100 yıl önce
Kraliçenin kararı kesin ve bu kararından asla vazgeçmeye niyetli değildi. "Bu konuda son fikrimi söyledim, o yüzden itiraz etmeyin," dedi. "Anladınız mı beni? Bu benim kararım ve bu karardan asla vazgeçmeye niyetim yok. Bu yüzden bu görevi sadece kızım yapabilir ve ırkımın başka bir üyesini tehlikeye atmak gibi bir fikrim yok." Kraliçenin sesi netti, kararlıydı; ancak gözlerindeki endişe, diğerlerinin kararını sorgulamalarını engellemiyordu.
Danışman Lizet, endişeli bir şekilde ama yine de saygılı bir tonla cevap verdi: "Sizi anlıyoruz, kraliçem, ama prenses Mirena sizin varisiniz. Eğer başına bir şey gelirse, sonumuz ne olur, bunu da düşünmeniz lazım." Lizet'in sesi, tıpkı dış görünüşü gibi güçlüydü. Hafif esmer teni, onu bulunduğu ortama doğal bir asaletle entegre ediyordu. Derin kırmızı gözleri, konuşurken bile ona keskin bir bakış kazandırıyor, etkileyici bir otorite sergiliyordu. Yüz hatları, güçlü bir duruş sergileyen etkileyiciliğini pekiştiriyordu. Yaşının ilerlemesiyle daha koyu ve güçlü bir hâl alan uzun kırmızı saçları, onun gururlu duruşunu adeta taçlandırıyordu. Giydiği açık elbise de, tüm bu görkemli duruşu tamamlayan bir aksesuar gibi görünüyordu.
"Biliyorum, merak etmeyin, bu görevin üstesinden sadece kızım gelebilir. Bize yapılacak saldırı ile ilgili oldukça önemli bilgileri öğrenecek ve sonra eve dönecek," diye yanıtladı kraliçe Almina.
"Bir şekilde açığa çıkarsa ne yaparız, kraliçem? Lütfen bir kez daha düşünün."
Kraliçe Almina, bir an için derin bir sessizlik içinde kaldı ve ardından kararını pekiştiren bir ifadeyle devam etti:
"Kararım kesin. O yüzden sizler artık buna son verin." Lizet dışında herkesin dışarı çıkmasını emretti.
Odanın sessizliği içinde "Mirena, bu görevi başaracağına eminim, kızım," dedi, güven ve sevgi dolu bir bakışla.
"Evet, kraliçem, merak etmeyin. Bana verdiğiniz görevi yerine getireceğim," dedi Mirena.
"Ben de biliyorum," dedi, derin bir iç çekişle. "Ama senin tek başına, yanında hiçbir koruma olmadan gitmen gerekiyor. O yüzden..."
"Endişelenmeyin, kraliçem. Ben kendimi rahatça koruyabilirim."
"Bu konuda endişem yok. Benim endişem, bir şekilde açığa çıkarsan ne olacak."
Uzun zamandır bu görev için çalışıyordu, bu yüzden endişelenmeyin demişti ve ardından, izin isteyerek odadan çıktı. İki gün sonra görevine başlamak üzere saraydan ayrıldı. Son bir kez dönüp, uzun süre ayrı kalacağı evine bakarken, sarayın ihtişamı gözlerine çarptı. Saray, yüksek kuleleri ve büyüleyici mimarisiyle adeta gücün somut bir tezahürüydü. Beyaz mermerden inşa edilmiş ana bina, çevresindeki her şeyi adeta gölgede bırakıyordu. Mermerin içine işlenmiş ince altın damarlar, gün ışığında parıldayarak yapıya mistik bir ışıltı katıyordu. Cephesi, karmaşık oymalar ve detaylı kabartmalarla süslenmişti. Devasa sütunlar, sarayın altın giriş kapısını çevreliyor ve göğe doğru uzanıyordu, sanki birer sanat eseri gibi. Spiral biçimdeki sütunlar, safir ve zümrüt taşlarla süslenmişti, her bir detayı büyük bir ustalıkla işlenmişti. Ana giriş kapısı ise tamamen saf altından yapılmış ve ihtişamıyla hayranlık uyandırıyordu.
Sarayın iç mekânı, dışındaki görkemin ötesine geçiyordu. Ana salona adım atan herkes, yüksek tavanın altında asılı duran devasa avizelerden gözlerini alamazdı. Milyonlarca küçük parça şeklinde kesilmiş elmastan yapılmış bu avizeler, ışığı bir prizma gibi yansıtarak her köşeye renkli huzmeler yayıyordu. Tavanda, büyük atanın tahta çıkışını betimleyen bir sahne, sanatçıların elleriyle özenle boyanmıştı. Zeminde ise mavi, siyah, kırmızı ve beyaz mermerden yapılmış karmaşık bir mozaik bulunuyordu. Bu mozaik, kutsal bir geometrik şekli oluşturuyordu; anlamı ve tasviri büyük bir sır olarak saklanıyor, kimsenin bu şekle yüksekten bakmasına ve üzerinden geçmesine izin verilmiyordu. Yeni tahta çıkan her kraliçe, bu şeklin önünde diz çökerek tacını devralırdı. Duvarlar tamamen altın kaplamaydı ve nadir bulunan mücevherlerle işlenmiş desenler, salonun her köşesine ayrı bir görkem katıyordu.
Taht odası ise sarayın en etkileyici bölgesiydi. Saf altından yapılmış ve yakut ile zümrüt taşlarla süslenmiş taht, odanın merkezinde görkemle yükseliyordu. Tahtın arkasındaki devasa pencereler, dış dünyayı odanın içerisine taşıyor ve odaya masalsı bir hava katıyordu. Sarayın diğer bölümlerine kıyasla bu pencereler oldukça sadeydi ancak ihtişam dolu bu yapının içinde dahi duru güzellikleriyle dikkat çekiyorlardı. Bu görkemli yapının adı Aurealis Şafak Sarayıydı.
Görev için yapılan gemiye bindi ve hemen kalkış yaparak gezegenden ayrıldı. Tosia, büyük bir güneşin etrafında dönen on üç gezegenden biriydi ve bu sistemdeki en büyük altıncı gezegen olarak dikkat çekiyordu. Yüzeyinin büyük bir kısmı ormanlarla kaplıydı, fakat bu her zaman böyle değildi. Rivayete göre, büyük atası tahta çıktığında gezegendeki ormanlar neredeyse yok olma noktasına gelmişti. Bunun üzerine, ani bir karar alarak geniş çaplı ağaçlandırma çalışmaları başlatılmıştı. Bugün, o dönemde dikilen ağaçların en eşsiz olanı sarayın bahçesinde bulunuyordu; iki metre boyunda kristal yapraklı, benzersiz bir ağaç. Bu ağacın kökeni ve nasıl buraya geldiği hala bir sır olarak kalmıştı.
Ormanlar, yalnızca yüzlerce metre yüksekliğe ulaşan devasa ağaçlarıyla değil, barındırdığı eşsiz ekosistemiyle de büyüleyiciydi. Ağaçların yaprakları geceleri fosforlu bir ışık yayarak ormanlara büyülü bir atmosfer katıyor, zemin ise yosunlarla kaplanmış yumuşak bir halı gibi seriliyordu. Ormanın derinliklerinde dev mantarlar, ışıldayan çiçekler ve köklerden süzülen minik su damlaları bulunuyordu. Ormanların canlı dünyası da bir o kadar etkileyiciydi. Gökyüzünde süzülen devasa kuşlar, ağaçların arasında hareket eden parlak kanatlı böcekler ve polenlerden beslenen zarif kelebekler, her köşede yaşamın enerjisini hissettiriyordu.
Gezegenin okyanusları ise başka bir büyüleyici manzara sunuyordu. Güneş ışığı altında koyu mavi parıldayan bu sular, gece olduğunda yıldızlı bir gökyüzünü andıran bir ışıltıya bürünüyordu. Okyanuslar, büyüklükleri adeta küçük bir kıtayı andıran mercan resifleriyle süslenmişti. Bu mercanlar, florasan renklerde parlayan organizmalarla doluydu ve gece manzarasına unutulmaz bir güzellik katıyordu. Derin sular, gemi büyüklüğündeki yüzen denizanalarına ve parlak dev balıklara ev sahipliği yapıyordu. Bu devasa yaratıklar, okyanusların sakinleri olarak gezegenin ekosistemiyle uyum içinde yaşıyor ve doğal döngünün bir parçası oluyordu.
Yaşadıkları galaksi, sarmal bir yapıya sahip olup, iki komşu galaksiyle senkronize bir şekilde Evren'de dönüyordu. Atalarının binlerce yıllık araştırmaları sonucunda, içinde bulundukları Aerenia galaksisinde kendilerinden başka yaşayan bir ırk tespit edilmemişti. Gidilen sistemlerdeki gezegenlerde yaşama dair izler tespit edilmiş olsa da, yaşayan hiçbir ırka rastlanmamıştı. Yaşadıkları sistemin adı Cyclon'du ve sistemden ayrılıp Uxaa galaksisine doğru ışık hızında harekete geçti. Uxaa'ya ulaşmak o kadar kolay olmadı, neredeyse hiç mola vermeden ilerledi. Sonunda, hedefine neredeyse ulaşmıştı fakat önünde hala gidilecek daha uzun bir mesafe vardı. Birkaç gün ya da hafta, zaman kavramını kaybetmişti. Nihayet, henüz ittifaklarına katamadıkları ve hakkında hiçbir bilgileri olmayan galaksiye ulaşmıştı.
Mirena, gemisinin içinde yalnızca karanlık hatıralarla kalmıştı. Aniden geminin sistemlerine giren bir tehdit alarmı, onun ve ailesinin hayatlarını altüst etmişti. Aile üyelerinin kendilerini feda ederek Mirena'nın kaçmasına izin verdikleri o anlar, hafızasında bulanık bir şekilde yer etmişti.
Şimdi, bir askerin sesinde ki tehdit ile zoraki bir şekilde üsse iniş yapmıştı. Etrafı askerlerle çevrilmişti ve bunların soruları karşısında daha fazla gözyaşı dökemedi.
"Sen kimsin ve nereden geliyorsun?" diye sordu asker, elleri tetikte.
Mirena, derin bir nefes aldı, gözleri yaşlıydı ama hala soğukkanlı kalmaya çalışıyordu. "Bilmiyorum," dedi, "Bildiklerim sadece saldırıya uğradığımız ve ailemin kendilerini feda edip benim kaçmama izin verdikleri."
"Onu hemen sorgu odasına götürün. Daha detaylı sorgulamamız gerekiyor. Sonuçta düşmanın casusu olabilir," dedi biri askerlerden birisi.
Mirena, kendisini yere bırakıp ağlamaya başladı. Hatırladığı her şeyin acısı onu bir kez daha sarmıştı. Alarm, kaos, düşman gemilerinin aniden gezegenlerine saldırması... O anları anlatmakta zorlanıyordu, ama bir şey vardı; galaksisi, yok edilen gezegeni, onu savunamayan bir halkı... Hepsi karanlık ve belirsizdi.
'Byda, onu odama getir,' diye ses duyuldu hoparlörden.
"Emredersiniz, efendim," dedi asker, Mirena'yı yanına alarak komutanın odasına doğru ilerledi. Oda kapısına geldiklerinde asker kapıyı çaldı ve içeri girdiler. Komutan, koltuğunda sakin bir şekilde oturuyordu.
"Otur," dedi. Mirena, gergin bir şekilde oturdu ve askerler, ona bir oda hazırlayıp yemek ve içecek getirmeleri için komutanın emriyle dışarı çıktılar.
Bir süre sonra askerler, ellerinde yemek ve içeceklerle geri döndü. Bu sırada komutan, karşısındaki kişiyi dikkatle süzdü. Gözlerindeki sert ifade hafifçe yumuşarken, ağır ama kararlı bir sesle konuştu:
"Yemeğini yesen iyi olur," dedi. "Görünüşe göre oldukça yorgun ve açsın. Susuz kalmış gibisin. Ben bu üsten sorumlu komutan Xraw. Yevrs ırkına mensubum."
Irkının karakteristik fiziksel yapısını taşıyordu. Güçlü ve kaslı vücudu, savaşçı bir halktan geldiğinin en açık göstergesiydi. Derisi, ırkına özgü şekilde koyu kahverengi ile siyah arasında değişen tonlarda bir renge sahipti. Yüz hatları belirgin ve sertti; güçlü çene yapısı ve keskin elmacık kemikleri ona otoriter bir hava katıyordu. Derin beyaz gözleri, karşısındakini adeta delip geçiyor, kısa mor saçları ise disiplinli duruşunu tamamlıyordu.
Xraw, sözlerini bitirdikten sonra karşısındaki kişinin tepkisini ölçmek istercesine kısa bir süre bekledi. Sert mizacına rağmen, sözlerinde bariz bir emirden çok, bir savaşçının diğerine gösterdiği anlayış ve rehberlik vardı.
"Evet, öyle. Oldukça uzak bir yerden geliyorum. Yaşadığım yerin en yakın korunaklı bölgesi burasıydı."
"Anlıyorum. Peki, bana yaşadığın galaksiyle ilgili daha fazla bilgi verebilir misin?"
"Aerenia galaksisi," dedi. "Burası her ne kadar uzak bir yer olsa da..."
Mirena, komutanın gözlerinde bir anlık dikkat ve anlayış gördü. Bu, beklediği bir şeydi, ama yine de bir iç rahatlaması duymuştu. Gerçekten uzak bir galaksiden gelmişti ve buradaki herkesin bu gerçeği anlaması uzun zaman alabilirdi.
"Anlıyorum, Aerenia demek, o isimde bir galaksi olduğunu bilmiyordum. Gerçi Evren'de keşfedilmemiş çok yer var, o yüzden olabilir. Bu galaksinin adı Gysk," dedi. Gözleri, Mirena'nın ruh halini ve söylediklerini anlamaya çalışıyordu.
"Bir sorun mu var?"
"Irkına yapılan saldırı ile ilgili söylediklerini düşünüyordum sadece. Gerçekten saldıranları hatırlamıyor musun?"
Mirena, bir an için başını çevirdi, karanlık hatıralarla dolu zihninde geçmişi toparlamaya çalıştı, ama her şeyin karanlık bir örtüyle kaplı olduğunu hissetti. "Evet, hatırlamıyorum. O sırada oldukça fazla şey oldu ve ben..." Cümlesi yarıda kaldı, sesi titredi.
"Anlıyorum. Kendini zorlamana gerek yok. Birkaç gün misafirim olacaksın, sonra da ittifaka yaşadığın galaksi ile ilgili daha ayrıntılı bilgi vermem gerekecek."
"İttifak mı?"
"Arcas ittifakı. Reinaz, Evren'i ele geçirmeye çalışıyor ve Arcas, buna engel olmaya çalışıyor."
"Bundan emin misiniz?"
"Bir sorun mu var?"
"Evet, var. Bize saldıranlar Reinaz değildi. Bunu çok iyi hatırlıyorum."
"Kimdi o zaman, söyleyebilir misin?"
"Wahg adında bir ırk," dedi. Söyledikleri, bir kaybın derinliğini ve ruhundaki boşluğu taşıyordu.
"Wahg mı? İlk defa böyle bir ırk ismi duydum. Sen tam olarak nereden geldin, söylersen ırkından hayatta olanlar var mı diye kontrol edebiliriz," dedi. Kafasında birden çok soru belirdi, ama tüm bunları hemen çözmeye çalışıyordu.
"Hayatta kalan kimse kalmadı, tüm gezegenim yandı," dedi, sözleri sanki geçmişin acısını yeniden açıyordu.
"Anlıyorum. O zaman size saldıranları ittifaka bildirmem gerekiyor," dedi. Sesindeki ciddiyet, olayın ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu. Bir asker içeri girdi ve Mirena'yı alıp kalması için ayarlanan odaya götürmek üzere komutayı aldı.
•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
"Efendim, sizce doğruyu mu söylüyor?" diye sordu Byda, Mirena'nın söylediklerini sorgulayan bir ifadeyle.
"Bilmiyorum. Birkaç gün kendisini misafir etmemiz gerekiyor. Bu sürede de ittifak ile iletişime geçip, ana üslerden birisine götürülmesi gerekecek," dedi Xraw, sesindeki belirsizlik ve kararlılık arasında bir denge kurarak.
"Sizce saldırıyı yapanlar ile..." diye sorusunu tamamlamaya çalıştı, ama komutan hemen yanıt verdi.
"Bilmiyorum," dedi, gözlerini uzaklara dikip. "Evren oldukça geniş ve daha keşfedilmemiş bölgelerde var. Belki bize oldukça yakın bir keşfedilmemiş bölgeden gelen birisidir ve ırkına da oradan bir ırk saldırıp yok etmiştir."
"Şimdi ne yapacağız peki? Başımızda zaten Arcas vardı, şimdi de Wahg çıktı," diye sordu, tedirgin bir şekilde.
"Belki o ırk da Arcas'tır ve her nereden geliyorsa, o bölgede Wahg olarak biliniyor olabilir," dedi. Sözlerinde bir ihtimal ve bir belirsizlik vardı, ama aynı zamanda bu olayın ciddiyetine dair bir farkındalık da taşıyordu.
"Bu arada neden ona yalan söylediniz?"
"Yalan mı? Hangi konuda?"
"Arcas ve Reinaz hakkında söyledikleriniz..." diye mırıldandı.
"Onu sadece denemek istedim," dedi, gözlerini daraltarak. "Ama ona tam olarak güvenmiyorum. Şimdilik gözetim altında tutun ve attığı her adımı anında bilmek istiyorum."
"Emredersiniz efendim," diyerek hızlıca çıktı. Odada yalnız kalan Xraw, düşüncelerini toplarken, Mirena'nın söylediklerinin ne kadar gerçek olduğu konusunda kendi içinde bir belirsizlikle mücadele ediyordu.
•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
Akşam yemeğinde, üs komutanı Xraw ile birlikte oturuyordu. Yemek, sessiz bir ortamda sürerken, komutan birden Mirena'ya dönüp, "Nasıl gözüküyorlar?" diye sordu, Wahg ırkı hakkında daha fazla bilgi edinmek istediği belliydi.
"Nasıl mı?"
"Evet," dedi, gözlerinde bir merak parıltısı. "Nasıl bir ırk şu Wahg?"
"Uzun boyları var," dedi, gözleri uzaklara dalarak. "Ve uzun beyaz saçları var ama bizim saçlarımız gibi değil. Saçları daha çok dokunaç gibi ve birbirleriyle bu dokunaçları kullanarak iletişim kuruyorlar."
"Onlarla ilgili başka ne biliyorsun?"
"Pek bir şey bilmiyorum," dedi, sesi biraz kırık bir şekilde. "Bu bilgileri bile daha önce yakalanıp üzerinde araştırma yapılan ırkın bir üyesinden öğrendik ama genetik yapılarını bir türlü çözemedik."
"Siz mi yaptınız bunu?"
"Hayır," dedi, sesinde belirgin bir hüzün vardı. "Galaksimizdeki diğer ırklar birleşip Wahg'a savaş açmışlar. Bir şekilde Wahg geri çekilmek zorunda kalmış ama kurulan ittifak oldukça fazla zarara uğramış. Bir şekilde birisini yakalamayı başarmışlar ve üzerinde incelemelerde bulunmuşlar."
"Peki, bu savaş ne zaman oldu? Sonuçta ittifakımız bu savaşı ve senin ırkını da Wahg ırkını da daha önce hiç duymadı."
"Ben bilmiyorum," dedi, sesi yorgun ve üzgündü. "Annemin anlattığına göre iki yüz yıldan fazla olmamış sanırım. Bu savaştan sonra Wahg nedense hiç saldırıda bulunmamıştı, ta ki birkaç gün önce... ya da hafta mı, artık hatırlamıyorum... aniden saldırdılar ve karşılık vermemize bile izin vermeden bizleri yok ettiler."
Xraw, söylenenleri dikkatle dinlerken, içindeki şüpheleri ve soruları bastırmaya çalışıyordu. Wahg, bilinmeyen bir tehdit gibi karanlıkta kalmış, ancak şimdi, Mirena'nın söylediklerine göre yeniden ortaya çıkmıştı. Bu yeni bilgi, ittifak için tehlikeli bir dönemin habercisi olabilirdi.
"Anlıyorum," dedi. "Ailenin ölümü senin için zor olmuş olmalı."
"Evet, oldukça zordu," dedi, sesi boğuk bir şekilde. "Sonuçta annem ve babam ben kaçabileyim diye düşmanla çatıştılar ve ben onların ölümlerini gördüm." Sözlerini söylerken gözlerinden yaşlar süzüldü, gözleri doldu ve sessizce ağlamaya başladı.
"Seni anlıyorum," dedi, sesinin tonu daha yumuşak bir hale gelerek. "Burada gördüğün çoğu kişinin de ailesi aynı şekilde öldürüldü."
"Öldürüldü mü, yoksa Wahg sizlere de mi saldırdı?" diye sordu, sesinde bir miktar korku vardı.
"Hayır, bize saldıranlar Wahg değil," dedi. "Evren'in bu tarafında Arcas adında bir ırk var ve tüm Evren'i ele geçirmek için uğraşıyor. Ama Reinaz ittifakı buna engel olmak için elinden geleni yapıyor."
"Ama siz bana demiştiniz ki..." diye başladı, sözlerinin anlamını tartarak.
"Ne dediğimi biliyorum," dedi, bir adım geri atarak ve derin bir nefes aldı. "O sadece senin düşmanın casusu olmandan şüphelendiğimiz için bir oyundu. Gerçek ise bu işte, Arcas Evren'i istiyor, Reinaz ise buna engel olmaya çalışıyor."
"Anlıyorum. Peki, Arcas ve Wahg bir şekilde bağlantılı olabilir mi?"
"Bu mümkün değil," dedi. "Senin anlattıklarına bakacak olursak, tamamen farklı iki ırk."
"Bundan nasıl emin olabilirsiniz?"
"Nasıl mı?" diye yanıtladı. "Öncelikle senin anlattıklarına bakılırsa, Wahg uzun boylu ve uzun beyaz saçlara sahip. Ve bizim saçlarımız gibi gözükmüyor. Saçları daha çok dokunaç gibi ve birbirleriyle bu dokunaçları kullanarak iletişim kuruyorlar. Arcas ise yarı makine bir ırk ve üst düzey liderlerini bilen kimse yok."
"Yarı makine mi? Yani kendilerini makineye mi çevirmişler?"
"Hayır, önde gelenler değil," dedi. "Bize saldıranlar, daha doğrusu Evren'deki ırklara saldıran kişiler yarı makine."
"Bu çok korkunç birisi neden kendisini yarı makineye çevirmek istesin ki?" dedi, sesinde bir korku vardı.
"Bu onların elinde olan bir şey değil," dedi. "Arcas saldırı yaptıktan sonra öldürdüklerini alıp yarı makineye çeviriyor ve Evren için oldukça tehlikeliler."
"Wahg kadar olamazlar; onlar çok korkunçlar," dedi, derin bir nefes alarak. "Ve ırkımızın ileri gelenlerinin anlattıklarına göre, saldırdıkları ırklardan canlı kalanlar olursa, onları canlı bir şekilde yiyorlarmış, bir çeşit yamyamlarmış."
"Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye sordu, elindeki bardağı yere düşürürken gözleri şaşkınlıkla açıldı.
"Evet, farkındayım," dedi, ancak içinde bir belirsizlik vardı. "Ama bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum."
Xraw, derin bir nefes alarak, sessizce başını iki yana salladı. Bu tür korkunç bilgiler, Evren'in çok daha karmaşık ve tehlikeli bir hal alabileceğinin sinyalini veriyordu.
"Wahg ile ilgili daha fazla ayrıntı ve nerede yaşadıklarını söylersen, ittifaka bilgi vereyim ve hemen onlarla ilgileniriz," dedi, ancak Mirena'nın yüzünde bir kararsızlık vardı.
"Bu mümkün değil," diye yanıtladı, "Onlar çok güçlü; onları asla yenemezsiniz."
"Merak etme, ittifak oldukça güçlüdür."
"Güçlü mü? Eğer güçlüyse, şu Arcas neden hala Evren'e tehdit oluşturuyor?"
"Arcas'ın teknolojisi oldukça gelişmiş durumda ve saldırı yapacağı zaman bile geniş çaplı küçük saldırılar yapıyorlar; o saldırılar şaşırtma amaçlı oluyor ve asıl saldırılarını gizliyorlar."
"Belki içinizde onlara bilgi sağlayanlar vardır."
"Bu mümkün değil."
"Nasıl emin olabilirsiniz ki?" diye sordu, şüphe dolu bir bakışla. "Ben buraya bu sabah geldim ve şimdi de seninle oturmuş konuşuyorum. Yani Arcas bile bunu rahatlıkla yapabilir."
"Bu konuda haklısın," dedi. "Senin anlattıklarına bakılırsa, sen bizim bölgemizden bile değilsin ve buraya en yakın keşfedilmemiş bölgedeki galaksiden gelmişsin."
"Keşfedilmemiş bölge mi? Bu da ne demek?"
"Keşfedilmemiş bölge," dedi, "bizim yani Reinaz'ın keşfedemediği ve haklarında hiçbir şekilde bilgimizin olmadığı bölgelerdir. Senin geldiğin rotaya bakarak, bu bölgelerden birisinden geldiğin anlaşılıyor."
"Anlıyorum, o zaman bana ne yapacaksınız?"
"Sana mı?" diye tekrarladı. "Yakında ana üsten bir gemi gelip seni alacak ve Asıtae ana üssüne götürüleceksin."
"Yani benden bir an önce kurtulmak istiyorsunuz."
"Senden kurtulmak mı? Aslında buradan gitmeni istemem ama buna mecburum," dedi. "Sonuçta, ben bu üssün lideri olsam da, benim üstümde de ana liderler var ve ben onların emirlerini uyguluyorum. Seninle ve anlattıklarınla ilgili bilgileri anlatınca, seni daha detaylı araştırmak için ana üsse götürülmen kararlaştırıldı."
"Anlıyorum, peki orada işim bitince buraya gelebilir miyim?"
"Bu benim kararım ile olacak bir şey değil," dedi. "O yüzden bir şey söyleyemem." Ardından, yemekten sonra odasına geçip evini düşünmeye başladığında, Mirena'nın aklındaki soru işaretleri çoğalmıştı.
Sabah, Mirena uyandığında, ana üsse götürmek üzere bir geminin gelmiş olduğunu fark etti. Derhal gemiye bindi ve yola çıktılar. Bu süre boyunca, sürekli gözetim altında tutuldu. Ana üsse vardıklarında, bir kadın asker hızla yanlarına yaklaştı ve "Size onu bağlamanızı söyleyen kimdi?" diye bağırdı. Ellerindeki ve ayaklarındaki kelepçeleri çözdü, ardından "Beni takip et," dedi, Mirena'ya bakarak.
Mirena'nın gözleri bir an için askerin görkemli görüntüsüne kaydı. Askerin uzun beyaz saçları ve porselen gibi pürüzsüz teni, adeta ışık altında parlıyordu. Gözleri ise kristal mavisi rengindeydi, uzun ve koyu kirpikleri, gözlerini daha da belirginleştiriyordu ve ne olacağını bilmeden, askerin arkasından adım attı.
"Askerlerin yaptıkları için üzgünüm, Mirena, sonuçta düşmandan olabilirsin."
"Hayır, Arcas'ı kastediyorsanız onlardan değilim, ayrıca ismimi nereden biliyorsun?"
"Arcas'ı duydun demek?" diye sordu, ardından daha ciddi bir şekilde devam etti, "İsmine gelince, Gysk'tan bilgilerin geldi, o yüzden unuttun galiba."
"Evet, Gysk'ta bulunduğum üssün lideri Xraw bana Arcas'ı anlattı; oradan biliyorum."
"Anlıyorum. Peki, şu size saldıran ırk neydi adı?"
"Wahg ırkı."
"Ha, evet. Wahg," diye mırıldandı, ardından şüpheyle Mirena'ya bakarak, "Gerçekten Arcas ile bağlantıları olmadığına emin misin?"
"Evet, eminim. Dün konuştuk ve ikimizin de anlattıkları farklı ırklar."
"Sanırım öyle ama bundan tam olarak emin olmamız lazım. Bu arada, Gysk galaksisine en yakın keşfedilmemiş bölgeden geliyormuşsun."
"Keşfedilmemiş bölge değil. Hepimiz aynı Evren'de yaşıyoruz, neden böyle söyleyip duruyorsunuz anlamış değilim."
"Kim bilir, ana liderler o bölgeler keşfedilmediği için bu isimle anılmalarına karar verdi," dedi, anlamaya çalışarak. "O yüzden beni yanlış anlama, ayrıca benim ırkım için tüm Evren keşfedilmiş durumda."
"Irkın için mi, bu da ne demek şimdi?"
"Önemli bir şey değil, o yüzden boş ver," diyerek konuyu geçiştirdi.
"Peki, öyle olsun," dedi. İkisi sessizce yürümeye devam etti ve kısa süre sonra ana liderin odasının önüne geldiler. Asker kapıyı vurmayı gereksiz bularak doğrudan içeri girdi. Ana lider, onları görünce bir el işaretiyle oturmalarını işaret etti.
"Ben bu üssün lideri Kudal. Rvar ırkındanım," dedi. Sözleri, bir emir vermekten çok, kendisini tanıtan ama aynı zamanda otoritesini vurgulayan bir ağırlık taşıyordu.
Kaslı ve uzun boylu yapısı, onu bulunduğu ortamda anında dikkat çeken biri haline getiriyordu. Derisi, ırkına özgü koyu yeşil, kahverengi ve siyah tonlarının uyumlu bir karışımıydı, ışıkta hafifçe dalgalanan gölgeler oluşturuyordu. Gözleri derin kahverengi renkteydi, bakışları sert ve delici bir ifadeye sahipti. Saçları yoktu, bu da yüz hatlarının daha keskin görünmesini sağlıyordu.
Sözlerini bitirdiğinde, Kudal karşısındakinin tepkisini ölçmek istercesine kısa bir an duraksadı. Sert mizacına rağmen, duruşunda salt bir otorite değil, aynı zamanda dikkatli bir gözlemcinin soğukkanlılığı da vardı.
Mirena, yerini aldıktan sonra, içeri başka birinin girmesiyle ortam değişti. Yeni gelen kişi, yanına oturup dikkatlice incelemeye başladı.
"Bir sorun mu var acaba?"
"Hayır, ben üssün doktoruyum," dedi, sakin bir şekilde. "O yüzden seni incelemem gerekiyor. En belirgin özelliği saçlarının rengi daha önce hiç bu renkte bir saç görmemiştim," diye ekledi, gözlerinde bir merak vardı.
"Saçlarım mı? Ne demek istiyorsunuz?"
"Saçlarının biraz farklı daha önce bu tarz bir saç görmemiştim."
"Irkımın özelliği, ilk doğduğumuz zaman saçlarımız beyaz renktedir ama yaşımız ilerledikçe kırmızıya dönüşür, eminim ki Evren'de benim saçlarım gibi saçları olan başkaları da vardır," dedi, açıklamasına kendi inancı ile devam etti.
"Hayır, keşfedilmiş Evren'de ilk kez böyle bir şey görüyorum," dedi. "Fakat keşfedilmemiş bölgeler ile ilgili bilgi sahibi olmadığım için bir şey söyleyemeyeceğim."
Mirena, bu cevabı bir süre sindirmeye çalıştı, ama içinde daha fazla soru belirdi.
"Doktor Aora, lütfen misafirimizi daha fazla rahatsız etmeyin," dedi ana lider, sesinde hafif bir sertlik vardı.
"Emredersiniz, lider Kudal," dedi doktor, ancak ciddi bir şekilde ekledi, "Ama onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istiyorsak, onu makineye bağlamamız lazım."
"Makineye mi?" dedi odaya getiren asker.
"Evet, makineye bağlamamız lazım," diye yanıtladı doktor. "O yüzden sen hemen odama git ve asistanımdan makineyi alıp gel."
Asker, komutanının işaretiyle odayı terk etti ve birkaç dakika sonra elinde bir çantayla geri döndü.
"Tamam, sakin ol ve ani hareketlerde bulunma. Merak etme, canını yakmayacak," dedi Doktor, Mirena'ya dönerek. "Sadece bize anlattıklarının doğru olup olmadığını anlamamız gerekiyor," diye devam etti, ardından kafasına makineyi bağladı. Birkaç dakika sonra ekranda birkaç şey belirmeye başladı ve doktor, ekrandaki bilgileri inceledikten sonra kafasından makineyi çıkardı.
"Anlattıkları doğru, makine de her şeyi doğruladı," dedi Doktor Aora ve başını sallayarak ekledi, "O yüzden ona güvenebiliriz."
"Peki, o zaman doktor, siz çıkabilirsiniz," dedi. Doktor, odadan ayrıldıktan sonra, lider biraz pişman bir şekilde, "Bunun için üzgünüm ama ne olur olmaz, düşmandan olmadığını ispatlamamız lazımdı."
"Şimdi bana inandınız mı?" diye sordu, sesinde biraz hüzün vardı.
"Evet," dedi Kudal, kesin bir tonla, "Makineler asla yalan söylemez ve gözükenler de tıpkı anlattıkların gibiydi."
"O zaman geldiğim üsse geri dönebilir miyim?"
"Neden acele ediyorsun, anlamış değilim."
"Ben sadece o üs evime yakın. Bu yüzden orada olunca, evimdeymişim gibi hissediyorum," dedi Mirena, açıklamasında bir nevi özlem vardı.
"Seni anlıyorum, ama bir süre daha misafirimiz olacaksın, Mirena," dedi. Ardından, liderin yanına getiren asker, Mirena'yı kalması için hazırlanan odaya götürdü.
"Ben Yue, bir sorun olursa benimle iletişime geçersin," dedi ve odadan çıktı.
Mirena, odada yalnız kaldığında, içinden bir kahkaha attı. Makineler demek yalan söylemez, ha? diye düşündü. Bir makineyi kandırmak o kadar kolay ki, bir bilseniz... Aptallıklarını düşündü ve sonra soyunup duşa girdi, suların altında rahatlayarak, her şeyin çok daha karmaşık olduğunu fark etti.
•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
"Makinedeki sonuç gerçekten çok ilginçti," dedi Lows, odadaki sessizliği bozan ilk cümleyi kurarak.
"Evet, öyle," diye yanıtladı Kudal, biraz daha dikkatli bir şekilde. "Anlattıklarıyla uyuşuyor, yine de ona güvenmiyorum. O yüzden bir süre misafirimiz olacak ve onu sıkı bir gözetim altında tutmamız lazım."
"Emredersiniz, efendim."
"Diğer ana liderlere elde ettiğimiz bilgileri gönder."
"Peki, yaşadığı yeri ve şu Wahg'ı ne yapacağız?"
"Keşfedilmemiş bölgede yaşıyor, o yüzden şimdilik bu konuyu araştıracağımızı söyle," dedi, düşünceleri hızla şekillenirken. "Ve şimdilik onu burada tutmamız gerekiyor."
"Emredersiniz, efendim," diye yanıtladı Lows ve odadan çıktı. Kudal, odanın kapısının kapanışını izlerken derin bir nefes aldı, odadaki sessizlik bir an daha uzun sürdü.
O sırada Yue içeri girdi ve sesindeki merakla Kudal ona doğrudan "Sence anlattıkları..."
"Doğru olabilir ama..." diye başladı Yue, şüpheyle kafasını sallayarak.
"Sende ona fazla güvenmiyorsun, değil mi?"
"Evet, öyle," dedi, derin bir nefes alarak. "Ve hemen onu buradan göndermemiz lazım."
"Nereye göndereceğiz?"
"Shnk galaksisi," dedi, kesin bir tonla. "Bence orada olursa, elimizden kaçması imkânsız olur."
"Neden Shnk galaksisi? Ana üslerden birisi değil."
"Shnk, yasak bölgeyi izlediğimiz bir üs. Oradan kaçarsa gidebileceği tek yer Kızıl Kan olur. O yüzden elimizden kaçması imkânsız olur ve böylece onu rahatça kontrol altına alırız."
"Peki, o zaman Yue, sende onunla gideceksin," dedi, bir an duraklayarak, "Gerekli emirleri ben ayarlayacağım. Ayrıca gideceğin üssün lideri olacaksın, yani itiraz kabul etmiyorum."
"Lider mi? Bu da nereden çıktı?"
"Bunu uzun zamandır düşünüyordum," dedi, gülümseyerek. "Sonuçta oldukça yeteneklisin ve seni ödüllendirmemiz gerekiyordu. O yüzden hazırlıklarını yap. Birkaç güne Shnk'e gidip üssün komutasını ele alacaksın ve bu süre boyunca Mirena'yı gözlemleyeceksin," dedi. Son cümlesini söylerken kararlı bir ton kullanmıştı.
Yue, her zaman ki umursamaz bir tavrıyla, "Anlaşıldı," dedi ve odadan çıktı. Kudal, içindeki karanlık düşüncelerle yalnız kaldığında bir anlığına derin bir nefes aldı, sonra hızla yeni bir plan için düşüncelerine daldı.
•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
"Neden buradan gidiyoruz, anlamış değilim?" dedi Mirena, kafasında beliren karışıklığı bastırmaya çalışarak.
"Seni başka bir üsse götürmem istendi," dedi Yue, sakin ama kararlı bir ses tonuyla. "Ve hakkında daha fazla bilgi edinmemiz gerekiyor."
"Makineden yeterli bilgiyi aldığınızı zannediyordum."
"Aldık ama ana liderler, senin hakkında daha fazla bilgi edinmemi istedi," dedi, suratında hiçbir duygu yansıtmadan. "Güvende olman için seni, benimle birlikte görev alacağım üsse götürüyorum."
"Anlıyorum," dedi, gözlerini kısıp biraz düşünerek. "Gysk'a gitmeyi daha çok istiyorum."
"Nereye gittiğimiz senin için oldukça önemli, galiba."
"Gysk evime yakın," dedi, gözlerinde bir özlem belirerek. "Bu yüzden kendimi evimde gibi hissediyorum."
"Anlıyorum ama bu senin güvenliğin için," dedi, Mirena'nın bakışlarından ve tavırlarından tedirginliğini fark ederek. "Anla lütfen, buradaki her şey senin güvenliğin için."
"Nereye gidiyoruz peki?"
"Shnk galaksisine."
"Shnk mi? Orası da neresi?"
"Asker," dedi, hemen bir askere döndü. "Hemen gösteriyorum efendim," diye karşılık verdi asker.
Asker, kısa bir süre sonra önlerinde bir harita açtı. Yue, dikkatlice haritayı incelerken, Mirena'nın da gözleri haritadaki yeni bölgelere kaydı. Yönlerini değiştirecekleri yer hakkında daha fazla bilgi almak istiyordu ama zaman kaybetmektense harekete geçmenin gerekliliğini biliyordu.
Mirena haritayı incelediği sırada, askerlerden biri yaklaştı ve dikkatlice, "Efendim, üsse ulaştık, ışık hızından çıkmak üzereyiz," dedi.
"Peki, o zaman konuşmamıza daha sonra devam ederiz," dedi Yue. Üsse inişinin ardından birkaç gün boyunca Yue'yi göremedi. Bir süre sonra, Yue onu odasına çağırttı. Birkaç kısa konuşmanın ardından, birlikte odadan çıkıp kontrol odasına doğru yöneldiler.
"Efendim," dedi bir asker, sessiz bir şekilde.
"Bir sorun mu oldu?" diye sordu Yue.
"Hayır, efendim, göreve başlamak için sizi bekliyorduk, o yüzden."
"Anladım, o zaman başlayalım."
Hangardan bir gemi çıktı ve hiç vakit kaybetmeden ışık hızında Kızıl Kan'a doğru ilerlemeye başladı. Galaksiye yaklaştıklarında, gemi ışık hızından çıktı. Son birkaç kontrolü yaptıktan sonra tekrar ışık hızına girdi ve bağlantı bir anda kesildi.
"Efendim, gemi yok edildi."
"Anlıyorum, demek ışık hızındaki gemiler, o atışlardan kaçamıyor."
"Maalesef, efendim, görünüşe göre gemi bir önceki denemede yok edilen yerde yok edildi."
"Yani kalkan etki alanı değişmemiş, öyle mi?"
"Evet, efendim."
"Tamam," dedi, "Hemen bu bilgileri gerekli yerlere gönder."
Odanın kapısından çıktıktan sonra, Mirena kendi odasına doğru yöneldi. Bir şekilde bunun gerçek olup olmadığını kendisi kontrol etmek istiyordu. Hangara inip gemisine bindi. Üsten ayrıldıktan sonra, ışık hızında Kızıl Kan'a doğru hareket etmeye başladı. Tam geminin yok edildiği yere yaklaşırken, birden sistemdeki kontrollerin kaybolduğunu hissetti.
Yue'nin sesi kulaklarında yankılandı:
"Geminin kontrollerini ele geçirdim."
Gemi hızla geri döndü ve Mirena, elinde olmayan bir şekilde tekrar üsse getirildi. Yue, Mirena'nın gözetim altında tutulmasını emretti.
•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
Yue, Mirena'dan ayrıldıktan sonra odasına geçip duşa girdi. Küçüklüğünden kalan bir alışkanlıkla, vücudu henüz tamamen kurumadığı halde yatağa uzandı ve gözleri tavana odaklandı. Zihninde, evinin ne kadar yakın olduğunu ama görevde olduğu için oraya gidemediğini düşündü. Ancak esas dikkatini çeken şey, Mirena'ydı—prenses Mirena. Diğerleri ona güvenebilir, ona inanabilirlerdi ama Yue, asla kandırılamazdı. Odanın içi sessizliğe bürünürken, birden kapı çaldı.
Yue hızla ayağa kalkıp geceliğini giyip kapıyı açtı. Karşısındaki asker, biraz tereddütle, "Efendim, özür dilerim ama..." dedi.
"Vücuduma bakmayı kes ve ne oldu söyle hemen."
"Özür dilerim efendim, Mirena hangardan kendi gemisi ile kalkış yaptı ve rotası yasak bölge."
"Hemen gemimi hazırlayın, iki dakika içinde kalkış yapacağım," dedi. Birkaç saniye içinde içeri girdi, hızlıca üstünü değiştirip hangara doğru yöneldi. Gemi hemen hazırlandı ve ışık hızında Mirena'yı yakalamak üzere harekete geçti.
Mirena'yı yakaladığında, kalkan etki alanına girmek üzere olduğunu fark etti. Gemisinin kontrollerini ele geçirip üsse doğru geri döndüler. Üsse inişinin ardından Yue, kesin bir emirle "Bugünden itibaren Mirena gözetim altında tutulacak. Kaldığı odanın kapısında sürekli nöbet tutulacak. Lavaboya bile gitse, anında haberim olacak. Anlaşıldı mı?" diye bağırdı.
"Emredersiniz efendim," diyerek komutları aldı ve hızla Mirena'nın odasına geçtiler.
Yue, odasına geri döndü ve tekrar duş alıp vücudunu kurulamadan yatağa uzandı. Bir yandan, olup bitenleri kontrol edebilmek için askerlerin zihinlerine odaklandı. Askerlerin zihinlerinden, çok önemli bir bilgi çıkmasa da birkaçının konuşmalarını duydu. Şunları söylüyorlardı:
"Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye sordu Tarm.
"Evet, farkındayım ve doğruyu söylüyorum," dedi Jord.
"Yani lider Yue'in odasına haber vermek için gittiğinde, odayı üstünde ince bir gecelikle açtı ve her yeri gözüküyordu," dedi Howd.
"Evet, gerçekten öyle," dedi Jord, ardından devam etti. "O kadar şaşırdım ki bana bağırınca kendime geldim.
''Ne diye bağırdı peki?'' diye sordu Tarm.
''Vücuduma bakmayı kes ve ne oldu, söyle hemen diye bağırdı. İnanın bana, gerçekten o halini görmeliydiniz, muhteşemdi."
"Belki bir sonraki sefere şu aptal yine bir şeyler yapmaya çalışır da bu sefer haber vermeye ben giderim ve böylece onun..." diye mırıldandı Howd.
"Aman Tanrım, kesin!" diye bağırdı Wou, gergin bir şekilde. "Bizimle ilgilenin aptallar, üs komutanımızın vücudu hakkında değil. Şu an burada biz varız ve siz aptallar, bizi bırakıp burada olmayan birisinin vücudu hakkında konuşuyorsunuz."
"Kes şunu, anladın mı beni? Siz üçünüz bizim eğlencemizsiniz ama bu başkaları hakkında konuşmayacağımız anlamına da gelmiyor," dedi Tarm.
"Acaba bu gece Yue komutanı ziyaret mi etsek, ne dersiniz çocuklar? Eminim şu an bile bir şekilde yatağındadır. Sabaha kadar onunla... ve onunla işimiz bitince artık bize..." dedi Howd gülerek.
"Güzel fikir," dedi Jord, dudaklarında yavaşça bir gülümseme belirerek. "O zaman bu üçüyle işimiz bitince sırada Yue komutan var," diye ekledi.
Otuz dakika kadar sonra, Yue'nin odasının kapısı çaldı. Odanın kapısı açılır açılmaz hemen askerlerin amaca yönelik bir hareketle ona saldırmaya çalıştıkları an geldi. Ancak, Yue hızla tepki verdi ve kısa sürede üçünü de yere serip etkisiz hale getirdi. Derhal alarmı çaldı.
"Efendim, iyi misiniz? Burada neler oldu?" diye sordu Orsx, gözleri endişeyle doluydu.
"Bu üçü, içimize sızan Arcas casusları olabilir ama tam olarak bilemiyorum," diye yanıtladı, gözleri sert ve keskin bir şekilde askerlerin üzerine odaklanarak. "Bana hemen bunların en yakın arkadaşlarını bulun, onları hemen sorgulayacağım ve bu üçünü de hapse atın."
"Emredersiniz efendim," dedi, hızla odadan çıkarak görevini yerine getirmeye yöneldi. On dakika sonra, sorgu odasında üç kadın asker vardı, hepsi tedirgin ve yüzleri beyazlamıştı.
"Anlatın bakalım, o üç aptal neyin peşindelerdi?" dedi Yue.
"Efendim, biz bir şey bilmiyoruz," dedi kadınlardan birisi.
"Bana bakın, o üç aptalı korumaya kalkmayın, anladınız mı beni? Eğer o aptalları korumaya devam ederseniz, siz üçünüz de o aptallar ile aynı muameleyi göreceksiniz. Wou, Uyr ve Lomr şimdi bildiğiniz her şeyi anlatın," dedi.
"Ama efendim, biz bir..." diye sözünü kesmeye çalıştı Lorm.
"Umurumda değil. O aptallar en son sizinle görülmüş. Şimdi bana neler olduğunu anlatın, ya da sizleri de onlara yapacağım gibi sorgudan sonra infaz ederim," dedi. Sesinin tonundaki sertlik, herkesi tedirgin etti.
Kadınlar, birkaç saniye tereddüt ettikten sonra, Wou en sonunda konuştu:
"Şey efendim, biz eğleniyorduk ve bir anda konu sizin odayı çıplak açmanıza döndü ve o üçü size..."
Yue'nin gözleri bir an için daraldı, derin bir nefes aldı ve hemen emri verdi:
"Anlıyorum, bana hemen bir idam sehpası hazırlayın. O üçünü bizzat infaz edeceğim."
"Ama efendim, sorgulamadan..." diye konuştu Krix. Sesinde, verilen kararın hızından ve beklenmedik doğasından kaynaklanan bir tereddüt vardı. Ancak ortamın gerginliği içinde sesi, soğuk ve otoriter bir sessizliğe çarpıyormuş gibi yankılandı.
Stygian ırkına mensup, kendi halkına kıyasla biraz daha uzun bir yapıya sahipti. Yüzü, keskin ve belirgin kemikli hatlarla şekillenmişti, bu da ona sert ve dikkat çekici bir görünüm kazandırıyordu. En belirgin özelliklerinden biri, mor renkteki derin ve etkileyici gözleriydi; bakışları, hem zeka hem de otorite hissi uyandırıyordu. Kısa kesilmiş saçları, yüz hatlarını daha da ön plana çıkararak ifadesine keskinlik katıyordu.
İki ayağı ve iki eli vardı, ancak elleri sıradan değildi; ince, uzun ve zarif parmakları altı taneydi. Bu ekstra parmaklar, ona hem ince işlerde hem de savaşta büyük bir avantaj sağlıyordu. Kaslı ama çevik yapısı, fiziksel dayanıklılığıyla birleştiğinde, Stygian ırkının tipik özelliklerini yansıtıyordu.
"Sence bize ne anlatacaklar?"
Krix biraz daha söylenmeye çalıştı ''Arcas casusu olma...'' ama liderin gözlerindeki kararlılığı görünce sesini kısıp sustu.
Yue devam etti, "Olsa bile inkâr edecekler. O yüzden hemen bana idam sehpası hazırla, beş dakikan var," diye bağırdı. Krix biraz tereddüt etse de harekete geçti.
Yue, kontrol odasına yöneldi ve kapıyı kapattı. İçeri girdiğinde, suratındaki soğuk ifadeyle, yavaşça ve dikkatlice her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etti. Bu kadar önemli bir anın, hızla sona erdiği ve kararın verilmiş olduğu bir anda, yalnızca sessizlik ve karanlık içinde geçirdiği birkaç saniye vardı.
"Efendim, istediğiniz gibi hazırlığı bitirdik."
"Tamam, o zaman," dedi. Kontrol odasından çıkarak idam alanına doğru ilerledi. Yanında, kılıcını sürükleyerek götürüyordu; silahın yere sürtünmesiyle gelen ses, bir tehdit gibi havada yankılandı. İdam alanına girdiğinde, etraftaki askerler şaşkın bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Silahı, Arcas'ın kullandığı silaha benziyordu ve bu durum, herkesin kafasında aynı soru işaretlerini uyandırdı.
"Jord, Tarm ve Howd, siz üçünüz ittifaka ihanet ettiniz. Bir lidere saldırdınız ve hakkınızda ölüm kararı verildi. Söyleyecek son bir şeyiniz var mı?" diye sordu Yue.
"Evet, efendim, biz suçsuzuz. Biz sadece..." diye lafını bitiremeden liderin sert bakışlarıyla susmak zorunda kaldı Jord.
"Sadece ne, söyle bakalım," dedi, sesi her zamankinden daha keskin ve tehditkardı.
"Biz sadece sizinle bir şey konuşmak için odanıza gelmiştik, bir anda siz bize saldırdınız ve..."
"Yani en son sizinle bulunan kadınların söyledikleri yalan öyle mi?"
"Evet, efendim, biz onlarla birlikte değildik, sonuçta..." diye savunmasına devam etti Tarm.
"O üçünü getirin hemen," dedi ve Orsx'a dönerek emir verdi.
"Emredersiniz efendim," dedi Orsx ve kısa bir süre sonra, üç kadını yanlarına getirdi. Kadınlar, sorgu odasında söyledikleri her şeyi tekrar etti, gözleri yerdeydi, korku doluydu.
"Ve şimdi siz üçünüze gelecek olursak," dedi ve kafasını salladı. Bu hareketiyle, askerler üçünü de idam sehpasına yatırdılar. Yue, kılıcını çekerken, silahının parıldayan ucu üç askerin boyunlarına doğru yöneldi. Tam kılıcını indirip ölüm cezasını verecekken...
"Komutanım, ana liderlerden bir mesaj aldık," dedi Kous, içeri girerek aceleyle. "O üçünü Asıtae ana üssüne istiyorlar ve bu emrin hemen yerine getirilmesini istediler."
Yue'nin eli kılıcından hafifçe çekildi ve düşünceli bir şekilde durakladı. Bu haber, her şeyin değişmesi demekti.
"Nasıl haberleri oldu?" diye sordu.
"Bilmiyorum efendim," dedi, başını hafifçe öne eğerek. "Yeni test için hazırlıklarla ilgileniyorduk ve bir anda mesaj geldi. Bu emri hemen yerine getirmenizi, aksi halde tüm yetkilerinizin elinizden alınacağını ve sıradan bir askere dönüşeceğinizi söylediler."
"Demek öyle," diye mırıldandı ve hiç tereddüt etmeden kılıcını savurdu. Anlık bir keskinlik, idam sehpasındaki üç bedeni hareketsiz bıraktı. Kan kokusu havaya karışırken, gözlerini hâlâ hayret içinde açmış olan askerler Yue'nin sesini duydu.
"Şimdi bu üçünü ana üsse gönderebilirsiniz." dedi ve idam alanından ayrıldı. Herkes geride, derin bir sessizliğe büründü ve Yue kılıcını yere sürterek kontrol odasına yöneldi.
Peşinden gelen Orsx, tereddütlü bir ses tonuyla:
"Efendim, bu yaptığınız sonucunda tüm yetkileriniz..." diye konuşmaya başladı.
"Umurumda değil," diye kesti, gözlerini ekrandaki verilere dikerek. "O aptalların cezalandırılması gerekiyordu ve ben de gereken cezayı kestim. Her neyse, son hazırlıklar ne durumda?"
"Hazırlıklar hâlâ devam ediyor, efendim," dedi Orsx, derin bir nefes alarak. "Birkaç gün sonra yeni teste başlayabiliriz." Bu sırada ikisi de kontrol odasına varmışlardı.
"Efendim," dedi Krix.
Ne oldu?"
"Ana liderlerin emri."
"Bunu yapan sendin, değil mi?" diye sordu, sesi tehlikeli bir sakinliğe bürünmüştü. "Ana liderlere haber verdin ve onların bildikleri bir şey olabileceğini düşündün. Ya da benim bilmemem gereken bir şey olduğunu ve bunu asla öğrenmemem gerektiğini, öyle mi?"
"Evet, efendim. Haberi ben verdim." Sesi kararlılıkla doluydu, ama içinde bir gerginlik de vardı. "Sonuçta o üçü Arcas'ın casusları olabilirdi ve bildiklerini öğrenmemiz lazımdı. Bu yüzden ben de ana liderlere durumu bildirdim."
Yue, gözlerini Krix'e sabitledi. O anda zihninden sayısız ihtimal geçti. Ana liderler, bu mahkumların bildiği şeylerin açığa çıkmasını istememiş olabilirdi. Ya da belki de onun otoritesini sınamaya çalışıyorlardı. Ama artık hiçbirinin önemi yoktu. Soğuk bir ifadeyle, "Anlıyorum," dedi. Ardından omuzlarını silkti. "Ama boşuna uğraşmışsın. Sonuçta üçü de artık ölüler."
Krix'in yüzü kaskatı kesildi, ama bir şey söylemedi. Odadaki hava, keskin ve ölümcül bir gerginlik taşıyordu. Yue gözlerini tekrar önündeki verilere çevirdi. Test devam ediyordu ve o, kimseye boyun eğmeyecekti.
•❅──────✧❅✦❅✧──────❅•
Bölüm İçinde Geçen Bazı Kelimeler Hakkında Bilgiler:
Lizet: Elisheba'dan (İbranice) Elisabet (Eski Yunanca) ve Elisabetha (Latin) biçimlerinde de kullanılan Elizabeth adının diğer bir biçimi. Elizabeth'in anlamı; Tanrı mükemmeldir, Tanrı yeminimdir.
Aurealis Şafak Sarayı: Aurealis kelimesi, altın, ışık veya göksel ışıltı gibi anlamlar taşıyor olabilir. Şafak ise bir yeni başlangıcı, yenilenmeyi ya da zamanın dönüm noktalarını simgeliyor.
Tosia: Değerli
Aerenia: Barış
Yue: (月), Çince'de ay anlamına gelir. Bu isim, ay ve onun yumuşak ışığını, gizemli doğasını temsil edebilir. Aynı zamanda aydınlık, barış veya yenilenme gibi anlamlar da taşıyabilir. Bir karakterin ismi olarak aydınlatıcı, sakinleştirici veya mistik bir kişiliği çağrıştırabilir. Japonca'da da benzer şekilde ay anlamına gelir.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
328 Okunma |
98 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |