişin ağırlığının ve unutulmaz bir hatanın izlerini taşıyor gibiydi.

"Elbette ki biliyorum," dedi Merve. Bu kısa cevap, geçmişin izleriyle şekillenmiş bir anlayışın ve unutulmaz bir olayın derinliklerinde yer alıyordu.

Hoparlörden, "D-1-11 salonunda iki gün için de toplantı düzenlenecek. Üs bölgesinde bulunan tüm askerlerin katılması gerekiyor. Üs saldırıları ile ilgili bilgi verilecektir," şeklinde bir ses duyuldu.

"Bende diyordum bizi neden bir araya topladılar, anlaşılan bunun içinmiş," dedi Shou, bunun nedenlerini içinden geçirerek.

"Evet, şimdi ne olacak sizce?" diye sordu Eimi, meraklı bir şekilde başını çevirdi.

"Bilmiyorum ama buradan çıksak iyi olur, çok fazla gürültü yapıyoruz," dedi Shou ve ardından hep birlikte odalarına gitmek üzere kütüphaneden ayrıldılar.

Danışmadan kalacakları yerleri öğrendiler ve hepsi dördüncü bölgede kalacaktı. Binaya vardıklarında, odalarının aynı katta olduğunu öğrendiler. Anahtarlarını alıp odalarına doğru yöneldiler.

Shou'nun kalacağı oda, yaklaşık on beş metrekarelik bir alanı kapsıyordu ve minimalist bir tasarımla düzenlenmişti. Oda, iki askerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanmıştı: İki yatak, bir çalışma alanı ve saklama bölümleri bulunuyordu. Tavan ve duvarlar, uyarlanabilir LED ışıklarla donatılmıştı ve bu ışıklar, görev saatleriyle dinlenme anlarına uygun sıcaklıkta ayarlanabiliyordu. Duvarlar, ses yalıtımını sağlamak ve mikro meteor etkilerine karşı koruma sunmak amacıyla özel bir karbon fiber kaplama ile güçlendirilmişti. Zemin ise kaymayı önleyen yumuşak, mat gri bir malzemeyle kaplanmıştı.

Odanın duvarlarına monte edilmiş ve gerektiğinde katlanabilen iki yatak, alan tasarrufu sağlayacak şekilde yerleştirilmişti. Yatakların üzerinde, gerektiğinde yerçekimsiz ortamda kullanılabilecek şeffaf güvenlik panelleri yer alıyordu. Her yatağın yanında, kişisel bir LED okuma lambası ve şarj paneli bulunuyordu. Odanın bir köşesinde, katlanabilir bir masa ve iki ergonomik sandalye yer alıyordu. Masa, holografik ekranlar ve iletişim cihazlarıyla donatılmıştı. Ayrıca, her asker için ayrı saklama bölümleri sağlanmıştı; kıyafetler ve kişisel eşyalar için yerçekimine dayanıklı manyetik raflar ve çekmeceler bulunuyordu.

Oda içindeki kompakt banyo, yalnızca iki metrekarelik bir alanda yer alıyordu ve hem duş hem de su geri dönüşüm sistemi ile çalışıyordu. Duş başlığı, minimum su tüketimi ile maksimum temizlik sağlamak için özel olarak tasarlanmıştı. Banyoya entegre edilmiş lavabo, hareket algılayıcı musluklarla donatılmıştı ve su tüketimi kontrol altında tutuluyordu. Lavabonun üzerinde, içine küçük eşyaların saklanabileceği bir akıllı dolap ve ayna bulunuyordu. Ayna, aynı zamanda bir ekran olarak işlev görerek günlük görev hatırlatmalarını ve uzay üssü verilerini görüntüleyebiliyordu.

Oda, temiz hava sağlayan ve kirleticileri filtreleyen gelişmiş bir havalandırma sistemiyle donatılmıştı. Acil durumlar için oksijen maskeleri ve yangın söndürücü cihazlar da bulunduruluyordu. Odanın güvenliği ön planda tutulmuştu. Yatak başlarında yer alan bireysel holografik ekranlar, müzik dinlemek, film izlemek veya görüntülü konuşmalar yapmak için tasarlanmıştı ve askerlere bir nebze de olsa kişisel alan sunuyordu.

Akşam yemeğine kadar odasından çıkmamıştı ve yemek için kafeteryaya gittiğinde, Asuka dışında herkes bir aradaydı. Asuka'yı hiçbir yerde göremedi, ama diğerlerine de sormadı. Oturup yemeğini yedikten sonra hep birlikte dışarı çıktılar ve biraz dolaşmaya başladılar. Bir süre sonra herkes ayrı ayrı yerlere dağıldı. Çoğunun içmeye gittiğini biliyordu, fakat bunu umursamadı ve odasına gitmek üzere asansöre bindi. Odasının olduğu kata çıktığında, tam odasına girecekken Asuka'ya bakmaya karar verdi. Onun odasına gitmek için yönünü değiştirdi. Asuka'nın odasının kapısını çaldı ve beklemeye başladı.

"Ne istiyorsun?" diye sordu Asuka kapıyı tam olarak açmadı, sadece kafasını uzatarak.

"Yemeğe gelmeyince merak ettim ve bakmak istedim," diye yanıtladı.

"Aslında gördüğün gibi iyiyim, sadece diğerleriyle görüşmek istemiyorum," dedi sesinde hafif bir soğukluk vardı.

"Peki," dedi Shou ve başka bir şey sormadan odasına geçip uyumak için yatağına uzandı.

 

Bölüm İçinde Geçen Bazı Kelimeler Hakkında Bilgiler:

Asuka: Japonca (飛鳥) kanjiyle yazıldığında: "Uçan kuş" anlamına gelir. (飛 → "uçmak", 鳥 → "kuş"), Hafiflik, özgürlük ve zarafet hissi taşır. Farklı kanji kombinasyonlarıyla: "Parlak koku" (明日香) veya "Sabah kokusu" anlamlarına da gelebilir. "Geleceğin kokusu" gibi metaforik anlamlar da taşır.

Merve: Türkçe'de güzel ve parlak bir taş veya inci anlamına gelebilir. Ayrıca çekicilik ve zarafet çağrışımları da olabilir. Arapçada Merve (مَرْوَة), Suudi Arabistan'ın Mekke kentindeki bir dağın adıdır. İslam geleneğinde sıklıkla saflık ve manevi önemle ilişkilendirilir. Farsça'da bu isim, genellikle güzellik ve zarafetle ilişkilendirilen Fars kültürlerinde de bulunabilir; muhtemelen "taş" veya "değerli mücevher" anlamına gelen Farsça "marv" kelimesinden türetilmiştir.

Ishii: Japonca'da "taş kuyusu" anlamına gelir.

Eimi: Japonca'da bazı durumlarda "parlaklık" veya "büyüleyici güzellik" anlamına gelebilir. Yunanca'da fiil, "ben olmak" veya "var olmak" anlamına gelir. Latince'de "Aether" (göksel, eterik) veya "Ami" (dostluk, sevgi) gibi kelimeleri anımsatıyor.

Alice: Fransızca kökenli bir isimdir ve "soylu" veya "soylu doğmuş" anlamına gelir. Almanca'da Adalheidis (soyluluk) kelimesinden türetilmiştir. Anlamı açısından yüce, soylu veya zarif olarak tanımlanabilir.

 

Bölüm : 27.07.2024 11:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...